VII. Bölüm

Rusya-Ukrayna Savaşı, Sınır Tanımayan İsrail Kudurganlığı, Filistin’de Soykırım ve Ortadoğu Savaşının Genişlemesi

Emperyalist Kapışmadan Filistin Halkının Payına Düşen: Soykırım!

On yıllardır Filistin halkına gün yüzü göstermeyen İsrail devleti, sınır tanımayan bir gaddarlıkla Filistin’i yakıp yıkarak dünyanın gözü önünde bir halkı katlediyor, soykırım gerçekleştiriyor. Hamas’ın 7 Ekimde gerçekleştirdiği saldırıyı bahane eden Siyonist İsrail devleti, “terörü temizleme operasyonu” adı altında tarihin gördüğü en vahşi devlet terörünü uyguluyor. Gazze’yi işgal eden İsrail; savaş uçakları, helikopterler, SİHA’lar ve tanklarla karadan ve havadan tüm yerleşim yerlerini, tüm kentleri, tüm hastaneleri ve okulları bombaladı, yok etti, enkaz yığınına çevirdi. Şu ana kadar saldırılarda en az 15 bini çocuk ve 10 bini kadın olmak üzere 36 bini aşkın sivil hunharca katledildi, 100 bine yakın insan ise yaralandı. Sayıların dili soğuktur… Her geçen gün artan bu sayılar yaşanmakta olan korkunç acıları tarif etmeye yetmiyor. Gazze’den paylaşılan görüntüler, Filistin halkının bu dünyada diri diri cehenneme gömüldüğünü gösteriyor. Yapay zekâ dâhil en modern silahlarla dünyanın gözü önünde bir halkın yok edilmesi, tarihsel sınırlarına gelip varoluşsal bir krize giren kapitalist sistemin insanlığın başına ne çoraplar ördüğünün de göstergesidir.

Ortadoğu’da emperyalist kapışma sürüyor, Filistin halkı soykırıma uğruyor

ABD ve İngiliz emperyalizminin desteğiyle 1948’de kuruluşunu ilan eden İsrail devleti, yıllar içerisinde gerçekleştirdiği işgallerle büyüdü. Filistinlileri bin yıllardır yaşadıkları topraklardan sürüp yerlerine aşırı dinci, milliyetçi Yahudi grupları yerleştirdi, her saldırıda yeni Yahudi yerleşim yerleri kurdu. Evlerini, yurtlarını terk etmeyen Filistinliler ise yıllardır toprak bütünlüğü olmayan iki ayrı bölgede Gazze ve Batı Şeria’da dar bir alanda esaret altında tutuluyor. İsrail’in uyguladığı sistematik baskı altında keyfi gerekçelerle zindanlara atılıp katledilen ve geleceksiz bırakılan Filistin halkı, bugün topyekûn bir yok olma ile karşı karşıyadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen uluslararası siyasal konjonktürden yararlanan ABD ve İngiliz emperyalizmi, onların Ortadoğu’da silahlı gücü işlevi görecek terörist bir devlet yarattılar. Siyonist ideoloji temellinde kurulan bu devlet, bölgenin demografik ve coğrafi-siyasi yapısını zorbalıkla değiştirirdi. Bunu yaparken, uyguladığı sınırsız devlet terörünü ve zorbalığını Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırım üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Her ne kadar 1993’te ABD öncülüğünde Oslo “Barış Antlaşması” imzalandıysa da, İsrail asla katliamlardan ve işgallerden vazgeçmedi. Bu anlaşma, Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) İsrail’i tanımasını, Batı Şeria ve Gazze’yi içine alan bir “devletçik” ve onu yönetmek üzere Yaser Arafat liderliğinde Filistin Ulusal Yönetimi kurulmasını öngörüyordu. Ancak bu anlaşmanın tam olarak hayata geçirilmesi mümkün olmadığı gibi, Filistin sorunun çözülmesi ve halkın gün yüzü görmesi anlamına da gelmiyordu.

Çünkü “Filistin meselesi daha önceleri de yazdığımız üzere sıradan bir ezilen ulus sorunu çerçevesini aşarak genelleşmiş ve emperyalist hegemonya savaşının içine yerleşmiştir. Bu bakımdan Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı Ortadoğu’daki diğer sorunlarla iç içe geçerek Ortadoğu’yu kapsayan bir meseleye dönüşmüştür. Bunun böyle olmasının nedeni, Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından bir paylaşım alanına çevrilmiş olmasındandır. Ortadoğu, emperyalist ülkelerin hiç durmaksızın kapıştıkları bir alandır. Ne Ortadoğu Filistin sorunundan ne de Filistin Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan bağımsızdır. (…) Filistin meselesi Filistin’le sınırlı bir sorun değildir. Ortadoğu’da nüfuz alanları için kavga eden emperyalist güçler, Filistin sorununu kendi çıkarları çerçevesinde ele almaktan geri durmayacaklardır. Denge kimin lehine sağlanırsa sağlansın, Filistin toprakları Ortadoğu’nun özgünlüğünden dolayı emperyalistlerin kapışma alanı olmaktan çıkmayacaktır. Emperyalist dengelerle şekillenecek bir Filistin devleti, dengeler bozulduğunda yeniden sorun olmaya devam edeceğinden, asla kalıcı ve adil bir çözüm sağlanamayacaktır.”[1] Bu satırların yazıldığı 2005’ten bu tarafa geçen sürede Ortadoğu’da savaş daha da kızışmış, daha girift bir hâl almış, hegemonya krizi ve kendine özgü biçimler alan Üçüncü Dünya Savaşı genişlemiştir. Yalnızca Suriye, Yemen ve Ukrayna’yı hatırlamak yeterlidir.

İşgal ederek, halkı evlerinden sürerek, zorla göç ettirerek Filistin topraklarını sürece yayarak tümden yok etme planı güden İsrail, emperyalist ve bölgesel güçler arasındaki çatışma ve çelişkileri bu temelde kullanmıştır, kullanmaya da devam etmektedir. Faşist İsrail egemenlerine göre, Filistin’in bir devlet olarak tanınması ve yıllarca tartışılan “iki devletli çözüm” söz konusu değildir. İşgalci İsrail devleti için Filistin sorununun çözümü kitlesel katliam ve soykırımdır. Filistinlilerin başka ülkelere sürülmesi, bölgedeki Suriye, Lübnan gibi çevre ülkelerin sindirilip mevcut durumun kabul ettirilmesi koşuluyla İsrailli egemenler, “güvenli” topraklara kavuşmayı arzuluyorlar. Ancak Siyonist devlet uyguladığı soykırımla dünya halklarının gözünde gayrimeşru hale gelirken, uluslararası siyasal alanda da giderek yalnızlaşıyor. Geçtiğimiz günlerde İspanya, Norveç ve İrlanda’nın Filistin devletini resmen tanımaları, bu açıdan yeni bir adım olmuştur. Filistin devletinin uluslararası meşruiyetini güçlendirmeyi ve İsrail’e basınç bindirmeyi amaçlayan bu tanımanın ne kadar etki yaratacağını göreceğiz. Filistin halkının kanıyla yıkanan İsrailli egemenler, sanki dünyanın gözü önünde soykırım uygulamıyorlarmış gibi, bu savaşa karşı çıkan herkesi Yahudi düşmanı ve antisemitist ilan ediyorlar.  İsrail Dışişleri Bakanı’nın, İspanya hükümetini Filistin devletini tanıdığı için “Yahudilere karşı soykırımı ve savaş suçlarını kışkırtmada suç ortağı” olmakla suçlaması buna örnektir. Siyonist devlet, mazlum Filistin halkının yanında yer alan herkesi ve Filistin’i tanıyan devletleri “Yahudi düşmanı ve Hamas destekçisi” ilan ederek suçlarının üzerini örtmeye çalışıyor.

Küresel hegemonya savaşının ana cephelerinden biri olan Ortadoğu’da Filistin halkı İsrail tarafından yok edilirken; ABD’den Çin’e, Rusya’dan İngiltere’ye emperyalist ve kapitalist devletler kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Rusya ve Çin, hegemonya savaşında mevzi kazanmak, rakip güçleri geriletmek amacıyla çeşitli hamleler yaparken, Filistin halkına yönelik soykırımı durdurmak için somut bir adım atmıyorlar. Buna karşılık emperyalist Batı kampı açık bir biçimde İsrail’i her alanda destekliyor, silah sevkiyatı yapmayı sürdürüyor. Müslüman ve Arap nüfusun ağırlıkta olduğu Ortadoğu’da İsrail’in güçlü bir konumda yerini sağlamlaştırması, emperyalist hegemonya mücadelesinde Batılı emperyalist güçlerin çıkarınadır. Çok açık ki emperyalist Batı kampı İsrail ile birlikte Filistin’deki soykırımda suç ortağıdır. Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin dünya kamuoyunun basıncıyla zaman zaman göstermelik barış ve itidal çağrıları yapmaları, onların soykırımda suç ortağı oldukları gerçeğinin üzerini örtmeye yetmez!

Filistin halkının yok edilişini seyreden işbirlikçi Arap ülkelerini saymaya bile gerek yoktur. Filistin halkının hamisi rolünü oynayan İran’ın ise asıl derdi, Ortadoğu’da yürüyen güç mücadelesinden üstün çıkmaktır. Bu doğrultuda, Rusya ve Çin’in de desteğini alarak Hamas ve Hizbullah üzerinden İsrail ile dolaylı bir savaş yürütmektedir. Bu noktada Türkiye’nin sergilediği ibretlik tutuma dikkat çekmek önemlidir. AKP ve rejim, toplumun muhalif kesimlerinden “İsrail ile ticari ilişkileri sonlandırın” çağrılarını duymazdan gelirken, kimi AKP sözcüleri “eyvallah katliamları kınıyoruz ama ticaret başka…” minvalinde pişkinlikte sınır tanımayan konuşmalar yaptılar. İsrail sınır tanımadan soykırım yürütürken, onlar ticari ilişkileri sürdürüp ceplerini doldurdular ve esasında doldurmaya da devam ediyorlar. Rejim, sadece her şeyin alabildiğine aleni ve utanmazca yapılmasını sınırlayarak toplumdaki tepkileri yumuşatmaya çalışıyor. Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkilerini sürdürmesinin toplumun vicdanında derin yaralar açtığını ve kendisine yönelen tepkinin arttığını, taban desteğinin eridiğini fark eden AKP/rejim, Mayıs ayı başında İsrail’le ticareti durduğunu açıklamak zorunda kaldı. Lakin bu ikiyüzlüce açıklamaların gerçekte hiçbir karşılığı yoktur. İsrail’le ticareti formaliteden durduran Türkiyeli şirketler; Mısır, Yunanistan gibi ülkelerde kurdukları başka şirketler üzerinden dolaylı yollarla İsrail’e sevkiyat yapmayı sürdürüyorlar. Örneğin İsrail’in petrol ihtiyacının yüzde 40’ını karşılayan Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden İsrail’e ulaşmaya, Türkiyeli sermayedarlar ise varil başına 80 cent pay almaya devam ediyorlar. Gazze’ye insani yardımların ulaştırılmasını engelleyen İsrail’e savaş için gerekli teçhizatlar, petrol, gıda her türlü mal teslimatı sürmektedir.

Lafa gelince Müslümanların birliğinden dem vuran Türkiye ya da Arap ülkelerinin ibretlik tutumu ortadayken, İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) dava açan ülke Güney Afrika Cumhuriyeti oldu. İsrail’in Gazze’deki saldırılarıyla “1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlal ettiği”nden hareketle 29 Aralıkta UAD’a soykırımı durdurmak için tedbirler alınmasını talep etti. Süreç ilerledikçe ek tedbirler alınması için uluslararası kamuoyu nezdinde divana basınç bindirmeyi sürdürdü. Aylardır soykırımı seyreden UAD, İsrail’in Mayıs ayında Refah’a girmesinin ardından ancak 24 Mayıs’ta “Refah’a yönelik İsrail saldırılarının devamı durumunda insani durumun felaket düzeyinde kötüleşeceği ve İsrail’in Gazze’nin Refah kentindeki askeri operasyonlarını, saldırılarını ve diğer faaliyetlerini acilen durdurması gerektiği” kararını açıkladı. İsrail, 26 ve 28 Mayısta Refah’ta sivillerin kaldığı çadır kampları füzelerle vurarak ve katliama devam ederek UAD’ın bu kararını tanımadığını göstermiş oldu. Dünyanın gözleri önünde gerçekleştirilen füze saldırılarıyla çıkan yangınlarda kadın çocuk onlarca Filistinli diri diri yakılıp küle çevrildi.

Geçerken şu hususun da altını çizmekte fayda var: Kurulduğu günden bu tarafa Yahudi soykırımının ekmeğini yiyen, tüm haydutluklarının ve katliamlarının üzerini bu soykırımla örtmeye çalışan Siyonist İsrail devletinin soykırımcı olarak sanık sandalyesine oturtulması ve dünya halkları gözünde de böyle görülmeye başlanması tarihi bir gelişmedir.

Katliam ve soykırım Refah’ta devam ediyor

Aylardır Gazze’de hastaneler, kiliseler, eğitim kurumları, ambulanslar dahi İsrail saldırılarının hedefi oluyor; yerleşim yerleri enkaza çevriliyor, altyapı yerle bir ediliyor. Ekim ayından bu yana İsrail’in saldırılarından kaçıp Mısır sınırındaki Refah kentine sığınan 1 milyonu aşkın Filistinli, çadırlarda yaşam savaşı veriyor. Soykırımcı İsrail’in, Mısır’a açılan Refah sınır kapısının Filistin tarafının kontrolünü ele geçirmesiyle birlikte Gazze’nin dış dünyayla olan iletişimi kesildi. Bu durum yaşanmakta olan insani krizi daha da derinleştirdi. Yerlerinden edilenlerle birlikte nüfusu 1,5 milyona çıkan Refah’ta Filistinliler gıda, ilaç, su gibi temel insani ihtiyaçların kendilerine ulaştırılmasını bekliyor. Ne var ki İsrail devleti haydutlukta sınır tanımıyor, Filistinlileri sürmek için açlık, hastalık ve susuzluğu da silah olarak kullanıyor.

Pervasızlıkta sınır tanımayan faşist Netanyahu 26 Mayısta Refah’taki çadırlara yapılan acımasız saldırıyı “trajik aksilik” olarak nitelendirmişti. Sıradanlaştırılmaya çalışılan korkunç soykırım politikası, Netanyahu’nun ya da İsrailli egemenlerin “çılgınlığı”nın bir sonucu olarak hayata geçirilmiyor. 2023 Ekiminden bu yana yürütülen soykırım politikası bilinçli, planlı bir biçimde yürütülmektedir. Öteden beri Filistin halkını yaşadıkları topraklardan temizleme ve tehcir hedeflenmekteydi. Bu düşünce, Siyonist ideolojiyi en uç noktaya taşıyan İsrailli egemenlerin bir kesimine derinden nüfuz etmiştir. Nitekim uzun süredir beklenen Filistinlilerden “kurtulma” fırsatı, bugünkü küresel emperyalist savaş konjonktüründe yakalandı. Netanyahu liderliğinde, aralarında ırkçı-faşist partilerin de bulunduğu İsrail tarihinin en sağcı/faşist koalisyon hükümeti, Hamas’ın saldırısını bahane ederek Filistinlilerden “kurtulma” hayalini uygulamaya koydu. Faşist Netanyahu ve ortakları bu süreçte aynı zamanda toplumda milliyetçi-şoven duyguları yükseltmeye çalışarak ekonomik krizin faturasını ödemeyi reddeden, yolsuzluklara karşı öfkelerini kitlesel mitinglerle ortaya koyan İsrailli emekçileri tepkisizleştirmeye, iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Ancak tarihin akışı faşist zorbaların istediği gibi tek taraflı ilerlemiyor ve beraberinde karşıtını da doğuruyor. Nitekim yüzbinlerce İsrailli emekçi meydanlara inerek kitlesel mitinglerle Netanyahu hükümetini istifaya çağırıyor; soykırımcı Siyonist politikaları protesto ediyor, ateşkes imzalanarak Hamas’ın elindeki rehinelerin geri getirilmesini istiyor.

Emperyalist Batı devletleri ve özellikle ABD, Ortadoğu’da hegemonyasını korumak ve güçlendirmek için arka çıktığı İsrail’in işlediği insanlık suçlarının üzerini örtmekte hiçbir beis görmemektedir. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik sözcüsü, İsrail tanklarının Refah kent merkezine kadar ilerlemesini bile “tankların kentin dış çeperlerini Hamas’ın bağlantılarını kesmek için çevrelediği” yalanıyla örtbas etmeye çalışıyor. Pervasızlıkta, ikiyüzlülükte sınır tanımayan ABD sözcüleri, sivillerin yönlendirildiği “genişletilmiş insani bölgelere” İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıları, “kırmızı çizgilerin aşılması” açısından henüz yeterli bulmuyor. Hiçbir sınır tanımayan, insanlık dışı saldırıların durdurulması için daha kaç bin canın vahşice katledilmesi gerekiyor acaba? Kuşku yok ki dünya emekçileri kitlesel eylemlerle, grevlerle emperyalist güçlere yeterli basınç bindirmediği sürece, ABD ve Batı ülkeleri İsrail’i durdurmak için kıllarını dahi kıpırdatmayacaklardır.

Emperyalist ve kapitalist güçleri, savaşı ve İsrail’i durdurmaya zorlayacak tek güç işçilerin, emekçilerin, gençlerin birlikte güçlü bir karşı duruşu örgütlemeleriyle mümkün olacaktır. Bugün ABD’den İngiltere’ye, Kanada’dan Fransa’ya, Meksika’dan İspanya’ya dünyanın dört bir yanında din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin Gazze ile dayanışma eylemleri büyümeye devam ediyor. Bu eylemlerle egemenlerin yüreğine korku salan yine emekçilerdir, işçi sınıfının gençleridir, çocuklarıdır. Korkunç baskıya, polis şiddetine, burjuva medyanın karalama kampanyalarına rağmen ABD’de başlayıp Avrupa ülkelerindeki üniversite kampüslerine yayılan öğrenci protestoları bunun en somut, dinamik ve umut verici örneklerindendir. Keza ABD’de üniversite çalışanlarının grevi, İtalya ve İspanya’da tren istasyonlarının işgali, Belçika’da üniversite öğrencilerinin polisin sert müdahalesine rağmen İsrail büyükelçiliği önünde toplanması, Meksika’da İsrail büyükelçiliğinin protestolar sırasında ateşe verilmesi gibi pek çok yerde Filistin’le dayanışma eylemleri hız kesmeden devam ediyor. ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünya genelinde giderek yükselen ve büyüyen emekçilerin savaş karşıtı mücadelesi umut veriyor.

Gülhan Dildar- 26 Haziran 2024, ilk kez www.gelecekbizim.net sitesinde yayınlandı.

Kaotik Dünya, Belirsiz Gelecek: Çıkış Nerede?

Dünyanın neresine bakarsak bakalım aynı şeyi görürüz: Her geçen gün daha fazla büyüyüp derinleşen istikrarsızlık ve kaos! Tarihsel sınırlarına ulaşarak tıkanan kapitalist sistem, toplumsal ve çevresel sorunları çözme kapasitesini yitirdiği için hemen her şeyi krize dönüştürüyor. Emperyalist hegemonya krizi ve bunun bir ifadesi/dışavurumu olan Üçüncü Dünya Savaşı, kapitalist sistemin uluslararası kurumlarının altını oyup onları adeta bir boşluğa fırlatıyor. Serbest ticarete, piyasa egemenliğine, burjuva demokrasisini yücelten liberal kapitalist ideolojiye dayalı emperyalist-kapitalist sistemin uluslararası kurumları ve kuralları neredeyse ıskartaya çıkmış durumda. İsrail’in dünyanın gözü önünde Filistin’de uyguladığı soykırım bir kez daha gösterdi ki Birleşmiş Milletler büyük ölçüde bir kabuğa dönüşmüştür. ABD ve Çin arasında sürüp giden ticaret savaşı nedeniyle Dünya Ticaret Örgütü işlemezken, IMF de eski gücünü kaybetmiştir.

Tam da bu yüzden The Economist 9 Mayıstaki başyazısında “liberal uluslararası düzen yavaş yavaş parçalanıyor” diye yakınıyordu. Esasında uzun bir süredir burjuva kurumlar ve ideologlar benzer tespitler eşliğinde kapitalist düzenin yüz yüze kaldığı tehlikeye dikkat çekiyorlar. Mesela Şubat 2019’da 55. Münih Güvenlik Konferansının teması dünya düzeninin dağılmasıydı. “Büyük Puzzle: Parçaları Kim Birleştirecek?” temasıyla yapılan konferansta Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Wolfgang Ischinger, liberal düzenin dağıldığını, siyasi krizlerin her yere yayıldığını, nüfuz alanlarındaki çatışmanın kalıcılaştığını, Çin ve Rusya’yı kast ederek yeni büyük güçlerin yükseldiğini ve ufukta büyük güçler arası çatışmanın olduğunu ifade ediyordu.[2] Kuşku yok ki İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım, Ukrayna ve Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist savaş, Afrika’dan Latin Amerika’ya her alanda kızışan nüfuz mücadeleleri, sistemin her alanda kriz üretmesi, aşırı sağ/faşist hareketlerin yükselmesi vb. tarihsel sınırlarına dayanan kapitalizmin çıkışsızlığıyla bağlantılıdır.

Kapitalist düzenin yol açtığı emperyalist savaş kızışıp genişlerken, insanlığın üzerinde nükleer silahların gölgesi dolaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, nükleer silahların kullanılması riskinin “Soğuk Savaş”tan bu yana görülmemiş boyutlara ulaştığını ifade etti. ABD ordusu kıtalararası balistik füze testleri gerçekleştirirken, Rusya da Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna’daki savaşa daha fazla dâhil olmasının önüne geçmek için nükleer silah kartını sıkça dile getiriyor.

24 Şubat 2022’de Rusya gibi nükleer silahlara sahip büyük bir emperyalist gücün, doğrudan komşusu olan bir Avrupa ülkesinin topraklarını işgal etmesiyle başlayan Ukrayna savaşı, Üçüncü Dünya Savaşını kritik bir aşamaya getirdi. Ukrayna savaşına kadar Batılı emperyalist güçler, savaşı Avrupa’dan uzak bölgelerde bir vekâlet savaşı olarak yürütmeyi tercih ediyorlardı. Ancak Avrupa ülkeleriyle Rusya arasında tampon oluşturan Ukrayna’da başlayan savaşla birlikte, Balkanların ardından ilk kez savaş Avrupa’nın kapılarını bu kadar ciddi şekilde çalmış oldu. Bu durumun farkında olan Ukrayna yönetimi, Üçüncü Dünya Savaşının başladığını söyleyerek Avrupalı devletleri daha fazla savaşın içine çekmeye çalışıyor. Üçüncü Dünya Savaşının çoktan başladığını söyleyen Zelenskiy’nin resmi sözcüsü, “Brüksel’de Amsterdam’da kafelerde oturup Netflix izliyor, savaşın size dokunmayacağını sanıyorsunuz” diyerek, Avrupa halkı üzerinden Avrupalı emperyalistlere mesaj vermişti. Avrupalı egemenler ise yalnız Rusya’yı ve Putin’i suçlayarak kendi günahlarının üzerini kapatma siyaseti izliyorlar. Savaş her zaman ki gibi emekçileri vuruyor ve her iki ülkeden yoksulların canını alıyor. Nitekim savaşın başlamasıyla milyonlarca Ukraynalı göç yollarına düştü. Gıda, enerji fiyatları hızla yükseldi, hayat pahalılığı tüm dünya emekçilerinin yaşamını ağır bir biçimde etkilemeye başladı.

SSCB’nin çöküşünün ardından ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler, eski Sovyetler Birliği ülkeleri üzerinde hâkimiyet kurmayı arzu ediyorlardı. Daha da önemlisi Rusya’yı baskı altına alıp uluslararası siyasette etkisini kırmak ve emperyalist hegemonya mücadelesinin bir aktörü haline gelmesinin önüne geçmek istediler. Bu doğrultuda, Rusya’nın arka bahçesi olarak gördüğü eski Sovyetler Birliği ülkelerinde toplumsal çelişkileri, baskı ve yasakları, kitlelerin özgürlük arayışını kullanarak “renkli devrimler” ile kendilerinden yana iktidarlar kurmaya çalıştılar. 2003’te Gürcistan’da, 2004’te Ukrayna’da, 2005’te Kırgızistan’da hayata geçirilmek istenen “renkli devrimler”, neticede başarısız oldu. Fakat özellikle ABD-İngiliz emperyalist bloku, Doğu Bloku ülkelerini ve Baltık ülkelerini NATO’ya alarak ve Karadeniz’de gerilimi yükselterek Rusya’yı daha fazla kuşatmaya devam etti. Rusya ise ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist güçlerin kuşatmasını yarma hamleleri yaparak emperyalist hegemonya mücadelesinden dışlanamayacağını gösterdi. 2008’de Gürcistan’a saldırması, Suriye ve Libya’da savaşa dâhil olması, 2014’te Ukrayna’ya bağlı Kırım’ı ilhak etmesi, Donetsk ve Luhank bölgelerinin ayrılmasını desteklemesi bu yıllardaki Rus emperyalizminin ataklarına örnektir. Neticede Rusya ve NATO arasındaki gerilim giderek yükselerek Ukrayna savaşının başlamasına neden oldu.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından ABD-İngiliz bloku öncülüğündeki Batı emperyalizmi savaşa Ukrayna ordusu dolayımıyla dâhil oldu. Bir taraftan Ukrayna ordusunu silahlandırıp eğitirken, öte taraftan Rus ekonomisini yıkıma uğratmak üzere kapsamlı ve yıkıcı yaptırımları devreye soktular. Bu emperyalist blokun en büyük arzusu Ukrayna ordusunun Rus ordusu karşısında güçlü bir direniş göstermesi ve Rusya’nın içinden çıkamadığı, Putin rejiminin ise içeride siyasal ve toplumsal krizle boğuştuğu bir çıkışsızlığa sürüklenmesiydi. Ancak böyle olmadı: Kuşkusuz Kiev’i kuşatan ve hızlı bir şekilde Ukrayna yönetiminin çökmesini amaçlayan Rusya planlarını hayata geçiremedi ama Batı emperyalizminin ekonomik, siyasi, askeri, kültürel savaşı karşısında da dize gelmedi. Özellikle Çin’in yardımıyla uluslararası izolasyonu kırarken, bir süre küçülen Rus ekonomisi askeri sanayi üzerine basarak yeniden toparlandı.

Batı’nın yoğunlaşan askeri ve ekonomik desteğine rağmen Ukrayna ordusu Rusya karşısında geriletici olamadı. Tersine, zaman ilerledikçe Ukrayna ordusu yıprandı, dağılma gösterdi, ekonomi ve altyapı daha fazla çöktü. Batı emperyalizmi Ukrayna’nın yenilgisini önlemek amacıyla uzun menzilli ve daha etkili silahlar vermeye başlarken, bu silahların işgal altındaki alanların ötesinde kullanılmasının ve doğrudan Rusya topraklarının vurulmasının önünü açtı.[3] Keza NATO’nun Ukrayna askerlerini eğitmesi ve askeri yardımları yönetmek üzere merkezi bir koordinasyon kurması da gündemde… İşte bu noktada Rusya nükleer silah tehdidini daha fazla dillendiriyor. 5 Hazirandaki konuşmasında “Rusya’nın nükleer silahları asla kullanmayacağını” sanan Batı yanılıyor diyen Putin, Batı silahlarıyla Rusya topraklarını vurmanın küresel bir çatışmayı tetikleyebileceğini söyledi. Dış ve Savunma Politikaları Konseyi üyesi Dmitry Suslov ise daha açık konuşuyor: “Eğer Batı’nın Ukrayna’daki çatışmaya daha fazla dâhil olması şu anda durdurulmazsa, o zaman Rusya ile NATO arasında tam teşekküllü bir «sıcak» savaş kaçınılmaz hale gelecektir. Üstelik ABD ve NATO’nun konvansiyonel silahlar alanındaki üstünlüğü nedeniyle bu savaş mutlaka nükleer boyuta taşınacaktır.”

Nereden bakarsak bakalım Rus emperyalizmi ile ABD-İngiliz blokunun temsil ettiği Batı emperyalizmi arasındaki gerilim büyüyor. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un 2029 yılına kadar Rusya ile savaşa hazırlanmaları gerektiğini söyleyerek zorunlu askerliğin geri getirilmesi çağrısı ve Avrupa’nın savaş histerisine tutulması gerilimin düzeyine işaret ediyor. Aynı günlerde Putin önce Çin’i, daha sonra da Kuzey Kore’yi ziyaret etmesi Batı kampındaki telaşı artırmış durumda. Putin ile Şi Cinping arasındaki görüşmenin ardından yapılan açıklama ve imzalanan ortak bildiri, yürüyen Üçüncü Dünya Savaşında Çin ve Rusya’nın ABD-İngiliz-AB emperyalist bloku karşısında bir başka emperyalist bloku temsil ettiğini bir kez daha teyit etmiş oldu. Rusya ile Kuzey Kore arasında ise “birimize yapılan saldırıyı ikimize de yapılmış olarak kabul edeceğiz” anlamına gelen bir anlaşma yapıldı. Bu hamlesiyle Rusya, nükleer silah sahibi olan Kuzey Kore’nin Asya Pasifik’te ABD için sınır çizen bir denge unsuru olmasını ve Ukrayna’da daha ileri gidilmesini önlemeyi amaçlamaktadır.

Geçmişteki iki dünya savaşından farklı olarak, şu anda Ortadoğu ve Ukrayna’da yoğunlaşan ama dünyanın birçok bölgesinde kızışan rekabet ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vuran Üçüncü Dünya Savaşı, modern çağın en karmaşık ve dolambaçlı savaşıdır. Hâlihazırda büyük emperyalist güçlerin doğrudan birbirlerine resmen savaş ilan etmediği, hatta kimi noktalarda paylaşımın söz konusu olduğu alanlar üzerinde birbirleriyle görüşüp kimi konularda, geçici de olsa uzlaştıkları garip bir savaş söz konusudur. Nitekim bu savaşın “vekâlet savaşı” biçiminde adlandırılması, aslında mevcut olgunun kendine has özelliğini de gözler önüne sermektedir. Esas güçlerin henüz doğrudan karşı karşıya gelmediği, onların vekili olarak temsili güçlerin savaş alanında karşı karşıya geldiği, ama arka tarafta ana güçlerin boy ölçüştüğü bir savaş! Fakat emperyalist ve bölgesel güçler arasında dolayım oluşturan tampon alanlar hızla ortadan kalkıyor, dolaylı savaşın doğrudan bir savaşa dönüşmesinin koşulları giderek daha fazla olgunlaşıyor. İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım ve bunun Lübnan’ı da içine alarak yarattığı bölgesel gerilim, İsrail ile İran’ın ilk kez doğrudan birbirlerine askeri saldırı düzenlemeleri sürecin ne yöne doğru evirildiğine işaret ediyor. Keza Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna’daki savaşa daha fazla dâhil olması, asker göndermenin ve NATO’nun devreye girmesinin gündeme gelmesi, büyük güçler arasındaki savaş olasılığını güçlendiriyor.

Kapitalist düzenin ürettiği çok yönlü ve çok katmanlı krizler dünya genelinde burjuva siyasetindeki gerici eğilimleri besleyip büyütürken, faşist parti ve liderlerin yükselmesinin önünü daha fazla açıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ/faşist[4] partilerin tüm ülkelerde oylarını artırmaları, Fransa’da birinci ve birçok ülkede ise ikinci parti olmaları dünya genelindeki sağ-faşizan yükselişin yeni bir ifadesidir. Bu yükselişin tarihsel-toplumsal arka planına baktığımızda şunları görürüz: Dünya burjuvazisinin son 40 yıldır uyguladığı neoliberal saldırı politikaları sonucunda “sosyal devlet” uygulamaları büyük ölçüde tırpanlandı, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları kötüleşti, işsizlik ve gelecek kaygısı büyüdü. Tarihte ilk kez genç kuşaklar bu denli üretim sürecinin dışına itilirken, depresyon yayılıyor, oluşan maneviyat boşluğu derinleşiyor. Devrimci sosyalist hareketin örgütsüz ve etkisiz olduğu bugünkü koşullarda kapitalizmin yol açtığı toplumsal tepki düzene ve onun siyasal temsilcilerine yönelemiyor. Aşırı sağ/faşist partiler düzenin geleneksel sol ve sağ partilerini sert bir şekilde eleştirirken, kendilerini onların dışında bir alternatif olarak sunabiliyorlar. Huzursuz ve arayış içindeki kitleleri arkalarından sürüklemek için göçmenleri/mültecileri hedefe koyarak düşmanlığı ve milliyetçiği kışkırtıyorlar.[5]

Aşırı sağ/faşist partilerin göçmenleri/sığınmacıları hedefe koyarak kitlelerin tepkisini düzen içi kanallara çekmesi, esasında Batı’nın emperyalist burjuvazisini memnun etmektedir. Böylece hem toplumsal sorunların kaynağının kapitalist düzen olduğu gözlerden saklanıyor hem de bugünkü göç dalgasında emperyalist güçlerin rolü sorgulanmamış oluyor. Batı’ya ve özellikle de Avrupa’ya büyük göç dalgası, ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesiyle başladı. 2011’den sonra Libya, Suriye ve Yemen’in de emperyalist savaş cehennemine çekilmesi ve nüfuz alanlarındaki çatışmaların artması; Pakistan’dan Somali’ye, Afganistan’dan Libya’ya pek çok ülkede milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına, milyonlarca insanın mülteci haline gelmesine ve yüz binlerce insanın daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa yollarına düşmesine neden oldu. Aşırı sağ/faşist partilerin bu durumu sorgulaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Kapitalist düzenin yarattığı yıkıcı sorunlar üzerine basarak, küresel göç dalgasının arkasındaki nedenleri teşhir ederek, genç kuşakların içine itildiği maneviyat krizini bir kaldıraç olarak kullanarak emekçi kitleleri devrimci mücadeleye sosyalist hareket çekebilir. Ancak öncelikle Avrupa’dan Latin Amerika’ya kimlik ve çevreci siyasetin dar sınırlarına saplanan sosyalist hareketin buradan kurtulması gerekiyor. Gelişen toplumsal mücadeleler anti-kapitalist içerikle doldurulmadan ve sosyalist dünya mücadelesi perspektifiyle işçi sınıfı hareketiyle kesiştirilmeden başarıya ulaşılamaz!

Tarihsel olarak tıkanmış kapitalizm kriz üstüne kriz üretirken, Üçüncü Dünya Savaşında emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya gelme olasılığı artarken ve insanlığın üzerinde nükleer silahların gölgesi dolaşırken dünya sosyalist hareketi örgütsüz ve dağınıktır. İletişimin bu denli geliştiği, dünyanın bu denli birbirine bağlandığı tarihsel şartlarda sosyalist örgütlenmelerin birbirinden kopuk olmasının temel nedeni, 1900’lerin başlarında olduğu gibi dünya sosyalist hareketini tek bayrak altında toplayacak bir gücün/otoritenin olmamasıdır. Ulusal ve uluslararası alanda oluşan otorite boşluğunda sosyalist örgütlenmeler içe kapanıyor, birer sekte-tarikata dönüşüyor, “en iyi olan biziz”, “en doğru tespitleri biz yapıyoruz” ayinleriyle tatmin oluyorlar. Oysa insanlığın üzerinde dolaşan kapitalizmin kara bulutlarını dağıtmak, emperyalist savaşı durdurmak, nükleer silah tehlikesini bertaraf etmek, soykırımcı İsrail’den hesap sormak ve olası yeni soykırımların önüne geçmek için sosyalist hareketin içinde bulunduğu öldürücü sarmaldan çıkması gerekiyor. Eksik olan dünya emekçilerinin mücadelesi değil; eksik olan işçi sınıfına, ayağa kalkan emekçilerin ve gençlerin mücadelesine önderlik edecek devrimci bir liderliktir. Özellikle 2000 yılından bu tarafa dünya isyan dalgalarıyla, ayağa kalkan emekçilerin yarattığı devrimci durumlarla sarsılıyor. İşte bir kez daha Kenya’dan Bangladeş’e emekçiler kemer sıkma programına, yoksulluğa, özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına karşı ayağa kalkıyorlar. Özellikle Batı ülkelerinde her hafta yüz binler meydanlara çıkarak İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırımı lanetliyor ve savaşa karşı çıkıyor. Din, dil, ulus ayrımlarını aşarak hak ve özgürlükleri savunan, insanlığın ilerici değerlerini sahiplenen, “evrensel insan” olma bilinciyle savaşa ve soykırıma karşı duran emekçilerin mücadelesi umudu büyütüyor.

Utku Kızılok- 1 Temmuz 2024-ilk kez gelecekbizim.net sitesinde yayınlandı. Konu bütünlüğünü sağlamak amacıyla bazı kısımları çıkartırken, kimi ekler yaptık. 

İsrail Kudurganlığı ve Genişleyen Savaşın Aldığı Yeni Biçimler

Bu makale, İsrail’in tek seferde 80 bin ton bomba kullanarak Hizbullah lideri Hasan Nasırallah ile birlikte yüzlerce insanı katletmesinden bir gün önce yayınlandı. Hem bu suikast hem de kısa bir süre sonra İran’ın İsrail’i ikinci kez ama bu kez balistik füzelerle vurması, aşağıdaki yazıda yaptığımız analiz ve tespitlerimizin ne denli doğru olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.

7 Ekim 2023’ten beri Filistin’de soykırım uygulayan ve Lübnan’da Hizbullah ile kontrollü bir savaş yürüten Siyonist İsrail devleti, savaşı çok daha üst boyutlara çıkartmak ve Lübnan’ı sınırsızca yakıp yıkmak üzere harekete geçmiş durumda. Son birkaç gündür katil İsrail devletinin dizginsizce ve kudurgan bir şekilde Lübnan’ı bombalaması sonucunda yüzlerce insan katledilirken binlercesi de yaralandı. İsrail, Gazze’de devreye soktuğu dehşetengiz savaş politikalarını şimdi de Lübnan’da uyguluyor: Bir taraftan savaş/yıkım makineleri asker sivil ayrımı yapmadan Lübnan’ı bombalarken, öte taraftan da faşist İsrail yönetimi sınır bölgeleri dâhil Hizbullah’ın etkili olduğu yerleşim alanlarındaki Lübnan halkının evlerini terk etmesi için çağrı yapıyor, insanların telefonlarına mesaj gönderiyor. Siyonist İsrail devleti ölüm kusarak Lübnan halkıyla birlikte tüm bölge halklarını korkutup sindirmek istiyor. Öyle ki bu amaçla faşist Netanyahu özel olarak bir video bile hazırladı. Bu savaşın Lübnan halkına değil Hizbullah’a karşı verildiğini iddia eden faşist başbakan Netanyahu, hemen ardından halkın yaşadığı toprakları derhal terk etmesi çağrısı yaptı ve gözdağı verdi. Nitekim şu ana kadar yarım milyondan fazla Lübnanlı evini terk etmek zorunda kaldı. Lübnanlılar ve Suriye’deki savaştan kaçıp Lübnan’a sığınan Suriyeliler, şimdi İsrail’in ölüm makinalarından canlarını kurtarmak için Suriye’ye göç ediyorlar.

İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım ve Lübnan’ı yok etmeye girişmesi, tarihsel sınırlarına dayanarak çürüyen kapitalizmin insanlığı nasıl karanlık bir tünele soktuğunun veya kapkaranlık bir geleceğe ittiğinin çarpıcı bir örneğini sunuyor. Siyonist devletin dizginsizce katliam yapmasında, zulüm biçimlerinde, küstahlıkta, kibirde ve hatta faşist yöntemlerde sınır tanımamasının nedeni, ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin devasa askeri, siyasi, ideolojik, kültürel gücünü arkasına almasıdır. Bu devasa yıkıcı güce yaslanan İsrail yönetimi dünyanın gözü önünde işlediği soykırımı, kentleri bombalarla yok etmeyi veya en vahşi eylemi bile son derece meşru görürken, zulüm makinesine karşı gelişen direnişi ise kendisine saldırı, sivil halkın haklarının ihlali, antisemitizm olarak damgalıyor. İsrail 23 Eylülde, yalnızca bir günde yüzlerce sivili katletmesine ve binlercesini yaralamasına rağmen, Hizbullah’ın sivillerin olduğu alanları bombaladığını söyleyerek BM’ye güçlü bir kınama çağrısı yapabildi! Utanmazlıkta, küstahlıkta ve ikiyüzlülükte sınır duvarlarının nasıl yıkıldığının bir örneğini de İsrail ordusunun basın sözcüsü sergiledi: Lübnan’ın bombalanmasından dolayı insanların ölmediğini, bombalanan alanlarda veya evlerde Hizbullah mühimmatının olduğunu ve bunların ikinci bir patlamaya yol açarak insanların canını aldığını, kendilerinin bundan sorumlu olmadığını söyledi! Bir Lübnanlının ifade ettiği gibi “İsrail taş ile insan arasında ayrım yapmıyor” ve bölgedeki halklar bu alçak yalanlara kanmıyor!

Geçmişte Hitler Almanyası’nın toplama kamplarında ama büyük ölçüde kitlelerin gözünden ırakta uyguladığı insanlık dışı faşist yöntemleri, İsrail dünyanın gözü önünde, iletişim teknolojisinin bu denli geliştiği ve herkesin izlediği bir çağda uyguluyor. 2 milyon 3 bin insanın yaşadığı Gazze’nin tamamen moloz yığınına dönüştürülmesinin ve bir halkın bir taraftan bombalarla öte taraftan da aç bırakılarak yok edilmesinin örneği yok tarihte. Siyonist devletin ABD ve Batı emperyalizmine yaslanarak soykırım yöntemlerinde sınır tanımaması, özellikle İsrail toplumunun sağcı kesimlerinin hızla faşistleşmesine, her türlü insani değerin ayaklar altına alınmasına ve toplumsal çürümenin derinleşmesine neden oldu. Askerlerin katlettikleri Filistinlilerin cansız bedenlerini yüksek binalardan atarak veya araçların arkasına bağlayıp sürükleyerek işkence etmeleri, faşist kesimlerin Gazze’ye yardım gitmesini engellemeleri, işgalci yerleşimcilerin ellerinde silah Filistin halkına zulüm etmeleri faşist kudurganlığın ve insanlıktan çıkma durumunun örneklerdir. Şüphe yok ki İsrail toplumunun bir kesimi insanlıktan çıkmış, hastalanmıştır! Soykırım, sınırsızca yakıp yok etme eylemleri askerlerin önemli bir kısmında psikolojik sorunların baş göstermesine neden olmuştur.

Fakat beri taraftan faşist Netanyahu yönetiminin ülkeyi yok oluşa sürüklediğini söyleyen toplum kesimleri ve Siyonizme karşı olan Yahudi toplulukları savaşın son bulması için protesto gösterileri düzenliyorlar. Siyonist şiddet makinesi gece gündüz ölüm yağdırmasına rağmen Filistin halkı direniyor. İnsanlığın ilerici değerlerini temsil eden sosyalistler, sınıf bilinçli işçiler, vicdan sahibi insanlar, demokratlar dünyanın dört bir tarafında İsrail soykırımının son bulması için mücadele ediyorlar.

Lübnan’a dijital saldırı ve Üçüncü Dünya Savaşının yeni biçimleri

Siyonist İsrail devleti, Hizbullah’ı ezmek üzere savaşı yeni bir boyuta taşımadan hemen önce, dijital araçları yıkıcı savaşının bir parçası olarak kullandı. 17 Eylülde Hizbullah’ın denetiminde olan Beyrut’un güney kesiminde, marketlerden sokaklara kadar geniş bir alanda peş peşe patlamalar meydana geldi. Hizbullah üyelerinin ve militanlarının kullandığı küçük çağrı cihazlarının şiddetli şekilde patlaması, birçok yerde yangın çıkması ve insanların acılar içinde kıvranması şok etkisi yarattı. Kimisinin cebinde veya o an elinde bulunan küçük cihazların patlamasının yarattığı dehşet dalgası devam ederken, bir gün sonra bu kez de telsizler bir bomba gibi insanların üzerinde patladı. Her iki patlama sonucunda onlarca insan yaşamını kaybederken, 3 binden fazlası yaralandı ve birçoğu da sakatlandı.

Hizbullah’ın kontrol ve manipüle edilmesi daha zor olan çağrı cihazlarını kullanmasının nedeni, İsrail istihbaratının Lübnan’ın akıllı telefon ağlarına sızarak dinleme ve manipülasyon yapmasını, militanların yerlerini tespit etmesini önlemekti. Ancak Siyonist devlet, ulusal ve uluslararası alandaki gücünü kullanarak düşük teknolojili iletişim araçlarını etkili bir silaha dönüştürmekten geri durmadı. Hâlihazırda ortaya çıkmış bulunuyor ki çağrı cihazları ve telsizler, İsrail istihbarat servisi Mossad’ın kurduğu paravan şirketler tarafından üretilmiştir. İçine küçük patlayıcılar yerleştirilen bu cihazlar, yine başka paravan şirketler üzerinden, orijinal kaynaktan geliyormuş gibi Hizbullah’a satılmıştır. Kuşkusuz tüm bu süreçlerde İsrail devleti ve Mossad daima ABD emperyalizmine güvenmekte, sırtını ona yaslamaktadır. Birer bombaya dönüştürülen çağrı cihazlarının patlatılmasından ABD’nin haberinin olmaması düşünülemez. Yahudi kökenli tekelci kapitalistlerin kültürel/ideolojik alandan teknolojiye nasıl Amerikan toplumunda belirleyici olduğunu, daha da önemlisi bu tekellerin oligarşik bir yapı oluşturan burjuva siyaset dünyasıyla ve ABD devletiyle nasıl iç içe geçtiğini sayısız örnek üzerinden biliyoruz. Keza ABD ve İsrail askeri/sınai kompleksi de büyük ölçüde iç içe geçmiştir. Birçok askeri savunma ve teknolojileri birlikte geliştirmekte, füze sistemlerini vb. birlikte üretmekte, kendi aralarında istihbarat paylaşımı yapmaktadırlar. ABD’nin Ortadoğu’daki uzantısı konumunda olan İsrail, ona yaslanarak Filistin’de ve Lübnan’da sınır tanımadan katliam yapmaktadır!

Çağrı cihazlarının patlatılmasıyla yaratılan dehşet dalgasının ardından, İsrail 20 Eylülde bu kez bir binayı bombalayarak toplantı halinde olan üst düzey 12 Hizbullah komutanını öldürdü. Başta İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant olmak üzere Siyonist devletin yöneticileri “savaşta yeni bir aşamaya geçildiğini” açıkladıktan sonra, Lübnan savaş uçaklarıyla yakılıp yıkılmaya başlandı. İsrail sözcüleri kibirli bir edayla, Hizbullah’ın binlerce roketini, füze fırlatma sistemlerini vurduklarını ve 20 yılda yaptığı hazırlığı yok ettiklerini iddia ediyorlar. Yüzlerce insanın canını alan bu saldırılar, faşist savunma bakanına göre bir “başyapıt” niteliğindeymiş! Kuşku yok ki Hizbullah önemli bir darbe almıştır. Nitekim Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah da “Direniş ve Lübnan tarihinde benzeri görülmemiş büyük bir güvenlik darbesine ve askeri darbeye maruz kaldığımız konusunda şüphe yok” diyerek durumu kabul ediyor. Fakat İsrail’in tüm askeri üstünlüğüne ve geniş kapsamlı saldırılarına rağmen verili durumda Hizbullah saldırı kapasitesini kaybetmiş değil. Gazze’yi kelimenin gerçek anlamıyla cehenneme çeviren Siyonist devlet, şimdi aynısını Lübnan’da da yapmayı, tüm Ortadoğu ülkeleri ama özellikle İran karşısında caydırıcı bir güç olmayı hedefliyor. Ne var ki İsrail’in kudurganlıkta sınır tanımaması, hem Ortadoğu Savaşının genişlemesine neden oluyor hem de bu savaşı kontrolden çıkartacak dinamikleri daha fazla harekete geçiriyor. Zira Hizbullah’ın İsrail’in arzu ettiği tarzda ezilmesi yalnızca İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzuna ağır bir darbe indirmeyecek, aynı zamanda Rusya-Çin emperyalist blokunun etkisini de azaltacaktır. Yani savaş yalnızca Hizbullah ile İsrail arasında yürümediği gibi, Hizbullah’ın yok edilmesi de kolay değildir.

Sınırsız şiddet dalgasıyla bir halkı yok eden ve tepeden tırnağa suça gömülen ABD/Batı destekli İsrail, istese de geri adım atamayacağı koşullar yaratmış durumda. İsrail, neredeyse bir yıldır Gazze’yi devasa bir moloz yığınına dönüştürmesine rağmen Hamas’ı yok edebilmiş değil. Hem bu durum hem de İran destekli Hizbullah’ın kontrollü şekilde İsrail’i hedef alması ve bunun bir sonucu olarak Lübnan sınırındaki yüz binlerce İsraillinin evlerini terk etmesi İsrail’in bölgede yarattığı caydırıcılığın/dokunulmazlığın yıpranmasına, geçerliliğini yitirmesine neden oluyor. İsrail 2006’da Hizbullah’ı ezip yok etmek istemişse de başaramamış ve geri basmak zorunda kalmıştı. Karizması çizilen İsrail, Hizbullah’ı ezmek, ABD’yi arkasına alarak İran’ı etkisizleştirmek ve bölgedeki dokunulmazlığını yeniden inşa etmek istiyor. Böyle bir durumda Gazze’deki soykırımın Batı Şeria’yı içine alarak daha da genişleyeceğine şüphe yok! İsrail’in şu ya da bu nedenle geri adım atması durumunda ise bölgedeki dokunulmazlığı daha fazla sorgulanacaktır. Keza başta Netanyahu olmak üzere bugünkü İsrail yönetiminin akıbetinin belirsiz olması bir yana, egemen sınıf içindeki yarılmanın alabildiğine derinleşmesi ve içeride kaotik bir sürecin önünün açılması kaçınılmaz olur. Bu durum, başta faşist Netanyahu olmak üzere Siyonist İsrail yönetimini daha ileri gitmeye zorluyor.

İran destekli Iraklı Şii grupların İsrail’i hedef almaya başlaması ve İsrail’in Lübnan’a kara harekâtına hazırlanması, Ortadoğu’daki emperyalist savaşın giderek daha fazla genişleyeceğine ve çok daha fazla yıkıcı hale geleceğine işaret ediyor. Savaşın güçlü bölgesel dinamikleri, her geçen gün küresel dinamikleri daha fazla zorlayarak emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya gelmeye itmektedir. Bir hususa önemle dikkat çekmek gerekiyor: Sonuçlarından bağımsız olarak, şu ya da bu nedenle savaş geçici olarak dursa bile, bugünkü savaşı yaratan koşullar ve dinamikler giderek keskinleştiği için yeniden başlayacaktır. Zira bugünkü savaşa neden olan Filistin sorunu veya İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım değildir. Tersine, Ortadoğu ve Ukrayna’da yoğunlaşan üçüncü emperyalist dünya savaşı nedeniyle Filistin sorunu giderek daha karmaşık bir boyut almış, ABD/Batı destekli İsrail koşulların kendisinden yana oluştuğuna karar vererek soykırıma girişmiştir.

Emperyalist savaş alevlerinin Lübnan’ı daha fazla sarmasıyla birlikte, burjuva devlet yöneticilerinden burjuva ideologlara ve sosyalistlere kadar geniş bir yelpazede, Üçüncü Dünya Savaşına doğru büyük bir adım atıldığı değerlendirmesi yapılıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından daha fazla gündeme giren üçüncü savaş konusu, İsrail’in Filistin’de giriştiği soykırım ve İran ile gerilimle birlikte uluslararası siyasetin diline kalıcı olarak yerleşti. Oysa bundan 30 yıl önce burjuva egemenler “sonsuz barış” yalanıyla emekçileri kapitalizmin Alis harikalar diyarına davet ediyorlardı. Bugün üçüncü savaş meselesinin uluslararası siyasetin en güçlü tartışmalarından birisi haline gelmesi, hem kapitalizmin insanlığı nasıl karanlık bir tünele sürüklediğinin anlaşılması hem de artık bunun saklanamadığını göstermesi bakımından önemlidir. Fakat hâlâ herkesin gözü önünde cereyan eden olayların tam olarak neye tekabül ettiği anlaşılmış ve olgunun adı tam olarak konmuş değil. Gerçek şu ki ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırısını bahane ederek Afganistan’ı işgal etmesinden ve “sonsuz bir savaş” başlattığını açıklamasından beri insanlık bir Üçüncü Dünya Savaşının içindedir.

Bugün tüm dünyayı derinden etkileyen, Suriye’den Ukrayna’ya milyonları göçmen haline getiren, başta emperyalist güçler olmak üzere sayısız devleti dolaylı ya doğrudan çatışma ve gerilim içine sürükleyen emperyalist hegemonya krizi ve onun neden olduğu savaştır. Kapitalizmin tarihsel sınırlarına geldiği bir dönemde yaşanan bu hegemonya krizini aşmak üzere ABD’nin başlattığı savaş, doğası gereği emperyalist bir savaştı ve asla bölgesel kalamazdı. Nitekim Afganistan ve Irak’taki savaş cephesi Suriye ve Libya’ya genişlemiş, oradan Avrupa’nın doğusuna ulaşarak Ukrayna’yı içine almış, halkalar halinde büyümüştür. Burada bir noktanın altını özellikle çizmek gerekiyor: Afrika’nın derinliklerinden Latin Amerika’ya, Kafkaslar’dan Asya Pasifiklere kadar uluslararası siyaseti, emperyalist güçler arasındaki nüfuz mücadeleleri belirliyor. Her geçen gün derinleşen emperyalist hegemonya krizi, bir taraftan sıcak savaş halkasına yeni ülke ve bölgelerin eklenmesine neden olurken, öte taraftan da dünya ekonomisini vuran ticaret savaşları, emperyalist güçler arasında daha fazla askeri gerilim ve siyasi kriz biçimleri almaktadır.  Tüm dünyayı kaosa sürükleyen bu gelişmeleri ancak Üçüncü Dünya Savaşının varlığıyla açıklayabiliriz.

Fakat bugünkü dünya savaşının son 20 yıldır aldığı biçim aldatıcı oluyor ve olguya adının konmasının önüne geçiyor. Tarihsel olarak tıkanan ve bağrında korkunç çelişkiler barındıran kapitalizmin insanlığı nasıl uçuruma sürüklediğini burjuva siyasetçileri veya ideologları açıklayamazlar. Ancak Marksistler açısından sorun biçimlere indirgenmeden ele alınabilmeli, değişen koşullara göre savaşın biçimlerinin de değiştiği kavranabilmelidir. Marksistler çok iyi bilirler ki şeylerin görünüm biçimi ile özü doğrudan örtüşmez. Marx’ın dikkat çektiği gibi, şeylerin görünüm biçimi ile özü doğrudan örtüşseydi bu durumda tüm bilim gereksiz olurdu. Bilindiği üzere insan zihni biçimler veya kalıplar oluşturmaya çok meyillidir. Zira insan biçimler/kalıplar oluşturarak daha hızlı düşünür, etrafında olup bitenleri bu kalıplardan hareketle daha hızlı anlamlandırır. Ancak bu biçimler, aynı zamanda insan zihnini tutsak alabilmekte, daha özgür düşünmesinin ve gözünün önünde gerçekleşeni nesnel temelde değerlendirmesinin önüne geçebilmektedir. Yerleşik biçimlere alışkın insan aklı, yeni bir durumla karşılaştığında derhal ve kaçınılmaz olarak alıştığı ve ezberlediği biçimleri arar, onları referans alır. Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşına, bu savaşların aldığı biçimlere bakanlar, bugünkü savaş birebir aynı biçimlere bürünmediği için onu bir Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımlamaktan uzak duruyorlar. Peki, bu tanımın yapılabilmesi için illa emperyalist güçlerin aynı anda ve doğrudan karşı karşıya gelmesi mi gerekiyor? Her çağda ve her durumda savaşların aynı biçimleri alması gibi bir zorunluluk mu var? Üstelik bugünkü savaş da önceki iki savaş gibi dünya sahnesinde yaşanmakta, geniş bir coğrafyayı etkisi altına alarak dünyanın gidişatını ve halkların kaderini belirlemektedir.

Sınıflı toplum tarihinde, üretici güçlerin ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte savaşın biçim, yöntem ve şiddeti de değişmiştir. Mesela antik dünyanın iki süper gücü olan Mısır ve Hitit arasında meydana gelen meşhur Kadeş Savaşının sonucunu belirleyen şey, atlı savaş arabaları olmuştu. Atlı savaş arabalarının devreye girmesiyle savaşların hızı ve şiddeti değişmiş, bu arabalara sahip olanlar ve bunları modifiye edip daha etkili şekilde kullananlar üstünlük elde etmişlerdir. Ancak değişen araçlara rağmen, o tarihten 19. yüzyılın ortalarına kadar savaş esas olarak devasa bir meydan dövüşü, bir meydan muharebesi olarak sürüp geldi. 1800’lü yıların ikinci yarısından sonra demiryollarının hızla gelişmesi, telgrafın icadı ve ulaşımla birlikte iletişimde yaşanan devrim, buharlı savaş gemilerinin, makineli tüfeklerin ve hafif topların üretilmesi savaşın hızı, şiddeti ve biçiminde büyük bir değişiklik yarattı. Birçok savaşta kullanılan bu araçların yanı sıra, tempolu şekilde gelişen ve motorlu taşıtların devreye girmesini sağlayan askeri teknolojinin savaşın biçimini daha fazla değiştireceği, şiddetini ve yarattığı tahribatı artıracağı anlaşılıyordu. Fakat yine de bir dünya savaşının nasıl bir şey olabileceğine dair kapsamlı bir fikir vermiyordu. Zira 1870 Fransa Prusya savaşı dâhil birçok savaş yaşanmasına rağmen, bunlar dünya ekonomisini, dünya siyasetini ve dünya halklarını belirleyecek nitelikte değildi. Bir dünya savaşının olabilmesi için kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesi gerekiyordu. 1914 öncesinde dünya toprak bakımından İngiltere ve Fransa başta olmak üzere büyük güçler tarafından paylaşılmıştı. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükselmesiyle sistemin bağrında keskinleşen çelişkilerin patlamasıyla başlayan savaş kaçınılmaz olarak bölgesel olmaktan çıkarak dünyasallaşmıştı.

Birinci Dünya Savaşı büyük ölçüde bir siperler savaşı olarak gerçekleşti ve mesela birkaç yüz metre ilerleyebilmek için binlerce insanın can vermesi gerekti. Savaşın sonuna doğru devreye sokulan tanklar ve uçaklar, ilerleyen yıllarda korkunç bir hızda gelişerek savaşın biçimini ve gidişatını kesin olarak belirledi. İkinci Dünya Savaşına bir tanklar, savaş uçakları ve yalnızca ABD kullanmış olsa bile nükleer silahlar savaşı demek doğru olur. Nitekim birinci savaşta 18 milyon, ikinci savaşta ise 70 milyon insanın can vermesine ve özellikle ikincisinde kentlerin yerle bir edilmesine bakarak da değişip gelişen savaş makinelerinin etkisini görebiliriz. Her iki savaş da dünya siyasetini, ekonomisini ve dünya halklarının kaderini derinden etkiledi. ABD, ikinci savaştan kapitalist dünyanın tartışılmaz hegemon gücü olarak çıkarak sistem üzerinde hâkimiyet kurdu.

Ancak dünden bugüne yalnızca savaş makineleri daha öldürücü hale gelmedi, aynı zamanda iletişim ve askeri teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak hem savaş biçimleri çeşitlendi hem de savaş bilgisi ve deneyimi birikti. Aradan geçen yıllar içinde emperyalist sistem üzerindeki hegemonyası aşınıp sarsılan ABD, geçmişteki deneyimlerden hareketle, kendisine meydan okuyabilecek rakip güçlerin erkenden önünü kesmek için önleyici savaş stratejisini devreye soktu. ABD’nin amacı rakipleri henüz zayıfken onları hazırlıksız yakalamak, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda belirlemek ve aşınıp yıpranan hegemonyasını yeniden tesis etmekti. Böylece hegemonya krizini kendi arzuları doğrultusunda çözmeye karar veren ABD emperyalizmi, 1990’dan itibaren sürdürdüğü bir on yıllık hazırlık evresinden sonra savaş düğmesine bastı.

Fakat bu savaş, hem doğrudan rakip güçlere karşı başlatılmadığı hem de özgürlük ve demokrasi söylemiyle meşrulaştırılmak istendiği için başka topraklara ve bölgelere kaydırılmıştır. Zaten bugünkü savaşın kendine has biçimler almasına neden olan da budur. Irak’tan Afganistan’a, Suriye’den Libya veya Yemen’e kadar genişleyen bu yeni savaşta, emperyalist güçler doğrudan karşı karşıya gelmeden kozlarını paylaşmaktadırlar. “Uluslararası terörizm” maskesiyle örtülen ve yüzlerce insanın canını alan terör eylemleri, IŞİD ya da El Kaide türü örgütler veya yerel güçler bu savaşta rol aldılar, almaya da devam ediyorlar. Keza siyasi ve askeri liderleri öldürerek rakibe darbe indirmek için suikastlar düzenlenmesi, askeri veya enerji tesislerinin bombalanması, İsrail ve İran örneğinde olduğu üzere resmen savaş ilan etmeden ülkelerin birbirlerine saldırı düzenlemeleri Üçüncü Dünya Savaşının aldığı biçimlerdir. İnsansız hava araçlarından son derece hassas uzun menzilli füzelere, düşmanın silah üretim ağlarına virüs bulaştırılıp patlatılmasına kadar birçok noktada iletişim teknolojisinin etkisini bu savaşta görebiliriz. İsrail’in Hizbullah’ın kullandığı çağrı cihazlarını kitlesel bir şekilde patlatması, savaşın nasıl da yeni ve karmaşık boyutlar aldığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu şekilde telsiz veya çağrı cihazlarının yıkıcı bir silaha dönüştürülerek bir ülkenin kaosa sürüklenmesiyle, savaş uçaklarının bombalar yağdırarak aynı durumu yaratması arasında özde bir fark yoktur.

Afganistan’ı işgal ederek Üçüncü Dünya Savaşının startını veren ABD emperyalizminin sözcüleri, bu savaşın 15 yıl süreceğini açıklıyorlardı. Çünkü bu 15 yıl içinde rakiplerine üstün geleceklerini, nüfuz alanlarını istedikleri gibi düzenleyeceklerini ve ABD’nin sarsılan hegemonyasını yeniden tesis ederek hegemonya krizini çözeceklerini hesaplıyorlardı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Çin ve Rusya gibi büyük emperyalist güçler uluslararası siyasete daha fazla müdahale etmeye başladılar. Emperyalist savaş halkası her geçen gün genişlerken, ABD emperyalizmi belirlediği hedeflere ulaşmadı. Tarihsel olarak tıkanıp krize giren kapitalizmin açmazları, emperyalist hegemonya krizini alabildiğine derinleştirdi ve Üçüncü Dünya Savaşının yeni boyutlar almasına neden oldu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte savaş yeni ve çok daha tehlikeli bir mertebeye ulaştı. ABD-İngiliz bloku öncülüğündeki Batı emperyalizmi, Ukrayna ordusunu kullanarak Rus emperyalizmiyle dolaylı bir savaş yürütüyor. Ancak hem İsrail kudurganlığı nedeniyle genişleyen Ortadoğu Savaşı hem de giderek alevlenen Rusya Ukrayna savaşı ve dünya ölçeğinde keskinleşen çelişkiler, emperyalist güçleri ve onların bölgesel müttefiklerini her geçen gün daha fazla doğrudan karşı karşıya gelmeye zorluyor. Özetle dünyanın gidişatını derinden etkileyerek yön veren Üçüncü Dünya Savaşı, adım adım birinci ve ikincisine benzer bir noktaya doğru ilerlerken, kapitalizm altında insanlığın yok oluşu tehdidi çok daha ciddi hale geliyor.

Utku Kızılok- 26 Eylül 2024-ilk kez gelecekbizim.net sitesinde yayınlandı.

Suriye’de Esad Rejimi Çöktü, Emperyalist Savaş Genişleyerek Devam Ediyor!

61 yıllık bir tarihe sahip Baas rejimi, hiç beklenmedik şekilde 10 gün içinde çöktü. 2011’den beri sürüp giden yıkıcı ve tüketici savaşa rağmen ayakta kalmış, özellikle İran ve Rusya’nın yardımıyla varlığını koruyarak cihatçıları büyük ölçüde püskürtmüş bir rejim nasıl oldu da kısa bir süre içinde tepetaklak oldu? Şu anda muazzam bir bilgi karmaşası var. Doğal olarak hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çok sayıda değerlendirme ve analiz yapılıyor. Olayların gelişimi, emperyalist devletlerin ve bölgesel güçlerin müdahaleleri anlamlandırılmaya çalışılıyor, sayısız olasılığa dikkat çekiliyor. Her şeyden önce şu noktayı vurgulamak gerekir: Dengelerin her an değiştiği, üstelik Suriye’den Ukrayna’ya tüm savaş cephelerinin aynı düğüm noktasında birleştiği, buna göre adımların atıldığı bir süreçte olayların tüm gelişimini sergilemek ve her olasılığı hesaplamak mümkün değildir. Marksist yöntem, savaşı yaratan nedenleri ortaya koymak ve ana yönelimlere dikkat çekmek olmalıdır. En karmaşık dönemlerde genel hattın altını çizmek çok daha değerlidir. Gerçek şu ki 2001’de ABD emperyalizminin başlattığı ve başını çektiği Üçüncü Dünya Savaşı, yeni coğrafyaları ve devletleri içine alarak ve çok daha girift hale gelerek genişliyor. Aşağıda da göreceğimiz üzere, sarsılıp erozyona uğrayan hegemonyasını yeniden tesis etmek isteyen ABD emperyalizmi, en büyük rakibi Çin’e karşı doludizgin bir savaşa hazırlanıyor.

Yine Suriye’deki manzaraya ilişkin, ilk elden fotoğrafın en net kısmına dair şunu söyleyebiliriz: Esad rejiminin düşmesi, Rusya ve İran’ın Ortadoğu’daki savaşta büyük bir zemin ve itibar kaybetmesi anlamına geliyor. Özellikle İran, Şii Hilal olarak adlandırılan ve İran’dan başlayıp Irak, Suriye ve Lübnan’a uzanan coğrafyada nüfuz oluşturmasını sağlayan en önemli halkayı kaybederek ağır bir darbe aldı. Kuşku yok ki hâlihazırda esas kazanan güçler ABD-İsrail blokudur. Ortadoğu’yu çıkarları temelinde yeniden şekillendirmek ve kendi lehine kalıcı bir denge kurmak isteyen ABD-İsrail bloku, büyük bir fırsat yakalamıştır. Ortadoğu Savaşının birinci raundunu kaybeden ve uzun süredir uluslararası alanda sıkışıklık yaşayan Türkiye’nin eli de çok güçlenmiştir. Suriye’nin şekillendirilmesinde Türkiye’nin elde ettiği üstünlük son derece belirleyici olacaktır. Fakat bu kaotik sürecin Türkiye’yi savaşın daha fazla içine çekebileceğinin güçlü bir olasılık olduğunu da belirtmek lazım. Neredeyse tüm yazılarımızda Suriye’deki siyasal tablonun emperyalist savaşın genel gidişatına göre şekilleneceğini vurgularken, şu hususun da altını çizdik: Esad rejimi ayakta kalsa bile, Suriye’nin bir daha eski günlerine dönmesi ve tek parçalı bir Suriye’nin söz konusu olması pek mümkün değil. Bu olasılık bugün çok daha güçlü hale gelmiştir. HTŞ liderliğindeki cihatçıların, eski rejimin egemen güçlerinin, Kürtlerin ve diğer azınlıkların birlikte Suriye’de merkezi, kalıcı ve istikrarlı bir düzen kurması kolay değil. Hem savaşın İran’a ilerleme olasılığı hem de Afganistan, Irak, Libya örnekleri ve Suriye’deki verili tablo bölgedeki kaosun büyüyerek derinleşeceğine işaret ediyor.

Savaş bir satranç, masa başında sürdürülen bir oyun değil. Kimin kazanıp kimin kaybettiği, haritaların nasıl değiştiği, güçler dengesinin nasıl oluştuğu ve oluşacağı gibi konular öne çıktıkça, savaşın korkunç bir toplumsal yıkım olduğu gerçeği unutturuluyor. Özellikle Türkiye’de burjuva medyada boy gösteren sözde stratejistlerin harita önünden ayrılmamaları ve kışkırtılan emperyal hayaller, emekçilerin savaşın korkunç yüzünü anlamalarını ve bölgedeki halklarla empati kurmalarını engelliyor. Oysa Üçüncü Dünya Savaşının merkezi cephesini oluşturan Ortadoğu, 20 yıldır kesintisiz sürüp giden emperyalist savaş tarafından yakılıp yıkılıyor. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de, Lübnan’da ve Yemen’de toplum onlarca yıl geriye gitti. Uygarlığın beşiği bu coğrafyada sayısız antik kent başta olmak üzere kentler, kasabalar, köyler harabeye döndü. Hem göç hem de yüz binlerce insanın ölmesi nedeniyle gelişmiş işgücünde, üretici güçlerde ve kültürel birikimde muazzam bir kayıp yaşandı. Suriye, diğer Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında, özellikle Halep, Şam ve kıyı kentlerde modern kapitalist ilişkilerin geliştiği, seküler yaşamın kabul gördüğü nadir ülkelerden biriydi. Halkın on yıllara yayılan Esad diktatörlüğü altında ezildiğini, Kürtlerin taleplerinin kanlı şekilde bastırıldığını, azınlıkların demokratik haklarının yok sayıldığını, muhaliflerin cezaevlerine atıldığını da belirtmek gerekiyor. 13 yıldır korkunç bir savaş tarafından yıkılan, milyonların göç ettiği, milyonların kelimenin gerçek anlamında sefalete itildiği, yaşamın acı ve kahra dönüştüğü bu ülke, şimdi de IŞİD’den dönüşen HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam) liderliğindeki cihatçılara teslim edildi. Belirli ölçülerde modern ilişkiler temelinde oluşmuş toplumun Afganistan’da çökertilmesinin ve cihatçılara teslim edilmesinin ne doğurduğunu biliyoruz. Önümüzdeki dönemde Suriye’de gerici güçlerin daha fazla güçlenmesini, toplumun daha fazla çözülmesini ve yeni milyonların göç yollarına düşmesini engelleyecek bir tablo ne yazık ki söz konusu değildir. Şimdi genelden özele doğru ilerleyebiliriz.

Bir: 2011 Martında kimi kentlerde ekonomik ve demokratik taleplerle başlayan protestoları Esad rejimi devlet şiddetiyle ezdi. Halk hareketlenmesi geri çekilirken, sahne cihatçı örgütlere kaldı. ABD, İngiltere, Türkiye, Katar dâhil Körfez Ülkeleri Esad rejimini yıkmak için bir taraftan sivil bir muhalefet gücü yaratmaya çalışırken, öte taraftan da cihatçıları Özgür Suriye Ordusu adı altında örgütlediler, eğittiler, silahlandırdılar. Böylece emperyalist paylaşım savaşının yeni halkasına Suriye de eklenmiş oldu. Büyük desteğe sahip cihatçıların birçok bölgeyi ele geçirmesinden sonra, 2013’ün Şubatında İran’ın ve 2015’in Eylülünde ise Rusya’nın savaşa müdahil olup Esad rejimini desteklemesiyle dengeler değişti. Esad rejiminin yıkılması için ABD’den yeterince destek alamayan ve Kürtlerin özerk bir yapı kurmasını engellemek isteyen Türkiye, Rusya ve İran ile birlikte Astana görüşmelerini başlattı. Türkiye, Rusya’nın olur vermesiyle Suriye’nin bazı kısımlarını ele geçirerek Kürt bölgeleri arasındaki bağlantıyı kopardı. Buna karşılık Türkiye, Halep dâhil “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulmasını kabul etti ve cihatçılar İdlib’de toplandı. HTŞ’nin İdlib’i, Türkiye’nin Afrin dâhil sınır bölgelerindeki geniş bir toprak parçasını, Kürtlerin Fırat’ın Doğusunu kontrol altında tutması nedeniyle Suriye fiilen dört ayrı parçaya bölündü. Bununla birlikte, özellikle Şam, Halep, Hama, Humus, Lazkiye gibi büyük kentlerde ve geniş bir alanda Esad rejimi kontrolü yeniden sağladı ve görece istikrarlı bir dönem başladı.

İki: Savaş her alanda korkunç bir yıkıma yol açtı. Kentler, yollar, altyapı, hastaneler, okullar, devlet binaları, sanayi bölgeleri ve tarım alanları yok oldu. En önemli sanayi kenti olan Halep’teki sanayi bölgeleri cihatçılar tarafından yağmalandı, Türkiye’ye getirildi. Böylece ekonomi büyük ölçüde çöktü. Bu yüzden GSYİH 2011 ilâ 2021 arasında yüzde 60’tan fazla daralırken, ABD’nin Sezar yasasıyla uyguladığı yaptırımlar ekonominin toparlanmasının önüne geçti. İşsizliğin yüzde 50’yi bulduğu ülkede, Dünya Bankasının verilerine göre 14,5 milyon insan yani toplumun yüzde 70’i derin yoksullukla boğuşuyor.[6]  2023’te Suriye para biriminin (pound) dolar karşısında yüzde 141 değer kaybetmesi, enflasyonun yüzde 90’ın üzerine çıkması, ticaretteki gerileme, savaşın yarattığı yıkıma depremin eklenmesi, elektrik kesintileri vb. toplumdaki yoksulluğu daha da ağırlaştırdı, umutsuzluğu alabildiğine büyüttü. İster siyasal isterse ekonomik ve toplumsal alandan bakalım, rejimin ve egemen sınıfın donuklaştığını, zihinsel olarak tükendiğini, hiçbir sorunu çözebilecek kapasitede olmadığını görürüz. Amfetamin türü bir uyuşturucu olan captagon üretimi rejimin ana gelir kaynağı haline dönüşürken, daralan ekonomik kaynaklar üzerindeki çekişme, kavga ve güvensizlik büyüdü, rejim ve ordu içindeki yozlaşma, atalet ve çözülme hızlandı. Tüm bunlardan dolayı, savaşın ilk döneminde cihatçılara karşı tutum alan toplumsal çoğunluk, zaman içinde yılgınlığa ve umutsuzluğa düşerek Esad rejiminin varlığını veya yokluğunu umursamaz oldu. Tarihte buna benzer birçok örnek vardır. Örgütlü bir güç olamayan ve iktidarı değiştiremeyen halk, savaş, ekonomik çöküş ve egemen sınıf arasında bitip tükenmez çekişmeden bıkıp usanır, belirli bir andan sonra kimin kendisini yöneteceğine tümüyle kayıtsız hale gelir.

Üç: Rusya ve İran’a yaslanarak ayakta kalan rejim, hem ideolojik körlük hem de on yılların alışkanlığıyla hareket etmesi, yozlaşması ve zihinsel olarak tükenmesi nedeniyle değişen koşulları algılayıp gerekli dönüşümleri yapamadı. Mesela Rusya, rejimin devletin yapısında bazı dönüşümler sağlamasını, Kürtler ve sivil muhalefeti bir şekilde yönetime katacak adımlar atmasını, reformlar yapmasını istiyordu. Kuşkusuz Rusya’nın arzu ettiği federatif bir yapı değildi ama Kürtlerin ve diğer toplumsal kesimlerin kendilerini ifade edebileceği görece özerk bir yapılanma zorunluydu. Bu konuda Rusya tarafından yapılmış sayısız açıklama ve Astana sürecinde gündeme getirilmiş anayasa çalışması vardır. Örneğin Türkiye’nin 2019’da Rojava’ya saldırı başlattığı o günlerde, 18 Ekimde Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov şu açıklamayı yapmıştı: “Kürt sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliği çerçevesinde, Kürt liderler ve Şam’daki meşru hükümet arasında diyalogla çözülmesi gerektiğinden yana tavır sergileyeceğiz.” Fakat Esad rejimi hem Kürt halkının demokratik taleplerini tanımak hem de Suriye’deki etnik ve kültürel yapıyı kucaklayacak bir yönetim oluşturma konusunda hiçbir esneme göstermedi. Verili tabloyu korumak amacıyla İran’dan aldığı desteği kullanarak Rusya’yı dengelemeye çalıştı. Nitekim Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, rejim çöktükten sonra bunu açıktan dile getiriyor: “Bir süre önce durum tüm bölge için tehdit oluşturduğunda, Rusya, Suriye Arap Cumhuriyetine teröristlerle mücadelede ve istikrarı sağlamada yardımcı oldu. Bu hedefe doğru önemli çabalar sarf ettik. Rusya o noktada görevini tamamladı. Ardından Beşar Esad hükümeti kendi ülkesinin dizginlerini ele aldı, kalkınmayı sağlamaya çalıştı, ancak ne yazık ki, durum bu noktaya geldi.”

Dört: Rejimin donuklaştığını ve uluslararası siyasette değişen koşulları doğru okuyup adım atamadığını gösteren en önemli gelişme, Ukrayna-Rusya savaşının başlamasıdır. Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna topraklarını işgal etmesinin ardından, ABD/Batı bloku bir taraftan Rus ekonomisini çökertmek amacıyla yıkıcı yaptırımları devreye sokarken, öte taraftan da Ukrayna ordusu dolayımıyla savaşa dâhil oldu. Bu yüzden ekonomik ve askeri gücünü büyük ölçüde Ukrayna’daki savaşa aktaran Rusya için Suriye ikinci plana düştü. Bu durum, Rus emperyalizminin gücünün sınırlarını da ortaya koyuyor. Uluslararası siyaseti şekillendiren bir başka hayati gelişme ise, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te düzenlediği saldırının ardından İsrail’in Filistin halkına dönük başlattığı soykırımdır. İran, Ortadoğu’daki nüfuzunu korumak ve iddiasını sürdürmek için Hizbullah üzerinden İsrail’le savaşa dâhil oldu. İsrail savaş makinesinin Lübnan’ı da yıkmaya girişmesi, Hizbullah liderliğinin büyük ölçüde ortadan kaldırılması, İran’ın doğrudan füzelerle ve savaş uçaklarıyla hedef alınması Ortadoğu’daki dengelerin yeniden değişmeye başlaması anlamına geliyordu. Esad rejiminin ayakta kalmasında çok önemli bir rol oynamış Hizbullah’ın güçlerini Lübnan’a çekmesi ve İsrail’in durmaksızın Suriye ordusunu bombalayarak zayıflatması, İdlib’deki cihatçıların elini güçlendirdi.

Beş: Görüleceği üzere Suriye’de rejimin yozlaşması, donuklaşması ve toplumun rejimden duygu olarak kopması uluslararası siyasetle birleşerek İdlib’deki cihatçı ordusundan yana koşullar oluşturdu. Uzun zamandır Türkiye, ABD ve İsrail tarafından desteklenen, eğitilen ve silahlandırılan HTŞ liderliğindeki cihatçılar, sonunda gerekli koşulların oluştuğu düşünülerek Esad rejimine karşı harekete geçirildi. Cihatçıların yüklenmesiyle Suriye ordusu cephelerinin hızla dağılması ve Halep’in düşmesi tam anlamıyla şaşkınlığa yol açtı. Bugün daha net anlaşılıyor ki esasında Suriye ordusu sağlam bir savunma hattına sahip değildi; ordu dağınık, koordinasyondan yoksun, askerler yorgun ve tükenmişti. Halep’in düşmesi, Ukrayna’dan Suriye’ye savaş cephelerini aynı düğüm noktasında birleştirerek emperyalist güçler arasında yeni pazarlıkların ününü açtı. 30 Kasımda Wall Street Journal’a konuşan Trump’ın eski Suriye sorumlusu Andrew Tabler şöyle diyordu: “Bölgesel ve uluslararası güçler on yıldan uzun bir süre önce Suriye’ye müdahale etti. Ancak şimdi Ukrayna, Gazze ve Lübnan’daki çatışmalar bir araya geliyor ve Halep’te üst üste biniyor.”[7] Suriye ordusunun saldırıları püskürtecek güç ve kapasitede olmadığını gören Rusya, gücünü ve enerjisini boşa harcamak yerine hızla Esad rejimini gözden çıkardı. Rusya’nın destek vermediği koşullarda İran’ın tek başına Esad’ı koruması zaten mümkün olamazdı.

Altı: Eğer Suriye ordusu savaşabilse ve saldırıları püskürtecek bir direniş sergileyebilseydi, kuşku yok ki Rusya Esad rejimini desteklerdi. Keza Ukrayna’daki savaşın olmadığı ama Suriye ordusunun yine dağınık ve dirençsiz olduğu koşullarda da Rusya, her şeyi göze alarak daha önce yaptığı gibi Esad rejiminin yanında durabilirdi. Fakat Ukrayna’daki savaşa yoğunlaşan Rusya, değişen koşullara göre hesap yapmış ve yeni koşullarda Esad rejimi ikincil konu hale gelmiştir. Elbette Rusya’nın Ortadoğu’daki ayağı, Akdeniz’e ve Afrika’ya uzandığı ana merkez konumundaki Suriye derhal vazgeçilecek bir ülke değildir. Ne var ki söz konusu Ukrayna’daki savaşı kazanmak olduğunda ve gücü belirli bir noktaya toparlamak gerektiğinde, bazı seçimler zorunludur. Öyle anlaşılıyor ki ABD-Rusya arasında Suriye ve Ukrayna’yı kapsayan bir anlaşma söz konusudur. Belli ki Rusya’nın Suriye’deki askeri üslerinin ve bu yolla kazandığı nüfuzun korunması bu anlaşmanın bir parçasıdır. Nitekim bu anlaşma gereği Suriye ordusu savaşmadan Şam’a çekilmiş ve Esad iktidarı terk etmiştir.

Yedi: Verili koşullarda en büyük darbeyi alan İran’dır. 2013’te Esad rejiminin düşmesini engellemek için devreye giren ve Hizbullah’ın militan göndermesini sağlayan İran, Irak’tan sonra Suriye’de de belirleyici bir güç konumundaydı. Böylece İran; Irak, Suriye ve Lübnan’a kesintisiz ulaşabileceği, bölgede İsrail’i sıkıştırabileceği bir konum elde etmişti. Suriye’nin bu zincirden kopması, İran’ın ağır bir darbe alarak Ortadoğu’da nüfuzunun sarsılmasına ve gerilemesine neden oldu. Tereddütsüz belirtmek lazım ki İran, Suriye’de kaybetmiştir. Kuşkusuz İran tası tarağı toplayıp tümden evine dönmeyecektir ama 2003’ten beri kendisini hedefe koyan ABD-İsrail blokunun savaş tehdidi altında olacaktır.

Sekiz: Suriye’de Esad rejiminin düşmesi en çok İsrail’in çıkarlarına hizmet etmektedir. Karşısında hiçbir güç olmamasından yararlanan İsrail, Suriye donanmasını, hava üslerini, savaş uçaklarını, füzelerini, helikopterlerini, silah fabrikalarını bombalayarak yok etti, etmeye de devam ediyor. Çok açık ki şu anda Suriye, bir devlet olma vasfını büyük ölçüde yitirmiştir. 1967’den beri işgal altındaki Golan tepelerinin sonsuza dek kendilerine ait olduğunu açıklayan İsrail Başbakanı Netanyahu, 1973’te imzalanan anlaşmaları da geçersiz ilan etti. İsrail ordusu Dürzilerin yaşadığı birçok köy ve kasabayı işgal ederek Şam’ın burnunun dibine kadar ilerlemiş durumda. İsrail Suriye’yi askeri olarak çökertip topraklarını işgal ederken HTŞ sadece izliyor. İsrail’in Suriye’de işgal ettiği alanların aynı zamanda Lübnan sınırı olması ve buraların Hizbullah’ın kontrolünde olması da ayrıca dikkat çekicidir. Önümüzdeki dönemde Suriye’de tüm etnik ve inanç gruplarını dikkate alan bir yapının kurulamaması ve kaosun sürmesi durumunda, Dürzi halkı İsrail’e katılabilir ki bunun için şimdiden adımlar atılıyor.

Dokuz: Bu tablo, ABD-İsrail blokunun planlarına yatan Türkiye’nin aslında kimin elini güçlendirdiğini de gözler önüne seriyor. Altını kalınca çizmek lazım ki ABD gibi emperyalist bir gücün liderliği olmadan Türkiye’nin HTŞ gibi cihatçı bir örgüt eliyle Suriye’yi yoğurması ve şekillendirmesi mümkün değildir. Emperyalist ve bölgesel güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda müdahale ettiği ve önümüzdeki dönemde daha fazla edeceği koşullarda, Türkiye’nin hâkim bir güç konumunda Suriye’yi şekillendirecek ne askeri ne siyasal ne de ekonomik gücü var. Mesela HTŞ, ABD’nin müdahalesi olmadan BM’nin terör örgütü listesinden çıkarak uluslararası alanda meşru bir konuma yükselemez. Keza ABD’nin Sezar yasasını kaldırmadığı koşullarda Suriye’nin ekonomik olarak toparlanması imkânsızdır. Bu bağlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye ile hegemon emperyalist bir güç konumundaki ABD’nin kapasitesinin nasıl birbirinden farklı olduğunu bir kez daha görüyoruz. Örneğin HTŞ’nin Halep’i ele geçirerek burada durması, Esad rejimi üzerinde baskı kurarak ona kendi oyun planını kabul ettirmek isteyen Türkiye açısından daha sorunsuz bir süreç anlamına gelirdi. Oysa Türkiye şimdi parçalanmış tüm Suriye sahasında hareket ediyor. Bunun uzun vadede ne tip sorunlar doğuracağı, ne gibi belalara yol açacağı şimdiden öngörülemez. Faşist rejim medyasının Erdoğan’ı Suriye fatihi pozlarında sunma gayreti, çizilen Suriye halkının Türkiye sevgisi imajı veya Emevi Camii’nde namaz kılma seremonisi sahadaki bu gerçekliğin üzerini kapatmaya ve iç politikaya dönüktür.

On: Kuşku yok ki Türkiye hem HTŞ hem de SMO/ÖSO üzerinden Suriye’nin kaderinin çizilmesinde tartışılmaz bir güç haline gelmiştir. Şimdi ABD emperyalizmi, bir NATO ülkesi olan Türkiye’yi kullanarak Suriye’yi kendi planları doğrultusunda şekillendirmek isterken, Erdoğan liderliğindeki rejim de pazarlık masasında en fazlasını kopartacak şekilde hareket ediyor. Bu kapsamda bir taraftan SMO/ÖSO, öte taraftan da HTŞ destekli Arap aşiretler eliyle Rojava’daki Kürtlere karşı bir savaş yürütüyor. Kürt güçler ezilerek ve kontrol ettikleri topraklara el konularak Kürt halkının Suriye’nin şekillendirilmesinde ana bileşenlerden birisi olmasının önüne geçilmek isteniyor. Çok açık ki Kürtlerin gücünü koruduğu koşullarda, cihatçıların Suriye’yi istedikleri doğrultuda şekillendirmeleri kolay değildir. Ancak şu da var ki 13 yıldır parçalı olan Suriye’yi eski formuna döndürmek de neredeyse imkânsızdır.

On bir: Suriye’nin yoğrulup şekillendirilmesinde Türkiye ABD’ye muhtaçtır ama Kürtlerin kazanacağı statü konusunda aralarındaki çelişki ve buradan doğan gerilim de devam ediyor. Kürtlerin özerk veya federatif bir yapıda statü kazanması, ABD/İsrail blokunun hem Suriye hem de Ortadoğu’daki nüfuzunu güçlendirecektir. Bu amaç doğrultusunda ABD, Kürtlerin verili güçlerini mümkün mertebe korumasını arzu ediyor. Türkiye’nin Kürtlere saldırmaya devam etmesi ve Rojava’nın varlığını kabul etmemesi, ABD ile çelişkilerin daha da büyümesine neden olabilir. ABD’nin Ortadoğu’da belirli bir denge kurabilmesi ve mesela ağır bir darbe alan İran’ın daha da geriletebilmesi için iki konunun çözüme kavuşturulması gerekiyor. Birincisi, İsrail’in varlığının ve güvenliğinin garanti altına alınması, bu konuda yeni adımlar atılması; ikincisi, Türkiye’nin Kürt sorununda ABD planlarıyla uyumlu hareket etmesi! İşte ABD, elindeki ekonomik ve askeri güç dâhil birçok unsuru kullanarak Türkiye’ye Kürtlerin Rojava’daki statüsünü kabul ettirmeye çalışıyor. Nitekim 12 Aralıkta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Türkiye’ye gelip Erdoğan ile görüşmesinin esas nedeni budur.

On iki: ABD’nin Ortadoğu’da istediği koşullar oluşursa ve elbette Ukrayna cephesinde Rusya’yla belirli bir uzlaşmaya varabilirse, işte o zaman Asya Pasifik’te Çin’le savaşa daha kolay ve hızlıca hazırlanabilir. Esasında Suriye’deki kriz hakkında Trump’ın açıklamasını da bu plan doğrultusunda anlamak gerekiyor: “Dünyada çok fazla kriz var. Geçtiğimiz günlerde Suriye’den haberler aldık. Kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacaklar çünkü biz karışmayacağız. Fransa da karışmayacak.” Çok açık Trump tüm taraflara, “ABD hegemonyası altında bizim istediğimiz temelde hareket etmez ve planlarımıza uymazsanız, hepiniz kaosa sürüklenirsiniz” demeye getiriyor. Kuşkusuz Ortadoğu’daki dengeleri kendisinden ve İsrail’den yana oluşturmak isteyen ABD’nin hâlihazırda Suriye’den çekilmesi düşünülemez. Ancak ABD emperyalizminin varlığının Kürtler için bir güvence olmadığı da açıktır. Emperyalistler ve elbette tüm kapitalist güçler sadece kendi çıkarlarının peşinde koşarlar ki Rusya’nın Esad’ı yüz üstü bırakması bunu bir kez daha doğruladı. Ezilen halkların gerçek müttefiki ancak devrimci işçi sınıfı olabilir. Ortadoğu işçi sınıfı bağımsız sınıf temelinde örgütlenip kapitalizme karşı sosyalist bir mücadele yürütmediği müddetçe, gerici hareketlerin önüne geçilemez ve ezilen halklar gerçek anlamda özgürlüklerine kavuşamazlar!

On üç: Esad rejiminin düşmesinden sonra Suriye’deki toplumsal ve siyasal tablo, Türkiye egemen sınıfının önüne tarihsel Kürt gerçeğini bir kez daha koydu. Şu anda Türkiye, Kürtleri Suriye’de belirleyici bir güç olmaktan çıkartmaya çalışıyor ama bu politikanın sınırları olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kürtler bir şekilde Suriye’de kendilerine bir yer bulacaklardır. İşte bu noktada 1 Ekimde Bahçeli’nin “Öcalan Meclis’te konuşsun” çıkışını yeniden hatırlamak anlamlı olur. Son birkaç yıldır egemen sınıf katlarında tartışılan ve zaman zaman basına sızdırılan plan devreye sokulabilir: Türkiye’nin Rojava’nın statüsünü kabul etmesi ve Kürtlerin hamisi haline gelerek Suriye’de çok daha etkin ve belirleyici olması! Böylece Irak’taki Kürtlerle birlikte Rojava’daki Kürtleri de denetimine alarak Ortadoğu’daki etkisini artırması! Geçtiğimiz günlerde Hakan Fidan’ın Mecliste bütçe toplantısında konuşurken Kürtlerin hamisi olduklarını dile getirmesini bu kapsamda ele almak mümkün. Esasında Kürt hareketinin kimi önemli temsilcilerinden de benzeri açıklamalar geliyor: Türk ve Kürtlerin tarihsel ittifakı! Hatırlanacağı üzere 2013 Diyarbakır Newroz’da mektubu okunan Öcalan, Türkiye’nin Kürtlerle birlikte büyüyebileceğini dile getirmişti. Türkiye burjuvazisinin bir kesim, liberal aydın ve gazeteciler Türkiye’nin Kürt sorununu çözerken büyüyebileceğini hayal ediyorlar. CHP lideri Özgür Özel’in Erdoğan’a seslenerek “«Suriye’deki yapıda Kürtlerin temsilcisi olmaz» dersen yanlış yaparsın” çıkışını da bir yere kaydetmek gerekiyor. Egemen sınıf ve elbette devletin içinde bu konuda kimi farklı düşüncelerin olduğu anlaşılıyor. Bu noktada, iktidar blokunda Bahçeli ile Erdoğan arasında kamuoyuna yansıyan görüş ayrılığının tam olarak neleri kapsadığı ve bir ayrışmaya yol açıp açmayacağı ise henüz belli değildir.

On dört: Nereden bakarsak bakalım Üçüncü Dünya Savaşının merkezi konumundaki Ortadoğu’da savaşın genişlediğini, kaosun ve belirsizliğin derinleştiğini, emekçileri yeni felaketlerin beklediğini görürüz. Şunun da altını kalınca çizmek lazım: ABD’nin Ortadoğu’da belirli ölçülerde bir denge kurması ile bu coğrafyayı  tümüyle kendi hegemonyası altında şekillendirmesi aynı şey değildir. Suriye’de gördüğümüz üzere, denge eninde sonunda bozulmaya mahkûmdur. Kaos ve belirsizlik sarmalı derinleşerek devam ederken yalnızca moloz yığınları üzerinde bir düzen ve hegemonya ise kurulamaz. Üçüncü Dünya Savaşının Ortadoğu cephesinde kan ve gözyaşı dinmezken, ABD emperyalizmi asıl büyük rakibi Çin’i kuşatmak ve onunla hesaplaşmak amacıyla Asya Pasifik’e yoğunlaşmak istiyor. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin savaş hazırlıklarını ele alan Çin devletinin resmi gazetesi Global Times, uygarlığın geleceğinin tehlikeye gireceğini yazdı: “Bazı ABD’li politikacılar, Çin’le yapılacak bir «tam ölçekli savaşa» hazırlık için mühimmat üretimini artırmayı ve sürekli üretim hatları kurmayı açıkça talep ediyor. Bu yaklaşım, yalnızca yıkım ve ölüm üretimi için inşa edilmiş bir fabrikaya benziyor. ABD’nin sanayi altyapısı giderek savaş mantığına teslim olmuş durumda ve bu durum, küresel gerilimlerin ana itici gücü haline geliyor. Askeri hazırlıkların ve sanayi mobilizasyonunun Çin’le karşılaşmada onlara bir avantaj sağlayacağını düşünüyorlar. Ancak bu düşünce, ölümcül bir yanlış hesaplama: Büyük güçler arasındaki tam ölçekli bir savaş, karşılıklı yıkım anlamına gelir. Bu tür savaş hazırlıkları bir stratejik plan değil, stratejik bir öz-yıkım biçimidir. Bu, barut fıçısında kibritle oynamaya benzer: Alevleri kontrol edebileceğinizi düşünebilirsiniz, ancak bir zincirleme reaksiyon başladığında sonuç felaket olacaktır. Bu sefer fark, bahsin yalnızca Amerika’nın geleceği değil, aynı zamanda insan uygarlığının ve dünyanın barışçıl gelişiminin geleceği olmasıdır.”[8] Bu satırlar esasında nükleer silahların kullanılabileceğini de ima ediyor. Diğer taraftan nükleer silah kullanılmasa bile insanlığı ve uygarlığı yok edecek yeterince silah var. Çok açık ki Asya Pasifik’teki olası savaş, Üçüncü Dünya Savaşının başlaması anlamına gelmeyecek, zaten yürümekte olan bu savaşın sonuçlarını kesin olarak tayin edecektir. Fakat eğer dünyamız ve medeniyetimiz ayakta kalabilirse! Elbette bunun anlamı kaderimize teslim olmak değildir. Tarihsel sınırlarına dayanan ve emperyalist çelişkileri korkunç ölçülerde keskinleştirip küresel bir savaşa yol açan kapitalizme karşı mücadele olmadan kurtuluşun olmadığını işçi sınıfının, toplumun emekçi çoğunluğunun anlaması gerekiyor!

Utku Kızılok- 26 Eylül 2024-ilk kez gelecekbizim.net sitesinde yayınlandı.

[1] Akın Erensoy, Ortadoğu’da Filistin, Filistin’de Ortadoğu, bu kitabın ikinci bölümüne bakınız.

[2] Utku Kızılok, Burjuva Zirvelerde Fırtına Korkusu, gelecekbizim.net

[3] Politico dergisi, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın Ukrayna yönetimine “Batı silahlarını her yerde, Rus topraklarının derinliklerinde de kullanabilirsiniz” dediğini yazdı.

[4] Fransız Marine Le Pen’i ve onun Ulusal Birlik Partisini faşist değil de aşırı sağcı olarak tanımlamak eşyayı adıyla çağırmamak olur. Aşırı sağ olarak adlandırılan partiler özde ve gerçekte faşisttirler. Faşist demek yerine “aşırı” denerek gerçekliğin/olgunun üzeri örtülüyor. Üstelik burjuva düzenin merkezinde yer alan geleneksel sağ partiler de giderek daha fazla sağcılaşmakta ve kimi noktalarda faşist partiler ile aralarındaki sınır çizgisi kaybolmaktadır. Kuşkusuz bu, geleneksel sağ partilerin faşistleştiği anlamına gelmiyor. Mesela ABD’de Cumhuriyetçi Parti henüz faşist bir parti değildir ancak içindeki faşist güçlerin etkisi hızla artmakta ve faşist bir lider olan Trump partiyi dönüştürmektedir. Aşırı-sağ/faşist partilerin ortaya çıktığı tarihsel koşullar ile geleneksel faşist partilerin ortaya çıktığı koşullar da kuşkusuz aynı değildir. Geçmişte Almanya, İtalya, İspanya vb. örneklerde kapitalist düzen ekonomik ve siyasi krizlerle, devrimci durumlarla derinden sarsılmaktaydı. Burjuva siyaseti parçalanmıştı ve düzen krizini olağan yolla aşamıyordu. Ancak sosyalist hareket de bu krize devrimci bir yanıt verip kapitalizmi alaşağı edemiyordu.  Bu kaotik dönemde geleneksel faşist partiler çok daha net ve keskin bir söyleme sahiptiler. Bugünkü faşist hareket ve partiler ise henüz aynı ölçüde keskin bir söyleme sahip değiller. Ancak düzenin çıkışsızlığı ciddi boyutlara geldiğinde, bu partilerin hızla militaristleşmesi ve çok daha keskin bir dil kullanmaları, kudurgan bir milliyetçiliğe ve ırkçılığa başvurmaları kaçınılmaz olacaktır.

[5] Utku Kızılok- İslamofobi ya da Milliyetçilik: Marksizm Ne Diyor?, gelecekbizim.net

[6] https://www.worldbank.org/en/news/press-release/2024/05/24/syria-growth-contraction-deepens-and-the-welfare-of-syrian-households-deteriorates

[7] https://www.wsj.com/world/middle-east/setbacks-for-russia-iran-and-hezbollah-turn-into-a-catastrophe-for-syrias-assad-c3e693e8?st=j5TNkj&reflink=share_mobilewebshare

[8] https://www.globaltimes.cn/page/202412/1324596.shtml