İnsan Hakları ve İşçi Sınıfı
Akın Erensoy, 1 Aralık 2007

Birleşmiş Milletler’in 10 Aralık 1948’de ilan ettiği, bu sene 59. yılı kutlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kökleri iki buçuk asır öncesine dayanıyor. İlk “İnsan hakları” bildirgesi 12 Haziran 1776’da ilan edilen Virginia İnsan Hakları Bildirgesi’dir. Bu bildiri Amerikan anayasasının da temelini oluşturur. İkinci bildirge 13 yıl sonra, 1789 Fransız devrimiyle gelmişti: İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi! İşte BM’nin anayasa olarak da kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, bu iki metinden hareketle yazılmıştır. Bu üç metin de kapitalist üretim ilişkilerini ve sınıf farklılıklarını temel veri alır ve bu zemin üzerine genel ve soyut bir insan eşitliği ve özgürlüğü inşa eder. Ancak toplumun sınıflara bölündüğü, sınıf farklılıklarının toplumsal yaşamın her alanına damgasını bastığı kapitalist düzende, insanların “hukuken eşit” ve “özgür” oldukları söyleminin gerçek bir karşılığı yoktur.

Tam da bu noktada, burjuva “insan hakları” beyannamelerinden tümüyle farklı olan, 1917 Ekim proleter devriminin can verdiği Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi’ni anmak gerekiyor. Lenin tarafından kaleme alınan ve Sovyet anayasasının temel bir bölümü haline getirilen bu bildirgede, somut yaşamda eşitsizliklerin kaynağı olan ve geniş işçi-emekçi kitleleri esaret zinciriyle bağlayan insanın insan tarafından sömürülmesine, dolayısıyla da sınıfsal farklılıklara son verileceği ilan ediliyordu. Bu iki bildirge arasındaki temel fark, işçi sınıfının “insan hakları” meselesine nasıl bir perspektiften yaklaşması gerektiğini de ortaya koyar. İşçi sınıfı için “insan hakları” istemi sınıfsız bir toplum kurma yolunda verdiği demokratik haklar mücadelesinden ayrılamaz. Daha doğrusu “insan hakları” meselesi demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesinden başka bir anlama gelmemektedir.

“İnsan hakları” düşüncesinin tarihsel gelişimi

“İnsan hakları” kavramının burjuva içeriğini ve gerçek yaşamdaki sınırlarını daha net kavramak için, tarihin hangi aşamasında sahne aldığına yakından bakmak gerekiyor. Bilindiği üzere, Avrupa’da Orta Çağ’a ve oradan burjuvazinin siyasal iktidarı fethettiği 17. ve 18. yüzyıllara uzanan döneme kadar tüm toplumsal yaşama damgasını vuran kilise ve dinsel düşünceydi. Dinsel düşünceye göre siyasal iktidarın kaynağı “Tanrısal düzen”di. Böylece dönemin egemen sınıfları aristokrasi ve kilisenin ruhban sınıfı, mutlak ve tartışılamayacak ayrıcalıklarını “Tanrısal düzen”e dayandırmış oluyorlardı. Bu ideolojiye göre dünyevi yaşamda insanlar eşitsizdi ve bunun sebebi de insanların mukadderatıyla ilgiliydi. Söylemde maddi değerler yerine maneviyatı öne çıkaran, dünyevi hazları aşağılayan, tüm bunları “öteki-dünya”ya havale eden ruhban sınıfı, gerçekte ikiyüzlüce bir tutum sergileyerek “dünyevi” nimetlerden keyfince yararlanıyordu.

Kapitalist üretim ilişkilerinin doğup gelişmesiyle tarih sahnesine çıkan, ama bu “Tanrısal düzen”de kendisine yer bulamayan burjuvazi, feodal düzenin sınıflarına karşı siyasal-hukuksal “eşitlik” talebini yükseltmeye başladı. Kapitalist üretim ilişkilerinin ön açmasıyla gelişen ve Orta Çağ’ın karanlığını yırtarak insanı yücelten, bilimin yeniden filizlenmesini sağlayan Rönesans, Katolik Kilisesine baş kaldırarak Protestan mezhebini kuran Luthercilik-Reformculuk, dinsel düşüncenin yerine insan aklını ve bilimi geçiren Aydınlanma çağı, burjuvazinin “eşitlik” ve “siyasal iktidar” savaşımının geçiş durakları olarak tarihte yerlerini almışlardır. Fakat burjuva “eşitlik” ve “özgürlük” anlayışının ve siyasal-hukuksal düzenin ideolojik temelleri özellikle Aydınlanma döneminde atılmıştır.

Aydınlanma çağının Locke ve Rousseau gibi filozofları dinsel düşünceye ve skolastik felsefi anlayışa sert eleştiriler yöneltirken, iktidarın kaynağının da “Tanrısal düzen” değil, insan aklı olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Dönemin tüm düşünürleri insanı başlangıçta bir “doğa durumu”nda tasvir ediyor ve insanın bu “doğa durumu”ndan bir “toplum sözleşmesi” düzeyine yükselmesi gerektiğini savunuyorlardı. Dönemin filozofları salt insan aklının her şeyi çözebileceğine öyle inanmışlardı ki, verili toplumsal gerçeklik ve sınıf farklılıkları onlar için pek bir anlam ifade etmiyordu. Önemli olan bir şeyin akla uygun olması ya da olmamasıydı. İnsanlar özgür iradelerini ve akıllarını kullanarak “doğa durumu”ndan “toplum sözleşmesi” düzeyine yükselmeye karar verdiklerinde, bireysel erklerini ortak bir otoriteye-devlete devrediyorlardı. Devlet toplumdaki eşit ve özgür bireylerin kendi arasında yaptığı sözleşme ile varlık bulan, ama toplumun üzerinde yer alan, tarafsız ve herkesin çıkarını korumakla mükellef bir genel irade idi! Locke, devlette birleşmenin nedenlerini ortaya koyarken, özellikle mülkiyet hakkının korunmasına vurgu yapıyordu. Ona göre, aristokrasinin ya da ruhban sınıfın ayrıcalıkları olmamalı, asaletler ortadan kalkmalı ve bütün insanlar hukuken, yasalar karşısında eşit olmalıydı.

Locke ve benzeri düşünürler “toplum sözleşmesi” savunusuyla kapitalist düzende sınıfsal ilişkilerin aldığı siyasal-hukuksal biçimi ve onun ideolojik temellerini de döşemiş oluyorlardı. Fakat Locke ya da Rousseau gibi filozofların bu düşünceleri kuşkusuz birdenbire, kendiliğinden peyda olmamıştı. Esasında söz konusu düşünceler kapitalist gelişime bağlı olarak ortaya çıkmış, 1640 İngiliz burjuva devrimiyle kısmen de olsa hayata geçmiş ve bu düşünürlerin önünde somut bir deneyim oluşturmuştu. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimleri süreçleri ile birlikte, insanların doğuştan birtakım “doğal haklara” sahip oldukları, “eşit” ve “özgür” doğdukları, siyasal erkin kaynağının “Tanrısal düzen” değil de akıl ve toplum olduğu düşüncesi, yukarıda sözünü ettiğimiz bildirgelerde ete kemiğe bürünecek ve burjuva düzenin siyasal-hukuksal temelini oluşturacaktı.

“İnsan hakları” bildirgelerinin eleştirisi

Tüm “insan hakları” bildirgeleri daha ilk maddelerinde genel ve soyut insan eşitliğine ve özgürlüğüne vurgu yaparlar. Virginia İnsan Hakları Bildirgesi: “Tüm insanlar eşit derecede özgür ve bağımsızdırlar.” Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi: “İnsanlar hukuk açısından eşit ve özgür doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar.” BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.” Ancak soyut haklar bakımından eşit olan insanlar, somut-gerçek yaşamda toplumsal bakımdan hiç de eşit değillerdir. Soyut düzeyde “eşitlik” ve “özgürlük” gelip kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş dünyasına çarpar ve tüm büyüsünü yitirir. Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetini eline geçiren burjuvazi, öte tarafta ise tüm zenginliği üreten, sömürülen ve işgücünden başka satacak şeyi olmayan proletarya! Bu temel antagonizma üzerinde yükselen kapitalist toplum, her düzeyde eşitsizlikler ve çelişkiler üretir.

Fakat denebilir ki, söz konusu “insan hakları” bildirgeleri toplumdaki sınıfsal farklılıkların üzerine çıkıp “ideal toplum”u tarif etmektedir. Bu bakış açısı son derece yanıltıcı olur. Daha girişte vurguladığımız üzere, üç bildirge de sınıf farklılıklarını veri alır, her biri de mülkiyet hakkına özenle vurgu yapar ve onu “doğal haklar” içinde sayar. Virginia bildirgesi “yaşama ve özgürlük haklarıyla, mülk edinme ve sahip olma, mutluluk ve güvenlik arama ve kazanma olanağı da bunların arasındadır” der. 1789 Fransız bildirgesi “özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya direnme” hakkından söz eder. BM bildirgesine göreyse “her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez”. Çok açık ki bu bildirgelerdeki mal-mülk ya da mülkiyet hakkı denen şey, burjuvazinin üretim araçlarına sahip olma hakkından başka bir anlama gelmemektedir.

Esasında “insan hakları” bildirgelerinin gerçek muhtevasını BM beyannamesinin giriş kısmında ifade edilen şu sözler özetlemektedir: “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına…” karar verilmiştir. Yani sömürülen ve ezilen kitlelerin kapitalizme karşı ayaklanmaması ve devrime yeltenmemesi için onları aldatmak gereklidir! Bundan dolayıdır ki, kapitalist sömürü düzeninin üzeri soyut “eşitlik”, “özgürlük”, “hukuksal eşitlik” ya da “insan hakları” gibi ideolojik kavramlarla örtülmektedir. Oysa Marx’ın da değindiği üzere her verili hukuk, verili üretim ilişkilerinin, yani kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin bir tezahüründen başka bir şey değildir.

Kapitalistin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olma özgürlüğünün işçinin ücretli köleliği üzerinde yükseldiğini de unutmamak gerekiyor. Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan ve işgücünü satarak hayatını idame ettiren bir işçinin özgürlüğünün sınırları nedir? İşçi ya işgücünü satarak yaşamını devam ettirecektir, ki bu durumda sömürülmeden yaşama özgürlüğünü yitirmektedir ya da çalışmama özgürlüğünü tercih edecektir, ki bu durumda da aç kalacaktır! Tam da bu noktada burjuva eşitliğinin ve özgürlüğünün foyası açığa çıkmaktadır. Eşitliği biçimsel bir şey olarak gören burjuvaziye göre, işçi işgücünü satmış ve kapitalist de ona karşılığını ödemiştir; söz konusu olan bir “eşitler” değişimidir; üstelik işçi “özgür iradesiyle” bu “eşit değerler değişimi”ne katılmıştır! Ama bu “eşitler değişimi”, her ne hikmetse, bir tarafın devasa bir zenginliğe kavuşmasına diğer tarafınsa korkunç bir sefalete sürüklenmesine yol açmaktadır! Hem de özgürce!

“Eşitlik” ve “özgürlük” isteminin tarihsel arka planını yukarıda ortaya koymuştuk. Bir kez daha altını çizmek gerekirse, 1789 Fransız devrimine “eşitlik, özgürlük, kardeşlik!” şiarıyla damgasını basan bu istemin gerçek hedefi, siyasal iktidarı elinde tutan aristokrasi ile burjuvazi arasında hukuksal eşitliği sağlamaktı. Eşitlik; evet, aristokrasi ile üçüncü sınıfın –Tiers Etat– bir parçası olarak görülen burjuvazinin eşitliği! Özgürlük; evet, burjuvazinin üretim araçlarını edinme ve ticaret özgürlüğü! Lakin burjuvazi, feodal sınıflara karşı geniş işçi-emekçi kitlelerin desteğini arkasına almak için “eşitlik ve özgürlük” sloganına “kardeşliği” de eklemiş ve sanki tüm toplumun “eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği” mevzu bahismiş gibi, büyülü bir retorikle sunmuştur. Bu noktada, Marx’tan aşağıya alacağımız alıntı sanırız sadece Fransız burjuvazisinin değil, ama “insan hakları” bildirgelerinin de gerçek doğasını ortaya koyacaktır: “Gerçekten, kendisinden önce hükmetmekte olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır. Ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” (“Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, Sol Y., s. 57)

Aynı sayfada Marx, Fransız burjuvazisi, aristokrasinin egemenliğini devirdiği zaman, bununla, proletere de, proletaryadan daha yükseğe çıkma olanağı verdi der: “Ama yalnız şu anlamda ki, onların kendileri de burjuva oldular.” Yani burjuvazi siyasal iktidarı fethettikten sonra, kitlelerin anladığı anlamda “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” hâsıl olmamış ve sınıfsal farklılıklar ortadan kalkmamıştır. Burjuvazi tüm emekçilere kendisi gibi olma, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olma hakkını tanımış, bu bağlamda “hukuki eşitlik” sağlanmıştır. Ne var ki, toplumun mutlak çoğunluğunu oluşturan ve işgüçlerinden başka satacak –tabii iş bulabilirlerse– şeyleri olmayan ve ancak yaşamlarını idame ettirebilen işçi-emekçi kitlelere üretim araçlarının mülkiyetine sahip olma hakkının verilmesinin gerçek hayatta bir karşılığı yoktur.

Bir hakkın soyut düzeyde tanınması ile somut yaşamda karşılık bulmasının apayrı şeyler olduğu gerçeğini bir başka örnekle somutlayalım. İşçi sınıfının uzun savaşımlar sonucunda elde ettiği sosyal kazanımlar BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne de girmiş ve bu bildirgenin önemli bir kısmını oluşturmuştur. Bildirgenin 23. maddesinin 1. bendinde şöyle denmektedir: “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.” Oysa sınıflara bölünen ve her düzeyde keskin çelişkiler ve eşitsizlikler üreten kapitalist topluma gözlerini açan bir işçinin geleceği daha baştan çizilmiştir. İşçinin öncelikle hedefi şu ya da bu iş arasında tercih yapmak, canı hangi işte istiyorsa onda çalışmak değil, içine doğduğu koşulların ona verdiği vasıfla veya vasıfsız olarak bir iş bulmak ve kendisiyle birlikte ailesinin karnını doyurmaktır. İşgücünden başka satacak “malı” olmayan işçi, “yok ben beğenmedim bu işi” dediği anda, kendisini işsizler ordusu içinde, açlıkla yüzyüze bulacak ve kapitalist onun yerine yedek sanayi ordusundan bir başka işçiyi işe alacaktır. Yani işçinin işini seçme özgürlüğü, kapitalist toplumda tatlı bir masaldan başka şey değildir.

Bununla birlikte, bildirgelerde dile getirilen “hukuksal eşitliğin” bile herkes için geçerli olmadığını, burjuvazinin ikiyüzlüce davrandığını vurgulamak gerekiyor. Örneğin, Amerika’da, Virginia bildirgesinin bir kopyası olan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yayınlanmasının ardından siyahlar yıllarca köle olarak kalmaya devam etmiş ve ancak 1861’de kölelik kaldırılmıştır. Lakin köleliğin şeklen kaldırılması da bir şeyi değiştirmemiştir; genel olarak siyahlar ikinci sınıf insan yerine konarak horlanmaya ve aşağılanmaya devam ederken, bazı eyalet devletleri bunu resmi düzeye taşımışlardır. Fransa örneği ise daha çarpıcıdır. Devrimden ve “insan hakları” bildirgesi yayınlandıktan sonra Fransa’nın sömürgesi olan ülkeler sömürge olarak kalmaya devam etmiş, sömürgelerdeki insanlar, insan sayılmadığından olsa gerek, ne “eşit” ne “özgür” ne de “kardeş” sayılmışlardır! Tam da yeri gelmişken, “insanlar hukuk açısından eşit ve özgür doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar” sözünün koca bir yalan olduğunu, sömürgeler somutunda bir kez daha vurgulayalım. Ve bu koca yalanı Birleşmiş Milletler, evrensel bildirgesiyle evrensel düzeye yükseltmiştir.

Söz konusu bildirgenin ikinci maddesinin ikinci bendinde şöyle denmektedir: “Bundan başka, bağımsız memleket uyruğu olsun, vesayet altında bulunan, özerk olmayan veya bir başka egemenlik sınırlamasına tâbi ülke uyruğu olsun, bir şahıs hakkında, uyruğu bulunduğu memleket veya ülkenin siyasi, hukuki veya milletlerarası statüsü bakımından hiçbir ayrılık gözetilmeyecektir.” Ne lütuf, ne lütuf! Çok açık ki bildirge, kaleme alındığı 1948 yılında henüz pek çok sömürgesi bulunan emperyalist ülkelerin sömürgelerdeki durumunu meşrulaştırmaktadır. Bununla birlikte bu bildirge, aynı zamanda bugün Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak’taki işgalini, Filistin ve Kürt halklarının ezilmesini de meşru kılmaktadır. Ama bildirgeye göre bir ülkenin insanlarının vesayet altında olmalarında sorun yoktur; böyle olsalar bile vesayeti altına girdikleri ülke insanları ile “hukuken eşittirler” ve “aynı haklara sahiptirler!” Bu, düpedüz bir yalandır! Zira bir halkın özgürlüğünü elinden alarak onu boyunduruk altına sokmak zaten “evrensel hukuksal eşitliği” ortadan kaldırmaktadır.

Virginia ve Fransa bildirgeleri bir anlamıyla bireysel hakları kapsarken, BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi devletlerarası hukuk niteliğindedir. Yani bu bildirgenin altına imza koyan devletler, uluslararası düzeyde bir taahhüt altına girmiş ve bildirgeyi sahiplenmişlerdir. Böylece “eşitlik” ve “özgürlük” üzerinde yükselen evrensel burjuva hukuku, bildirgeyi kabul eden her ülkenin anayasasında da ifadesini bulmaktadır. Devletlerin uygulamalarına baktığımızda ise, ülke anayasalarında ifadesini bulan “insan hakları”nın bir kandırmaca ve sadece kâğıt üzerinde olduğu gerçeğini daha net görürüz. Örneğin, BM beyannamesinin üçüncü maddesi “yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır” demesine rağmen, bildirgenin altına imza koyan ve onun hükümlerini kendi anayasasına sokan ABD emperyalizmi Afganistan’ı ve Irak’ı kan deryasına çevirmiş ve yüz binlerce insanın yaşama hakkını elinden almıştır.

Beyannamenin beşinci maddesinde ise şöyle deniyor: “hiç kimse işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tâbi tutulamaz.” Oysa demokrasinin görece geniş olduğu gelişmiş kapitalist ülkeler de dâhil, dünyanın her köşesinde işkence yapılmakta, insan haysiyeti ayaklar altına alınmaktadır! ABD emperyalizminin Ebu Garip ve Guantanamo cezaevlerinde insanlara reva gördüğü zulmün, Türkiye’de devrimcilere ve Kürt halkına dönük baskı ve işkencenin haddi hesabı yoktur.

Dokuzuncu madde ise insanı sadece güldürüyor: “Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez.” Oysa başta ABD olmak üzere dünyanın her köşesinde burjuva devletin kolluk güçleri keyfi tutuklamalar yapmaktan geri durmamaktadır. Amerika’da ya da Fransa’da “siyah derili” bir insan, tutuklanması için hiçbir sebep olmasa da, siyahlar ikinci sınıf insan ve potansiyel suçlu sayıldığından ötürü, tutuklanmakta ve hatta öldürülmektedir. Keza başta Müslümanlar olmak üzere Latin Amerikalı ve Asyalı göçmenler emperyalist metropollerde “terörist” muamelesi görmekte ve polisin her türlü keyfi uygulamasına maruz kalmaktadırlar. Türkiye’de ise bir insanın keyfi bir biçimde tutuklanması için Kürt ya da devrimci olması yeterli bir sebeptir. Polis her zaman ve her yerde istediği gibi arama yapabilmekte, dilediğini tutuklamakta ve son günlerde ayyuka çıktığı üzere, doğrudan insanların üzerine kurşun yağdırmaktadır. En temel hak ve özgürlükler arasında olan “basın özgürlüğü” nedense söz konusu olan sosyalist ve Kürt basını olunca unutulmakta, sosyalist ve Kürt basını ya kapatmalarla ya da büyük para cezalarıyla susturulmaktadır.

Emperyalist savaş konjonktürüyle birlikte tüm dünya parlamentoları anti-demokratik ve faşizan içerikli yasaları yürürlüğe sokmuş ve polis devleti uygulamaları baş göstermiştir. Yani burjuva ideologların kıvançla tekrarladığı ve adeta evrensel erdemin cisimleşmesi olarak yücelttikleri insan hakları; “kamu yararı” veya “kamu düzeni” ya da “ulusal güvenlik” gibi bahanelerle kaldırılıp bir tarafa atılmaktadır. Böylece söz konusu olan şeyin genel bir “insan hakları” olmadığını, esas olarak “burjuva insanın hakları” olduğunu, “evrensel insan hakları” masalının ise bir kandırmaca olduğunu, düzen her tehlikeye girdiğinde emekçi sınıflara gösterilen sopayla görmüş bulunuyoruz. Özetle, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler, yani sınıf farklılıkları, kadınların ikinci cins sayılması, çocukların her türlü istismarı, halkların ezilmesi ve aşağılanması “insan hakları” bildirgelerinin yayınlanmasıyla ve o bildirgelerin “evrensel hukukun” temeli olarak kabul edilmesiyle ortadan kalkmamıştır, kapitalizm yıkılmadığı müddetçe de kalkmayacaktır!

Gerçek eşitlik ve özgürlük sosyalizmde

Burjuva “eşitlik” ve “özgürlük” anlayışının ne kadar soyut, somut yaşamda karşılığı olmayan ve esas hedefinin de kapitalist egemenliği perdelemek olduğu su götürmez bir gerçek! Oysa toplumsal eşitliği sağlamak için soyut bildirilerden öte, eşitsizliklerin kaynağı olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak gerekiyor. İşte 1917 Ekim Devrimiyle iktidarı fetheden işçi sınıfı, Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi ile gerçek yaşamda eşitsizliklerin kaynağı olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracağını ilan ediyordu.

10 Temmuz 1918’de toplanan Beşinci Tüm-Rusya Sovyetleri Kongresi bu bildirgeyi ilk Sovyet Anayasası olarak kabul ederek, hem devletin niteliğini İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti olarak tanımlamış ve hem de bu devletin nihai amacını –burjuva ikiyüzlülüğü bir kenara iterek– bildirge aracılığıyla, ikircimsiz ortaya koymuştu. Bildirge üçüncü maddede temel amacını “insanın insan tarafından sömürülmesini ve toplumun sınıflara ayrılmasını tamamen yok etmek, sömürücüleri acımaksızın ezmek, toplumu sosyalist bir temelde örgütlemek” olarak koymaktaydı. Dokuzuncu madde ise, bu maddeyi daha da açıyor ve proletarya iktidarının geçişsel karakterine dikkat çekiyordu: “Mevcut geçiş dönemi için hazırlanan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti anayasasının ana hedefi, burjuvaziyi tümüyle bastırmak, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmak ve ne sınıflara bölünmenin ne de devlet iktidarının var olacağı sosyalizmi inşa etmek…”

Temel amacını sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak, devletsiz ve sınıfsız bir toplum olarak açıklayan proletarya bildirgesi, dikkat çektiği geçiş döneminde ise bu toplumun koşullarının yaratılacağını açıklıyordu. Dolayısıyla da ilk önce yapılması gereken, sınıf farklılıklarının ve eşitsizliklerin kaynağı olan üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermekti. Üçüncü madde altında, bütün toprakların toplumsallaştırıldığı ve özel mülkiyete son verildiği, bütün toprakların halkın tümüne ait olduğu, bütün ormanların, maden kaynaklarının, ulusal öneme sahip su kaynaklarının, bütün büyük ve küçükbaş hayvanların, çiftliklerin ve içindeki tarım aletlerinin halkın malı olduğu yazıyordu. Aynı madde altında şunlar da deniyordu: “İşçilerin kontrolü ve Yüksek Ekonomik Konseye dair Sovyet yasaları, emekçilerin sömürenler üzerindeki iktidarını güvence altına almak için ve bütün fabrikaların, madenlerin, tren yollarının ve bunun dışındaki üretim ve taşıma araçlarının İşçi ve Köylü Sovyetleri Birliğine devrinin bir ilk adımı olarak, burada tasdik olunur.”

İşçi devleti, insanının insan tarafından sömürülmesine son vermiştir. Böylece insanın doğada ve toplumsal yaşamdaki varlığıyla örtüşen ve kendisini anlamlı kılmasını sağlayan “çalışma”, kapitalist piyasanın kamçısından kurtarılarak işçinin kendisine ve topluma yararlı bir faaliyete dönüştürülmüştür. Bunlarla birlikte, burjuva düzende genel ve soyut şeyler olmaktan öteye geçemeyen haklara, işçi sınıfı, kendi iktidarı altında kavuşmuştur. Bildirgenin birinci maddesinde de dendiği üzere, “merkezi ve yerel, tüm güç sovyetlerin elindedir.” Yani siyasal iktidar sovyetler aracılığıyla tüm işçi-emekçi sınıflardadır. Kitleleri siyasal ve ekonomik iktidarın yönetimine katmayan burjuva demokrasisinin temsili yapısının aksine, işçi demokrasisi, tüm işçi-emekçi yığınları sovyetler üzerinden siyasal ve ekonomik yönetime katan bir doğrudan demokrasidir. Bildirge, tüm sovyet görevlilerinin işçilerin oylarıyla seçilmesini, seçilen görevlilerin doğrudan seçmenlere hesap vermesini ve istenmediği takdirde ise geri çağrılabilmesini, ayrıcalıklar oluşmasın ve görevliler yerlerini rahatlıkla başkalarına bıraksınlar diye tüm görevlilerin ücretinin ortalama bir işçi ücretini geçmemesi gerektiğini kayıt altına alıyordu.

Ayrıca bildirge, işçi-emekçi kitlelerin düşünce ve vicdani özgürlüklerini de güvence altına aldığını açıklıyordu. On üçüncü madde, kilisenin devletten ve okulun da kiliseden ayrıldığını, bütün vatandaşların dini ve din karşıtı fikirlerini yayma hürriyeti olduğunu belirtirken, on dördüncü madde, emekçilerin düşünce özgürlüğünü güvence altına almak amacıyla basını, tüm olanaklarıyla birlikte onların hizmetine koştuğunu ilan ediyordu. Bildirgenin en önemli maddelerinden biri de, ezilen halkların bağımsızlık hakkını tanıdığını ilan etmesiydi. Dördüncü maddenin son bölümünde ve altıncı maddede şöyle denmektedir: Sovyetler “ulusların kendi kaderini özgürce tayin hakkı… arkasında kayıtsız ve şartsız durmaktadır.” Sözümona “evrensel hukuk”un temeli olarak sunulan, ama ezilen halkların boyunduruk altında olmasını meşrulaştıran burjuva İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi mi daha üstün, yoksa birtakım soyut “hukuksal eşitlik” yaveleri yumurtlamadan, doğrudan ezilen halkların özgürlüklerini ilan eden Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi mi? Kabul etmek gerekiyor ki Çalışan ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi, burjuva devletlerce uluslararası üst anayasa olarak kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden milyon kere daha demokratiktir.

Buna karşın, elbette insanların belirli haklara sahip olduğunu ortaya koyması bakımından burjuva “insan hakları” bildirgeleri önemsiz değildir. Geçmişteki sınıflı toplumlarda bugünkü burjuva anlamda ne “insan hakları” ne de “hukuksal eşitlik” vardı. Dolayısıyla genel ve soyut düzeyde de olsa insan “eşitliği” ve “özgürlüğü” ya da bunların tümünü kapsayan “insan hakları” genellemesi, insanlığın sınıfsız topluma doğru ilerlerken basacağı bir basamaktır ve küçümsememek gerekir. Lakin var olan her şey, günü gelir eskir ve kendisinden ileride olanla kıyaslanır. Dolayısıyla da bizim, proletarya demokrasisi ile burjuva demokrasisini veya burjuva “insan hakları” bildirgeleri ile işçi sınıfının sınıfsız toplumu örgütlemek üzere ilan ettiği bildirgeleri karşılaştırmamızın nedeni budur. Nasıl ki, feodalizm kapitalizme göre tarihsel açıdan geriyse, burjuva demokrasisi de işçi demokrasisine göre geridir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, soyut insan “eşitliği” ve “özgürlüğü” üzerinde yükselen “insan hakları”nın kâğıt üzerindeki varlığı, sınıf farklılıklarını ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği sağlamamaktadır. Gerçek anlamda toplumsal eşitlik ve özgürlük, toplumun sınıflara bölünmesinin evrensel düzeyde ortadan kalktığı, insanın insanı sömürmediği, eşitsizliklerin kaynağının kuruduğu sosyalizmde gerçekleşecektir. 

1 Aralık 2007

İlgili yazılar