İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci/1
Utku Kızılok, 1 Şubat 2011

1.bölüm

Siyasal İslamcı hareket içinde yaşanan değişim ve ayrışma giderek derinleşiyor. Bir zamanlar “adil düzen”den, “mülkün Allaha ait olduğu”ndan, “eşitlik” için şeriattan dem vuran tarikatlar ve tarikat mensupları artık milyar dolarlara hükmediyorlar. İslamcı akımların bağrından doğup gelişen burjuva kesimler özellikle AKP iktidarı döneminde muazzam bir sıçrama yaşadılar, yaşıyorlar. Neredeyse her tarikat kendi sermaye çevresini yaratmış bulunuyor. Dolayısıyla birçok tarikat artık belirli sermaye gruplarını temsil eden bir burjuva harekete dönüşmüştür. Meselâ Nurcu Fethullah Gülen cemaati doğrudan doğruya bir sermaye kesiminin cisimleşmiş halidir. Nakşî Işık tarikatının önderi Enver Ören, İhlâs Holdingin sahibidir. İslamcı akımlardan biri olan Milli Görüş çizgisinden gelenler tekelci sermaye düzeyine gelmiş bulunuyorlar. “İslamcı” ya da “dindar” olarak tanımlanan bu burjuva çevrelerin ülke ekonomisinde tuttukları yer hükümetin desteğiyle genişlemiştir.

İslami akımlarda ve tarikatlarda yaşanan bu dönüşüm süreci, büyük sermaye kesimlerinin yanı sıra, İslamcı bir entelijansiya da ortaya çıkartmıştır. Yani çeşitli tekellere hükmeden büyük sermaye çevrelerinden, bürokrasiye yerleşerek iktidarın nimetlerinden yararlanan çok katmanlı bir tabakadan, bunlarla şu ya da bu biçimde kesişen küçük-burjuvaziden, medyada önemli yerlere gelmiş yazar-çizer taifesinden oluşan geniş bir “İslamcı” kesimden söz ediyoruz. İslamcı hareket içinde yaşanan değişim ve ayrışma, simgesel düzeyde kendini sosyal hayatta da dışa vuruyor. Bu yeni yetme İslami burjuva kesimler, zengin muhitlerde ihtişam içinde yaşamaya ve lüks ciplere binmeye özen gösteriyorlar. Dini söylem ve bunun görselliği (en başta da kılık kıyafet) ise, bu burjuva kesimlerin çıkarlarının ve lüks içinde yaşamalarının üzerini örten bir kılıftan başka bir şey değil.

İslami hareketlerin ana gövdesinde meydana gelen bu büyük dönüşüm, bir sınıfsal ayrışmayı da beraberinde getiriyor. Her geçen gün daha fazla kapitalist sistemle bütünleşen İslami hareketler ve tarikatların tepe kesimleri, giderek tabandaki yoksul kesimden ayrışıyorlar. Dolayısıyla İslami kesimler, uzun tedrici çözülmelerinin sıçramalı bir evresinden geçiyorlar. Fakat bugün burjuvazi içinde yaşanan iktidar kavgası genel olarak İslami harekette yaşanan sınıfsal ayrışmayı gölgelemektedir. Ancak burjuva kesimler içindeki bu çatışma ilânihaye sürmeyecektir; sürse bile, buradan doğan yanıltıcı sis bulutları dağılacaktır. Süreç, İslami burjuva kesimlerin mazlumların temsilcisi olduğu yanılsamasını parçalayacak yönde gelişmektedir. Kemalist kesimlerin İslami sermayeye yönelik saldırılarını din ve laiklik temelinde yapması, var olan sınıfsal ayrışmanın siyasal sonuçlarının ortaya çıkmasını geciktiriyor. Ama öte taraftan dindar emekçi kesimler içten içe bu İslami burjuvaların kendilerinin temsilcisi olamayacağının farkına varıyor, bunun çelişkisini yaşıyorlar. Bu nedenle yüzeyde görünen asla yanıltıcı olmamalıdır. Çelişkileri biriktiren ve keskinleştiren dip akıntı eninde sonunda kendini açığa vuracaktır.

İslami akımların büyük bir bölümünün elit kesimleri tekelci sermayeyle bütünleşirken, buna tepki duyan kimileri ise sola kaymış ve hatta bazıları anti-kapitalist söylemli bir çizgiye gelmişlerdir. “Müslüman sol” ve “Müslüman sosyalist” kavramları üzerinden dile getirilen görüşler, İslami hareket içinde yaşanmakta olan sınıfsal ayrışmanın bir yansımasıdır. Milli Görüş’ten gelen ve sosyal demokrat söylemli bir programla ortaya çıkan Has Parti bu “Müslüman sol” arayışı kendisine kanalize etmeye çalışan bir girişimdir. Sosyalizm ile İslamın bağdaştığını ileri süren ve kendilerine “Müslüman sosyalist” diyenler de var. Vurgulamak gerekiyor ki, bir dönem komünizme karşı mücadelede aktif bir şekilde kullanılmış İslami akımın bağrında böylesi bir ayrışma yaşanması son derece önemlidir.

Nitekim İhsan Eliaçık ve Hayri Kırbaşoğlu gibi İslamcı yazarlar, uzun bir dönemdir burjuvalaşan İslamcı kesimleri şiddetli bir şekilde eleştiriyorlar. Bir dönem Akıncılarla birlikte şeriat için mücadele veren İhsan Eliaçık, kapitalist sömürüyü dini söylemle örtmeye çalışan bu kesimlerin tutumunu “abdestli kapitalizm” tanımlamasıyla teşhir ediyor. “Sosyalizm, modern çağın vicdanıdır. Dolayısıyla modern çağda Müslümanların bir müttefiki olacaksa, bu sosyalizmdir” diyen Eliaçık’ın yazıları, konuşmaları ve tespitleri, sükûtu hayale uğrayan yoksul dindar kesimlerin giderek daha çok ilgisini çekiyor. Tam da bundan ötürüdür ki, tekelleşen İslami kesimlerin sözcüsü olan Hayrettin Karaman, Ali Bulaç, tescilli bir anti-komünist olan Şevket Eygi gibi yazar ve ilahiyatçılar, İslam ile sosyalizmin bağdaşmayacağını ispatlamaya çalışıyorlar. Bu tartışmaya bizzat Fethullah Gülen’in son kitabıyla (Çizgimizi Hecelerken) dâhil olması, İslam ve sosyalizmin bağdaşmayacağını açıklamaya girişmesi de manidardır.

Önümüzdeki yıllarda “Müslüman sol” ya da “Müslüman sosyalist” söylemli hareketlerin siyaset sahnesinde daha fazla görünmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Üstelik bu yalnızca Türkiye’de değil, muhtemel ki Ortadoğu’da da yaşanacaktır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmiş enternasyonalist komünist bir önderliğin olmadığı koşullarda, düzene tepki duyan kitlelerin sol söylemli bu tür hareketlere kayacağını söylemek için de kâhin olmaya gerek yok. Yaşanan dönüşümü ve sınıfsal ayrışmayı daha iyi kavramak ve yanlış tutumlardan uzak durmak için, Türkiye’de İslami hareketin tarihsel evrimine yakından bakmakta yarar var.

“Soğuk savaş” ve kabuğunu kıran tarikatlar

Cumhuriyetle birlikte hilafet kaldırıldı, medreseler, tekke ve zaviyeler kapatıldı ve eğitim birleştirildi. Fakat sözümona laik Kemalist rejim aynı Osmanlı’da olduğu gibi din kurumunu tekelinde tutmaya devam edecekti. Şeyhülislamlık kaldırılmış ama onun yerine devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı getirilmişti. Medreselerin kapatılması, tarikatların yasaklanması ve dinin devlet tarafından kontrol altına alınması elbette hiçbir şekilde tarikatları ortadan kaldırmadı. Rejimin uyguladığı baskılar tarikatların kabuklarına çekilmelerine ve yeraltına geçmelerine neden oldu. Tabanlarını genişletecek aktif bir eylemlilik içine giremeyen ve tek parti diktatörlüğü nedeniyle siyasal alana da uzanamayan tarikatlar, 1950’lere kadar suskun kalacaklardı.

Tarikatlar, 1950’den sonra kabuklarından çıkmaya başlayacak, siyasal arenaya girecek, cemaat örgütlenmesi biçiminde kitleselleşecek, ama beri taraftan da tedrici olarak düzene entegre olmaya başlayacaklardı. Çok partili sisteme geçildikten hemen sonra birkaç İslamcı parti kuruldu, ancak gerçekte bu partilerin siyasal bir hükmü yoktu. Tarikatları siyasal arenaya taşıyan, onları kitleleri arkasına yığmak için kullanan ve sistemle bütünleşmelerinin önünü açan Demokrat Parti olacaktı. DP ve Adnan Menderes, geniş kitlelerin desteğini alarak Kemalist bürokrasi ve CHP’nin karşısına güçlü bir şekilde dikilmek istediği için, halkın özgürlük ve demokrasi özlemini seçimlerde bayraklaştırdı.

Dinin baskılanmasından, ezanın Türkçe okutulmasından, vergilerden ve jandarma zulmünden dolayı Kemalist diktatörlüğe tepki duyan geniş dindar köylü kitleler, seçimlerde belirleyici olacaklardı. DP, kitlelerin duygularını okşamak amacıyla dini bir söylem kullanmaya özen gösteriyordu. Bu kesimleri arkasına almak isteyen DP burjuvazisi, tarikatlarla bir anlaşmaya gitti. Tarikatlar köylü yığınları dini söylemle DP’nin arkasına yığmak için çalışırken, DP de ezanı Arapçalaştırdı, tarikatlar üzerindeki baskıları kaldırdı, onları parti kademelerine dâhil ederek iktidar nimetlerinden yararlanmalarının önünü açtı. İslami kesimlerin de yardımıyla DP, kitleler nezdinde dini kurtaran parti olarak yükselecekti.

Meselenin bir başka boyutu daha var: ABD önderliğindeki emperyalist güçlerin II. Dünya Savaşından galip çıkmasıyla yeni bir uluslararası konjonktür oluşmuştu. Ortaya çıkan uluslararası siyasal dengenin bir tarafında SSCB önderliğindeki sözde sosyalist dünya, öte tarafında ise ABD önderliğindeki emperyalist-kapitalist dünya vardı. Yeni konjonktürün bir parçası olarak, SSCB’yi kuşatmak amacıyla ABD emperyalizminin başlattığı “soğuk savaş”ın en önemli cephe ülkelerinden biri Türkiye olacaktı. ABD emperyalizmi “soğuk savaş” stratejisiyle bir taraftan kapitalist ülkelerdeki komünist hareketi bastırmak ve olası bir işçi devriminin önüne geçmek isterken, öte taraftan da SSCB’yi karıştırarak bizzat içeriden çökertmek istiyordu. Din, bu çerçevede kullanıma sokulan başlıca ideolojik silahlardan biriydi. Stalinist diktatörlüğün Müslümanlara karşı giriştiği zulmü de kullanan ABD emperyalizmi, “yeşil kuşak” projesiyle başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerdeki İslami hareketleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayacaktı. Dolayısıyla DP’nin İslami hareketlerle bağ kurması ve onları anti-komünist bir çizgide konuşlandırması, aynı zamanda “soğuk savaş” stratejisinin de bir uzantısıydı.

İslami kesimleri yedeğine alan, komünist tevkifatlarına girişen ve azgın bir anti-komünist propagandaya hız veren DP, böylece Kore savaşına asker göndermesinden kaynaklı gelecek olası tepkileri de önlemiş oluyordu. Ne de olsa Müslüman Türk askeri Kore’de “Allahsız komünist”lere karşı savaşıyordu! Gerici bir rol üstlenen İslami akımlar ise, DP üzerinden, “komünist” SSCB karşısında ABD emperyalizminin payandası oluyorlardı. Sonraki yıllarda ise işçi hareketini ve sosyalist hareketi bastırmaya girişen burjuvazinin elinde karşı-devrimci bir rol oynayacaklardı.

İslamcı hareketin karşı-devrimin hizmetine koşulması

50’li yıllarda yükselişte olan bir işçi hareketi ve sosyalist hareket olmadığı ve daha sonra araya bir de 27 Mayıs girdiği için 1960’ların ortasına kadar İslami hareketler karşı-devrimci rollerini aktif bir şekilde oynayamadılar. Fakat 60’lı yılların ikinci yarısında işçi hareketinin yükselişe geçmesiyle birlikte, bu kez Adalet Partisi etrafında toplanmış İslamcı akımlar sahneye sürüldüler. Nurcuların sözcülerinden Bekir Berk o günlerde şunları söylüyordu: “Komünizmi durdurmak ve ona karşı tedbir almak iddiası samimiyse, tek çare dine sarılmak, İslam’a kuvvet vermek… Müslümanların ellerindeki ayaklarındaki zincirleri çözmek ve serbest bırakmak gerekir…”[1]

SSCB’yi kuşatmak ve Müslüman ülkelerdeki sosyalist mücadeleleri bastırmak amacıyla ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde, 1962’de, Mekke’de, Dünya İslam Birliği (Rabıta) kuruldu. Türkiye’nin de dâhil olduğu Rabıta’nın hedeflerinden biri de, İsrail’e karşı giderek sertleşen Filistin halkının mücadelesini kontrol altına almak, bu bölgenin SSCB nüfuzuna girmesinin önüne geçmekti. Bugünlerde Filistin halkının haklı davasını riyakârca kullanan İslami etiketli burjuva çevreler, 1960’larda sol söylemli FKÖ önderliğinde İsrail’e karşı verilen mücadeleye sırtlarını dönüyorlardı.

1970’lerin başına kadar neredeyse tüm İslamcı kesimler Adalet Partisi (AP) etrafında toplanmış bulunuyorlardı ve AP’nin il ve ilçe teşkilatları İslamcı karşı-devrimci güçlerin aktif bir örgütlenme merkezine dönüşmüştü. Bunun yanı sıra, İlim Yayma Cemiyeti, Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği gibi örgütler en merkezi yapılanmalar olarak öne çıkıyorlardı. Örneğin o dönem aktif bir anti-komünist militan olan Fethullah Gülen nasıl örgütlendiklerini şöyle anlatıyor: “Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretimizle açılacaktı… Ben bir vaazdan sonra anons ettim, gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti.”[2]

1969’da devrimci öğrencilerin ABD deniz kuvvetlerine bağlı 6. Filo’yu protesto gösterilerine, “yaşasın İslam, Allahu ekber” nidalarıyla saldıran bu karşı-devrimci çeteler, tarihe Kanlı Pazar diye geçen olaylarda iki devrimciyi katlettiler ve onlarca kişiyi de yaraladılar. Emperyalizmin vurucu silahına dönüşen İslamcı hareketin tutumunu, olaylardan sonra Şevket Eygi şu şekilde açıklıyordu: “Bu Moskof itine ‘HOŞT!’ demek lazım. … Rusya ve Çin Allah’ı inkâr ediyor; Amerika ise Allah’a inanıyor. … Amerika ehvendir, ehaftır [hafiftir]. Rusya kızıl kafirdir, Amerika ise ehli kitaptır.”[3]

Komünizme karşı mücadelede camiler, Kuran kursları ve onlarca dernek karşı-devrimci örgütlenmenin bir uzantısı durumuna getirilmişti. Gençliğin devrimci mücadeleye kaymaması ve devrimci gençlik hareketinin bastırılması amacıyla bir taraftan İmam Hatip çıkışlıların üniversiteye girmelerinin önü açılırken, diğer taraftan da İmam Hatip okullarının sayısı artırılıyordu. İmam Hatip okulları adeta İslami akımlara kadro yetiştiren bir üs konumundaydı. Meselâ 1951’de 7 olan İmam Hatip okul sayısı 1975’e gelindiğinde 130’a çıkartılmıştı ve bu sayı ilerleyen yıllarda sıçramalı bir şekilde artacaktı. Nitekim bugün başta Başbakan Erdoğan olmak üzere İslamcı hareketin en temel kadroları o dönemin İmam Hatip okullarından mezundurlar.

1970’lerden 1980’lere uzanan süreçte İslami akımların yanı sıra, yine bizzat devlet eliyle palazlandırılan faşist hareket de –ve esas olarak faşist hareket– işçi sınıfının yükselen mücadelesinin karşısına dikilecekti. Bu dönemde Çorum, Maraş, Malatya ve Sivas’ta Alevilere ve devrimcilere dönük saldırıların başını esas olarak MHP’li faşistler çekti. Ancak bu saldırılarda Sünni kitleler İslami sloganlar eşliğinde galeyana getirilmekte ve özellikle Anadolu şehirlerinde çoğu zaman faşistler ile İslamcı kesimler arasındaki çizgiler silikleşmekteydi.

Yıllar ilerleyip de artık ABD’nin “yeşil kuşak” projesine ve dolayısıyla İslami akımlara ihtiyacı kalmadığında ve hatta bu kesimleri karşısına aldığında, İslamcı kesimlerden kimileri Kanlı Pazar türü olayları sorgulamaya başlayacaklardı. Bugün AKP hükümetinin önde gelen savunucularından Mehmet Metiner, 1980’lerin sonuna doğru şunları yazıyordu: “Açık açık şunu diyorum: ABD emperyalizmini protesto etmek üzere Taksim’de toplanan sosyalistleri bastırma işi ne yazık ki Müslüman kitlelerle yapılmıştır. Müslüman kitleler dini duyguları tahrik edilerek ve yanlış yönlendirilerek sokağa sürülmüştür. Bu açıkçası bir provokasyondu.”[4]

İslami hareketler, devlet ve askeri darbeler

İlerleyen yıllarda devletin gadrine uğradıklarını söyleyecek olan İslami akımlar, önceki dönemlerde işçi hareketi karşısında emperyalizmin ve burjuva devletin sopasına dönüşmüşlerdi. İstisnalar bir kenara bırakılacak olursa, ana akım İslami yapılanmalar devlete ve Kemalist rejimin bir uzantısı saydıkları orduya methiyeler düzmekteydiler. Doğrudan devrimci yükselişi ezmek üzere örgütlenen 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerine karşı aldıkları tutum, bu gerçeği bir başka açıdan gözler önüne seriyor. Örneğin 10 Şubat 1971’de Nurcu gazete Yeni Asya, hürriyetin, istikbalin, din ve imanın, haysiyetin bekçileri olarak gördüğü şerefli paşaları, devrimci harekete müdahale etmeye çağırıyordu. Milli Görüş çizgisinin önde gelen temsilcilerinden birisiyse, 12 Mart’ı şöyle değerlendiriyordu: “12 Mart’ta ordumuz yetişip durdurmasaydı, mevcut siyasilerin elinde millet ve memleketimiz karanlık bir uçuruma yuvarlanırdı.”[5]

Ana akım İslami çevrelerin bu devletperest tutumu, 1980 darbesinde daha fazla öne çıkacaktır. Fethullah Gülen, Sızıntı dergisinde takma isimle yazdığı yazılarda 12 Eylül faşizmine ve orduya övgüler yağdırmaktadır: “Her milletin tarihinde asker tepe bir varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!”[6] Yazının devamında, ümitlerinin tükendiği yerde Mehmetçiğin Hızır gibi imdada yetiştiğini belirtiyordu, iyi ki darbe olmuştu!

Askeri faşist darbe yüz binlerce devrimciyi, işçiyi, sendikacıyı ve solcu aydını cezaevlerine doldurup işçi sınıfının örgütlü yapılarını dağıtırken, İslami akımlarınsa önünü açacak ve besleyecekti. Kenan Evren neredeyse gittiği her yerde Kuran’dan ayetler okuyarak halkın dini duygularına sesleniyordu. Meselâ bu dönemde İmam Hatip okullarının hızla artırılması asla bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyordu. Amaç sosyalist hareketin yeniden güçlenmesinin önüne geçmekti. Bu devlet ve İslami akımlar işbirliğinin sonuçlarından biri, İslami akımların büyük çoğunluğunun 1982 anayasasını desteklemesi oldu. Kadiri tarikatı lideri Haydar Baş’a göre (şimdilerde Bağımsız Türkiye Partisi), bu darbe anayasası solcu gençliği kontrol altına almıştı.

Ana akım İslami kesimlerin zihin dünyasında demokrasi, hak ve özgürlüklerden ziyade devletçilik egemendir. Nitekim ta Osmanlı’dan gelen bu devletçi refleks, günümüzde AKP hükümetinin, işçi hareketi, Kürt halkı ve azınlıkların hakları konusundaki tahammülsüz yaklaşımları üzerinden kendini dışa vurmaktadır.

İslami akımların ümmetçi söylemi genel olarak hep yanıltıcı olmuştur. Çok açık ki, burjuvazinin ortaya çıktığı ve kendi çıkarları için ulus-devletini kurduğu kapitalizm çağında ümmetçilik içi boş bir söylemden başka şey değildir. Bu ümmetçi söylemin altında milliyetçilik vardır. Tam da bu devletçi ve milliyetçi refleksin bir sonucu olarak, Kemalist rejimin “irticaî” diyerek ezdiği Şeyh Sait hareketi karşısında sessiz kalmışlardır. Önemli bir kısmı hâlâ sessizdir. Bunun nedeni Şeyh Sait’in İslamcı olmayışı değil, Kürt olmasıdır.

İslami sermaye sahneye çıkıyor

Kapitalist gelişme temposu hızlanıp pazar büyüdükçe İslami akımların bağrında da bir sermaye kesimi peyda olacak ve siyaset sahnesinde yerini alacaktı. Ancak 1950’den 1960’lara uzanan süreçte gözle görünür bir “İslamcı sermaye” kesiminden söz etmek pek mümkün değildir. DP dönemi, bir taraftan büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin palazlandığı ama öte taraftan da sanayiye aktarılacak bir sermaye birikiminin oluştuğu dönemdir. Bu dönemde İslami kesimden gelen ve iktidarın nimetlerinden yararlananlar, daha ziyade taşrada küçük ticaretle uğraşmaktadırlar.

1960 ilâ 1970 arası dönemde Türkiye kapitalizmi sıçramalı bir gelişme göstermiş ve tekelleşen sermaye mali sermaye düzeyine yükselmiştir. Elif Çağlı, bu dönemin özelliğine şu şekilde dikkat çeker: “Çeşitli alanlarda iş gören büyük sermaye, kabaca ‘70 dönemeci diyebileceğimiz bir tarihsel kesitte bir mali sermaye sentezine ulaşarak eski döneme son noktayı koymuştur. … Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir.”[7] İşte bu dönemeçte, Anadolu’da gelişen İslamcı küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri iktidardan daha fazla pay almak için öne çıkmaya başladılar.

Nitekim 1968’de Necmettin Erbakan’ın Türkiye Odalar Birliği başkanlığına seçilmesi bunun bir yansımasıydı. Erbakan’ın şu sözleri meseleyi yeterince açıklıyor: “Ekonomik mekanizma büyük kent tüccarlarından yana işlemekte, Anadolu tüccarı kendilerini üvey evlat olarak bilmektedir. İthalat kotalarından aslan payı üç dört kentin tüccarına ayrılmaktadır. Anadolu bankalarında toplanan mevduatı, Anadolu halkı yatırmakta, ama bu para kredi şeklinde büyük kent tüccarına verilmektedir. Odalar Birliği tümüyle komprador-mason bir azınlığın vasıtası halinde çalışmaktadır. Koca teşkilat komprador ticaret ve sanayinin kontrolü altındadır. O halde önce idare heyetine girelim ve Odalar Birliği’ni Anadolu tüccar ve sanayisinin de hizmetine yarar bir hale getirelim dedik.”[8] Ancak büyük sermaye kesimleri, Anadolu’nun bu alttan gelen küçük ve orta burjuva kesimleriyle pastayı paylaşıma yanaşmayacak ve Erbakan’ı Odalar Birliği koltuğundan Demirel eliyle tasfiye edeceklerdi.

Bunun üzerine AP’den kopan kesimler, 1970’te Erbakan önderliğinde, Nakşibendî tarikatı şeyhi Mehmet Zait Kotku’dan icazet alarak Milli Nizam Partisini (MNP) kurdular. Yani MNP bizzat bir tarikatın uzantısı olarak siyaset sahnesine çıkıyordu. MNP, hem tarikat hem de tarikatlarla organik bir ilişkisi olmayan dindar sermaye çevreleri için bir platform olacaktı. Aslında Anadolu’nun dindar küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri tarikatların İslami söyleminde kendi ideolojik silahlarına kavuşurken, tarikatlar da bu sermaye çevrelerinin varlığında, üzerinde yükselecekleri ve meşruiyet sağlayacakları ekonomik güce kavuşmuş oluyorlardı. Nitekim Milli Görüş tanımlaması ve söylemi bu örgütlenmenin mahiyetinin bir dışa vurumudur. Böylece dindar sermaye kesimleri tarikatlara doğrudan girmek zorunda kalmadan, tarikatların bağrından gelen sermaye çevreleriyle Milli Görüş çatısı altında birleşiyorlardı.

İstanbul’daki büyük burjuva çevreler gibi Batı sermayesiyle bağ kurma imkânı yeterince olmayan ve doğrudan Batı sermayesinin bir uzantısı haline gelmeyen Anadolu’nun küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri, yerli sanayi vurgusu yapmaktaydılar. Yani devletin bizzat ağır sanayi yatırımlarına girişmesini ve kendi önlerinin açılmasını istiyorlardı. Erbakan’ın dilinden düşürmediği “ağır sanayi hamlesi” söylemi, bu kesimlerin arzularının siyasal alana taşınmasından başka bir şey değildi. O güne kadar DP-AP içinde yuvalanan tarikatlar ve söz konusu sermaye kesimleri, kitlelere yönelik ideolojik çerçevesi çizilmiş bir söylem geliştirmemişlerdi. Fakat yeni örgütlenmeye uygun bir ideolojik çerçeve artık kaçınılmazdı. Nitekim siyasal arenaya kendi partileriyle çıkan bu sermaye çevreleri, İslamı kendi çıkarlarının ideolojisi haline getireceklerdi. Süreç ilerleyip Milli Görüş çizgisindeki partiler güçlendikçe İslami söylemi daha da ağırlaştıracaklardı. Elbette biz Marksistler için bu şaşırtıcı değil: Zira iktidar olanaklarından yararlanmak isteyen bu sermaye çevreleri, geniş dindar kitlelerin oylarını almak istiyorlardı.

İslami söylemi öne çıkartarak geniş kitlelerin dini duygularına seslenme kısa zamanda etkisini gösterecekti. Dini hassasiyeti güçlü kitleler için bu kez karşılarına gelen DP ya da AP gibi sistemin merkezindeki partiler değil, kendi içlerinden çıkan ve dolayısıyla diğerlerine göre kendilerine daha yakın olan dindar kimselerin kurduğu bir partiydi. Araya giren 12 Mart darbesinden sonra, 1973’te yapılan seçimlerde Milli Selamet Partisi (MNP kapatıldığı için MSP kurulmuştu) oyların %11’ini alarak 48 milletvekili çıkardı. Bir milyon 250 binden fazla kişi MSP’ye oy vermişti. MSP 1980’e uzanan süreçte önce Ecevit’in CHP’siyle, daha sonra da iki kez Demirel’in AP’si ve Türkeş’in MHP’siyle koalisyon hükümeti kurdu, üç kez iktidar ortağı oldu. Böylece İslami burjuva çevreler iktidarın olanaklarına bir biçimde ulaşmış ve sermaye birikimlerini artırmış oluyorlardı. Bu dönemde Arap ve diğer İslam ülkelerinin burjuvalarıyla işbirliği yapmaları ve yatırım için sermaye elde etmeleri, bu kesimin elindeki sermaye birikimini yoğunlaştıracaktı. 1980’lerde Özal’ın teşvikleriyle önleri daha da açılan İslami sermaye kesimleri, bu döneme metalden tekstile, gıdadan inşaata ve bankacılık sektörüne değin önemli alanlarda yer tutarak girmişlerdi.

1 Şubat 2011


[1] akt: Faik Bulut, İslamcı Örgütler, Tümzamanlar Yay., s.705

[2]  akt: Mustafa Peköz, Türkiye’de Politik İslam’ın Gelişimi, Gün Yay., s.54

[3] Şevket Eygi, Kıblemize Havlayan Köpekler, Bugün Gazetesi, 30 Mart 1969

[4] akt: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis Yay., s.158

[5] Hasan Aksay, akt: Oral Çalışlar, RP: Nereden Nereye, Pencere Yay., s.37

[6] akt: Ruşen Çakır, age, s.106-107

[7] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.248

[8] akt: Oral Çalışlar, age, s. 22-23

İlgili yazılar