Özerklik Tartışmaları ve Şovenizm
Utku Kızılok, 1 Mayıs 2014

Yerel seçimlerin ardından, Diyarbakır Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, verdiği bir mülakatta, Kürt bölgesinden çıkartılan petrolden pay talep ettiklerini dile getirdi. Hemen ardından Kürt hareketi, Hakkâri ve Şırnak’ın özerklik kapsamında pilot bölge olarak seçildiğini duyurdu. Bu açıklamalar üzerine, AKP’sinden MHP’sine, liberalinden muhafazakârına, sosyal-demokratından kendine komünist sıfatını yakıştıran TKP’ye varıncaya kadar geniş bir yelpaze, dört dörtlük bir şovenizm örneği sergilemekten geri durmadı. Konu Kürt halkının haklı talepleri noktasında tutum almaya gelince, kendilerine liberal ve hatta komünist etiketi takanların gerçek yüzleri hemen açığa çıkıveriyor.

Kürt halkının haklı talepleri karşısında bin dereden su getiren ve şovence tutum alanların argümanlarına geçmeden önce, Kışanak’ın ne söylediğine bakalım: “Bölgede çıkan petrolden kesinlikle pay istiyoruz. Yereldeki tüm enerji kaynaklarından, yeraltı, yerüstü zenginliklerinden, ekonomik varlıklardan yerelin pay alması lazım. Şimdi arkadaşlar dosya hazırlığı yapıyorlar. Diyarbakır’da kaç petrol kuyusu var, ne kadar üretim yapılıyor, nereye gidiyor; geçmişte ağır çevre faturası vardı, onun durumunu araştırıyoruz. İçme kuyularını kirlettiği yönünde çok ciddi iddialar vardı. Petrol ekonominin ana dinamosudur ama oraya enerji gidiyor, bize kirliliği kalıyor. Elektrik gidiyor borç kalıyor; petrol gidiyor, sularımız kirleniyor. Bunu ne Allah kabul eder, ne kul kabul eder, ne demokrasi kabul eder. Kaynaklarını ver, ben götüreyim, ne kadar ağır faturası varsa kalsın, bunu kimse kabul etmez.”

Bu açıklamaların akabinde Enerji Bakanı Taner Yıldız, bildik despotik devlet geleneğinin yavan sözlerini tekrarladı ve Kışanak’ın dile getirdiklerinin olanaksız olduğunu, gündemlerinde böyle bir şey olmadığını belirtti. Devam eden günlerde ise, AKP yanlısı yazarlar –ki kimileri kendilerine liberal de diyor– aynı konuda ve aynı dalga boyunda kalem oynattılar. Aslında bu yazarlardan Gülay Göktürk’ün aldığı şovenist tutum, o cenahın genel düşüncesini özetler nitelikteydi. Kürt hareketi ne zaman kendi taleplerini gündeme getirse ve adım atılması yönünde bastırsa, bunlar, hemen parmak sallayıp “ne yapmak istiyorsunuz” diye soruyorlar. Nitekim Göktürk gibiler, “yoksa Kışanak milliyetçileri azdırıp çözüm sürecini bitirmek mi istiyor” demekten geri durmadılar. Lafa gelince “çözüm”den yana olduklarını söyleyenler, iş somut adım atmaya geldiğinde Kürtlerin susmasını ve AKP’nin lütuflarını beklemelerini öğütlemektedirler. Yoksa “çözüm süreci” biter! Bu sözleri utanıp sıkılmadan sarf edenler, AKP’nin son bir yıldır Kürt halkının talepleri doğrultusunda tek anlamlı fiili/yasal adım atmadığını, “çözüm süreci” denen şeyin bir oyalamacadan ibaret kaldığını ve aslında çatışmasızlık sürecinin Kürt hareketinin gayretleriyle yürüdüğünü söylemiyorlar.

Kışanak’ın açıklamalarına karşı çıkan Gülay Göktürk gibi AKP yanlısı burjuva yazarlar, anayasanın ve yerel yönetim modellerinin söz konusu talepleri yerine getirmeye izin vermeyeceğini, bunun ancak eyalet sistemiyle mümkün olabileceğini söylüyorlar. Ancak bu tespiti, söz konusu taleplerin hayata geçirilmesi için acilen yasal değişiklikler yapılması gerektiğine dikkat çekmek amacıyla yapmıyorlar; tersine, istemlere karşı çıkmak için yapıyorlar. Öncelikle belirtmek lazım ki, eyalet sistemi olmadan Kürt hareketinin dile getirdiği talepler hayata geçirilemez tespiti doğru değildir. Diğer taraftan, eğer anayasanın kapsamı darsa (ki bu doğrudur), AKP’ye düşen görev bir an önce gerekli yasal/anayasal değişiklikleri yaparak Kürt halkının istemlerini karşılamaktır.

Gerek AKP gerekse onun kuyrukçuları, daha önce Kürt kentlerine yatırım yapılmadığını, şimdilerde ise önemli yatırımlar yapıldığını sıkça dile getiriyorlar. Eh, Kürt halkına da susmak ve bu yatırımlara şükretmek kalıyor o halde! Aslında Göktürk’ün dile getirdiği “elektrik, su ve doğalgaz faturası ödemiyorlar, vergi vermiyorlar, ama yine de devlet o bölgeye yatırım yapıyor” sözleri, yıllardır “beyaz Türk”lerin ağzından düşmeyen sözlerdir. Yıllar yılı bu sözleri tekrar eden “beyaz Türk”ler ya da daha geniş çerçevede Kemalist statükocular, Kürtlerin tembel, cahil, zorba ve şımarık olduklarını, Türklerin o bölgeyi beslediğini ama onların yine de “bölücülük” yaptığını söyleyip duruyorlar. Bilhassa bir konunun altını çizmek gerekiyor; devletin Kürt kentlerine yaptığı yatırımlar, esas olarak “güvenlik” amacıyla yapılan yatırımlardır. Üstelik yalnızca doğrudan askeri yatırımlar değil, baraj ve benzeri kapsamdaki yatırımların bile askeri bir boyutu vardır.

Son yıllarda Kürt kentlerinde göze çarpan görece iyileşme ise, daha çok Kürt hareketinin belediyelerde yönetimde olmasının bir sonucu, kısmen de AKP’nin bölgede Kürt hareketi karşısında başka türlü tutunamayacak oluşu nedeniyledir. Ne var ki belediyelerin kaynakları son derece sınırlıdır. AKP hükümeti, BDP’li belediyelere merkezden kaynak aktarmamak için elinden geleni yapıyor. Kürdistan’a gerekli yatırımlar yapılmadığı ve bölgenin kaynaklarına merkezi hükümet tarafından el konulduğu için Kürt halkı işsizlik ve derin bir yoksullukla boğuşmaktadır. Kürtlerin elektrik-su faturasını kafaya takanlar, kurulduğu günden beri TC’nin, ulusal bilinç gelişir korkusuyla Kürt bölgesine tabiri caizse çivi çakmadığını, Kürt halkını yol geçmez dağların ardında kendi kaderine terk ettiğini ama baskı ve zorbalığı da üzerinden eksik etmediğini sorgulamıyorlar. Gülay Göktürk gibi “beyaz Türk”ler, egemen bir pozisyonda ve lütuf bahşeden bir edayla konuşarak, devletin yıllarca Kürt köylerini bombaladığı, yakıp yıktığı, milyonlarca insanı kentlerin varoşlarında derin bir yoksulluğa mahkûm ettiği ve aslında bu durumla elektrik faturası arasında doğrudan bir bağ olduğu gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyorlar.

Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın birçok maddesini, Kürt hareketinin elini güçlendireceğini düşündüğü için imzalamamıştır. Bu maddeler, yerel yönetimlerin kendilerini alâkadar eden konularda ve karar süreçlerinde dikkate alınmasını, yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesini, mali kaynak sağlanırken yerel yönetimlere önceden danışılmasını, onlara tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmelerini içermektedir. Lakin devlet bu maddeleri imzalayarak hayata geçirmiyor. Yani neresinden bakarsak bakalım, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde mutlak bir hakimiyeti vardır. İşte bu nedenle –Kürdistan’ın bir iç sömürge olmasından bağımsız olarak söylersek– burjuva devlet, meselâ Kürt bölgesindeki kaynaklara el koyarken, yerel yönetimlere zırnık koklatmamaktadır.

Bugün Türkiye’nin petrol ihtiyacının beşte biri Batman’dan karşılanmasına ve her sene bu petrolden 1 milyar 800 milyon dolar kazanılmasına rağmen, bu kentte halkın yaklaşık %70’i açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Batman’ın yanı sıra Mardin-Midyat ve Diyarbakır’da da petrol üretimi yapılmaktadır. Ne var ki bu petrolden elde edilen gelir merkezi hükümet tarafından gasp edilmekte ve bölge halkının payına hiçbir şey düşmemektedir.

Keza Türkiye’nin enerji ihtiyacının önemli bir kısmı da, başta Atatürk Barajı olmak üzere bölgedeki hidroelektrik santrallerinden karşılanmaktadır. Lakin buna rağmen Türkiye’nin en yoksul 10 ilini Kürt illeri oluşturmaktadır. Bu durum bile, AKP’nin ve düzen cephesinin “GAP’la birlikte bölgeye çok büyük bir yatırım yapıldığı” propagandasının gerçeklikten uzak olduğunu ortaya koyuyor. GAP, Kürt kentlerini ihya etmek için değil, bir yandan Türkiye’nin batısının enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla, bir yandan da, başta Suriye olmak üzere, Ortadoğu ülkelerine karşı suyu bir koz olarak kullanabilmek üzere geliştirilmiş bir projedir.

Burjuva devlet yerel kaynakları sömürürken, geriye doğa ve kültür tahribatı bırakmaktadır. Tarihi bir yerleşim yeri olan Hasankeyf’in baraj suları altında kalacak olması, yine aynı şekilde PKK’nin geçişini engellemek amacıyla Türkiye-Irak sınırına birçok barajın inşa edilmesi ve bu barajların bölgenin ekolojik dengesini tehdit etmesi buna örnektir.

Kürt hareketinin özerklik yönünde adımlar atmasını eleştiren burjuva çevreler ve bu arada TKP gibi sosyal şoven çevreler, özerklikten Kürtlerin zararlı çıkacağını söylüyorlar. Onlara şunu demek gerekiyor: Madem Kürtler özerklikten zararlı çıkacak, bırakın bu kararı Kürt halkı versin!

Sosyal şovenizmin argümanları

Kışanak’ın açıklamalarından sonra TKP’nin gazetesi Sol, bu konuya, sekiz sütuna atılmış “Bu öneri Kürt yoksuluna yaramaz: Petrol Özerkliği” manşetiyle, gazetenin ilk sayfasında yer verdi. Kışanak’ın açıklamalarını ilk sayfadan görüp eleştirmesi, TKP’nin bu konudaki hassasiyetini yeterince açık bir şekilde ortaya koymakta ve TKP’nin ismi dışında komünistlikle bir akrabalığı olmayıp sol Kemalist bir çizgiye sahip olduğunu bir kez daha tescillemektedir. Aslında söz konusu gazete haberi ve aynı gün sol.org sitesine konan “Özerklikte Kaynak Paylaşımı Tehlikesi” başlıklı yazı[1], TKP’nin 2009’da, yine Kürt meselesinde adım atılması gündeme geldiğinde yayınladığı Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nin bir özetidir. Doğrusu “emekçi” vurguları çıkartıldığında, tüm bu yazılardan geriye yalnızca su katılmamış bir şovenizm kalmaktadır. Elbette TKP sinsi bir şekilde davranmakta ve şovenist tutumunu “emekçi” söyleminin ardına saklamaya çalışmaktadır. Söz konusu gazete manşetindeki “bu öneri Kürt yoksuluna yaramaz” ifadesi ile, bu manşet altında öne çıkarılan “Yerelliklerde bulunan kaynakların gelirlerinin yerellerde kalması önerisi, uzmanlara göre, Türkiye’deki bölgesel eşitsizliği arttırma tehlikesini beraberinde getiriyor” spotu bu tutumun tipik bir yansımasıdır. “Yerellerde bulunan kaynakların gelirlerinin tümüyle yerellerde kalmasını” savunanlar varmışçasına yapılan bu çarpıtmada güdülen amaç da bellidir. Tüm bunlar bir yana, söz konusu olan, ülkenin herhangi bir bölgesi değil, iç sömürge durumunda olan bir Kürt bölgesidir ve TKP meselenin bu ulusal sorun boyutunu tümüyle gözardı etmektedir.

TKP, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz bu karşı çıkışın arkasında TKP’nin milliyetçi Kemalist ve Stalinist yaklaşımı vardır. Ancak TKP Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkarken, bunu sosyalizm vurgusuyla birlikte yapmakta ve teorik düzeyde kendi kaderini tayin hakkını sosyalizme havale ediyor gözükmektedir. Aydemir Güler ve Kemal Okuyan gibi önde gelen TKP’lilerin yazılarında ve ana metinlerinde, işçi ve yoksul Kürt kitlelerin olası bir Kürt devleti altında da sömürülmeye devam edeceği sıkça vurgulanmaktadır. Dolayısıyla Kürt emekçiler sosyalizmi beklemelidir! Ezen ulus unsurlarının “ne var canım bekleyin işte” yaklaşımının ne denli tepeden ve şovenistçe olduğu yeterince açıktır. Diğer taraftan TKP’nin sosyalizm anlayışının Stalinist devletçi bürokratik “sosyalizm” olduğu ve Stalin’in SSCB’de ezilen ulusları nasıl bastırdığı düşünülürse, Kürt halkını neyin beklediği kendiliğinden anlaşılır.

TKP’nin sosyalizmi tepeden devletçi uygulamalara dayandığı için, onun açısından devletin katı merkeziyetçi yapısı çok önemlidir. Hem şovenist reflekslerle Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkan hem de anti-demokratik bir yaklaşımla katı merkeziyetçi yapının bozulmasını istemeyen TKP, başta özerklik olmak üzere her türlü yerinden yönetim uygulamasına muhalefet etmektedir. Bunu kitlelere yutturmak için ise “emek”, “ulusal ve bölgesel eşitlik” gibi kavramları kullanmaktadır. Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nde yer alan şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir: “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir. Merkezi yapının bugüne dek anti-demokratik, baskıcı ve zorla asimilasyonu hedefleyen bir karakter taşımış olması, ademi merkeziyetçiliğin doğru seçenek olması için yeterli değildir. Eyaletleşme yeni, sağlıklı, üzerinde iradi birlikteliğin tesis edileceği bir zemin değil, parçalanmanın bir evresi olacaktır.”

Böylece TKP, eyalet ve özerklik sistemine kesin bir şekilde karşı olduğunu ortaya koymuş oluyor. Esasında TKP’nin bu konudaki pozisyonunu ortodoks Kemalizm olarak nitelendirmek yerinde olacaktır. Zira çok sayıda halkın bir arada yaşadığı, ezilen Kürt halkının ayağa kalktığı ve ulus-devletin üniter biçiminin iflas ettiği bir noktada TKP, Kemalizmin dayattığı üniter devlet yapısında ısrar etmektedir. TKP’nin asıl uykusunu kaçıran şey “bölünme ve parçalanma” korkusudur.

Eyalet sistemi veya özerklik gibi uygulamaları –ulusal sorunu çözüp çözmeyeceğinden bağımsız olarak söylersek– ezilen bir halkın haklarının teslim edilmesi olarak görmeyenler, aynı TKP gibi kaçınılmaz olarak milliyetçiliğin ve şovenizmin kucağına otururlar. Bu noktadan sonra, Sol gazetesinin şu satırları yazması doğal hale gelir: “Gültan Kışanak’ın açıklamalarında, Kürtlerin yoğun yaşadığı illerle ülkenin kalanı arasında kategorik bir sınır çekmesi dikkat çekti.” Çok açık ki haberin dili, Kışanak’ın “bölücülük yaptığı” iması üzerine kurgulanmış. Sanki ortada bir Kürt sorunu yokmuş, sanki yıllardır bir savaş yürümüyormuş, sanki ezilen Kürt halkı ayağa kalkıp kendi yaşadığı topraklar üzerinde söz sahibi olmak istediğini ortaya koymamış da, Kışanak ansızın ortaya çıkıp ülkenin bir bölümü için sınır çeken ifadeler kullanmış!

TKP Kürt halkının özgürlüğüne karşı çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda Kürt hareketini itibarsızlaştırmaya dönük bir üslup da kullanıyor. Kardeşlik Bildirgesi’ndeki şu sözlerin pek kardeşçe ima içermediği açıktır: “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi konusunda DTP’nin, bölge belediyelerinin, sermayenin, AB’nin, ABD’nin, AKP’nin, Irak Kürt yönetiminin aynı görüşte oldukları biliniyor.” Böylece TKP bir kalem darbesiyle Kürt halkının haklı taleplerini, Batılı emperyalist güçlerden, AKP ve sermayeden oluşan negatif görüntünün içine yerleştirerek olumsuz bir bakış açısı oluşturmaktadır. Hiç kuşku yok ki böylesi bir yöntemle, TKP ile Gülen Cemaati, Batılı emperyalist güçler ve TÜSİAD’ı aynı karenin içine yerleştirmek de mümkündür. Zira bunların Erdoğan’ın ve AKP’nin iktidardan gitmesi konusunda “aynı görüşte oldukları biliniyor”!

Özerkliğe karşı çıkan TKP, Kürt hareketinin bu yöndeki adımlarını çeşitli argümanlarla çürütmeye ve olumsuz bir yargı oluşturmaya çalışırken, çarpıtmalara başvurmaktan ve bu arada yerel yönetimlere yetki devredilmesi gibi nispeten demokratik adımlara bile karşı çıkmaktan geri durmamaktadır. Kardeşlik Bildirgesi’nde şunlar deniyor: “Yerel yönetimlerin merkezle ve bütünle bağları zayıflatılırsa sermayeye bağımlılığı perçinlenir. Yabancı ve yerli sermaye girişlerinin amacı kârdır. Oysa yerel yönetim kâr amaçlı bir ticari faaliyet alanı değil, kamusal bir işlem, kamusal hizmetlerin bütünüdür. Kâr amaçlı faaliyet, halkın soyulması anlamına gelir. Yerelleşme özel olarak yabancı sermayenin ve emperyalist denetimin maddi temellerini oluşturur hale gelecektir.”

Özerklikte Kaynak Paylaşımı Tehlikesi başlıklı yazıda ise şu satırlara yer veriliyor: “«Yerelleşme» olarak tarif edilen sürecin temeli, devletin vatandaşa sağlamakla yükümlü olduğu hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesi. Bunların başında eğitim ve sağlık geliyor… Yerel yönetimler, bu hizmetleri tamamen ücretsiz sağlayacak ekonomik güce sahip değil. Bu nedenle ya uluslararası kuruluşlardan sürekli borç alınıyor, ya da bu hizmetler piyasaya devredilip paralılaştırılıyor.”

Bu hususlar, özerkliğe karşı çıkan TKP’nin temel argümanlarının başında geliyor. Öncelikle şu noktaya dikkat çekelim: TKP, bilinçleri bulandırmak amacıyla, son derece kaba bir çıkarsama yoluna giderek, “katı merkeziyetçi devlet yapısı halkın, yerelleşme ise sermayenin ve emperyalizmin çıkarınadır” algısını yaratmayı hedefliyor. Oysa bu bakış açısı yanlıştır ve burjuva devletin niteliğini devre dışı bırakmaktadır. Şu hususun altını kalınca çizmek lazım: Katı merkezi ya da ademi merkeziyetçi yapısıyla, yerel yönetimleriyle bir bütün olarak burjuva devletten söz ediyoruz. Burjuva devlet, sermayenin devletidir. Bu noktada asla yanılgıya izin verilmemelidir.

TKP, merkezi devlet ve yerel yönetimleri karşılaştırırken, yerellerin merkezi hükümetin desteğinden yoksun kalarak kamu hizmeti veremeyeceğini, doğrudan sermayeye bağımlı hale geleceğini ve hizmetlerin piyasalaşacağını ifade ediyor. Pek güzel! Buradan çıkartılacak sonuç, merkezi hükümetin verdiği hizmetlerin piyasalaşmadığıdır. Lakin gerçekler, TKP’nin argümanlarını çürütüyor. Meselâ Türkiye’de sağlık, eğitim ve ulaşım başta olmak üzere birçok kamu hizmeti, merkezi yönetim eliyle, TKP’nin ifadesiyle önemli ölçüde piyasalaştırılmıştır. AKP hükümeti, hastane katkı paylarıyla vb. sağlığı paralı hale getirmiştir. Hastaneler, Kamu Hastaneleri Birliği adı altında birleştirilerek kâr amaçlı işletmelere dönüştürülmüştür. Ulaşımın paralı ve üstelik bir hayli pahalı olduğu, keza eğitimin de fiilen paralı hale getirildiği malûm! Sanki merkezi yönetim söz konusu alanlarda tamamen ücretsiz hizmet veriyormuş da yerel yönetimler bunları paralı hale getirecekmiş gibi bir algı yaratılması maksatlıdır. Belediyelerden bakanlıklara, okullardan hastanelere kadar neredeyse tüm kamu hizmeti taşeronlara teslim edilmiş durumda. Dolayısıyla kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve sermayeye alan açılması bizzat merkezi yönetim eliyle yapılmaktadır.

Özerklikte Kaynak Paylaşımı Tehlikesi adlı yazıda şöyle deniyor: BDP, 2010 yılında “Demokratik Özerklik Projesi”ni kabul ederken, gerekçesini, Avrupa Konseyi’nin ‘Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na dayandırdı. Özerklik şartı, şimdiye kadar uygulandığı tüm ülkelerde, emekçiler açısından ciddi sorunları beraberinde getirdi. Bu şartı yalnızca Avrupa Konseyi öne sürmüyor. Avrupa Birliği, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi çok sayıda uluslararası kurum, bu modeli destekliyor.” Daha sonra da şunlar ifade ediliyor: “Batı kapitalizmi, bu modeli özellikle Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından eski sosyalist ülkelerde piyasalaşmayı sağlamak için uyguladı. Model, devletin vatandaşa hizmet verme zorunluluğu kavramını, «yararlanan öder» felsefesiyle açıklanabilecek bir müşterilik ilişkisine dönüştürdü.” TKP’nin özerklik düşmanlığı ve ikna edici argüman bulma kaygısı meseleler arasında alâkasız bağlar kurmasına neden oluyor. Sermayenin saldırılarının asıl sorumlusunu yerelleşme ve özerklikmiş gibi koymak tam anlamıyla bir çarpıtmadır. Sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına dönük saldırıları 1970’lerin sonundan beri sürüyor. Bunlar neo-liberal kapitalist saldırılardır.

1970’lerin başında krize giren kapitalizm, krizin faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmak amacıyla büyük bir saldırı dalgası başlattı. Bu saldırının hedefinde “sosyal devlet” uygulamaları ve işçi sınıfının her türlü kazanımı vardı. Burjuvazinin bu saldırıları hangi biçim altında yürüttüğü ayrı bir konudur. Burjuvazinin söz konusu saldırıları, kamu hizmetini yerele devrederek ve aynı zamanda taşeronlaştırarak hayata geçirmesi, asıl sorumlunun yerelleşme ve özerklik olduğunu mu gösterir? Diğer taraftan burjuvazinin saldırılarını durduracak olan şey yerelleşmeye/özerkliğe karşı çıkmak değil, güçlü bir sınıf hareketidir. Zaten dünyada burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıfsal güç dengeleri değiştiği ve işçi sınıfının mücadelesi geriye çekildiği için sermaye neo-liberal saldırıları hayata geçirebilmiştir. Dolayısıyla bu neo-liberal saldırıları durduracak olan şey yerelleşme ve özerkliğe karşı katı merkezi devlet yönetimini savunmak olamaz.

TKP’nin esas derdi sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerinin ne olacağı değildir. TKP, özerklikle birlikte Kürtlerin merkezi yapıdan bağımsızlaşması ve çeşitli konularda kendi kararlarını kendilerinin almasından korkuyor. TKP’nin durup durup “yerelleşme özel olarak yabancı sermayenin ve emperyalist denetimin maddi temellerini oluşturur hale gelecektir” demesinin nedeni budur. Burada, merkezi devlet yapısı korunduğunda sermayenin ve emperyalizmin maddi temelleri oluşturulmamış mı olacak sorusunu sormak ve bu konu üzerinde durmak mümkün, ama geçelim.

TKP ve onunla aynı dalga boyundan konuşan başka sol Kemalistler, Gültan Kışanak’ın çıkışından sonra, özerkliğe vurmak amacıyla ilgisiz benzetmelere giderek çarpıtmalara başvurmaktan geri durmadılar. Meselâ sol.org’da yayınlanan söz konusu yazıda görüşüne başvurulan bir akademisyen şunları söylüyor: “Bugün üretim başta İstanbul olmak üzere büyük ölçüde gelişmiş bölgelere yoğunlaşmış durumda. Örneğin Kocaeli çevre tahribatının en yıkıcı yaşandığı, kanser vakalarının en yoğun görüldüğü yer. Kocaeli aynı zamanda Türkiye GSMH’ine en fazla katkı yapan yerlerden biri de. Kocaeli bugün başka illere kaynak aktaran bir yer. Yani her yerel birim kendi ürettiği kaynaklar üzerinde böylesi bir talepte bulunursa, Diyarbakır bu bölüşüm mantığından kaybedebilir.” Meğer Diyarbakır’ı ne kadar düşünüyorlarmış! Bu ifadelerin sahibinin derdinin Diyarbakır olmadığı ve esas meselenin Kürtlerin taleplerine karşı çıkmak olduğu açtıktır.

Diyarbakır’da üretilen petrolden pay alma meselesi, Kürt halkının demokratik taleplerinin karşılanması ve özerklik bağlamında gündeme getirilmektedir. Bu nedenle, yukarıdaki karşılaştırmayı yapanlar, bilinçli bir şekilde Kürt meselesinin üzerinden atlamakta, bir çarpıtmaya başvurmakta ve esasında şovenist bir tutum almaktadırlar. “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir” diyen TKP, burjuvazinin milliyetçi ve şovenist kanadından geri kalmayacak ölçüde, bölünme korkusu yaymaktadır. Öncelikle belirtelim ki biz devrimci Marksistler, ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil olmak üzere Kürt halkının özgürce kendi kaderini tayin hakkından yanayız. Özerklik ya da eyalet sistemi Kürtlerin ayrılması yolunda bir ilk adım da olabilir. Ama böyle olabilir diye işçi sınıfı devrimcileri, ezilen bir halkın haklı taleplerini görmezden gelerek burjuva devletin baskıcı uygulamalarını tasdik edemez ve şovenist bir tutum takınamazlar.

Esasında bugünkü sorunların kaynağında Kürt halkının yok sayılması, ezilmesi ve demokratik haklarının tanınmaması yatmaktadır. Günümüzde, birden çok milliyeti barındıran ülkelerin çok büyük bir bölümünde, federasyona ya da özerkliğe dayalı bir sistem uygulanmaktadır. “Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır. (…) Özellikle nispeten büyük ve milliyetler anlamında yerel çeşitlilik arz eden bir nüfusa sahip ülkelerde, özerk bölgeler, bölgesel meclisler vb. bulunmaktadır. Doğrusu Türkiye, etnik açıdan türdeş olmayıp da hem tek resmi dili olan hem de özerklik ya da federalizm türü yerel iktidar yapılanmalarına izin vermeyen neredeyse tek büyük nüfuslu ülke olma onuruna (!) sahiptir.”[2]

TKP gibilerinin tezi doğru olsaydı, başta federasyonla yönetilen ABD olmak üzere, özerklik ya da federasyon sisteminin olduğu ülkelerin paramparça olması gerekirdi. Lakin gerçekler şovenistleri çürütüyor. Elbette biz devrimci Marksistler TKP gibi sol Kemalistlerin penceresinden değil, işçi sınıfının uluslararası çıkarları temelinde bakıyoruz meseleye. Kürt sorunun çözülmesi demek, hem ezilen bir halkın haklarının teslim edilmesi hem de Türk ve Kürt işçilerinin birliğinin önündeki engellerin temizlenmesi demektir. İşte bu bakış açısıyla, “işçilerin birliği, halkların eşitliği ve kardeşliği” şiarıyla şovenistlerin maskelerini indirmeli ve işçi sınıfı içinde enternasyonalizmi hâkim kılmak için daha fazla çalışmalıyız.

1 Mayıs 2014


[1]  http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ozerklikte-kaynak-paylasimi-te…

[2] Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, MT, Ekim 2009

İlgili yazılar