Lenin’i Anlamak/5
Utku Kızılok, 1 Temmuz 2013

Günler ilerledikçe özellikle Petersburg ve Moskova merkezli işçi ve köylü yığınların tahammülleri tükeniyor, devrimci basınç giderek artıyordu. 18 Haziran ile 4 Temmuz arasında gerek işçi kitleleri gerekse Bolşevik taban zapt edilemez bir noktaya ulaşmıştı. Bir an önce harekete geçilmesini ve burjuva hükümetin tepelenerek iktidarın sovyetlere verilmesini talep ediyorlardı. Devrimin bu günleri, pek çok açıdan oldukça öğreticidir. Bilhassa iki başkentte emekçi yığınlar, sosyalist partilerden ve hatta Bolşeviklerden bile daha radikal görünen bir çizgiye gelmişlerdi. Bolşevik Parti’nin sol kanadı kitlelerin bu radikal çizgisiyle iç içe geçerken, Kamanev gibilerinin temsil ettiği sağ kanat çubuğu ters tarafa bükerek fazladan itidal çağrısı yapıyordu. Lenin, elbette sol çizgideydi ama son derece temkinliydi. Çünkü yeterince hazırlıklı olmadıklarını, iktidarı ele geçirmeleri halinde Petersburg ve Moskova’nın ötesine geçemeyeceklerini ve dolayısıyla iktidarı ellerinde tutamayacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle çubuğu, beklemek ve hazırlanmak gerektiği noktasına büküyordu. Kollontay, anılarında, sık sık parti merkezini ziyarete gelen ve harekete geçilmesi yönünde Lenin’i ikna etmeye çalışan işçi ve asker delegasyonlarının şu cevabı aldıklarını aktarır: “Daha erken, henüz zaman olgunlaşmadı, kadrolarımız nerede? Hazırlıklarımız nerede?”

Ne var ki biriken kitle basıncı tüm ertelemelere rağmen 3 ve 4 Temmuzda kendiliğinden patladı. İşçiler ve silahlı askerler hükümeti devirmek ve iktidarı sovyetlere vermek üzere ayaklandılar. Bolşevikler, kontrolü sağlamak ve ayaklanmaya örgütlü bir karakter vermek amacıyla, mecburen kitlelerin başına geçmek zorunda kaldılar. Fakat ayaklanmanın egemen güçleri tepelemeye yetmeyeceği her açıdan belliydi; bu nedenle kitlelere geri çekilme çağrısı yapıldı. Devrimci güçlerin henüz yeterince güçlü olmadığını ortaya koyan bu ani ve zamansız kalkışma, karşı-devrimi dizginsiz bir şekilde harekete geçirdi. Menşevik ve Sosyal-Devrimcilerin de desteğiyle burjuva hükümet, Bolşeviklere karşı büyük bir taarruz başlattı; gazetelerini kapattı, Troçki dâhil onlarca önderini tutukladı, parti yarı yarıya yer altına çekildi ve Lenin Finlandiya’ya geçerek illegal koşullarda yaşamaya başladı. Lenin, olayların hemen sonrasında kaleme aldığı bir yazıda şöyle diyordu: “Rus devriminin barışçıl bir yolla gelişmesi üzerine kurulan umutlar geri dönmemek üzere sönmüştür. Nesnel durum şöyle görülmektedir: Ya askeri diktatörlüğün tam zaferi ya da işçilerin silahlı ayaklanmasının zaferi.”[1] Bu satırlar oldukça önemlidir. Çünkü ortaya konan perspektif, devrimci sürecin hızla yeni boyutlar almasıyla birkaç ay içinde işlevini yitirmişti. Lenin, şimdi ortaya çıkan durumla örtüşen bir çalışma ve politik hedef koymak gerekliliğine işaret eder.

Bu dönemde kaleme aldığı pek çok makalede, Şubat ile Temmuz arasındaki koşulları inceler, toplumsal ve siyasal değişimi ortaya koyar. Özellikle Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin burjuvaziyle anlaşmanın eğik düzlemine adım attıktan sonra, giderek ona bağlandıklarını ve durdurulamaz bir şekilde karşı-devrimin bok çukuruna yuvarlandıklarını ifade eder. Bu sözümona sosyalist partilerin karşı-devrimci burjuvazinin payandası haline gelmesiyle dört beş aylık sınıfsal güç dengeleri değişmiş ve bu sürede ifadesini bulan şiarlar da anlamsızlaşmıştı. Ani dönüşler karşısında körleşmemek gerektiği konusunda uyarıda bulunur Lenin: “Tarihte ani dönüşümler olduğunda, ileri partilerin bile az çok uzunca bir süre yeni duruma alışamadıkları ve dün doğru olan, ama bugün her türlü anlamını yitirmiş, tarihin ani dönüşümü nasıl «birdenbire» ortaya çıkmışsa öyle «birdenbire» anlamını yitirmiş olan şiarları tekrarladıkları sıkça görülmüştür.”[2] Lenin, “bütün iktidar sovyetlere” sloganının da değiştirilmesi gerektiğini söyler. Çünkü der, şimdiki sovyetler karşı-devrim karşısında güçsüzleşmiştir, üstelik buradaki Menşevik ve Sosyal-Devrimci çoğunluk burjuvazinin payandası konumundadır ve sloganın somut hayatta bir karşılığı yoktur. Lenin, devrimin tekrar yükselişiyle yeni sovyetlerin ve partilerin ortaya çıkabileceğinin de altını çizer. Aslında Lenin, sovyetlere biçimsel olarak bakılamayacağını daha önce de dile getirmişti. Zira önemli olan onun hangi sınıfları temsil ettiği, devrimci kitlelerin mücadelesinin aracı haline gelip gelmediği ve iktidar organı özünü koruyup korumadığıdır. Daha Nisan Konferansında şöyle demişti: “Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir. Bu yüzden proletaryanın bilincini aydınlatmak için uzun süreli bir çalışma gereklidir.”[3]

Lenin, devrimin alabildiğine sertleştirdiği çelişkilerden ötürü yeni aşamada silahlı ayaklanmadan başka yol kalmadığını tespit ettikten sonra, iktisadi yıkımın ve uzayan savaşın kitleleri geri dönüşsüz bir şekilde ayağa kaldıracağını belirtir. Bu tespit son derece doğrudur. Emperyalist dünya savaşı tüm şiddetiyle sürerken, Geçici Hükümet askerleri tekrardan aktif savaşa sürdü. Üstelik daha da ileri gidip, kaldırılan ölüm cezasını yeniden yürürlüğe koydu. Kitlelerin şimdilik suskunluk aşamasına geçtiği görülüyordu. Ama bu arada Menşevikler, Sosyal-Devrimciler ve doğal olarak Geçici Hükümet emekçi yığınlar nezdinde kesin olarak itibar kaybederken, diplerde büyük bir değişim mayalanmaktaydı. Hükümetin bir türlü devrimi kontrol altına alıp istikrar sağlayamaması, savaşın sürdürülmesini garanti edememesi ve süregiden çalkantı, egemen sınıfları ve emperyalist ortaklarını alabildiğine tedirgin ediyordu. Bolşeviklerin başının ezildiğini düşünen ve bundan yararlanmak isteyen egemen sınıf içinde arayışlar başladı. Monarşistler, toprak sahipleri, burjuvazi, bunların ordu kurmayı ve siyaset arenasındaki temsilcileri genelkurmay başkanı Kornilov eliyle gerici bir ordu darbesi tertip etmeye giriştiler. Ne var ki planları tutmadı: Çeşitli nedenlerle sözde sosyalist Başbakan Kerenski ve Geçici Hükümetin sosyalist partileri direnme kararı aldılar. İşçi ve asker yığınları Ağustosun son günlerinde başlayan Kornilov darbesi girişimine karşı kitlesel bir şekilde ayağa kalktılar. Kitleleri örgütleyip sevk eden, ordu içinde Kornilov’a karşı çalışma yürüten esas olarak Bolşeviklerdi. Darbenin püskürtülmesi, aynı zamanda devrimin yeniden yükselişinin de bir ifadesiydi. Dengeler yeniden değişmiş ve Bolşevikler, iki ay öncesinden çok daha güçlü bir biçimde siyaset arenasına geri dönmüşlerdi.

Lenin, “Kornilov ayaklanması olayların seyrinde beklenmedik (bu anda ve bu biçimde beklenmedik), neredeyse inanılmaz derecede sert bir dönemeçtir” diye yazmaktaydı. Bu dönemecin etkisi her alanda kendisini göstermeye başlamıştı. Özellikle Temmuzdan sonra kırda başlayan köylü ayaklanmaları giderek yayılıyordu. Yoksul köylüler toprak ve barış istiyorlardı. Lenin, Nisan başında, köylü partileri üzerinden burjuva hükümete angaje olduğunu düşündüğü köylülüğün tutum değiştirdiğini görüyordu. Bu durum toplumdaki değişim açısından son derece çarpıcıydı ve gelecek günlerde bunu gündeme tutmaya devam edecekti. Yoksul köylülüğün ve devrimci proletaryanın ittifakını sağlamak maksadıyla, toprağın devletleştirilmesi şiarını terk edip, köylülerin topraklara el koyması çağrısında bulundu. Hiç kuşkusuz bu, köylülüğe verilmiş bir tavizdi; ancak Lenin, “biz doktriner değiliz” dedikten sonra ekliyordu: Olayın özü, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesidir.

İşçi sınıfındaki değişim ise, kendini kent Duma’sı seçimlerinde ve sovyetlerde Bolşevikleri çoğunluk haline getirerek dışa vurdu. Daha 20 Ağustosta Bolşevikler, Petersburg’da oyların %33’ünü almayı başardılar. 6 ve 9 Eylülde, önce Petersburg ve bilahare Moskova Sovyeti’nde Bolşevikler, tüm diğer partilerin toplamını aşarak çoğunluğu elde ettiler. Troçki, Petersburg Sovyeti başkanlığına seçildi. Kitlelerin işçi sınıfının devrimci iktidarı çizgisine kayması, Moskova kent Duma’sı seçimlerinde de çarpıcı bir düzeyde ifadesini buldu. 24-26 Eylülde yapılan seçimlerde Bolşevikler oyların %52’sini alarak ezici çoğunluk oluşturdular. Üstelik kentteki 17 bin askerden 14 bini Bolşevikleri destekliyordu.

Devrim eğrisindeki bu ani ve keskin yükseliş, işçi-emekçi kitlelerin burjuvaziyle hesaplaşma isteğinin apaçık bir göstergesiydi. Havanın döndüğünü kavrayan ve gerekli zaman kaçırıldığında devrimin heba olacağını gören Lenin, derhal bitmez tükenmez bir enerji ve iradeyle ayaklanma çağrısı yapmaya başladı. Koşullar değişmişti ve durulamazdı. 14 Eylülde Bolşevikler İktidarı Ele Geçirmelidir başlığıyla parti merkez komitesine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bolşevikler şimdi, iki başkentte İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetlerinde çoğunluğu elde ettikten sonra, devlet iktidarını kendi ellerine alabilirler ve almalıdırlar.” Burjuva hükümetin Demokratik Konferans adıyla bir ön parlamento toplama girişimlerini olumlu karşılayan parti içindeki sağ kanadı da eleştiriyor, amacın oyalamaca olduğunu, oysa geniş yığınların ayaklanma çizgisine geçtiğinin altını çiziyordu. “Aygıtımız yok mu” diye soruyor ve şöyle cevap veriyordu: İşte aygıtımız: sovyetler ve demokratik örgütler. Lenin, iktidarı şimdi ele geçirmedikleri takdirde tarihin kendilerini asla affetmeyeceğinin altını çiziyordu.

Parti merkez komitesi mektubu okuduğunda kelimenin tam anlamıyla şaşkınlığa düşmüştü. Buharin o anı şöyle betimliyor: “Hepimizin nefesi kesilmişti. Birimiz bile sorunu bu kadar keskin koymamıştık. Ne yapılacağını kimse bilmiyordu.”[4] Tüm merkez komite, çeşitli nedenlerle, derhal ayaklanmaya girişilmesine karşı çıkmıştı. İki eğilim vardı: Sol kanat ayaklanmadan yana olmasına rağmen, bunun nasıl olacağını kestiremiyor ve verileri doğru okuyamadığı için ülke ölçeğinde başarılı olunamayacağını düşünüyordu. Kamanev ve Zinovyev’in başını çektiği sağ kanat ise, ayaklanmaya karşıydı. Temmuz günlerinin yıkıcılığı tüm parti üzerinde etkisini hissettiriyordu, ama özellikle de sağ kanat üzerinde. Lenin’in sürekli oklarını fırlattığı bu sağ eğilim, özü itibariyle burjuva cumhuriyetinde güçlü bir muhalefet partisi olmaya odaklı bir siyaset anlayışına sahipti. Bu nedenle de bin dereden su getirerek ayaklanmaya karşı durdular ve hatta bozgunculuğa savruldular. Troçki’nin ifadesiyle Nisan günleri geri gelmiş gibiydi.

Lenin ardı ardına yazdığı yazı ve mektuplarda parti merkezine, parti tabanına ve kitlelere sesleniyordu. Çok çarpıcı, kesin bir dil kullanıyor ve olguları tüm yönleriyle sergileyerek ayaklanmanın kaçınılmazlığını ortaya koyuyordu. Devrimin aldığı seyri, değişimi ve uluslararası durumu analiz ediyordu. Temmuzda iktidarı almaya hazır olmayan kitlelerin, gelinen aşamada bunu arzuladığını, üstelik kararsız küçük-burjuva saflarda muazzam bir yalpalama olduğunu ve bunun bir sonucu olarak Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimcilerin geçici hükümetten koptuklarına dikkat çekiyordu. Avrupa’da işçi sınıfının hareketlendiğini, Almanya’da bir devrimin eşiğine gelindiğini, emperyalist düşmanların geçmişe nazaran zayıfladıklarını ve bu açılardan da devrimin koşullarının olgunlaştığını ifade etmekteydi. Dolayısıyla bir dakika zaman kaybetmeden ayaklanma başlatılmalı ve hükümet tutuklanmalıydı. 29 Eylül tarihli Kriz Olgunlaşmıştır adlı mektubunda, merkez komitesinin kendisine yanıt vermediğini ve yazılarına sansür uygulandığını belirtir. Ön Parlamentoya katılma kararını utanç verici bulduğu yönündeki ifadelerinin yayınlanmadan önce metinden çıkartıldığını, bu tutumun, MK’nın “dilini tut ve uzaklaş” ikazı olarak algıladığını, bu nedenle merkez komitesinden istifa ederek parti tabanında ajitasyon yürütmeye geçeceğini açıklıyordu.

Sağ kanadın bastırmasıyla partinin Ön Parlamentoya katılması ve parlamenter kürsüyü kullanmaktan dem vurması trajiktir. Sanki kitleler ayaklanma çizgisine gelmemişler, sanki sovyetler Bolşeviklerin eline geçmemiş ve “bütün iktidar sovyetlere” sloganı son derece yakın bir ihtimal haline gelmemiş gibi, Kamanev çizgisi, Lenin’in zamanında boykot karşıtı tutumu üzerinden burjuvazinin nefes almak için ileri sürdüğü uyduruk Ön Parlamentoya katılmayı haklı çıkarmaya çalışıyordu. Lenin, durmaksızın yazıyor, parti örgütlerine sesleniyor ve ayaklanma karşıtı eğilimi yenmeye çalışıyordu. Zaman kaybetmenin ölüm olacağının, hem Rus hem de dünya devriminin başarısının iki ya da üç günlük savaşa bağlı olduğunun altını çiziyordu. Zaman kaybetmek istemeyen Lenin, 10 Ekimde saklandığı yerden Petersburg’a döndü ve merkez komitesi yaptığı uzun toplantı neticesinde Kamanev ve Zinovyev’in karşı çıkmasına rağmen ayaklanma kararı aldı. Bu ikili ilerleyen günlerde ayaklanma kararını düşman gazetelere yazdıkları bir yazıda açık edecek ve “grev kırıcı” damgası yiyerek Lenin’in tüm şimşeklerini üzerlerine çekeceklerdi.

Ancak ayaklanma kararı alınmasına rağmen, bunun ne zaman başlatılacağına dair bir tarih belirlenmemişti. Lenin, derhal hazırlıklara girişilmesini ve ayaklanmanın başlatılmasını isterken, Troçki’nin de içinde olduğu grup, ayaklanma kararının bir iki hafta içinde toplanacak olan Tüm Rusya Sovyet Kongresinde alınmasının politik açısından daha uygun olacağını savunuyordu. Böylece geniş emekçi kitlelerin gözünde, tartışmalara yer vermeyecek şekilde meşruiyet sağlanmış olacaktı. Lenin ise, önce Kerenski’yi yen, sonra kongreyi topla; önemli olan fırsat kaçmadan iktidarın alınmasıdır diye karşılık veriyordu. Parti içinde süren tartışmalar gerek parti tabanında gerekse işçi ve asker kitlesi içinde muazzam bir gerilim yaratmıştı. Artık tahammülü kalmayan Lenin, 24 Ekim gecesi son mektubunu yazıp ayaklanmayı başlatmak üzere harekete geçti. Ne var ki ayaklanma hazırlıklarını bastırmak üzere davranan burjuva hükümetin müdahalesiyle ayaklanma başlamıştı bile. İki gün içinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve tarihteki ilk muzaffer proleter devrim böylece gerçekleşmiş olacaktı.

Troçki, eğer Bolşevikler Ekimde iktidarı almasalardı, bir daha asla alamazlardı diye belirtir. Kuşkusuz bunu sağlayan, sınıf mücadelesinin nabzını tüm yönleriyle duyumsayıp ölçen, biriken devrimci basıncın işçi sınıfı iktidarına hayat vermesini sağlayan Lenin’di.

Lenin’in mücadelesi

Sosyalistler kadar burjuva siyaset bilimci ve tarihçiler de Lenin’in politik taktikler konusunda önemli bir kişilik olduğunu teslim ederler. Ancak örgütlü bir güç ya da bunun için bir mücadele olmadan ne politik deha ortaya çıkar ne de politik taktikler hayata geçirilebilir. Modern sınıf mücadelesi tarihi göstermiştir ki, şu ya da bu biçimde ortaya çıkan tüm toplumsal hareketlere son tahlilde yön verenler örgütlü güçler olmuştur. Hangi nesnel zeminde ve her ne biçimde ortaya çıkarsa çıksın hiçbir kendiliğinden hareket boşlukta durmaz, duramaz. Başlangıçta heterojen bir karaktere sahip toplumsal hareketler kısa zamanda ayrışır ve mücadele farklı sınıfsal çıkarlar temelinde yürütülür, yani eninde sonunda işçi sınıfının yahut da burjuvazinin hegemonyası altına girer. Devrimler tarihinin bu konuda acı deneylerle dolu olduğunu bilen Lenin, bıkıp usanmadan örgütlülüğe vurgu yapmış, proletaryaya önderlik eden devrimci bir örgüt olmadan burjuvazinin alaşağı edilemeyeceğini dile getirmiş ve daima bu yönde çalışmıştır. Örgüt meselesini yüksek bir bilinçle kavrayan Lenin, gericilik yıllarında ağır koşulların basıncı altında mevzileri terk edip örgütsüzlüğü veya gevşek örgütlenmeleri savunan sosyalistlere karşı amansız bir mücadele vermiştir.

İşçi sınıfının burjuvazi karşısında başarıya ulaşması için, birçok mücadele biçimini iç içe geçirerek bir bütün halinde yürütmek gerektiği Marksizmin amentüsüdür. Fakat bilhassa burjuva gericilik dönemlerinde ideolojik mücadele fazlasıyla öne çıkar. 1905 devriminin yenilip geri çekilmesi sürecinde devrimci saflarda büyük bir savrulma meydana geldi. Bolşevik ve Menşeviklerin kitlelerle bağları koptu ve yalıtıldılar. Yenilginin ağır atmosferinde karamsarlık ve bireysellik, illegal örgüt düşmanlığı ve tasfiyecilik kapladı ortalığı. Kuşku, korku, umutsuzluk ve belirsizlik örgütlü mücadeleden kaçışı getirmekle kalmadı, aynı zamanda burjuva ideolojisinin basıncıyla devrimci saflarda bilinç bulanıklıkları da meydana geldi. Krupskaya anılarında o dönemi şöyle anlatıyor: “O yıllar, Sosyal Demokratlar arasında en büyük fikir karışıklıklarının olduğu yıllardı. Marksizmin en belirgin esaslarını yeniden gözden geçirmek için girişimlerde bulunuluyor ve Marksizmin bütün olarak dayandığı maddeci kuramı sarsmak için felsefi çabalar harcanıyordu. O günler karanlık günlerdi.”[5]

Bu dönemde tasfiyecilik ve örgütsüzlük propagandası birçok kanaldan geliyordu. Bir kesim güya daha devrimci bir tutum geliştirdiğini iddia ederek legal alan çalışmasına tümüyle son verilmesini, parlamentodan ve sendikalardan çıkılmasını, tümüyle gizli bir faaliyet yürütmek gerektiğini söylemekteydi. Sağa sola ültimatom veren bu anlayış, görünürde radikal ve biçimsel olarak devrimci idi. Ancak savundukları, pratikte devrimci çalışmanın kitlelerden kopartılması, içe kapanma ve neticede dağılma ve tasfiyecilik anlamına geliyordu. Bu nedenle Lenin, görünüşte son derece devrimci bir tutummuş gibi gelen bu anlayışı haklı olarak tasfiyeci olmakla eleştiriyordu. Oysa işçi sınıfının verili örgütlü gücü hesaba katılmalı ve bu temelde hareket edilmeliydi. Lenin, gerçek devrimci mücadelenin ilkelerden ödün vermeden kitlelerle bağ kurmayı, en zor koşullarda dahi işçi hareketi içinde örgütlü bir varlığı ayakta tutmayı ve geliştirmeyi gerektirdiğini söylüyordu. Örgüt ve militanlar en elverişsiz koşullara kendilerini uyarlayabilme yeteneği kazanmalı, devrimci ilkeler alabildiğine belirginleştirilmeli ve kitlelerin gerçek hayat sorunları üzerinden onlarla bağlar kurulmalıydı.

Diğer bir kesim ise illegal örgütlenmenin terk edilmesini, sosyalist hareketin mevcut yasalar çerçevesinde kendisini legalize etmesini ileri sürerek örgütsüzlüğe övgüler düzüyordu. Bu aklıevveller, devrimci örgüt ve çalışma biçimlerinin komünistleri zor durumda bıraktığından ve güya kitlelerden yalıttığından dem vurarak, örgütsüzlüğü propaganda ediyor ve bu şekilde kitleselleşmeyi hayal ediyorlardı. Bu kervanın tasfiyeci Menşevik yolcuları arasında Bolşeviklerin bir kesimi de yer almaktaydı. Örgütlü mücadeleden ve proleter temelli devrimci çalışmadan kaçış, kendini ideolojik alanda da dışa vuruyordu. Özellikle felsefe alanında ortaya konan birtakım görüşler, örgütlü devrimci mücadele alanındaki kaçışın biçim değiştirmesinin ifadesiydi. Yeni Kantçı idealist filozofların görüşleri göklere çıkartılarak, Marksizm revize edilmeye çalışılıyordu. Haklı olarak Lenin, felsefe alanındaki bu tartışmayı politik alandaki mücadelenin bir parçası olarak gördü ve buna göre tutum aldı. Zira sanat ve benzeri alanlarda nasıl tarafsızlık ve politika dışılık yoksa felsefede de yoktur. Filozof ya da felsefe üzerine yazan kimse, felsefe alanında aldığı tutumu şu ya da bu biçimde politika alanında da sürdürür. Bu nedenle Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabını yazan Lenin, aslında felsefi alandan hareket ederek de ideolojik ve politik bir mücadele vermiş olmaktaydı.[6]

Nitekim kitap bittikten sonra Lenin, kardeşine bir mektup yazarak meselenin bu boyutuna dikkat çeker: “Bu kitabın mümkün olduğu kadar tez piyasaya çıkması benim için öldüresiye önemli; sadece edebi bakımdan değil, fakat siyasal nedenlerden ötürü de çok önemlidir.”[7] Lenin’in o dönem verdiği ideolojik-politik mücadele, daha sonraki yıllarda işçi sınıfı içindeki devrimci çizginin güçlenmesini sağlamıştır. Bu mücadelenin önemini Krupskaya şöyle anlatmaktadır: “Geriye dönüp o yıllara baktığımız zaman, mücadelenin ne için yapıldığı şimdi daha parlak bir şekilde açığa çıkıyor. Bugün, geçirilen deneyler Lenin’in izlediği yolun doğruluğunu o kadar açık biçimde ortaya koyuyor ki, verilen mücadele çoğu kimse tarafından daha az önemseniyor. Oysa bu mücadele yapılmasaydı, yükselen devrimci eğilimler sırasında Parti, kendi amaçlarını geliştirme olanağı bulamayacak ve zafere doğru ilerlemesi tehlikeye girecekti.”[8] Şurası çok açık ki verilen mücadele gerçekte, işçi sınıfı eksenli devrimci bir faaliyeti savunanlar ile sınıf ekseninden kayan ve küçük-burjuva zemine yuvarlananlar arasındaki bir mücadeleydi. Marx, berrak bir açıklıkla vurgulamıştır: Düşünce biçimlerini belirleyen son tahlilde nesnel toplumsal zemindir. İşçi sınıfı devrimciliği çizgisinde durmayan ve yaşamlarını bunun gereklerine göre belirlemeyen kimselerin düşünceleri, elbette sınıf eksenli olamaz. Bu geçmişte de böyleydi, bugün de böyledir. Buradan da anlaşılacağı üzere, ortaya çıkan parti içi sorunların kaynağında Lenin’in kavgacı, haşin ve sert yaradılışının yattığını düşünenler, asıl bu hakikati hasıraltı etmekteydiler.

Lenin, bir proleter sınıf devrimcisiydi ve önderleri olarak kabul ettiği Marx ve Engels’in şu sözünü rehber edinmişti: İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır! Ancak birileri bu düsturdan işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerini anlamaktadır. Oysa kapitalist üretim tarzından kaynaklı, nesnel olarak devrimci potansiyele sahip işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi yükseltilmedikçe ve devrimci öncüsü yaratılmadıkça sermaye düzeni yıkılamaz. Lenin, verilecek mücadelenin eksenine, işçi sınıfının kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf haline gelmesini oturtur. Esasında her proleterde bir sınıf içgüdüsü vardır ve bu içgüdü toplumsal gelişmeler karşısında şu ya da bu biçimde kendini dışa vurur. Doğal olarak bu içgüdü, bilinçli olmayan bir tutumu, bir sınıf olmanın kendiliğinden getirdiği sezgisel bir tutumu ifade eder. İşte devrimci mücadelenin hedefi bu sınıf içgüdüsünün bilinçli proleter sınıf tavrı düzeyine yükselmesini sağlamak olmalıdır.

Bu meyanda belirtelim ki, politika alanında kullanılan terminoloji ve kavramlar, gerçekte savunulan teorik-politik dünya görüşünün doğrudan dile gelmesidir. Lenin’in mütemadiyen işçi sınıfı ve devrimci örgüt vurgusu yapması son derece bilinçli bir tutumdur. Vurguları, sınıf devrimciliğinin doğrudan bir yansımasıdır. Lenin, işçi sınıfının devrimci gücüne büyük bir güven beslemiş ve bunu pratikte ortaya koymuştur. Meselâ 1918 yazında iç savaşın kızıştığı günlerde Lenin işçilere şu çağrıyı yapar: “Devrimin durumu kritiktir. Unutmayın devrimi yalnızca siz kurtarabilirsiniz, başka kimse yok.” Lenin, düzenli olarak doğrudan işçilere seslenir, onlarla konuşur ve yardımlarını ister. Zira işçiler devrime sahip çıkar ve mücadele ederlerse işçi iktidarı ayakta kalabilirdi. Tüm burjuva iftiraların aksine Lenin, işçi sınıfı olmadan asla ve asla bir proletarya diktatörlüğü kurulacağına inanmamış, partiyi sınıfın yerine ikame etmeyi savunmamış ve bunu defalarca dile getirmiştir. Daha 1919’dan itibaren bürokratikleşmeye vurgu yaparken, işçi sınıfının bilinçli mücadelesi olmadan proletarya iktidarının ayakta kalamayacağını belirtiyordu. Kararnamelerle devrim yapmayı ve hatta sosyalizmi kararnamelerle kurmayı hayal edenlerden kökten farklı bir anlayışa sahipti Lenin. Ona göre, “sosyalizm yukarıdan kararnamelerle kurulmaz. Resmi bürokratik otomatiklik onun (sosyalizmin) özüne yabancıdır. Yaşayan yapıcı sosyalizm, halk kitlelerinin bizzat kendilerinin yaratacağı bir şeydir.”[9]

Lenin’in bürokrat olmadığını gören ve bilen işçi ve köylüler, onu kendilerine yakın hissetmekte ve bürokratlardan dert yanarak yardım istemekteydiler. Krupskaya, Lenin’in kendisine yapılan şikâyetleri incelediğini, takipçisi olduğunu ve sovyet demokrasisinin gelişmesi için tüm ayrıntıların üzerinde durduğunu belirtir. Lenin ile Stalin’i birbirinden ayıran şey işte bu temel anlayış farklılığıdır. Birincisi toplumun önünde yürüyerek ve ona yol göstererek ama onunla birlikte sosyalizmin inşasına inanırken, ikincisi topluma yol göstermez, onunla birlikte yürümez, uzakta durur, ona rağmen ve onun adına tepeden bir inşa faaliyetine girişir. Böyle olduğu için de inşa edilmeye girişilen şeyin gerçekte sosyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Lenin ile Stalin’in kişiliğinin tümüyle zıt kutuplarda olduğunu ortaya koyan pek çok örnek verilebilir. Bunu, 1905’te bir konferansta Lenin ile karşılaşan Stalin’den dinlemek daha çarpıcı olacaktır: “Partimizin dağ kartalını görmek ümidindeydim, büyük bir adam görme ümidindeydim. Sadece siyasal anlamda bir büyüklük değildi bu. Buna isterseniz fiziki büyüklük diyebilirdiniz. Çünkü hayalimdeki Lenin, kocaman, güçlü kuvvetli bir insandı. Fakat ne gördüm, şaşırtacak kadar normal görünümü, zayıf denecek kadar ince, sıradan fanilerden hiçbir farkı olmayan biri.” Büyük adamların toplantılara geç geldiğini, öncesinde insanları beklettiğini, sonra da “hişt geliyor” sesleri arasında salona giriş yaptığını ve bunun kendisine yapmacık gelmediğini söyleyen Stalin, Lenin’i bu örneğiyle karşılaştırır: “Bir de baktım ki, Lenin bütün delegelerden önce salona girmiş, yerine oturmuş, dip köşelerden birinde konuşmaya dalmıştı. Hem de sıradan bir delege ile havadan sudan konuşmaya başlamıştı… Açıkça söyleyeyim ki, böyle bir manzara ile karşılaşınca belli temel kuralların çiğnendiği zehabına kapıldım.”[10]

Komünist bir örgütün konferansı yapılıyor, komünist delegelerden bir kısmı konferans öncesinde yerlerini almışlar, bu komünist delegelerden biri ama aynı zamanda partinin lideri Lenin, yoldaşlarından birisiyle sohbete dalmış ve Stalin’e göre “sıradan” bir delege ile bunu yaptığı için suç işlemiştir. İşte size küçük-burjuva bürokrat bir kafa! Bir küçük-burjuva, eşit yoldaşlık ilişkisi, deneyime dayalı saygı ve hürmet yerine ayrıcalık ister. Nitekim Stalin’in karşı-devrimci bürokrasinin lideri olarak vücut bulması hiç de tesadüf değildir. Her gerçek siyasal oluşum kendi doğasına uygun bir liderliği ortaya çıkarır. Uyuşukluğu, dağınıklığı, kırtasiyecilik işlemlerini bir tören edasıyla yapışı nedeniyle edebiyat alanında ve özellikle romanlarda yergi konusu olmuş ve alay edilmiş Rus bürokrasisinin Stalin liderliğinde ifadesini bulması çok anlamlıdır. Stalin’in oynayabileceği uğursuz rolü gören ve parti sekreterliği görevinden alınmasını isteyen Lenin, ne yazık ki geç kalmış ve bu isteğini gerçekleştirememiştir. Bir işçi sınıfı devrimcisi olan Lenin ile Stalin arasında ehemmiyet verilecek hiçbir benzerlik yoktur. Tarihsel ve güncel deneyim gösteriyor ki, işçi sınıfı devrimciliği demek, aynı zamanda burjuva düzenin özendirdiği tüm ayrıcalıkları ve ilişkileri reddederek yaşamak demektir. Lenin, hiçbir zaman işçilere tepeden bakan, onları küçümseyen, onlarla arasına mesafe koyan ve buradan tatmin üreten birisi olmadı. O bir komünist lider olarak işçilerle bağlar kurdu, gözlemledi, konuştu, anlamaya ve yardımcı olmaya çalıştı, en mühimi onlar gibi yaşadı. Uzun yıllar Cenevre’de kaldığı pansiyonun sahibi Lenin’in sohbet arkadaşı bir işçi idi.

Lenin’in liderliği bürokratik ve aygıt yoluyla tepeden dayatılan bir liderlik olmamıştır. O, kendisinden başka çevresinde herkesin hata yaptığını tekrarlayan bir lider konumuna düşmemiştir. Neredeyse her önemli dönemeçte Lenin, lideri olduğu örgüt karşısında tek başına kalmış ve amansız bir mücadeleyle örgütünü kendi çizgisine yeniden kazanmıştır. Gün gelip devrim rüzgârları aynı noktaya ittiğinde, Troçki gibi yıllarca mücadele ettiği kişilerle yollarını birleştirmekten ve onların en üst düzeyde görev almalarını sağlamaktan geri durmamıştır. 1917’de 52 Bolşevik liderden 23’ü, merkez komitedeki 21 liderden 9’u bir zamanlar Lenin ile mücadele halinde olan insanlardı. Bir yazarın da tespit ettiği üzere, 1917 devrim sürecinde pek çok bağımsız komünist örgütlenme dereler ve nehirler olarak Bolşevik Parti’ye akmış, parti gelişip devasa bir nehre dönüşmüştür. Bu engin nehri kucaklayan Lenin’in ferasetli liderliği olmuş, partinin bu yepyeni yapısına rağmen kimse kalkıp Lenin’in liderliğini sorgulamamıştır.

Lenin’in mücadelesi ve Rus devrim deneyimi pek çok açıdan bugüne ışık tutmakta ve ne yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Lenin’in muazzam birikimi, işçi sınıfının devrimci potansiyeline olan bilimsel inancı, tutkusu ve iradesi devrimde başat bir rol oynamıştır. Lenin, daima devrimin sadık ve çalışkan bir işçisi olmuştur. İşçi sınıfının iktidara gelmesini istemek ve bu temelde zorlu bir çalışmaya girişmekle, kişi ya da örgütlerin devrimcilik adı altında kendilerini tatmine dönük pratiklere kaptırmaları bambaşka şeylerdir. Birincisi teorik-politik netlik, her koşulda işçi sınıfı içinde planlı ve uzun soluklu bir çalışma, doğru taktikleri doğru zamanda uygulayabilme feraseti demekken, ikincisi devrimci biçimcilik altında saklanmış küçük-burjuva özlemleri tatmine yönelmek demektir. Motivasyonların farklılığı, nasıl bir çalışma yürütüleceğinden eylem biçimlerine değin her şeyi belirler. Sınıf mücadelesini devrimci militanların ne denli “kahraman” olduğuna indirgeyen bir anlayışla, işçi sınıfını çeşitli sorunlar üzerinden bir milim dahi olsa ileriye çekmek için gecesini gündüzüne katarak çalışan bir anlayış aynı olabilir mi?

Lenin’in örgütlenme anlayışı, sınıflar arası güç dengesini ve sınıf mücadelesini tüm çıplaklığıyla görmeyi, işçi sınıfının taktiklerini buna göre belirlemeyi, ne zaman taarruza geçileceğini ya da ne zaman ricat edileceğini ve güç toplama çalışmasına ağırlık verileceğini tayin etmeyi sağlar. Her devrimci önderlik, sınıfın genel çıkarlarını düşünmek ve burjuvazi karşısında tüm sınıfın liderliğini temsil ediyormuş gibi hareket etmek zorundadır. Lenin’i koşullayan daima bu anlayıştır. Meselâ 1917 Temmuz günlerinde muazzam bir kitle hareketi ortaya çıkmasına rağmen, Lenin, işçi sınıfının henüz yeterince hazırlıklı olmadığını tespit ederek devrimci kitlelerin o anda ayaklanmaları için koşulların uygun olmadığını söylemiştir. Lenin ve Bolşevik Parti, kabarıp taşan ve hükümeti yıkmaya azimli kitle hareketinin o an için frenlenmesinin sorumluluğunu alabilmişlerdir. Zira komünistler, “ne olursa olsun ama hareket olsun” budalası değillerdir. Bir kitle hareketinin hangi zeminde ve hangi sınıfsal bileşimle geliştiği, hareketin boyutları, talepleri, egemen sınıfın bu hareket karşısında nasıl bir tutum aldığı ve en önemlisi de devrimci işçi sınıfının örgütlülük düzeyinin ne olduğu gibi hususlar göz önünde tutulmalıdır. Bu perspektiften baktığımızda, günümüzde esasen küçük-burjuvazinin damgasını bastığı çeşitli kitle hareketlerine boyundan büyük anlamlar yükleyen “sosyalistlerin” neden Lenin’i anlamadığını da görmüş oluruz. Burjuva kesimler arası mücadelenin de konusu haline gelebilen bu tür kitle hareketleri, kendiliğinden harekete tapan “sosyalistler” tarafından alabildiğine abartılmakta, bir çırpıda, “halk ayaklanması”, “devrim”, “doğrudan demokrasi deneyimi” vb. olarak adlandırılabilmektedir. İşçi sınıfının bağımsız devrimci mücadelesinden son derece uzak olan bu sosyalist kesimler (aslında küçük-burjuva sosyalistleri), havai fişek patlamalarını gök gürültüsü zannederek kovalarını kapıp yağmur suyuna koşmaktalar.

Vurgulayageldiğimiz üzere, teorik olan ile pratik olanı örtüştürmek, doğru görüşlere somut hayatta can vermek oldukça zordur. Zira teori gridir ama yaşam ağacı yeşildir. Lenin, yalnızca hangi halkanın kavranması gerektiğini bilmenin yetmeyeceğini, aynı zamanda bu halkanın nasıl kavranması gerektiğini ve zincirin nasıl çekileceğini bilmek gerektiğinin de altını çizer. İşte tüm krizlere rağmen Bolşevik Parti’nin işçi sınıfının önderliğini kazanması ve devrimde yol göstermesi bu bütünü kurmayı başarması sayesindedir.

Günümüze gelecek olursak, çok uzun yıllardır eksik olan şey, işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti temelinde hayat bulmuş bir devrimci öncünün yol göstericiliğidir. Değişmeyen görev, işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti temelinde yol almakta olan enternasyonalist komünist örgütlülüğü güçlendirmek ve onu gerçek anlamda işçi sınıfının liderliği mertebesine yükseltmektir. 

1 Temmuz 2013


[1]  Lenin, “Siyasal Durum”, Nisan Tezleri, Sol Yay., s.105

[2] Lenin, “Şiarlar Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, s.176

[3] Lenin, “Nisan Konferansında Politik Durum Üzerine Rapor”, Seçme Eserler, c.6, s.88

[4] akt: Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, s.18

[5] Krupskaya, Lenin’den Anılar, c.2, s.5

[6] Bu konuda bkz. Akın Erensoy, Devrimci Marksist Teorinin Yeniden Üretimiwww.gelecekbizim.net

[7] akt. Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, c.3, s.216

[8] Krupskaya, age, s.7-8

[9]  akt. Krupskaya, age, c.3, s.29

[10] akt. Bertram D. Wolfe, age, s169-70

İlgili yazılar