İşçi Sınıfının Devrimci Rolünün Karartılması
Utku Kızılok, 17 Ocak 2018

Ancak burjuva sosyologlara ve akademik Marksizmin profesörlerine göre, eğer işçi sınıfı üretim ilişkilerinin belirlediği bir sınıfsa, insanlığın tarihsel kurtuluşunun öznesi ise, devrimci bir örgütlülük gibi hiçbir siyasal aracı olmadan, hemen şimdi, kendiliğinden siyasal sınıf bilincine sahip olmalıdır. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, ortada, tarihsel özne misyonuna sahip bir sınıf değil, ekonomik ve toplumsal alanda, ideolojik-politik söylem temelinde şu ya da bu biçimde manipüle edilebilecek insanlar, yığınlar vardır. Oysa işçi sınıfının geniş kesimi, ancak mücadele içinde ve devrimci bir örgütlülüğün çabasıyla devrimci sınıf bilincine ulaşabilir. Marksizm bunu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. İşçi sınıfının nesnel varlığı, kendiliğinden devrimci bir sınıf bilinci yaratmaz. Burada nesnel varoluş ile bilinç arasında diyalektik bir ilişki vardır.

Kapitalizm, bir tarafta ücretli emeğin öte tarafta ise sermayenin yer aldığı çelişkili ve çatışmalı bir toplum yaratmıştır. Sermayenin tekelleşmesi akıl almaz boyutlara ulaşmış, dünyadaki zenginliğin büyük kısmı birkaç bin kişinin elinde toplanmış ve mülksüzleşerek emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi kalmayan proletarya günümüzde toplumun ezici çoğunluğunu oluşturur hale gelmiştir. Yüz milyonlar işsizliğe, derin bir yoksulluğa ve açlığa sürüklenmiştir. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, günümüzdeki gibi bir manzara söz konusu olmamıştır. Eğer kapitalizmin tarihsel krizine devrimci bir yanıt üretilemezse, çürüyen kapitalizm insanlığın ve medeniyetin üzerine çökecektir. Bu bir varsayım veya bizim kötümserliğimizin ifadesi değil, kapitalizmin hareket tarzının kaçınılmaz olarak vardığı sonuçtur. İnsanlığın kurtuluşu sorunu tarihsel ve güncel bir gerçekliktir. Öyle ise bu kurtuluşu gerçekleştirecek bir özne de olmalıdır. Bu özne, tam da kapitalizmin ücretli köle haline getirerek sermayenin karşısına diktiği işçi sınıfıdır. Marx’ın ifade ettiği gibi, insanlığın evrensel kurtuluşu işçi sınıfının kurtuluşuyla iç içedir.

İşçi sınıfının bu tarihsel devrimci rolünün çarpıtılmaması ve üzerinin örtülüp karartılmaması hayati önemdedir; dolayısıyla ideolojik ve siyasal bir mücadele konusudur. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğünün zayıfladığı, sahnede güçlü bir işçi hareketinin olmadığı, dolayısıyla siyasal-toplumsal alanda sınıfın etkisinin hissedilmediği her dönem, işçi sınıfının devrimci rolüne dair sorgulamalar ve sınıftan kaçış baş göstermiştir. Bilhassa Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle açılan karamsarlık döneminde, burjuva sosyolojisinin değerlendirmeleri etkili olmaya başlamış; Marksizmden uzaklaşan aydınlar tarafından üretilen küçük-burjuva görüşler, şu ya da bu biçimde sosyalist hareketin çeşitli kesimlerine nüfuz etmiştir. Üniversite kürsülerini tutmuş bu aydınlara göre işçi sınıfının devrimci rolü bir kurgudan ve teorik varsayımdan ibarettir. Ya da kapitalist üretim sürecindeki değişikliklerle birlikte işçi sınıfı parçalanmakta ve belirleyici olmaktan çıkmaktadır! İşçi sınıfını bir kalem darbesiyle parçalayan bu aydınlar, “beyaz yakalı” işçileri de işçi sınıfının bir parçası olmaktan çıkartarak “orta sınıf” hanesine yazıyor ve böylece tam da kendi sınıf meşreplerine uygun bir mücadele öznesi tanımlamış oluyorlar.

Burjuva akademik alandan yayılan görüşlere bakılırsa, ta 1950’lerden itibaren emek-sermaye çelişkisinin “eksen ilkeler” olmaktan çıktığı bir döneme girilmiştir. Bu düşüncelerle etkileşim halindeki solcu akademisyenlere göre, güya sınıf eksenli mücadele ekonomik alanla sınırlıdır, kapsayıcı değildir; buna karşın kültür ve yaşam biçimlerinin ürettiği antagonizmalar yeni politik kimliklerin oluşmasına, bu kimlikler etrafında daha zengin ve dinamik bir mücadele ve yeni hareketler gelişmesine yol açmaktadır! Böylece sınıf kimliğinin yerine; yurttaş, kadın, eşcinsel, etnik/ulusal, dinsel, çevreci vb. kimlikler geçirilmekte, toplumsal çelişkilerin odak noktası emek-sermaye olmaktan çıkartılarak sınıflar arası mücadele buharlaştırılmakta ve işçi sınıfının evrensel devrimci özne olması da gereksizleştirilmektedir.

İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesi devre dışı bırakıldıktan sonra, sıra, sınıf hareketinin yerine “yeni toplumsal hareketler” biçiminde kategorize edilen, çeşitli kültür ve kimlikler etrafında gelişen mücadelelerin geçirilmesine gelmektedir. Feminist hareket, çevre hareketi, anti-nükleer hareket, eşcinsel hareket, etnik azınlık hareketleri, ezilen ulus hareketi, Latin Amerika’da gelişen yerli hareketi ya da topraksız köylü hareketi, “küreselleşme karşıtı” hareket ve benzerleri “yeni toplumsal hareketler” olarak nitelendiriliyor. Bu tür hareketler, 1960’ların sonundan itibaren proleter sınıf hareketine bir alternatif olarak sunuluyor. Aslında demokratik hak ve özgürlük talepleri etrafında gelişen hareketleri sanki gerçekten de yeniymiş gibi sunanlar, aynı zamanda, işçi sınıfı hareketini de “eski toplumsal hareketler” çuvalına atıyorlar. İşçi sınıfının geleneksel örgütlenme biçimleri olan sendikalar ve sosyalist/komünist partiler hiyerarşik, bürokratik ve hantal olmakla damgalanırken; yatay, gevşek, merkezsiz ve ağ biçiminde örgütlendiği söylenen “yeni toplumsal hareketler” övülüp göklere çıkartılıyor. Kimileri için bu hareketler kapitalizme karşı mücadelenin öznesi iken, kimileri içinse radikal bir demokrasinin inşasının aktörleridir.

Hiç kuşku yok ki işçi sınıfının devrimci potansiyelini elinin tersiyle bir kenara itenler, aslında küçük-burjuva sosyalizmini de yeni biçimler altında yeniden üretmektedirler. Son iki yüzyıla, dünden bugüne bir çizgi çekersek, küçük-burjuva sosyalizminin değişen dönemlere uyum sağladığını ve her seferinde yeni renklere bürünerek sahneye çıktığını görürüz. Dün diyelim ki köylülük, kentli küçük-burjuvazi ve öğrenci hareketi “halk” ve benzeri biçimler altında işçi sınıfının karşısına çıkartılıyordu, bugün ise “yeni toplumsal hareketler” biçiminde! Lakin her dönem için değişmeyen şudur: Sınıfların varlığı ve karşıtlığı temelinde gelişen mücadelenin hatlarının silikleştirilmesi ve karartılması! İşçi sınıfı hareketinin karşısına daha “devrimci” zehabıyla çıkartılan hareketlerin, tam da küçük-burjuvazinin sınıf doğasına uygun olarak nereye gideceğinin belli olmaması; dolayısıyla bu hareketlere belirsizliğin, kararsızlığın, örgütsel ve düşünsel bulanıklığın damgasını basması!

Kapitalizmde tek tutarlı devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. Marx, kapitalist üretim ve mülkiyet tarzının mutlak anlamda uzlaşmaz karşıtlıklar yarattığını, işçi sınıfının bu uzlaşmaz karşıtlığın bir tarafı olarak sistem tarafından üretildiğini belirtir. Kapitalizm, toplumun çoğunluğunu ücretli kölelik konumuna iterken, aynı zamanda, işçinin emeğinin ürününü onun karşısına sermaye biçiminde, baskıcı ve yabancı bir güç olarak çıkartır. İşçiyi emeğine yabancılaştıran kapitalist üretim, adeta onu insanlıktan çıkartarak bir yük hayvanı konumuna iter. İşçi zenginlik ürettikçe kendisi için yalnızca sefalet üretir. İşçinin ücretli köleliği üzerine kurulan ve her alanda yabancılaşma üreten kapitalist sömürü sistemi, böylece insanlığın köleliliğini de kendi bağrında içermiş olur.[1] Bu toplumsal ve tarihsel çelişkiyi yalnızca işçi sınıfı çözebilir. Üretimi yapan işçi sınıfı, sömürü ilişkileriyle birlikte tüm insanlığı bir çıkmaza sürükleyen kapitalizmi yıktığında, insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirmiş olacaktır. Üstelik işçi sınıfı bunu yaparken, kendisini sömürücü yeni egemen bir sınıf konumuna da yükseltmeyecek, onun sınıf diktatörlüğü sınıfsız toplumun yolunu açmak üzere, geçici olarak gündeme gelecektir. İşte bu konumundan dolayı işçi sınıfı evrensel ve tarihsel bir öznedir.

Ancak burjuva sosyologlara ve akademik Marksizmin profesörlerine göre, eğer işçi sınıfı üretim ilişkilerinin belirlediği bir sınıfsa, insanlığın tarihsel kurtuluşunun öznesi ise, devrimci bir örgütlülük gibi hiçbir siyasal aracı olmadan, hemen şimdi, kendiliğinden siyasal sınıf bilincine sahip olmalıdır. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, ortada, tarihsel özne misyonuna sahip bir sınıf değil, ekonomik ve toplumsal alanda, ideolojik-politik söylem temelinde şu ya da bu biçimde manipüle edilebilecek insanlar, yığınlar vardır. Oysa işçi sınıfının geniş kesimi, ancak mücadele içinde ve devrimci bir örgütlülüğün çabasıyla devrimci sınıf bilincine ulaşabilir. Marksizm bunu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. İşçi sınıfının nesnel varlığı, kendiliğinden devrimci bir sınıf bilinci yaratmaz. Burada nesnel varoluş ile bilinç arasında diyalektik bir ilişki vardır. İnsanlar, varlıklarının toplumsal üretiminde, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar. Nasıl ki maddi olan bilinçten önce gelirse, nesnel olarak sınıfların varlığı da sınıf bilincinden önce gelir. Fakat doğada olduğu gibi toplumda da her şey çelişki ve çatışma halindedir ve karşıtıyla vardır. Sınıfsal karşıtlıklar, tam da kapitalizmin yarattığı çelişkilerden dolayı sınıfların mücadelesine dönüşür. Bu mücadele, üretim ilişkileri içinde nesnel bir sınıf oluşturan işçi sınıfının, örgütlenmesinin ve sınıf bilinci kazanmasının da önünü açar. Kuşkusuz işçi sınıfının bir sınıf olduğu bilincine ne ölçüde ulaşıp ulaşamayacağını ve ulaştığı sınıf bilincinin düzeyini çeşitli faktörler belirler: İşçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülük düzeyi, bu örgütlülüğün ne ölçüde devrimci olduğu ve kapitalizmi yıkmayı hedeflediği, sınıf geleneklerinin ne ölçüde korunup aktarıldığı ve tüm bunlarla her açıdan derinden bağlantılı olan sınıf mücadelesinin nasıl seyrettiği gibi!

Burjuva sosyolojisinin etkisi

Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesinin yarattığı sarsıntıyla, sosyalist hareket saflarında “yeni toplumsal hareketler” kategorisine sokulan mücadelelere bağlanan umutlar artmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması sosyalist ve komünist harekette korkunç bir tasfiye dalgası başlatırken, bu tasfiye süreci yalnızca örgütsel varlıkların ortadan kalkması ya da erimesi anlamına gelmiyordu. Bununla birlikte, Marksizmin ortaya koyduğu ve tarihsel pratiğin testinden geçmiş devrimci teoriye ve örgütlenme biçimlerine dönük güvensizlik, şüphecilik ve inançsızlık da çeşitli biçimler altında kendini açığa vurdu. Sosyalizmin yenildiği, sınıf mücadelesinin bittiği, işçi sınıfının öldüğü yönündeki burjuva propagandasının basıncı, burjuva sosyolojisinin kavram ve değerlendirmelerinin sosyalist hareket üzerinde etkili olmasına neden oldu, oluyor.

Bugün burjuva sosyologların ve kendini Marksizm içinde tanımlayan kimi sol akademisyenlerin “yeni toplumsal hareketler” bağlamında yaptığı pek çok çalışma var. Akademik alanda yer alan kalabalık bir entelijansiya grubu da; sınıf, kültür, kimlik, “yeni toplumsal hareketler” bağlamında yapılan çalışmaları, ne yazık ki gerçek bir sorgulama yapmadan aynen kopya etmektedir. Bu gibi kavramlar, ideolojik ve politik olarak neye tekabül ettiği pek de bilinmeden ve umursanmadan, akademik bir tartışma konusuna, kullanışlı bir nesneye dönüştürülmüştür. Üstelik bu akademik entelijansiyanın bir kısmı kendisini sosyalist olarak tanımlıyor. Dolayısıyla burjuva sosyolojisinin görüşleri, aynı zamanda onlar üzerinden de, çeşitli biçimlere bürünerek sosyalist hareketin değerlendirmelerine sızıyor.

Burjuva sosyolojisinin etkilerini akademik Marksizm alanında tüm çıplaklığıyla görmek mümkün… Elif Çağlı, Marksizm adına yapıldığı iddia edilen değerlendirmeleri, haklı olarak, boş laflardan oluşan bir düşünce dünyası olarak tanımlıyor: “Marksizmi dünyayı değiştirmenin aracı olan bir eylem felsefesi olmaktan çıkartıp, liberal muhalefet derekesine indirgemeye çalışan kürsü sosyalistleri, sistematik ve ince vuruşlarla onun «çıkıntılı» yönlerini tıraşlayarak, kendi doktora tezlerinin rekabet konusu haline getirdiler. Kalkış noktası Marx’ın görüşlerinin incelenmesi olan, fakat aslında onu artık «çağdışı» olmuş bir düşünür olarak tanıtmaya kafa yoran bu türden çalışmalar, kimi okumuş aptalların cazibesine kapıldıkları bir teorik «zenginlik» kaynağı oluşturdu! Üstelik ortaya konulan çalışma ne denli anlaşılmaz ise ve ne denli çapraşık bir özel felsefe diline sahipse itibarı da o ölçüde arttı! «Post-Marksist», «yapısalcı», «post-yapısalcı» vb. etiketleriyle piyasaya sürülen felsefe safsataları, ne anlama geldiği bilinemediği ölçüde prim yapmaya başladı. Marx’ın çeşitli sorunların ayrı ayrı tanımlanmasını eksik bıraktığını iddia ederek, birbirinden kopuk tanımsal yaklaşımlar peşinde koşan «Marksist» akademisyenlerin marifetiyle, boş lâflardan oluşan sözümona bir düşünce dünyası yaratıldı. Toplumsal yaşamın çeşitli olguları, bütünden soyutlanarak, kendi başına bir anlam ifade eden varlıklar haline getirildi. Böylece, ancak birbirleriyle karşılıklı ilişkileri içinde ele alındığında gerçekliğe yaklaşabilecek olan kavramların da içi boşaltıldı.”[2]

Burjuva sosyolojisi ile Marksizmin kapitalist üretim ilişkileri ve sınıflara dair değerlendirmeleri taban tabana zıttır. İdealist Weber, burjuva sosyolojisi ve sosyologları için adeta bir peygamber konumundadır. Weber, Marx’ın kapitalist toplum tahlilini sulandırmak ve bilinç bulanıklığı yaratmak amacıyla kullanılmaktadır. Marx’ın olguları incelemesine tarihsel ve diyalektik materyalizm damgasını vururken, Weber dâhil burjuva sosyologların yöntemi idealisttir. Weber’i takip eden bu burjuva sosyologlar, bildiğimiz anlamda sınıfların yerine mesleklere, gelir düzeyine, yaşama biçimine göre piyasada oluştuğunu ifade ettikleri statü gruplarını ya da tabakaları geçirirler. Bu tarz bir değerlendirmeyle “beyaz yakalı” işçiler “yeni orta sınıf” haline getirilirken; sınıf ve sınıf çatışmasının yerine de toplumsal tabakalaşmanın ifadesi olarak görülen kültür ve kimlik grupları konur.

Emek-sermaye çatışmasının ve sınıf ayrımlarının toplumsal alanda belirleyici olmaktan çıktığı, bunun yerini kültür ve kimliklerin aldığı düşüncesi, II. Dünya Savaşından sonra, Amerikan burjuva sosyolojisinin ürettiği kavramların egemenliği eşliğinde dile getirilmeye başlanmıştır. Bu aslında tesadüf de değildir. Savaştan sonra Batı ülkelerinde Keynesçi ekonomi politikaları eşliğinde “sosyal devlet” uygulamaları hayata geçirilmiş, kapitalizmin sıçramalı bir şekilde büyüdüğü bu dönemde, sendikalar ve sosyalist/komünist partiler eliyle sınıf mücadelesi yumuşatılmıştı. Beri taraftan ise kapitalist üretim sürecindeki teknik değişikliklere bağlı olarak, işçi sınıfının daha yüksek ücret alan “beyaz yakalı” kesimlerinde ciddi bir artış meydana gelmeye başlamıştı ki, birileri buna bakarak bu kesimi “orta sınıf” olarak değerlendirecekti. İstihdamın artması, işsizliğin minimuma düşmesi, işsizlik sigortası dâhil çeşitli sosyal hakların varlığı, tüketim kalıplarının genişlemesi, yaşam standartlarının yükselmesi ve dolayısıyla sınıf çatışmasının yumuşatılması bilinç bulandıracak bir nesnellik sunuyordu. Burjuva sosyologlar, bu durumu toplumun yapısının değişmesi olarak değerlendirmekte gecikmediler. Sanki Marx yanılmış, buna karşın Weber’in saçmalıkları ise kanıtlanmıştı!

Bu dönemde Amerikalı bir grup sosyolog, “post-endüstriyel toplum” kavramını ortaya attı. Kapitalist sanayi toplumunun karşısına, değişerek “post-endüstriyel” hale geldiği söylenen yeni bir toplum çıkarıyorlardı. “Post endüstriyel toplum” özel mülkiyetin, sınıf çıkarlarının ve sınıf çatışmalarının “eksen ilkeler” olarak merkezi önemlerini kaybettiği bir toplumsal formasyon oluşturmaktaydı! Teknoloji, bilim ve kültür öncelikli hale gelmişti! Geleneksel girişimcinin yerini bilimciler ve ekonomistler alıyordu. “Post-endüstriyel” aşamaya geçen toplumlarda, farklı politik ve kültürel kümeler oluşmaktaydı.[3] Bugün burjuva sosyologların dilinden düşürmedikleri “post-endüstriyel”, “post-modern” vb. kavramlar, esasen teknolojik gelişmelere dayandırılıyor. Üretim, mülkiyet, sınıf ve sömürü ilişkilerinde herhangi bir değişim olmamasına rağmen, burjuva sosyologlar, üretici güçlerdeki ilerlemeleri ve teknolojinin toplumsal hayatta daha fazla kullanılmasını izleyerek toplumsal yapının değiştiğini söylüyorlar. Çeşitli sol burjuva sosyologlara göre, işçi sınıfı hareketi sanayi toplumuna tekabül ederken, “yeni toplumsal hareketler” sanayi sonrası toplum üzerinde yükselmektedir. Çünkü işçi hareketi ekonomik eksenlidir, buna karşın “yeni toplumsal hareketler” bireysel özgürlük, kültür ve kimlikler etrafında gelişmektedir.

Burjuva sosyologlar, önce teknolojik değişimlerin yeni bir toplum doğurduğu savında bulunuyor ve sonra da toplumsal alandaki kimi görüngülerden hareketle, ama bunların maddi temeline inmeden, kendi teorilerini kuruyorlar. Bu teoride kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinden, sınıf ve sınıf çatışmalarından kopartılmış bir sivil toplum vardır. Bu sivil toplumda, sınıfsal temellerinden arındırılmış devletin artan baskı ve müdahalesi vardır. Yaşam alanları sömürgeleştirilmiş ve kültür alanları tahakküm altına alınmıştır. İşte buradan doğan çelişkiler, ideolojik söylem, bireysel ve kültürel kimlik etrafında insan gruplarının bir araya gelmesine ve protesto yükseltmesine neden olur. “Yeni toplumsal hareketler” devletin sivil toplum alanına sızmasına ve tahakküm kurmasına müdahale edecek, sivil toplum ile devlet arasındaki mesafe açılacak ve böylece katılımcı demokrasi gelişip güçlenecektir!

Bu tür değerlendirmeler son derece öznel, kurgusal ve bilimsellikten uzaktır. Burjuva sosyologları, bu analizleri yaparken, 1968 hareketiyle birlikte toplumun çeşitli kesimlerinin yükselttiği mücadeleleri kendi tezlerine dayanak olarak sunuyorlar. 1968’de dünyada yükselen sınıf mücadelesi, aynı zamanda toplumun çeşitli ezilen ve horlanan kesimlerini de içine çekmişti. Feminist hareket, öğrenci hareketi, eşcinsel hareket, çevre ve anti-nükleer hareket, savaş karşıtı hareket, ırkçılık karşıtı hareket biçimindeki demokratik hak ve özgürlükler kapsamında gelişen mücadeleler güçlenmeye başlamıştı. Hiç kuşkusuz bu hareketler sınıf temelli ortaya çıkmıyorlardı ve gayet doğal olarak, dâhil oldukları ölçüde işçiler de bu hareketlere sınıf kimlikleriyle değil, tek tek bireyler olarak katılıyorlardı. Lakin tüm bu hareketlerin üzerinde yükseldiği çelişkiler, kapitalist sömürü düzeninin yol açtığı ya da katmerlendirdiği toplumsal çelişkilerden bağımsız değildi, değildir. Kapitalizmin yarattığı çeşitli türde toplumsal çelişkiler etrafında mücadelelerin gelişmesi ve hareketlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Akademik Marksizmin tahrifatı

Burjuva sosyolojisinin idealist ve sübjektif değerlendirmeleri, özellikle Avrupa’da, 1968’den sonra akademik Marksizm üzerinden sosyalist hareketin gündemine sokulmuştur. Kuşkusuz bu dönemde açılan tartışmalar, aynı zamanda Avro-komünizmden ve reformist çözülmeden bağımsız değildir. “Sosyal devlet” uygulamalarıyla birlikte sendikalar daha da bürokratikleşip düzenin payandaları haline gelirken, komünist partilere hâkim olan reformist çizgi de kalınlaşmış ve zaman içinde bu partiler burjuva işçi partilerine dönüşmüşlerdi. 1970’lerin başında proletarya diktatörlüğü kavramını programlarından çıkartarak sosyalist devrimden vazgeçtiler ve “tarihsel uzlaşma” adı altında burjuva partilerle seçim ittifakına yöneldiler. Artık hedef devrim değil de seçimler olduğu için küçük-burjuva kesimleri kazanmak çok önemli hale gelmişti. Küçük-burjuva kesimlerin yüreğine su serpecek şekilde, Leninist devrim çizgisi eleştiriliyor ve sanki sosyalizm devletçilikmiş gibi, devletçi olmayan bir sosyalizme geçiş projesi öneriliyordu. Fakat gerçekte bu, “halk ittifakları” projesine uygun radikal demokratik bir programdan başka bir şey değildi.

Aynı dönemde Avro-komünizm, üretici güçlerin gelişmesiyle kapitalist üretim sürecinde gerçekleşen teknik değişimi ve işçi sınıfının iç bileşimindeki farklılaşmayı, küçük-burjuva sosyalizmine uygun şekilde değerlendiriyordu. Sanayide kol emeğiyle çalışan işçilerin sayısının göreli olarak azalmasından hareketle, işçi sınıfının azaldığı, daraldığı ileri sürülüyordu. Genişleyen hizmet sektöründe kafa emeğiyle çalışan “beyaz yakalı” işçiler ise işçi sınıfının kapsamına alınmayarak, tam da Amerikan sosyolojisine benzer şekilde, “ara katmanlar” olarak görülüyordu. Meselâ Fransa Komünist Partisi, “beyaz yakalı” kesimleri işçi sınıfı içinde değerlendiren yaklaşımlara karşı çıkıyor, onları “ara katmanlar” olarak tanımlayıp adeta sınıfsız kategorisine sokuyordu. İşçi sınıfının kapsamını daraltan bu tür değerlendirmeler, aslında son derece bilinçli ve Avro-komünizmin reformist programıyla da uyumluydu. İşçi sınıfı toplumun çoğunluğunu oluşturan bir sınıf olmaktan çıkartılarak bir avuç kitleye, sınıfsal bağlamda bir azınlık konumuna indirgeniyor ve böylece tekelci sermaye karşısında yer alan geniş kesimlerle “halk ittifakları”nın teorik-siyasal gerekçesi de üretilmiş olunuyordu.

Gerçekte ise işçi sınıfı küçülmediği gibi, tersine, büyüyordu. “Daralma” tespitleri yapanlar, aynı zamanda, yalnızca Batı ülkelerinde sanayi işçilerinin azalmasını dikkate alıyorlardı. Oysa işçi sınıfı uluslararası bir sınıftır ve kapitalist gelişme diğer ülkelerde de işçi sınıfı kitlesini artırmaktadır. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği şu hususlar son derece önemlidir: “Aradan geçen yıllar içinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde tüm uluslar açısından geçerli olmak üzere, proleterleşme yolunda muazzam mesafeler katedildi. Zaman içinde çeşitlenen ihtiyaçlara, teknik gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimlerle birlikte, işçi sınıfının daralmadığı tam tersine büyüdüğü gözlemlendi. İleri kapitalist ülkelerde diğer ülkelere oranla çok daha önceden ve daha büyük çapta olmak üzere, eski sanayi kollarında makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla işçi sayısı düşerken, yeni alanların (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) büyümesine ve bu tür sektörlerdeki işçi sayısının yükselişine tanık olundu. Böylece, sınıfın iç bileşimindeki teknik değişime rağmen sonuçta Marksizmin işaret ettiği proleterleşme yasası hükmünü icra etmekteydi. İşçi sınıfının kapsamı konusunda yürütülen tartışmalar ise, yaşanan gelişmelerin farklı gözlerle değerlendirilmesinden kaynaklanmaktaydı.”[4]

Meselâ Paris Üniversitesinde sosyoloji dersleri veren Poulantzas, Marx’ın üretken emek/üretken olmayan emek çözümlemesini yanlış yorumlayarak, işçi sınıfını üretken işçilerle sınırlıyordu. Böylece kol emeği harcayan sanayi işçilerinden oluşan, kapsamı daraltılmış bir işçi sınıfı çıkıyordu ortaya. Kafa emeği harcayan “beyaz yakalı” işçileri ise işçi sınıfının kapsamı dışına çıkartarak, onları “yeni orta sınıf” olarak tanımlıyordu. Bu çözümleme o denli keyfi ve temelsizdir ki, bundan dolayı Poulantzas ideolojiyi devreye sokmuştur. Ona göre üretim ilişkileri ve ekonomik alan son tahlilde esastı ama sınıfların oluşumunda ideolojik ve siyasal etmenlerin öncelik taşıdığı durumlar da vardı! Poulantzas’ın demek istediği şudur: Üretim sürecindeki konumları “beyaz yakalı” kesimleri sermayeyle siyasal-ideolojik bütünleşmeye iter. Böylece ideolojik temelde oluşmuş bir “yeni orta sınıf” yaratıyordu

Poulantzas gibi Althusser okulundan gelen akademik Marksistler, ideoloji ve politikanın özerk olduğu yaklaşımından hareketle; işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde üstün bir konuma sahip olmadığını, ideoloji ve politik söylem etrafında oluşturulmuş birliklerin de sosyalist politikanın öznesi olabileceğini kanıtlamaya giriştiler. Bu gruba giren yazarlara bakılırsa, güya Marx’ta ekonomi özerk ve kendi kendisini düzenleyen bir evrendir. Marx, üretici güçlerin nötr olduğunu, gelişmelerinin doğal ve tek çizgide ilerlediğini söylemektedir![5] Bunların Marksizmin çözümlemelerini karikatürleştirerek varmak istedikleri nokta şudur: Marx, ideoloji, politika ve hukuk gibi üstyapı unsurlarının belirleyiciliğini küçümsemiştir. Tam bir çarpıtma ve karalamanın sonucunda bu akademisyenler, burjuva sosyolojisinin ayak izlerine basarak, işçi sınıfının üretim ilişkileri içinde ortak çıkarları olan bir sınıf olmadığı düşüncesine varıyorlar. Sanki Marx’ın tahlillerinde mutlak anlamda birlik içinde, sınıf kimliğinin ve çıkarlarının farkında olan homojen bir işçi sınıfı varmış ön kabulünden hareket ediyorlar. İşçi sınıfı içindeki ücret farklılıklarını, “güvenceli” ve güvencesiz kesimlerin varlığını, işsizleri, yine sınıfın kimi kesimlerinin cinsiyetçi ve ırkçı tutumlarını sınıfın o anki örgütlülük durumunun bir ifadesi olarak değil, sınıf olma konumunun yitmesi ve parçalanması biçiminde yorumluyorlar. İşçi sınıfı parçalanmış ve devrimci özne konumunu yitirmiştir![6] Böylece ideoloji ve politikanın maddi ekonomik temelden türemediğini ve özerk olduğunu kanıtlamış oluyorlar! Bu durumda, sınıf eksenli bir siyasete ve mücadeleye gerek kalmadan, ideoloji ve politik söylem etrafında toplumdaki çeşitli kimlikler bir araya getirilebilir ve bunlar “yeni toplumsal hareketleri” oluşturabilirler. Lakin bu “yeni toplumsal hareketler”in hedefi sosyalizm değil radikal demokrasi olmalıdır!

Bu akademik Marksistlerin sorgulamaları, kaçınılmaz olarak onları getirip sol-liberal sulara bıraktı. Yıllar sonra Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitabı hakkında bir röportaj veren Mouffe, asıl dertlerinin proleter devrim ve o devrimin cisimleşmiş hali olan Lenin olduğunu açık bir şekilde söylüyordu: “Batı’daki gelişmiş demokratik toplumlarda, daha adil bir toplum için, liberal demokratik düzenin yıkılıp yeni bir düzenin sıfırdan bina edilmesi gerektiğine dair fikirden kopmak gerekiyor. Kitapta eleştirdiğimiz şey, geleneksel Leninist devrimci modeldi. Modern bir çoğulcu demokraside, mevcut kurumların içkin eleştirisiyle derin demokratik kazanımlar elde etmek mümkündü. Bize göre modern demokratik toplumların sorunu, özgürlük ve eşitliği öne çıkaran ahlaki-siyasi ilkeleri değil, bunları hayata geçirmemeleriydi.”[7] Lenin’i reddediyorlardı, çünkü o, diğer tüm toplumsal kesimlerin işçi sınıfının hegemonyası altında birleşmesi gerektiğini, proleter devrimle siyasal iktidarın ele geçirilmesini ve burjuva devletin parçalanmasını savunan bir anlayışın ifadesiydi.

“Yeni toplumsal hareketler”i yüceltenlerin aynı zamanda Lenin’i ve Bolşevik örgütlenme tarzını eleştirmeleri, onların küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarıyla son derece tutarlıdır. Michael Hardt ve Antonio Negri’den Mouffe ve Laclau’ya, Immanuel Wallerstein’dan diğerlerine pek çok solcu akademisyen, “yeni toplumsal hareketler”in örgütlenmesine dair kimi hususlarda yaklaşım farklılığı taşısalar da, Lenin ve Bolşevik tarzdaki örgütlenmeye karşı olma noktasında birleşiyorlar. Bu akademisyenler, Stalin’i Lenin’in bir takipçisi olarak görüyor, proletarya diktatörlüğünü Stalinizmle özdeşleştiriyor ve Stalinist diktatörlüğü Bolşevik Partinin örgütlenme tarzının zorunlu bir sonucuymuş gibi değerlendiriyorlar. Çözüm olarak ise, “yeni toplumsal hareketler”in hiyerarşik olmayan, lidersiz ve yatay yapısını sunuyorlar. Yani solcu akademisyenler, tam da küçük-burjuva sosyalist anlayışlarına uygun olarak; özgürlükçülük adına örgütsüzlüğü, bürokratik panzehir olarak devrimci partinin gereksizliğini ve gevşek tipte örgütlenmeleri savunuyorlar.

Kimlik siyaseti değil sınıf siyaseti!

Sınıf mücadelesi dalgasının geriye çekildiği koşullarda, küçük-burjuva sosyalizminin değerlendirmeleri dünyada nasıl etkili olduysa, Türkiye’de de aynı ölçüde ve hatta daha fazla etkili oldu. Türkiye’de 12 Eylül 1980 faşist darbesinin getirdiği tasfiye dalgası, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birleşerek çok yönlü bir etki yarattı. İşçi sınıfından kaçış hızlanıp sınıfın devrimci rolü sorgulanırken, “yeni toplumsal dinamikler” arayışı eşliğinde sınıf eksenli siyaset küçümsendi ve dışlandı. Bu dönemin özelliği, sınıf kimliğine karşı bireyciliğin ve kültürel kimliklerin baskın hale gelerek kendisini sosyalist harekete adeta dayatmasıdır. İşçi sınıfı hareketinin yerine ikame edilmeye çalışılır şekilde, çevre, feminist, eşcinsel ya da ezilen ulus hareketinin taleplerinin önceliğini vurgulamak, sanki en başta gelen zorunlu sosyalist bir görevmiş gibi bir algı oluşmasına yol açmıştır.

Ezilen ulus hareketinin, feminist hareketin, çevre hareketinin ya da eşcinsel hareketin taleplerinin baskın hale gelerek sosyalist politikaya damgasını basması ve sınıf eksenli siyasetin önüne geçmesi; çok açık ki işçi sınıfının devrimci rolüne güvensizlikten ve devrimci bir sınıf siyasetinin konjonktürel zayıflığından kaynaklanmaktadır. Oysa tarihsel ve güncel deneyimler doğrulamaktadır ki, işçi sınıfının evrensel devrimci rolünü üstlenecek, onun yerine geçecek ve kendi kurtuluşuyla birlikte insanlığın da kurtuluşunu sağlayacak başka bir sınıf, kesim, özne yoktur. Bunda işçi sınıfının birliğe doğru doğal eğilimi ve birleştirici gücü önemli bir yer tutmaktadır. Diğer hareketlerde ise kesimsellik, konjonktürellik, ayrıştırıcı ve parçalayıcı eğilimler ağır basmaktadır. Bugüne kadar “yeni toplumsal hareketler” ne kendi aralarında –ulusal ya da uluslararası alanda– bir birlik kurabildiler ne de bu hareketleri oluşturan toplumsal kesimlerin mücadelesi bir süreklilik gösterdi. İşçi sınıfının geleneksel örgütlerini eski olmakla eleştirip örgütsüzlüğün ve dağınıklığın savunulmasından zaten nasıl bir birlik çıkabilir?

Tarih sahnesine adım attığı günden beri kapitalizm, hareket tarzıyla, toplumsal alanda yeni çelişkiler yaratıyor ve bunda şaşılacak bir şey yoktur. Geçmişten günümüze toplumun sömürülen, ezilen, horlanan kesimleri, çeşitli mücadele başlıkları altında bir araya gelmiştir ve gelmeye de devam edecektir. Ne kadın ne çevre ne ırkçılık karşıtı ne ezilen ulus ne de göçmen hareketi yenidir. Fakat bu tür mücadelelerin nesnel temeli, istekleri ve hedefleri birbirinden farklıdır. “Küreselleşme karşıtı” hareketin bir bütünlüğü ve iç tutarlılığı yoktur. Bu gerçeği, belki de en çarpıcı şekilde, Latin Amerika’da kapitalizmin yarattığı yıkım sonucunda yükselen toplumsal mücadelelerin geri çekilmesiyle, “yeni toplumsal hareketler” kategorisinde değerlendirilen kesimlerin mücadelesinin de geri çekilmesi, tavsaması, hatta düzenle iç içe geçmesi göstermektedir. Yıllar önce Almanya’da ortaya çıkan Yeşillerin bugün düzenin temel aktörlerinden birine dönüşmesi çok şey anlatmıyor mu? Kısacası, bu hareketlerin kapitalizme karşı mücadelenin öznesi olması mümkün değildir.

Kapitalizmin biriktirdiği toplumsal çelişkiler çeşitli biçimler altında patlıyor ve patlamaya da devam edecek. 2011’de tüm Arap coğrafyası halk isyanlarıyla sarsıldı. Derin bir ekonomik krizle sarsılan Yunanistan’da kitlelerin ayağa kalkması devrimci durumlara yol açtı. Yine İngiltere ve Fransa’yı sarsan siyah göçmen emekçilerin isyanlarıyla karşılaştık. Keza Amerika’da Trump’ın saldırgan politikalarının ve faşist saldırıların sonucunda başlayan anti-faşist gösteriler kısa zamanda militan ve kitlesel bir boyut kazandı. Gelecekte, bilhassa Avrupa’da göçmenlerin çekilmez kahırlı yaşamlarının doğuracağı birçok isyana tanıklık etmemiz büyük bir olasılık. Tüm bu isyanların ve kitle gösterilerinin nedeni, kapitalizmin yarattığı yoksulluk, işsizlik, sefalet, ırkçılık, anti-demokratik uygulamalar ve ayrımcı politikalardır. Kapitalizmin emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselen toplumsal yapısıdır. Güncel deneyimler de gösteriyor ki sınıf eksenli bir siyaset izlenmeden, patlak veren toplumsal mücadelelerin kapitalizmin temellerine yönlendirilmesi mümkün değildir. Sınıf eksenli bir mücadele olmadıkça, işçi sınıfının ve toplumun harekete geçen çeşitli kesimleri kendi alt-kimliklerine hapsolacak, kendi içlerine kapanacak ve başlayan mücadele kaçınılmaz olarak sönüp gidecektir. İşçi sınıfı hem kapitalizmi yıkabilecek tek devrimci güçtür hem de birleştirici bir güç! Sınıf kimliği tek ve yegâne birleştirici kimliktir! Dolayısıyla, yalnızca sınıf eksenli bir siyaset toplumun çeşitli kesimlerinin mücadelesini kapitalizme karşı yönlendirebilir. Tüm bu olgular, kapitalizmin tarihsel krizine devrimci bir çözümle yanıt verebilecek ve insanlığı bu belâdan kurtarabilecek potansiyele yalnızca işçi sınıfının sahip olduğunu bir kez daha doğrulamaktadır. 

15 Ocak 2018


[1]  Marx, 1844 Felsefe Yazıları, V Yay.

[2] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay.,s.8

[3] Alan Swinge Wood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Agora Yay., s.432

[4] Elif Çağlı, age, s.87-88

[5] Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Birikim Yay., s.100-104

[6] Mouffe ve Laclau, “Özcülüğün Son Kalesi: Ekonomi”, age

[7] Chantal Mouffe, Dünyayı Politik Düşünmek, İletişim Yay., s.153

İlgili yazılar