Olimpiyatlar, Spor ve Milliyetçilik
Utku Kızılok, 1 Eylül 2012

2012 Olimpiyatları 27 Temmuz-12 Ağustos tarihleri arasında Londra’da yapıldı. Özellikle günümüz teknolojisi sayesinde milyonlarca insanın müsabakaları izlediği veya aktif bir şekilde haberdar olduğu olimpiyatlar, dünya burjuvazisi için pek çok açıdan bir platform işlevi görmektedir. Olimpiyatların spor bağlamında bir dünya arenası olması nedeniyle, neredeyse tüm ülkeler burada boy gösteriyorlar. Oyunların düzenlendiği ülkeler, bu vesileyle geniş kitlelere kendi propagandalarını yapıyor, turizm gelirlerini arttırmaya çalışıyor ve dünya sermayesinin ilgisini çekiyorlar. Meselâ İngiltere, Londra’nın tarihi mekânlarına, güzelliklerine, buralarda ne kadar hoş zaman geçirildiğine dönük reklâmlar, haberler vs. yaptırarak ilgi çekmeye çalışırken, beri taraftan da alttan alta İngilizlerin ne kadar üstün bir millet olduğunun propagandasını yapıyordu.

Daha da önemlisi, devasa bir spor örgütlenmesi olan olimpiyatlar, burjuvazi için yeni kâr olanakları sunmaktadır. Spor malzemeleri üreten tekeller reklâmlarını yaparken, aynı zamanda yeni anlaşmaların da temellerini atmaktalar. Olimpiyat oyunlarının altyapısının sağlanması amacıyla milyar dolarlar harcanmaktadır. 2008’deki Pekin Olimpiyatlarına 40 milyar dolar ve Londra Olimpiyatlarına ise 15 milyar dolar ayrılmıştır. 2020 Olimpiyatlarına aday olan Türkiye, 30 milyar dolarlık bir bütçe ayıracağını açıklamış bulunuyor. Olimpiyatlara ev sahipliği yapmak için yanıp tutuşan Türkiye’nin derdi de, dünya barışının ve kardeşliğinin simgesi sayılan olimpiyat meşalesini taşımanın onuru değil, bu vesilesiyle inşaat sektörünü canlı tutmak ve ekonominin büyümesini sağlamaktır. Tabiri caizse, inşaat olimpiyatları için güçlü bir meşale yakmaktır. Bu durum bile, olimpiyatların yalnızca spordan ibaret olmadığını gözler önüne seriyor.

Olimpiyatlar ve spor, burjuvazi için aynı zamanda bir siyasi panayır niteliğindedir. Olimpiyatlar kardeşlik, barış, saygı, dostluk oyunları olarak sunulmakta; olimpik şartın temel kuralında olimpik oyunların bireysel veya takım halinde, sporcular arasında yarışmalar olduğu, ülkeler arasında yapılmadığı; ırk, din ve siyasi ayrımcılık yapılamayacağı ve sporun siyaset dışı olduğu belirtilmektedir. Bu idealleştirme tümüyle burjuva ideolojisinin bir yansımasıdır ve yalan üzerinde yükselmektedir. Sömürülü toplumlarda ve popüler kültürün en temel parçası haline geldiği kapitalizmde spor, asla egemen sınıfın çıkarlarından azade olamaz. Olimpiyatların doğduğu Antik Yunan’da, daha sonra ise Roma ve Bizans’ta spor, egemen sınıfın siyaset aracıydı. Meselâ, Roma ve Bizans’ta düzenlenen at yarışları, at yarışı olmaktan çıkmış ve siyasi çıkarların kendisini ifade ettiği bir platforma dönüşmüştü. Taraftar gruplarını simgeleyen mavi ve yeşil renkler etrafında kümelenmeler kısa zamanda yerini kulüplere bırakmış ve aslında bu kulüpler siyasal çıkarların dile getirildiği bir parti niteliğine bürünmüşlerdi. İşin özü şu ki, ekonomik ve sosyal çıkarların bir ifadesi olan siyaset, yalnızca kendi dolaysız araçları üzerinden yürütülmez; aynı zamanda, özellikle de siyasal kanalların kapalı olduğu durumlarda harici biçimler üzerinden de kendini dışa vurur ve spor bunun en elverişli biçimlerinden biridir. Kapitalizmle birlikte ise, spor ve siyaset ilişkisi alabildiğine iç içe geçerek karmaşık bir bütün oluşturmaya başlamıştır.

Spor, fiziksel bir eylem olduğu kadar sosyal ve kültürel bir eylemdir de. İlk bakıldığında spor, bireyin fiziksel bir faaliyeti olarak görülür. Fakat gerçekte spor, bireyin fiziksel aktivitesini aşarak kolektif ve toplumsal bir nitelik kazanmıştır. Spor, insanın doğaya karşı mücadelesinin bir ürünüdür ve aynı zamanda onun evriminin yüksek bir aşamasını temsil eder. Spor, insan bedeninin geliştirilmesinin, atletik bir yapıya ve görünüme kavuşturulmasının; zor karşısında dayanıklı, duygularını ve düşüncelerini kontrol altına alan bir iradeye kavuşturulmasının aracıdır. Özetle spor, fiziki aktivite biçimi üzerinde yükselen toplumsal bir oyundur.

İlk çağ insanından günümüz insanına doğru bir çizgi çekersek, günümüz sporunda ve onun hayat bulma biçiminde geçmiş insanın ritüellerinin esintilerini buluruz. Bunu, özellikle futbolda görmek mümkündür. Sahada futbol oynayan sporcuların etrafı tribünlere yerleşen on binlerce kişi tarafından çevrilir; yüzlerini taraftarı oldukları takımın renklerine boyayan on binlerce seyirci belirli ritimlerle şarkı söyler, çeşitli sesler çıkartır, dans eder ve salınır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, binlerce kişinin aynı duygularla ve ortak bir ritimle hareket etmesi ve bunun kolektif hazzını yaşamasıdır. Kapitalizmle birlikte oldukça karmaşık bir düzeye yükselen spor, toplumsal hayatı kuşatmış ve popülerleşerek kültürel bir edim haline gelmiştir. Sporun oyun olması ve dolayısıyla toplumsal bir boyuta genişlemesi, aynı zamanda ona sosyal kimlik işlevi kazandırmaktadır. Bu özellikleriyle spor, geniş kitleler için kültürel eylem, kendilerini ifade edecekleri sosyal kimlik, bir topluluğun parçası haline gelerek onunla bütünleşme ve kolektif bir tavır geliştirmenin aracıdır.

Örneğin, işyerlerinde erkek işçilerin gündemi esas olarak spor ve daha çok da futboldur. Sporun ve futbolun esas gündem haline getirilmesi neticesinde, işçi sınıfının gerçek sorunlarıyla uğraşmasının, örgütlenmesinin ve hakları için mücadele etmesinin önüne geçilmektedir. İşçi kitleleri örgütsüz olmalarından kaynaklı, kendi sorunlarından ziyade futbol gibi şeylerle meşgul oluyorlar. Fakat işin böyle bir boyutu olmakla birlikte, sorunun buraya indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğunu vurgulamak gerekiyor. Kapitalist toplumda işçi sınıfı, bildik anlamda sanat ve kültürel eylemlerden fiilen men edilmiştir. Bu durumda, işyeriyle ev arasındaki çizgide sıkışan işçi kitleleri için spor, önemli ve neredeyse tek kültürel ve sosyal faaliyet olmaktadır. Sporun popüler kültürün bir parçası haline getirilmesi, onu işçi için daha cazip kılmaktadır. Daha da önemlisi, toplumsal bir oyun olan spor işçilere ve geniş emekçi sınıflara sosyal bir kimlik kazandırmaktadır. Spor gündemini konuşan bir işçi, bunu yaparak popüler kültürün bir parçası haline gelmekte, tuttuğu takım dolayımıyla bir kimlik kazanmakta ve bunun üzerinden diğer insanlarla sosyalleşmektedir. Böylece spor yapamayan emekçi kitleler, sporun kültürel ve sosyal boyutuna dâhil olarak yaşamlarına anlam kazandırmakta, eğlenmekte ve aslında manevi anlamda kendilerini yeniden üretmekler. Kapitalist futbol endüstrisi ise, geniş kitlelerin bu alanda kendilerini ifade edecekleri ve meşguliyetlerinde süreklilik sağlayacakları malzeme sunmaktan geri durmamaktadır.

Kapitalizm, sanat gibi sporu da metalaştırarak piyasaya sürmüş, geride kalan ne varsa boğmuş ve bağımsızlığını ortadan kaldırmıştır. Tarihe baktığımızda, İngiltere’de işçilerin işyeri temelinde takımlar kurduklarını, bu takımlar etrafındaki örgütlenmenin aynı zamanda işçilerin ekonomik ve sosyal örgütlenmesini güçlendirdiğini görmekteyiz. İngiltere’de sanayi devrimiyle birlikte geniş kitleler kentlere akmış, köylülerin kuralsız bir şekilde oynadığı futbol da böylece şehirlere taşınmıştı. Kapitalizmin gelişme döneminde futbol, henüz bir işçi oyunudur. İşçi sınıfı futbol oynarken, soylular ve onlara özenen burjuvazi kriket, tenis ve daha inceltilmiş oyunlar oynamaktadır. İngiltere’de bugün dünyaca ünlü kulüpleri işçiler kurmuşlardır. İşkolu temelinde gelişen spor kulüpleri, meselâ, Liverpool ve Southampton (tersane-liman), West Ham United (demir işletmeleri), Manchester United (dokuma) ve Arsenal (silah-cephane fabrikası) bu kulüplerdendir. Keza İspanya’daki Atletico Madrid ya da Çek Cumhuriyeti’ndeki Sparta Prag da işçilerin kulüpleridir. Sadece futbol kulüpleri kurulmakla kalınmamış, daha sonra “Uluslararası İşçi Olimpiyatları”nın temelini oluşturacak değişik spor kulüpleri de kurulmuştur.

Ancak 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında futbol, sermayenin denetimine girdi ve bu andan itibaren de kapitalist bir içerikle belirlendi. Spor ve özelde de futbol, giderek sermaye için muazzam kârların elde edildiği bir endüstri haline gelecek, toplumu kuşatacak ve en önemlisi de işçi kitlelerinin bilincini felçleştiren burjuva ideolojik yanılsamaların ve oyalamaların bir aracı haline getirilecekti. 1904’te İngiliz İşçi Partisi, futbolun, işçilerin büyük kısmının zihinsel enerjisini emdiğini, onları kendi çıkarları temelinde düşünmekten alıkoyduğunu ve toplumsal gelişmenin önünde bir ket haline geldiğini belirtiyordu. Troçki de, İngiltere hakkında kaleme aldığı bir yazıda, işçilerin tutkularının boks, futbol, at yarışı ve diğer sporlar tarafından yapay bir biçimde bastırıldığına ve tersine çevrildiğine dikkat çekiyordu. Durum, şimdilerde daha vahim düzeydedir. Lakin buradan hareketle, spor ve futbol üzerinden sosyalleşen işçi kitlelerine tepeden bakılması ve küçümsenmesi asla kabul edilemez. Gerçek nedenleri görmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor.

Spor aracılığıyla yeniden üretilen milliyetçilik

Sporun popüler kültürün bir parçası olması ve aynı zamanda toplumsal bir oyun olarak geniş kitlelere ulaşması, onu burjuvazinin elinde oldukça etkili ideolojik bir araç haline getirmektedir. Burjuvazi, kendi düşüncelerini geniş kitlelerin zihninde egemen kılmak amacıyla sporu ve futbolu dilediğince kullanmaktadır. Meselâ, gerek olimpiyatlar gerekse futbol karşılaşmaları üzerinden burjuvazi milliyetçiliği yükseltmekte ve geniş yığınların bilincini esir almaya çalışmaktadır. Bilhassa futbol karşılaşmaları, karşılıklı milliyetçi hezeyana dönüşmektedir. Her ülke burjuvazisi milliyetçiliği kışkırtmakta, kendi ulusunun ve ırkının diğer uluslardan ve ırklardan ne denli üstün olduğu düşüncesini, sporun toplumsal ve birleştirici niteliğini kullanarak yığınların zihnine yerleştirmeye çalışmaktadır. Böylece sosyal bir oyun olan spor üzerinden, kitlelerin ulusal gururu okşanmakta ve bu vesileyle ulusal kimlik geniş yığınların bilincinde yeniden ve yeniden üretilmektedir.

Türkiye’den örnek verirsek, Avrupa kupalarındaki maçların öncesinde ve sonrasında ya da milli maçlarda, milliyetçi/ırkçı kodlarla örülü bir dilin sürece damgasını bastığını görürüz. “Türkiye Çin’i yıktı!”, “Hedef Panzer, Türkiye Ezer”, “İspanyolları ezeceğiz!”, “Viyana’yı bu kez fethettik”, “Galatasaray’ımızın ‘Viyana kuşatması’ fetih ile sonuçlandı”, “Viyana düştü Atam rahat uyu”, “Viyana’da Türk istilası”, “Türkler Yenilmez… Şehitler ölmez”… Dikkat edileceği üzere, burjuva basında, Türkün üstünlüğü ve biteviye bir fethetme, işgal, istila, ele geçirme, yakıp yıkma teması işlenmektedir. Bu ırkçı hezeyan, sporun niteliğinden ve kitlelerin örgütsüzlüğünden kaynaklı olarak oldukça etkili olmaktadır. Elbette bu ve benzeri ırkçı-şoven anlayış tüm ülkelerde sergilenmektedir.

İşsizliğin, açlığın, yoksulluğun pençesinde kıvranan geniş yığınların uyanıp mücadeleye atılmaması amacıyla kullanılan futbol, burjuvaziye muazzam bir manevra alanı sunmakta ve düzenin elini rahatlatmaktadır. Özellikle de az gelişmiş ülkelerde egemen sınıf, futbol aracılığıyla milliyetçiliği kışkırtarak bir dış düşman yaratabilmekte, kitlelerin ezilmesinin ve sömürülmesinin kaynağının üzerini bu şekilde örtebilmektedir. Bir zamanlar İspanya’daki Franco faşizminin kitleleri bastırmasında ve uyutmasında en etkili uyuşturucu futboldu. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın sömürgeci devletleri, sömürdükleri ülkelerde halkı denetim altında tutmak, atalete sevk etmek ve en önemlisi de asimilasyona uğratmak için çeşitli spor oyunlarını ve futbolu kullanıyorlardı. Türkiye’de de egemen sınıf, Kürt halkına karşı yürüttüğü inkâr ve asimilasyonun bir parçası olarak futbolu kullanmaktan geri durmamıştır. 1990’larda ve sonraki yıllarda Diyarbakırspor ve Vanspor’un birinci lige çıkması devlet tarafından desteklenmiş, Kürt kitleler spor aracılığıyla düzene entegre edilmeye ve asimilasyona uğratılmaya çalışılmıştır.

Burjuvazi bir de utanmadan sporun siyaset dışı olduğunu ve kardeşliği simgelediğini ileri sürüyor. Bunun böyle olmadığını spor pratikleri her vesileyle açığa vuruyorlar. Tarihten bir hatırlatma yapalım: 1936 Olimpiyat Oyunları Almanya/Berlin’de düzenlendi. Sporun doğasını, kardeşlik ve barış vurgusunu kendi hedefleri doğrultusunda kullanan Hitler faşizmi, olimpiyatları, Nazi iktidarının üstün ırk yaratma propagandasının yankılandığı bir arenaya çevirdi. Antik Yunan ile Almanya arasında spor üzerinden bağ kuruluyor, “üstün Alman medeniyeti” klasik ilkçağın temsilcisi olarak sunuluyordu. Hitler’in çektirdiği olimpiyat filminde sarışın, mavi gözlü, elmacık kemikleri çıkık kahramanlar “arî” ırkın temsilcileri olarak boy gösteriyor ve olimpiyat meşalesini antik Atina’dan Nazi Almanya’sına taşımak üzere koşuyorlardı. Böylece tarihsel süreklilik bağı kurulurken, Almanya, insanlığın uygarlık yürüyüşünün simgeleştiği bir ülke konumuna yükseltiliyordu. Olimpiyatlar boyunca stadyumu dolduran seyirciler, Alman ırkçılığının amigoluğunu yapıyorlardı. Tüm diğer ülke sporcuları ve seyircileri, Alman izleyicilerinin kitleler halinde verdiği Nazi selamı ve ırkçı tezahüratlarıyla psikolojik olarak baskı altına alınmıştı. Hitler, “arî” ırkın üstünlüğünün olimpiyatlarda can bulacağını düşünüyordu. Lakin ABD’li siyah atlet Jesse Owens, üst üste altın madalyaları kazanarak Hitler’i hüsrana uğrattı ve stadyumdan kaçmasını sağladı.

Olimpiyatlar ve bu bağlamda spor, daha sonraki yıllarda ABD ve SCBB arasındaki “soğuk savaş”ın bir parçası haline getirilecekti. Neticede durum bugün de farklı değildir. Olimpiyatlara katılan ülkeler, daha müsabakalar başlamadan milliyetçi temelde filmleri devreye sokmakta, burjuva basın ise bu doğrultuda yayınlar yapmaktadır. Kazanılan madalyalar, madalyayı kazanan ülkenin ulusal üstünlüğünün bir ifadesi olarak sunulmakta ve ulusal kimlik kitlelerin bilincinde pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu arada ise, diğer ülkeler ve halklar dolaylı ya da dolaysız düşman olarak gösterilmekte ve aşağılanmaktadır. Bu seneki olimpiyatlara ev sahipliği yapan İngiltere, olimpiyatları bir İngiliz zaferiyle sonuçlandırmak, içerideki kitlelerin ulusal gururunu okşamak ve dünyada prestij kazanmak amacıyla oyunlara büyük paralar ayırdı ve kalabalık bir sporcu kitlesiyle katıldı. Keza emperyalist yükselişinin bir ifadesi olarak, büyük bir devlet olduğunu dünyaya göstermek için yanıp tutuşan Türkiye, tarihinin en geniş sporcu kadrosuyla ve değişik dallarda, şişirilmiş bir ulusal ego ve beklentiyle olimpiyatlarda yerini aldı.

Fakat özellikle son senelerdeki olimpiyatlarda ya da benzeri şampiyonalarda bambaşka bir gerçek, kendi borusunu çalıyor. Madalya kazanan sporcular ile bu madalyayı alan ve milliyetçi nutuklar eşliğinde sevinen ülkeler arasında tezatlıklar var. Zira olimpiyatlarda ya da benzeri yarışmalarda madalya kazanan sporcuların önemli bir kısmı, aslında yarıştığı ülkenin vatandaşlığına sonradan geçmiş siyah Afrikalılardır. Bu ve benzeri yarışmalarda Afrika kökenliler daha fazla boy gösteriyor olmakla birlikte, Orta Asya, Latin Amerika ve diğer coğrafyalardan gelen ve kendi ülkesinin haricinde bir başka ülke adına yarışan çok sayıda sporcu da var. Bu durum, olimpiyatlara hakiki anlamda enternasyonal bir karakter kazandırırken, aslında milliyetçiliğin nasıl da temelsiz hale geldiğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.

Londra Olimpiyatlarında 100 metrede koşan sporcuların tamamı siyahtı. Televizyon karşısında yarışı izleyen izleyici sanır ki yalnızca Afrika ülkeleri 100 metre koşusunda temsil edilmektedir. Oysa gerçek böyle değil; dünya rekoru kıran Jamaikalı Usain Bolt’un rakibi ve renkdaşı Tyson Gay ABD adına yarışmaktaydı. İngiltere adına olimpiyatlara katılan ve altın madalya kazanan kadın boksör Nicola Adams, İngiliz dendiğinde kafada oluşan sarışın, mavi gözlü prototipin aksine siyah derilidir. Yüzlerce sporcu, kendi ülkesinin sporcu kadrosuna giremediği ya da gerekli çalışma koşullarının zemini olmadığı için başka ülkelere transfer olmaktadır. Olimpiyatlarda boy göstermek, madalya kazanmak, uluslararası arenada saygınlık elde etmek ve içeride milliyetçi duyguları okşamak isteyen ülkeler, bu sporculara vatandaşlık hakkı vererek kendi adlarına yarıştırmaktalar. Meselâ, adı Türkçeleştirilen ve olimpiyatlarda Türkiye adına 3000 metrede engelli koşuda yarışan Tarık Langat Akdağ ya da 1500 metre koşuda yarışan İlham Tanui Özbilen Kenyalıdır. Türkiye’ye altın ve gümüş madalyalar kazandıran ve ulusal düzeyde tanınan Elvan Abeylegesse ise Etiyopyalıdır.

Hakikat, ulusal böbürlenmenin bir ifadesi olan milliyetçilik karşısında ironiyle zafer işareti yapmaktadır. Güncel veya tarihi kökler icat edilen, efsanelerden beslenen ve hakkında menkıbeler uydurulan “ulusal üstünlük”, somut hayat karşısında ofsayta düşmektedir. Bu durum, futbol söz konusu olunca misliyle böyledir. Dünyanın en iyi futbolcuları, genellikle kendi ülkelerinin takımlarında değil, daha zengin olan ve yüksek meblağlı transfer ücretlerini karşılayan takımlarda oynamaktalar. Avrupa’da ya da Türkiye’de kapitalist kulüpler parayı bastırarak, küçümsemekten ve aşağılamaktan geri durmadıkları ülkelerin futbolcularını kiralamakta ve kendi ulusal üstünlüklerini tescillemek için sahaya sürmektedirler. Avrupa şampiyonu olan Galatasaray’ın oyun düzenini oldukça iyi yöneten Romen Hagi golleri atıyordu, ama nedense Türkiye Avrupa’yı fethediyor ve Türkün üstünlüğü kanıtlanmış oluyordu! Velhasıl, burjuva ideolojisinin ve milliyetçiliğin yoğun bir şekilde yeniden üretildiği spor, aynı zamanda ulusal üstünlük yalanını yerle yeksan etmektedir.

Burada, geçerken belirtelim ki komünistler asla spora karşı değillerdir. Komünistlerin karşı olduğu şey, sporun kapitalist kâr mantığıyla belirlenmesi, milliyetçiliği kışkırtmak için kullanılması ve kitlelerin bilincini köreltici bir eyleme dönüştürülmesidir. Bugün belki hatırlanmıyor, ama geçen yüzyılın başında kapitalist mantığın damgasını basmadığı “işçi olimpiyatları” deneyimi de yaşandı. İngiltere’de ve Avrupa’nın diğer yerlerinde işçilerin kurduğu futbol kulüplerinden farklı olarak, jimnastik kulüpleri de kurulmuştu. Gerek sosyal demokrat gerekse komünist partilere üye işçilerin örgütlendikleri jimnastik kulüpleri vardı. Meselâ, İşçi Beden Eğitimi ve Spor Federasyonu Alman Sosyal Demokrat Partisinin denetimindeydi. Bu gibi spor kulüpleri ve federasyonları uluslararası bir boyut da kazanacaklardı. II. Enternasyonal eğilimindeki kulüpler Sosyalist İşçilerin Spor Enternasyonali (SASI) çatısı altında, Komünist Enternasyonal eğilimindeki kulüpler ise Kızıl Spor Enternasyonali (RSI) çatısı altında toplanmışlardı. Düzenlenen İşçi Olimpiyatlarında ulusal bayraklar yerine işçi sınıfının kızıl bayrağı dalgalanıyordu. SASI’nin 1925’te Frankfurt’ta düzenlediği İşçi Olimpiyatı’nın bir posterinde, parçalanmış gamalı haç ve tüfeklerin yanı sıra, kızıl bayrak taşıyan bir işçi vardı. İşçiler, “daha fazla savaşa hayır!” diye haykırıyorlardı. Ne var ki, işçi olimpiyatları pratiği ileriye taşınamadı.

Hiç kuşku yok ki, sporun özgürleşmesi ve topluma mal olması ancak kapitalizmin yıkılmasıyla mümkündür. Kapitalizm, bir taraftan yıkıcı temelde yol alırken, öte taraftan da bağrında sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumun koşullarını yaratmış bulunuyor. Kapitalizm ile onun bağrındaki yeni toplumun öğeleri sürekli bir savaşım halindedir. Üretici güçleri geliştirerek gelecek toplumun temellerini döşeyen kapitalizmdir, ama üretici güçlerin sınırsızca gelişmesinin önüne geçen de odur. Bir dünya ekonomisi yaratan, ülkeleri ve toplumları yakınlaştıran, tabiri caizse dünyayı küresel bir köye çeviren kapitalizmdir, ama ulusal çitler çekerek insanların özgürce dolaşmasının önüne geçen de odur. Olimpiyatlar yoluyla sporu ve sporcuları evrenselleştiren, sporcuların şu ya da bu ülke adına yarışmasının temelini oyan ve bunun saçmalığını ortaya koyan kapitalizmdir, ama ilkel milliyetçilikle evrensellik ruhunu boğan da odur. Kapitalizmin deli gömleğini parçalayarak her alanda sınırsızca gelişmenin önünü açacak olan bir işçi devrimidir. Spor oyunları, kapitalist kâr düzeninden, onun ihtiraslarından ve milliyetçi ilkellikten kurtarıldığında, insanlığın haz aldığı, bugünden çok daha yaratıcı bir oyun haline gelecektir. 

1 Eylül 2012

İlgili yazılar