Trump’ın 3 Kasım seçim sonuçlarını kabul etmemesi ve kışkırttığı faşist kitlenin 6 Ocakta ABD Kongre binasını basması, içinden geçtiğimiz dönemin olağanüstü karakterinin yeni bir tezahürü oldu. Her şeyden önce görülmesi gereken şey, ABD’de cereyan eden olayların tarihsel nitelikte olduğudur. Bu baskın, hâlâ emperyalist sistemin hegemonu konumunda olan, liberal demokrasinin tecelli etmiş hâli olarak kitlelere yutturulmaya çalışılan ABD’de gerçekleşti. Amerikan egemen sınıfı içindeki çatışma ve yarılma, bu yarılmanın Kongre binasının (Kapitol) basılmasını doğurması, kuşku yok ki ABD’nin hegemonyasının hızlanan aşınmasının ve eski konumunu kaybetmesinin bir sonucudur. Emperyalist sistemin merkezindeki bir ülkede işlerin bu noktaya gelmesi, kapitalizmin nasıl bir açmaza düştüğünün çarpıcı bir göstergesidir. Sistemin yarattığı devasa sorunlar her alanda patlıyor ve büyük krizlere yol açıyor. Kapitalizmin yüz yüze geldiği açmazları aşması mümkün değildir. Dolayısıyla önümüzdeki dönem siyasal ve toplumsal fırtınanın şiddetini artırmasına tanıklık edeceğiz.
6 Ocak günü ne olduğuna geçmeden önce, ABD’deki seçim sistemi hakkında kısaca bilgi verelim. ABD’de halk başkanı doğrudan seçmiyor, başkanı seçecek delegelere oy veriyor. Herhangi bir eyalette en yüksek oyu alan parti, o eyaletin tüm delegelerini kazanmış oluyor. Seçimler tamamlandıktan belirli bir süre sonra, eyaletleri temsil eden delegelerden oluşan Seçiciler Kurulu (Electoral College), başkanı seçiyor. Genellikle her partinin delegesi kendi başkan adayına oy veriyor ve ülke genelinde en çok delegeyi çıkartan partinin başkan adayı bu kurulda çoğunluğun oylarıyla “başkan” olarak onaylanıyor. Ancak süreç bu noktada da tamamlanmıyor. Temsilciler Meclisi ve Senato’dan oluşan ABD Kongresi birlikte toplanarak Seçiciler Kurulu’nun kararını tasdik ediyor ve böylece başkanın seçilmesi tam anlamıyla resmiyete kavuşuyor.
Trump, 6 Ocakta toplanan Kongre’nin Seçiciler Kurulu’nun kararı doğrultusunda Biden’ın başkanlığını resmileştirmesini engellemek istiyordu. Seçim sonuçlarını tanımayan ve başkanlığını sürdürmek üzere her türlü dolabı çeviren Trump, birçok arayışının suya düşmesi nedeniyle, Kongre’deki oturumu yönetecek başkan yardımcısı Mike Pence’in öne çıkarak devreye girmesini istedi. Buna göre Pence, seçimlere hile karıştırıldığını ve Seçiciler Kurulu kararının geçersiz olduğunu söyleyerek reddedecek, Kongre’ye oylama yaptırmayacak, seçim sonuçlarının yeniden gözden geçirilmesi için eyalet yönetimlerinin devreye girmesini isteyecek, böylece Biden’ın başkanlık yolu bir şekilde kapatılacaktı. Esasında “hükümet darbesi” anlamına gelebilecek bu önerinin hayata geçirilmesi mevcut güç dengeleri açısından imkânsız, anayasal açıdan da gayrimeşruydu. Ama Trump, hem karşı cepheyi baskı altına almak hem de peşine taktığı kitlelerde seçimlerin kendilerinden çalındığı duygusunu pekiştirmek amacıyla bu düşünce doğrultusunda hareket etti.
Trump, Pazartesi günü Georgia eyaletindeki mitingde, Pence’in, Seçiciler Kurulu kararını reddetme yetkisi olduğunu söyledi. “Büyük adam” diyerek onu övdü ve çağrıda bulundu: “Yap bunu Mike. Bu, olağanüstü cesaret gerektiren bir zamandır.” Trump, bir taraftan ardı ardına tweet atarak Pence’i baskı altında tutarken, öte taraftan da 6 Ocakta çoğunluğunu faşist ve lümpenlerin oluşturduğu kitleyi Beyaz Saray önüne topladı. Amerika’yı Kurtar Yürüyüşü adını verdiği mitingdeki konuşmasında asla vazgeçmeyeceklerini, sonucu kabullenmeyeceklerini söyledi. Seçimlerin çalınmasını durduracaklarını ve Pence’in doğru kararı uygulamasıyla başkanlığı kazanacaklarını açıkladı. Zaten eyalet yönetimleri de seçim sonuçları hakkında yanlış bilgi verdiklerini kabul etmişlerdi ve hatalarını düzeltmeye hazırlardı! “Gücünüzü göstermek ve güçlü olmak zorundasınız” diye seslendiği ırkçı ve lümpen kitleye, başkanlığı yeniden aldıklarında Kapitol’e doğru yürüyeceklerini ve kendisinin de onlarla birlikte olacağını söylemekten çekinmedi.[1]
Kongre toplanırken Trump destekçisi kitleler de Kapitol’ün önüne yığılmış ve sayıları 30 bini bulmuştu. Fakat Pence, Trump’ın iddia ettiğinin aksine hareket etti ve kendisinin “tek taraflı” hareket ederek Seçiciler Kurulu’nun kararını reddetme gibi bir yetkisinin olmadığını açıkladı. Zaten Pence’in bu doğrultuda hareket edeceği basına yansımıştı ve Trump da eğer istediklerini yapmazsa onun gözden düşeceğini söylüyordu. Nitekim Pence’in Kongre’deki konuşmasından hemen sonra Trump, ülkenin ve anayasanın korunması konusunda onun korkak ve cesaretten yoksun hareket ettiğini ilan etti. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Kapitol önünde toplanan kitlenin bir kısmı, Kongre binasına doğru harekete geçti. Kimileri açılan kapılardan kimileri de camları kırarak Kongre binasına daldı. Trump ve kızı, bu sırada da peş peşe tweet atarak Kongre’yi basanları vatansever ilan ettiler. “Seçimleri biz kazandık ve onu bizden çaldılar” açıklaması yapan Trump, “ezici çoğunlukla kazandığımız kutsal seçim zaferi yurtseverlerden çalınırsa böyle şeyler olur” diyerek baskını meşrulaştırmaya çalıştı. Böylece, Trump baskını ve Kapitol etrafındaki kuşatmayı kendi gücünün ifadesi olarak kullanmak istedi. Öyle anlaşılıyor ki Trump, Pence üzerinden oynamak istediği oyun başarılı olamayınca faşist baskınla sonuç almak istedi. Nitekim baskınla birlikte Kongre’deki oturum dağılmış ve birkaç saatlik bir belirsizlik oluşmuştu. Fakat Trump, gücünüzü gösterin diyerek kitleleri Kapitol’ün önüne çağırmasına rağmen, bu kışkırtıcı tutumunu sürdüremedi. Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin ağırlıklı kesimi ortak tutum aldı ve Trump, üzerindeki baskının yoğunlaşmasının ardından görüntülü olarak “eve dönün” mesajı yayınlamak zorunda kaldı, çok geçmeden tümüyle geri adım atarak baskıncıların hesap vereceğini açıkladı.
Çok açık ki, eğer istenseydi önceden Kongre binasının etrafı polis tarafından çepeçevre kuşatılır ve lümpen kitlenin yaklaşmasına izin verilmezdi. Mesela George Floyd’un öldürülmesiyle başlayan “nefes alamıyoruz” eylemleri sırasında, ulusal muhafız Kapitol etrafına yığınak yapmıştı. Fakat 6 Ocakta ortada doğru düzgün polis yoktu ve üstelik genlerine ırkçılık işlemiş Amerikan polisi, kendilerine “gururlu çocuklar” (Proud Boys) diyen faşistlere son derece nazik davrandı. Kongre’nin toplandığı güne kadar Trump’ın orduyu devreye sokmak istediğinin konuşulduğu, on eski savunma bakanının bildiri yayınlayarak ordunun sürece müdahil olmaması çağrısı yaptığı, Trump’ın faşist kitleyi kışkırttığı bir gün ve ortamda neler yaşanabileceğinin öngörülmemesi düşünülemez. ABD emperyalizmi, Kongre binasına düzenlenen baskın benzeri olayları başka ülkelerde kullanarak rejim değiştirmede son derece tecrübelidir. Öyle anlaşılıyor ki, son derece tarihi bir günde Kongre binası önündeki polis gücü zayıf tutularak adeta baskının gerçekleşmesi istenmiştir!
Burada görülmesi gereken önemli nokta, ABD egemen sınıfı içindeki yarılmanın Kapitol baskınını doğuracak düzeye yükselmiş olmasıdır. ABD tarihinde ilk kez, otoriter bir rejim kurma özlemiyle yanıp tutuşan, her türlü yalanı bağıra bağıra söyleyen megaloman bir başkan, seçim sonuçlarını kabul etmiyor. Bu doğrultuda devlet mekanizmasını zorluyor; ırkçı, beyaz üstünlükçü ve faşist bir kitleye yaslanarak sonuç almaya çalışıyor. Ama unutmamak lazım ki siyaset arenası güç, karşılıklı hamleler ve taktikler alanıdır. Bir tarafın hamlesinin başarısızlığı ya da bizzat hamlenin kendisi karşı taraf için muazzam fırsatlar doğurabilir. Nitekim Biden cephesi, Kapitol baskınını derhal bir darbe ve iç terör olarak nitelendirerek Trump’ın siyasi kariyerini sona erdirmek üzere harekete geçmiştir.
Bir kapitalist, bir yalancı ve megaloman olan Trump, siyaset sahnesine çıktığı zaman pek de önemsenmemişti. Oysa Trump, hem Cumhuriyetçi Parti içindeki yarışta hem de başkanlık yarışında ipi göğüsleyen kişi olacaktı. 2016’daki seçimlerde Hillary Clinton’ın başkanlığı beklenir ve ona yatırım yapılırken, Trump ile karşı karşıya kalındı. Bir kapitalist olmasına rağmen Trump, emekçi kitleleri aldatıp arkasına takmak için müesses nizama karşı olduğunu söylüyordu. İşçi sınıfından, işsizlikten, ülkenin zengin elitler tarafından yok edilmesinden, Çin ve benzeri ülkelere giden sermayeyi geri getireceğinden, ekonomiyi büyüteceğinden söz ediyordu. Demokratlar ve elitler ülkenin daha fazla kozmopolitleşmesinin önünü açarak Amerika’nın asıl sahipleri olan işçilerin ve çiftçilerin ezilmesine neden oluyorlardı! “İlk önce Amerika” ve “Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganıyla, işsizliğin ve yoksulluğun kaynağını göçmenlerde arayan, kendi ülkesinde yabancılar tarafından ezildiğini düşünen kitlelerin duygularına yanıt vermiş oluyordu. Trump ilerleyen süreçte bu söylemine yeni unsurlar katacak ve faşist çizgisini daha fazla belirginleştirecekti. Sonuçta özellikle “paslı bölgeler” denen eski sanayi kentlerindeki beyaz işçi sınıfı da dâhil yaşam standartları gerilemiş tepkili kitlelerden, seçkinlerin ve geleneksel yapının temsilcisi olarak görülen Clinton’a karşı Trump’a önemli oranda oy gitti. Kuşkusuz Trump’ın asıl kazanmasını sağlayan ABD’deki seçim sistemiydi ama bu, yukarıdaki gerçekliği değiştirmiyor.
Trump’ın iktidarda kaldığı süre boyunca toplumsal hoşnutsuzluk ve egemen sınıf içindeki gerilim büyüdü. Fakat kapitalizmin 2020’ye tarihinde benzeri olmayan bir krizle ve onu daha da ağırlaştıran salgınla girmesi, egemen sınıf içindeki gerilimi alabildiğine keskinleştirdi. Ekonomik çarkların durmasının işsizliği ve yoksulluğu besleyeceğini ve bunun da seçimleri kaybetmesine yol açacağını hesaplayan Trump, salgın sürecinde kapatmaya karşı çıktı. Salgına karşı gerçek anlamda önlem almazken, kamuoyu önünde sürekli yalan söylemekten, bilim insanlarını aşağılamaktan, insanların vücutlarına dezenfektan enjekte etmesi gibi şaklabanca öneriler sunmaktan geri durmadı. O günlerde ABD’de müesses nizamın temsilcileri gidişattan memnun olmadıklarını dile getiriyorlardı. Henry Kissinger 3 Nisanda yazdığı yazıda şöyle diyordu: “Şu anda, bölünmüş bir ülkede, benzeri görülmemiş bir önem ve küresel boyuttaki bir engelin üstesinden gelmek için etkili ve ileri görüşlü bir hükümet gerekmektedir.” Fakat ABD uluslararası alanda geleneksel rolünü oynayamazken, Trump içeride Demokratların ülkeyi batırmak istediğini söyledi, karşı tarafı aşağıladı ve toplumsal gerilimi körükledi.
Cumhuriyetçi Parti tabanının bir kısmı sokaklara dökülüp salgın kapsamında alınan önlemleri protesto ederken, Trump ile Demokrat Partili eyalet valileri arasındaki gerilim hızla bir yetki tartışmasına dönüştü ve hatta Kaliforniya valisi bağımsız devlet olmaktan söz etmeye başladı. Derken Trump, “Michigan’a, Minnesota’ya, Virginia’ya özgürlük” çağrısı yaptı. Egemen sınıfın diğer tarafı ve hatta Cumhuriyetçi Partinin bir kesimi açısından bu açıklama düpedüz delilikti, zira bu tür açıklamaların tetikleyeceği olayların nerede duracağı belli değildi. Nitekim ağır silahlar kuşanmış faşistler, bu çağırıyı cevapsız bırakmayarak 1 Mayıs’ta Michigan Eyalet Meclis Binasını bastılar. Bir zamanlar Türkiye’de faşist çetelerin katliamları hakkında konuşan ve “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyen Demirel gibi, Trump da “Bunlar çok iyi insanlar, ama kızgınlar. Onlar hayatlarını geri istiyorlar, güvenli bir şekilde” demekten geri durmadı.
ABD’nin tepesinde oturan kişinin açıktan faşistleri destekleyip taltif etmesi ve faşistlerin silahlı bir şekilde sokaklarda gövde gösteri yapması önceki dönemlerde görülmüş şey değildi. Aslında Trump’ın genel ırkçı söyleminin ötesine geçerek faşist gruplara sahip çıkması 2017’deki Charlottesville olaylarına rastlar. Köleci Konfederasyon liderlerinin heykellerinin kaldırılmasını engellemek üzere bu kente akan ve terör estiren faşistleri eleştirmek yerine, ırkçı bir söylem tutturdu, onların içinde çok iyi insanlar olduğunu söyledi. Elbette bu şekilde konuşması sebepsiz değildi. Çünkü onun yükselişi ile bu faşist grupların derlenip toparlanması arasında doğrudan bir bağ vardı. O günkü gelişmeleri ele alırken şu değerlendirmede bulunmuştuk: “Trump, izlemek istediği politikalar için mevcut haliyle Cumhuriyetçi Partinin yeterli olmadığının farkındadır ve sağda kendisine bağlı yeni ve bağımsız bir hareket yaratmak istemektedir. Bunun için daha sağ, faşist eğilimleri çeşitli yollarla beslemekte ve kendi arkasına takmaya çalışmaktadır. Son yıllarda genel bir sıfatla «alternatif sağ» diye adlandırılan eğilimin ortaya çıkışı bu süreçle ilişkilidir. Her ne kadar net bir tarifi yapılmış değilse de, «alternatif sağ»ın anlamı, her şeyden önce mevcut ana-akım sağdan (ABD’de müesses nizam partisi olarak Cumhuriyetçi Parti) farklı ve ona alternatif bir sağ olduğudur.”[2] Trump’ın amacı, seferber edebileceği ve kullanabileceği bir gücü yedeğinde tutmaktı. Bu, hem Cumhuriyetçi Parti içindeki ağırlığının artması hem de karşı cephe üzerinde basınç oluşturması bakımından gerekliydi.
Sonbahar biterken, ABD’deki toplumsal/sınıfsal çelişkiler ve egemen sınıf içindeki gerilim yeni bir aşamaya yükseldi. 25 Mayısta ırkçı polisin siyah bir emekçi olan George Floyd’u işkence ederek öldürmesi, emekçi kitlelerde biriken öfkenin patlamasına yol açtı. Irkçılığı ve kapitalizmin yarattığı sorunları protesto eden emekçi kitleler yoğun polis terörüyle karşılaştı. Özellikle merkezinde ırkçılık olan böylesi öfke patlamaları sırasında ABD başkanlarının kullandığı diplomatik ve yatıştırıcı dilin aksine, Trump, göstericilere sürekli hakaret etti ve toplumsal gerilimi körükledi. Öyle ki kimi marketlerin yağmalanmasını bahane ederek, “yağma başladığı zaman ateş de başlar” diyerek katliam tehditleri savurdu. Trump’ın hedefi, “yasa ve düzen”in sağlanması bahanesiyle orduyu olayların odağına çekmekti. Böylece protestoları ezerken, ortaya çıkacak olağanüstü durum ve baskı dalgasından iktidarını garanti altına almak için yararlanabilecekti. Ama savunma bakanı Mark Esper ve genelkurmayın direnmesiyle bu planı suya düştü.
4 Temmuz Bağımsızlık Gününde örgütlediği törenlerini, Amerika’nın değerlerinin yok edildiğini söyleyerek Demokrat Partinin sol kanadına, sosyalistlere ve anarşistlere karşı saldırıya dönüştürdü: “Ülkemizde tarihimizin silinmesi, kahramanlarımızın adının kötüye çıkarılması, değerlerimizin yok edilmesi ve çocuklarımızın beyninin yıkanması için acımasız bir kampanya yürütülüyor. Öfkeli çeteler kurucularımızın heykellerini yıkıyor, en kutsal anıtlarımızı parçalıyor şehirlerimizde şiddet dalgaları yayıyorlar. Okullarımızda, haber merkezlerimizde ve hatta şirketlerimizde tam anlamıyla katılım talep eden yeni bir tür aşırı solcu faşizm var. Aklınızdan çıkartmayın bu solcu kültürel devrim, Amerikan Devrimini ortadan kaldırmak için dizayn edilmiştir. Bizi susturmak istiyorlar, ancak biz susmayacağız.” Böylece Trump, Güneyin köleci egemenlerinin ırkçı ideolojik geleneğini açıktan sahiplenerek, kendisine tarihsel bir dayanak noktası yaratmış oluyordu. Onun bu konuşmasıyla, Yahudilerin ve komünistlerin Alman kültürünü yok ettiğini söyleyen Hitler’in söylemi arasındaki benzerlik, tüm faşist liderlerin aynı demagojilere başvurduğunu gözler önüne seriyor.
Aynı günlerde, Trump’ın seçimleri kaybetmesi durumunda bunu kabul etmeyeceği, koltuğu bırakmayacağı ve bu doğrultuda ön hazırlık yaptığı tartışmaları ayyuka çıktı. Fox News’a konuşurken, seçim sonuçlarını tanıyıp tanımayacağına dair soruyu belirsiz bıraktı. Trump’ın etrafındaki kesimler, milyonlarca dolarlık bir kampanya eşliğinde, “postayla oy verildiğinde büyük hileler olacak” propagandası başlattılar. Yine bu sıralarda, eski üst rütbeli askerlerden oluşan bir grubun “beyin fırtınası” toplantıları kapsamında, Trump’ın kaybetmesi ama gitmemesi durumunda ordunun nasıl müdahale edeceğinin tartışıldığı basına sızdırıldı. Cumhuriyetçi Parti kongresi, lümpen ve faşistlerin boy gösterdiği bir sahneye dönüşürken, Trump, Biden’ın karanlığı ve kaosu temsil ettiğini, seçimlerde hile yapılacağını ve Demokratların ülkeyi Çin’e satacağını yineledi. İşte özellikle yaz ve sonbaharda seçim süreci bu tartışmalar, egemen sınıf içinde çeşitli boyutlar alan gerilimlerle şekillendi. Neticede toplumsal gerilim ve kutuplaşma ortamında ABD tarihinin en yoğun katılımlı seçimi yaşanırken; Biden 81, Trump ise 74 milyon oy aldı.
Ne var ki seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz Trump ve Cumhuriyetçi Parti, seçim gününden sonra seçim kuruluna ulaşan postayla gönderilmiş oyların sayılmasına itiraz etti, konuyu mahkemelere taşıdı. Birçok eyalette sayımların durdurulması ve oyların yeniden sayılması için davalar açtı. Fakat önce yerel mahkemeler sonra da Anayasa Mahkemesi Trump’ın açtığı davaları 12 Aralıkta reddetti. İki gün sonra ise Seçiciler Kurulu Biden’ın başkanlığını onayladı. Bu süreçte Cumhuriyetçi Parti genel olarak Trump’ın iddialarını destekledi. Ancak yasal süreç tamamlanmasına rağmen Trump seçimlerin çalındığını ve sonuçları tanımayacağını söylemeye devam etti. İşte bu andan itibaren Cumhuriyetçi Partinin önemli kesimi Trump’tan desteğini çekti. Mesela bu partinin Senato’daki grubunun sözcüsü Mitch McConnell, seçimlerden hemen sonra “seçim sonuçlarını sorgulamak Trump’ın hakkı” derken, resmi sonuçlar açıklandıktan sonra ABD’nin meşru başkanının Biden olduğunu söyleyip onu tebrik etti. Trump’ı da seçim sonuçlarını tanımaya çağırdı.
Fakat Trump, “nefes alamıyoruz” protestolarında ordunun devreye sokulmasına direnen Savunma Bakanı Esper dâhil bürokrasiden birçok ismi görevden aldı, onların yerine kendisine daha yakın gördüğü kişileri atayarak yeni bir hamle yaptı. Gerçekte Trump’ın ordu içindeki nüfuzunun belirli sınırları vardı. Diğer taraftan ordunun sürece müdahil olması yönünde kurduğu baskı, ABD’nin geleneksel kurumlarını sarsıp güvensizlik yarattığı için egemenleri derin endişeye sürükledi. Ordunun müdahalesi ve olağanüstü hâl ilanı vb. tartışılırken, iş öyle bir noktaya vardı ki, o güne kadar Trump’ı destekleyen New York Post gazetesi, ön sayfasının tamamını kaplayacak şekilde şu manşeti attı: “Bu deliliği durdur.” Kapitol baskınından iki gün önce ise, on eski savunma bakanı genelkurmay başkanını muhatap alan bir bildiri yayınladı. Seçim sürecinin tamamlandığını ve ordunun seçim ihtilafına müdahale etmesinin onu yasadışı ve anayasaya aykırı zemine sürükleyeceğini, ülkenin tehlikeli bir sürece gireceğini dile getirdiler.
Trump iktidara geldiğinde, bir taraftan Cumhuriyetçi Partiye tam hâkim olmak, öte taraftan da devlet bürokrasisini dönüştürmek, etrafına topladığı kadroları karar alma mekanizmalarının başına geçirmek ve devlet gücünü istediği gibi kullanmak istiyordu. Cumhuriyetçi Partide önemli oranda ipleri eline geçirdi ve faşist tabanı sayesinde kontrol alanını genişletti ama Kongre’ye ve devlet mekanizmalarına hâkim olamadı. Daha başkanlığa adım attığı haftadan itibaren Trump ile etrafındaki kadrolar arasında anlaşmazlıklar patlak verdi. Trump bizzat ABD hegemonyası altında kurulmuş uluslararası kurumları paspasa çevirip terk ederken, Çin’le birlikte AB’ye karşı da “ticaret savaşı” açarken sorun çıkmaması düşünülemezdi. Trump’ın ülkeyi yönetme biçimi, diktatörlük özlemi, toplumu geren ırkçı açıklamaları vb. Cumhuriyetçi Partideki gerilimi büyüttü. Öyle ki bizzat Trump kabinesinde Savunma Bakanlığı yapan Mattis gibi birçok isim seçimlerde Biden’ı destekleyeceğini açıkladı.
Yani hem son dört yıllık sürecin çeşitli aşamalarında hem de seçimlerin bitmesinden Kapitol baskınına gelene kadar, Trump etrafındaki kadrolar büyük ölçüde onu terk ettiler. “Hükümet darbesi” anlamına gelebilecek arayışlara girmesi, Cumhuriyetçi Parti içindeki çeşitli kesimler ile Trump arasındaki çelişkiyi büyüttü. Mesela “nefes alamıyoruz” eylemlerinde “Trump’ın azılı köpeği” lakabı takılan ve Beyaz Saray önünde polisin emekçilere vahşice saldırması emrini veren Adalet Bakanı William Barr bile yasal süreç tamamlanıp son düzlüğe girilirken istifa etti. Kongre, Seçiciler Kurulu’nun kararını onaylamak üzere toplanırken, Temsilciler Meclisinden 100 vekil, Senato’dan ise 10 senatör Trump’ın Pence üzerinden oynamak istediği oyuna destek veriyordu. Fakat Kapitol baskınıyla durum tamamen değişti. Baskından sonra çözülme oldukça hızlanmış, Cumhuriyetçi Partinin Trump’ı savunma zemini ortadan kalkmış, birçok bakan istifa etmiş, Trump’ın sosyal medya hesapları askıya alınmış ve başkanlıktan acilen el çektirilmesi ve hatta yargılanması gündeme getirilmiştir.
Kuşku yok ki Kapitol baskını, önümüzdeki günlerde demokrasiye ve Amerikan değerlerine saldırı teması üzerinden daha fazla gündemde tutulacaktır. Nitekim Demokratlar, elde ettikleri üstünlükten yararlanarak bizzat başkan yardımcısı Pence’in Trump’ı görevden alması için baskı uyguluyorlar. Aynı zamanda, “ABD hükümetine karşı kasten şiddete teşvik” suçlamasıyla azil sürecini başlatan Demokratlar, Trump’ın başkanlığını tamamlamasına bir gün kalsa bile onu görevden alarak ibretlik bir ders vermek, itibarsızlaştırmak ve gelecek dönem için önünü kapatmak istiyorlar.
Bugünkü gibi tüm sistemi derinden sarsan kriz dönemleri, toplumsal alanda büyük bir hoşnutsuzluk yaratırken ve sınıf mücadelesinin nesnel zeminini güçlendirirken, aynı zamanda egemen sınıf içinde de derin çatlakların oluşmasına neden olur. Olağandan farklı olarak bu dönemler, burjuvazinin gerici kesimlerinin siyasal doğasını daha fazla açığa çıkartır. Onların üzerinde yürüdüğü nesnel zemini güçlendirir. Nitekim Trump gibi birisinin bu dönemde yükselmesi, Cumhuriyetçi Parti içindeki faşist eğilimin giderek güçlenmesi ve faşist bir hareketin oluşması tesadüf değil.
Bir zamanlar ABD, emperyalist sisteme ideolojik, siyasal, kültürel, bilimsel gelişmeler alanında öncülük ediyordu. Fakat hegemonyasının sarsılıp aşınmasına koşut olarak dünya üzerindeki eski ağırlığını kaybetmeye başladı. Kapitalizmin tarihsel krizi en sert biçimde kendini ABD’de dışa vurdu, vuruyor. Zira ABD yalnızca sistemin merkezindeki bir ülke değil, aynı zamanda sınıfsal çelişkilerin alabildiğine yoğunlaştığı bir ülkedir. Dolayısıyla bıraktık ABD’nin emperyalist sisteme öncülük etmesini, kendi içinde giderek yeni boyutlar alan krizlerle boğuşuyor. Kapitol baskını da bu kriz halkasına daha büyük bir sorun olarak eklenmiştir.
ABD’nin 2001 dönemeciyle emperyalist savaşı harlaması ve ön alarak rakiplerine çelme takmaya girişmesi onun hegemonyasının aşınmasını durduramadı. Amerikan hegemonyasının zayıflaması, sürüp giden emperyalist savaş, toplumsal eşitsizliğin akıl sınırlarını zorlaması, işsizlik ve yoksulluğun toplumsal hoşnutsuzluğu büyütmesi sistemin bağrındaki çelişkileri alabildiğine büyütüp keskinleştirdi. İşte Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganı ve programı, ABD’nin güç yitirmesine ve gerilemesine bir tepki olarak ortaya çıktı. Trump, ABD’nin uluslararası sistemin öncüsü konumunda izlediği siyasetin ülkeyi giderek etkisizleştirdiğini, buna karşılık Çin’in hızla yükselmesini sağladığını söylüyor. Yüksek kâr peşindeki sermayenin Çin ve benzeri ülkelere kaymasının, devasa sanayi kentlerinin viraneye dönüşmesinin, işsizliğin ve yaşam standartlarının gerilemesinin sorumlusu olarak küreselleşmeyi gösteriyor. Esasında Trump’ın küreselleşme olarak kodladığı şey, bizzat ABD öncülüğünde sermayenin, ticaretin ve malların dolaşımının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Fakat bir zamanlar ABD’nin çıkarları doğrultusunda şekillenen ve aslında kapitalizmin geldiği aşamanın da zorunlu bir sonucu olan bu durum, ilerleyen yıllarda Çin’in lehine döndü. Nitekim Trump’ın başlattığı ticaret savaşının amacı, Çin’in Amerikan pazarındaki üstünlüğünü kırmak, ABD’li şirketlerin rekabet gücünü arttırmak ve bu arada dışarıdaki sermayeyi ülkeye geri çekmekti. Ancak Trump’ın ortaya koyduğu program ve siyaset, üstelik de bunu son derece kaba bir şekilde hayata geçirmeye çalışması ve yerleşik kuralları iplememesi, onun ırkçı tutumu ve şaklabanlıklarıyla da birleşerek teknoloji şirketleri dâhil tekelci sermayenin belirli kesiminin çıkarlarıyla çatışmaya başladı. Tüm bunlardan dolayı sermaye sınıfının kimi kesimleri Trump’tan desteklerini çektiler. Belirli sınırlar içinde ona tahammül eden kesim açısından da durum sürdürülemez noktaya geldi ve dolayısıyla önü kesildi.
Kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle yüz yüze geldiği milenyum dönemeciyle birlikte, burjuva siyasetindeki gericileşme hızlanmış, dünya ölçeğinde bir otoriterleşme dalgası yaşanmaya başlanmış ve burjuva demokrasisi gerçek anlamda kabuğa dönüşmüştür. Kapitalizmin yol açtığı açmazlar, derinleşen kriz, emperyalist savaş ve ortaya çıkan olağanüstü koşullar ABD’den Türkiye’ye egemen sınıf içindeki gerilimi ve çatışmayı arttırırken, Trump benzeri liderler totaliter bir rejim kurarak ve devlet gücünü kullanarak kendi siyasetlerini hâkim kılmak istiyorlar. Bu süreç kaç zaman önce Türkiye’de totaliter bir rejimle sonuçlanırken, Hindistan’dan Brezilya’ya birçok ülkede faşist liderler bu doğrultuda bir dönüşümü zorluyorlar. Trump, ABD’deki siyasal sistemin getirdiği mekanizmaları devre dışı bırakarak ve meşruiyet alanını çiğneyerek kendisini egemen pozisyonda tutmak istemişse de başarılı olamamıştır.
Ne var ki ABD’deki akıl almaz toplumsal eşitsizlik ve çelişkiler yerinde durmaktadır. Kriz ve salgından dolayı milyonlarca kişi işsizliğe itilirken, Amerikan işçi sınıfının yoksulluğu derinleşip gıda kuyruklarına girenlerin sayısı sıçramalı olarak artarken, aynı süreçte süper zenginler toplam servetlerine 650 milyar dolar daha eklemişlerdir. Üç kişinin toplam servetinin toplumun yarısının toplam zenginliğine eşit olduğu bir ülkede toplumsal ve siyasal krizlerin bitmesi imkânsızdır. Ancak isyan patlamaları yaşanmasına rağmen işçi sınıfı örgütsüz ve sosyalist hareket güçsüzdür. Üstelik burjuvazi, Sanders’ın sosyal demokrat programına bile tahammül edememektedir. İşte bu koşullarda emekçi kitlelerin düzene duyduğu haklı tepki yanlış kanallarda dışa vuruyor. Trump gibi yalancı, ırkçı ve emek düşmanı birisinin geçen döneme göre oylarını arttırarak 74 milyona çıkartması, bu tepkinin ifadesidir. ABD müesses nizamının iddia ettiği gibi Kongre binası demokrasinin mabedi değil, Marx’ın ifadesiyle burjuvazinin ahırıdır. Ancak o ahıra giren kitleler, Trump gibi kapitalist ve sosyalizm düşmanı faşist bir liderin hesaplarının parçası olarak bunu yapıyorlar. Şüphe yok ki bir gün Amerikan işçi sınıfı devrimci tarzda ayağa kalktığında, burjuvazinin mabedine yani o Kongre binasına da girecektir. Ama devrimci önderliğini izleyerek, kapitalist sömürü düzenini yıkıp kendi iktidarını kurmak ve sınıfsız bir toplumun yolunu açmak üzere!
Utku Kızılok- 11 Ocak 2021-ilk kez Marksist Tutum (www.marksist.net) sitesinde yayınlandı
Taliban’ın Kabil’e girmesiyle merkezi hükümet çöktü, Cumhurbaşkanı Eşref Gani bavullar dolusu dolarları da yanına alarak yurtdışına kaçtı ve ülkede belirsizliklerle dolu yeni bir süreç başladı. Merkezi hükümetin çökmesi ve ABD ile Batılı ülkelerin konsolosluk çalışanlarını tahliye etmeye girişmeleriyle birlikte, binlerce insan Taliban zulmünden kurtulmak için havaalanına akın etti. Afganistan’dan kurtulmak ve mümkünse Batı ülkelerine gitmek isteyen bu insanları havaalanı etrafına çekilmiş duvar ve dikenli teller de durduramadı. İnsanların uçaklara binmek için birbirini ezdiği, hareket halindeki uçaklara tutunmaya çalıştığı ve bu sırada kimilerinin düşerek öldüğü kaos manzarası, insanlık açısından bir trajedidir. Bu manzara insanın korkunç ölçüde aşağılanması, alçaltılması ve zavallı duruma düşürülmesidir. Elbette ortaya çıkan bu trajedinin sorumlusu ABD emperyalizmidir.
20 yıl önce dönemin Bush yönetimi Afganistan’a karşı başlattığı savaşı “kalıcı özgürlük operasyonu” olarak tanımlamıştı. Gerçeklerin tepetaklak edilmesi, ölüm ve yıkımın özgürlük olarak sunulması emperyalizmin fıtratıdır. ABD ve Batılı emperyalistler “demokratik ve özgür bir Afganistan” inşa edeceklerini iddia ediyorlardı. Fakat tam tersi oldu; 20 yıl sonra arkalarında bir cehennem ve geleceğinin daha da karanlığa döndüğü bir ülke bırakıp gittiler. ABD ve Batılı güçlerin panik içinde konsolosluklarını boşaltarak çalışanlar ile askerlerini tahliye etmeleri ve gizli evrakları yakmalarıyla ortaya çıkan kaçış manzarası dünyanın gözü önünde tarihe geçti. ABD’nin imajının zedelenmesi ve güvenilirliğinin daha fazla sorgulanması bakımından, kuşku yok ki Afganistan’daki başarısızlığın ve söz konusu manzaranın önümüzdeki dönemde emperyalist rekabette önemli yansımaları olacaktır.
Önce Afganistan ve akabinde de Irak’ı cehenneme çeviren ABD’nin amacı, “önleyici savaş stratejisi”ni devreye sokarak ve emperyalist savaşta ön alarak rakiplerini güçlenmeden durdurmak ve önlerini kesmekti. Fakat aradan geçen yıllar içinde Çin muazzam bir ilerleme kaydederek dünyanın ikinci süper ekonomik gücü konumuna yükseldi ve ABD’nin karşısına dikildi. Beri taraftan uzun yıllar SSCB’nin çöküşünün getirdiği sorunlarla boğuşan Rusya, toparlanıp emperyalist savaş sürecine müdahil oldu ve Suriye’de gördüğümüz üzere ABD’nin planlarını bozdu. SSCB’nin çökmesiyle hegemonyası daha fazla sorgulanan ABD emperyalizmi, başlattığı savaşla süreci tersine çeviremediği gibi hegemonyası artan ölçüde aşınmaya devam etti ve hegemonya krizi gitgide daha fazla derinleşmeye başladı. Bu koşullarda ABD emperyalizmi için eski planları değiştirmek ya da savaş stratejisini yeniden gözden geçirip güncellemek bir zorunluluktu. Nitekim ABD Obama döneminden bu yana Asya Pasifik’e yani Çin’i kuşatmaya odaklanan bir strateji izliyor ve bu doğrultuda adımlar atıyor. Esasında uzun zamandır sürdürülemeyecek noktaya gelmiş Afganistan’daki işgale nihayet son vermek zorunda kalması da, ABD’nin Çin’i kuşatma ve bölgeyi istikrarsızlaştırma hedefinden bağımsız değildir.
İran, Rusya hinterlandı ve Çin’in kesiştiği bir noktada bulunan Afganistan’ı 20 yıl önce işgal eden ABD, arzu ettiği koşulları yaratamamıştır. Kuşkusuz ABD emperyalizminin birinci hedefi emperyalist paylaşıma konu olan coğrafyalardaki siyasal rejimleri ve o güne kadar oluşan dengeleri yıkmaktır. Ne var ki bu yıkımın ardından şu ya da bu ölçüde söz konusu ülkede istikrar sağlanamaz ve dünya kapitalizmine entegrasyon süreci ilerletilemezse kalıcı nüfuz da kurulamaz. Bu açıdan, Irak’tan Afganistan’a ABD emperyalizminin durumu başarısızlıktır. Kaosun sürdüğü Irak’ı büyük ölçüde İran’a kaptıran ABD, Afganistan’da da bir düzen kuramamıştır. ABD açısından Afganistan, sonsuz savaş diye kodladığı emperyalist savaşta rakiplerini kuşatmak ve sıkıştırmak için önemli bir kesişim noktasıydı. Burada emperyalist savaş makinesinin yıkıcı gücüyle istikrarlı, ekonomik olarak gelişen ve dünya pazarına entegre olmuş bir ülke inşa etmeyi planlıyordu. Böylece ABD emperyalizmi hem burada nüfuzunu kalıcılaştırıp derinleştirebilecek hem de sürdürdüğü savaşı bu yolla meşrulaştırabilecekti. Ancak kibirle yoğrulmuş bu plan daha ilk günden Afganistan’daki gerçeklerin duvarına çarpıp parçalanmıştır.
Emperyalist güçler, savaşın yoğunlaştığı ilk üç ay boyunca büyük bir yıkıma yol açmakla kalmadılar, bunu izleyen on yıllık dönemde Afganistan’da adeta taş üstünde taş bırakmadılar. Yoksul halk kitleleri Taliban, NATO bünyesinde 100 bin kişilik askeri varlığa sahip emperyalist güçler ve işgalden sonra kurulan kukla iktidar arasında sıkışıp kaldı. On binlerce yoksul Afganlı yaşamını kaybederken, çok daha fazlası yaralandı, sakatlandı ve yüz binlerce insan evini terk etti. Zaten o güne kadar iç savaşlarda bitap düşen Afganistan’ın yoksul halkı, emperyalist yıkım sonucunda Ortaçağı aratacak bir yaşama mahkûm edildi. Savaşın ilk döneminde güç kaybeden Taliban, zamanla tekrar güçlenerek yerli ve emperyalist güçlere ağır kayıplar verdirmeye başladı. İşgalin 10. yılında yaptığımız değerlendirmemizde bugünkü süreci yaratan koşullara şöyle değinmiştik: “Emperyalist müdahale sonrasında Hamid Karzai başkanlığında kurulan hükümet aşiret önderlerinden meydana gelen bir koalisyondur ve son derece kırılgandır. Sürece savaş ağası haline gelen aşiret liderlikleri arasındaki çelişki ve sürtüşmeler damgasını basmaktadır. Beri taraftan hükümeti oluşturan güçler ile Taliban ve onun arkasındaki örgütlerin kapışması söz konusudur. ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon ise, bir taraftan Karzai yönetimine yol aldırmaya çalışırken, öte taraftan da Taliban’ın artan saldırıları karşısında çıkış aramaktadır.”[3] Nitekim ABD emperyalizmi daha o zaman yani 2011’in sonunda askerlerini Afganistan’dan çekeceğini açıklamak zorunda kalmıştı.
O günden bugüne, aradan geçen on yıl boyunca yukarıdaki durum değişmedi. Tersine, işgal altındaki derme çatma devlet yapısını elinde tutan egemen kesimler arasındaki kriz derinleşti. Merkezi hükümet, ordu ve polis Peştun, Tacik, Hazara, Özbek vb. etnik gruplar temelinde bölünürken, savaş ağaları iktidardan daha fazla pay kapmak ve ekonomik kaynaklara el koymak üzere kıran kırana mücadele ediyorlardı. Taliban dışında kalan egemen sınıf kesimleri uyuşturucu ticaretinin kontrolü ve kaynakların paylaşılması konusunda kavgaya tutuşurken, halk yoksulluktan kırılıyordu. Mesela iki hafta önce Taliban’ın ele geçirdiği Özbek savaş ağası Raşid Dostum’un altın varaklı sarayının görüntüleri, Afganistan’daki kaynakların nereye aktığı ve halkın neden sefalet içinde kıvrandığı hakkında fikir veriyor. Gerçek şu ki ABD’nin işgali altında kurumları oturmuş, merkezileşmiş, istikrar kazanmış ve belirli ölçülerde de olsa burjuva hukuk sisteminin çalıştığı bir devlet yapısı inşa edilememiştir. Emperyalist işgal, Taliban’ın sürdürdüğü savaş, yolsuzluğa gömülen merkezi hükümetin halkın sorunlarıyla ilgilenmemesi, tersine asker ve polis şiddetinin artması halkı bıktırmıştır. Nitekim 2019’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine 2 milyondan az insanın katılması, hem egemen kesimler arasındaki kavganın derinliğini hem de halkın göstermelik seçimlere ilgisizliğini gösteriyordu. Oysa 2014’teki seçimlere katılanların sayısı 8 milyondu. Fakat yıllar içinde yolsuzluk, yozlaşma ve egemen kesimler arasındaki kavganın derinleşmesine bağlı olarak halktaki ilgisizlik büyüdü.
2014-16 arasında ABD’nin Kabil büyükelçisi olan P. Michael McKinley, Afganistan’da Hepimiz Kaybettik (We All Lost Afghanistan)[4] başlıklı makalesinde 2013’ten sonra Taliban’ın güç kazandığına ve her yıl giderek daha fazla güçlendiğine dikkat çekiyor. Bu dönemde Amerikalı sivil ve asker yöneticilerin dilinden “aşındırıcı çıkmaz” tanımlamasının düşmediğini belirtiyor. Taliban liderlerinin öldürülmesinin ve 2018-19’da NATO bombardımanının en ağır boyutunu almasının da gidişatı değiştirmediğini söylüyor. “Aşındırıcı çıkmaz” tanımlaması, ABD emperyalizminin Afganistan’da verili durumu sürdürmesinin her geçen gün nasıl zorlaştığını ortaya koymaktadır. Yine McKinley, Afganistan gerçeğinin yanlış okunduğunu, sürekli hata yapıldığını ve ulus inşa etme (nation building) hedefinde başarısız olduklarını itiraf ediyor. Özetle 2400 askeri ölen ve 20 bini yaralanan, bir trilyon dolar harcayan ama bir düzen kuramayan ABD için Afganistan’da işgali ve savaşı sürdürmek, Çin’i kuşatırken aynı anda burada enerji kaybetmek pek akıllıca değildi.
Halkın devlet kaynaklarının savaşa harcanması tepkisini oya tahvil etmek isteyen Trump’ın sonsuz savaşa son vereceğini ve Afganistan’daki askerleri eve getireceğini açıklamasının ardında işte bu gerçeklik vardı. Nitekim Asya Pasifik’e odaklanma stratejisinin bir parçası olarak ABD’nin enerjisini emen Afganistan’ı terk etmek üzere Mart 2019’da Taliban’la resmi görüşmeler başlatıldı. Şubat 2020’de Katar’ın başkenti Doha’da imzalanan Afganistan’a Barışı Getirme Anlaşmasına göre Taliban, El Kaide ile ilişkilerini kesecek, ülkedeki yabancı güçlerin askerlerine saldırmayacak, Kabil’deki hükümetle barış görüşmelerine başlayacaktı. ABD ise Taliban’a yönelik yaptırımlarını kaldırmayı ve üslerini kapatarak 1 Mayıs 2021’e kadar askerlerini ülkeden çekmeyi vaat ediyordu. Biden yönetimi de Trump’ın altına imza koyduğu bu anlaşmayı izleyerek Nisan ayında ABD’nin Afganistan’dan çekileceğini açıkladı.
Çekilme sürecinin tam bir fiyaskoya dönüşmesi üzerine açıklama yapan Biden, hiçbir zaman ulus inşa etmek gibi bir dertleri olmadığını ve esas hedeflerinin terör saldırılarının önüne geçmek olduğunu söyleyerek ABD’nin başarısızlığını gizlemeye çalıştı. Aynı konuşmasında Biden, Rusya ve Çin’in ABD’nin Afganistan’da kalmaya ve milyarlarca dolar harcamaya devam etmesini tercih ettiklerini de söyledi. Geçerken belirtelim ki savaş, emperyalist devletler için yalnızca para harcamak değildir; askeri sanayi kompleksinin harekete geçirilmesi, artan üretim, ekonominin canlandırılması ve başta silah tekelleri olmak üzere kapitalist şirketler için muazzam kâr demektir. 20 yılda harcanan bir trilyon doların tekellerin ve onlarla iç içe geçmiş askeri aygıtın tepesindekilerin cebini doldurduğu açıktır. Meselenin bu boyutunu bir kenara koyarsak, Biden, Rusya ve Çin karşısında ABD’nin enerjisinin önemli bir kısmını Afganistan’a harcamasının emperyalist rekabette ona güç kaybettirdiğini söylemek istemektedir. Tam da bu yüzden ABD, Afganistan’dan çekilirken ülkede istikrarsızlığın derinleşmesini ve halka halka tüm bölgeyi sarmasını hedeflemektedir. Mesela İran, Rusya, Çin ve Pakistan kavşağında yeni bir Suriye yaratılması ve bu güçlerden bir ya da birkaçının buraya müdahalesi ABD stratejisi açısından muazzam bir başarı olurdu. Böylesi bir durumda ABD’nin aynı Sovyetler Birliği’ne karşı izlediği taktiği izlemesi ve cihatçıları kullanması şaşırtıcı olmazdı. Fakat bugün için durum bu değildir ve sayısız etmenin rol oynadığı Afganistan’daki sürecin yarın nereye evrileceği tümüyle belirsizdir.
Kuşkusuz ABD hâlâ emperyalist sistemin hegemon gücü konumundadır ama hegemonyası artan ölçüde aşınmaktadır. ABD’nin emperyalist savaş sahasında tek başına oyun kuran ve tüm süreci istediği gibi şekillendiren bir güç olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Nitekim Afganistan’daki gelişmeler onun gücünün sınırlarını ortaya koyuyor. ABD’nin Taliban ile vardığı çekilme anlaşmasının amacının ne olduğunu ve bölgedeki istikrarsızlığı nasıl derinleştirip yaymak istediğini rakip emperyalist güçlerin kavramaması düşünülemez. Çin, Rusya ve İran’ın ABD’nin Afganistan’dan çekileceğini açıklamasıyla, hızla ön alarak Taliban ile görüşmeleri bu güçlerin böyle bir duruma hazırlıklı olduklarını gösteriyor. Çinli sözcülerin ifade ettiği gibi bu ülkeler, sürecin nereye evrileceğini öngörerek uzun süredir kapalı kapılar ardında Taliban’la görüşmeler yapıyorlardı. Bu durum, aslında Taliban açısından son derece elverişli uluslararası koşullar yaratmıştır. Kendisini uluslararası alanda meşrulaştırmak ve iktidarını garanti altına almak isteyen Taliban, söz konusu görüşmelerde İran, Rusya ve Çin’e ülkede istikrar sağlayacağını ve onların çıkarlarını gözeteceğini taahhüt etmiştir. Nitekim Kabil Taliban’ın eline geçtikten sonra bu güçlerin olumlu mesajlar vermeleri, konsolosluklarını kapatmayacaklarını açıklamaları, mesela Çin’in “Afganistan halkının haklarına ve kararlarına saygı gösteriyoruz” diyerek Taliban’ı ülkede istikrarı sağlamaya çağırması ABD hamlesi karşısında kurulan oyunla uyumludur.
Bu noktada, Taliban’ın arkasında Pakistan’ın olduğunu ve onu analiz sürecine katmadan gelişmelerin bütünlüklü olarak anlaşılamayacağını da eklemek lazım… Mesela Taliban’ın Kabil’e girmesiyle Pakistan başbakanı İmran Han, “Afganistan’ın kölelik prangalarını parçaladığını” söyledi. 11 Ağustosta ise merkezi hükümet düşmeden Taliban’ın durmayacağını söylemekten geri durmamıştı. O Pakistan ki Çin’in Kuşak ve Yol projesi kapsamında 60 milyar dolar yatırım yaptığı bir ülkedir. Çok açık ki Pakistan, Taliban üzerinden Afganistan’da tartışmasız bir aktör haline gelmiştir. Türkiye’nin bir şekilde Afganistan’da tutunmak ve bölgedeki nüfuz mücadelesinde rol almak için Pakistan’ın kapısını çalması sebepsiz değildir. Pakistan’ın bu rolünü hem Çin’le hem de düşman olarak gördüğü Hindistan’ı yanına çekmeye çalışan ABD’yle pazarlıklarda kullanarak ekonomik ve askeri güç devşirmeye çalışacağı aşikârdır.
ABD, çekilme sürecinin sorunsuz gerçekleşeceğini ve 300 bin kişilik Afganistan ordusunun ve bilhassa özel olarak eğitilmiş Afgan Özel Kuvvetlerinin Taliban’ı durduracağını ileri sürüyordu. 8 Temmuzdaki basın açıklamasında Biden, Afganistan’ın 300 bin kişilik son derece donanımlı dünya ordularından birisine sahip olduğunu, 75 bin kişilik milis gücü olan Taliban’ın ülkeyi ele geçiremeyeceğini söylüyordu. Oysa sayısal olarak mevcut olsa da gerçekte Biden’ın sözünü ettiği nitelikte bir ordu yoktu ve esasında ABD askeri raporları da Afgan ordusunun Taliban karşısında uzun süre direnemeyeceğini ortaya koyuyordu. Öyle de oldu. ABD’nin Taliban’la anlaşmaya varması ve tarih vererek çekileceğini açıklamasıyla birlikte moral üstünlük Taliban’ın eline geçmiş ve devlet yapısını oluşturan güçler kaçınılmaz olarak yeni arayışlara girmiş, kimileri de taraf değiştirmişti. Ortada kurumsallaşmış ve istikrar kazanmış bir devlet yapısı ve aynı şekilde merkezileşmiş disiplinli bir ordu yoktu. Etnik temelde bölünmüş ordunun tepesindekiler yolsuzluğa gömülmüşlerdi ve onlar da birer savaş ağasıydılar. Nitekim Taliban’ın büyük kentlere ilerlemesiyle birlikte, askerler kitleler halinde taraf değiştirdi, silahlarıyla birlikte teslim olmaya başladı ve binlercesi Tacikistan gibi ülkelere kaçtı. Dolayısıyla Taliban Kabil’e geldiğinde zaten kabuğa dönüşmüş olan merkezi hükümet fiilen çökmüştü.
Karşı karşıya kalınan bu durum ile ABD’nin giderek daha fazla aşınan hegemonyası ve Amerikan egemen sınıfının dünyaya tepeden bakan kibirli tavrı arasında dolaysız bağ vardır. Üstelik bu çekilme fiyaskosunun Biden’ın “Amerika geri döndü” çıkışından sonra yaşanması da manidardır. Sonuç olarak ABD, 20 yıl önce uluslararası terörizmle mücadele söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştığı Afganistan işgaline son vermek zorunda kalırken, çekilme fiyaskosu ve ortaya çıkan kaos yaşadığı başarısızlığı pekiştirmiştir. Amerikan medyasının Biden’ı hedef alması, onu yetersizlikle suçlaması ve ABD’nin Afganistan’da kaybettiği değerlendirmeleri, kuşku yok ki önümüzdeki dönemde egemen sınıf içinde önemli tartışma ve gerilim konusu olacaktır.
Bu durum, ABD karşısında yer alan Çin, Rusya, İran gibi devletlerin psikolojik avantaj elde etmesi ve güçlü bir propaganda zemini bulmaları anlamına geliyor. Doğal olarak bu güçler, Afganistan’ın ABD açısından ikinci bir Vietnam olduğu düşüncesini güçlendirmeye çalışıyorlar. Çin gazetelerinin, mesela ÇKP’ye yakın Global Times’ın Kabil’in yeni bir Saygon olduğunu ve sıranın Tayvan’a geldiğini yazması, ABD emperyalizmi karşısında elde edilen psikolojik üstünlüğün ifadesidir. Fakat şu gerçeği de görmek gerekiyor: Kendine özgü biçimler alan Üçüncü Dünya Savaşı devam ediyor. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Güney Asya’ya kadar geniş bir coğrafya, günümüzdeki emperyalist savaşın alanı konumundadır. Bir cephede tıkanma bir başka cephe açılarak aşılmaya çalışılıyor ki ABD’nin Afganistan’daki hamlesi de bu doğrultudadır. Savaş, çatışma ve kriz alanları halka halka genişliyor. Her ne kadar ABD’nin hegemonyası artan ölçüde aşınmaktaysa da, bu konuma en yakın aday Çin’in emperyalist sistemin tepesine oturması gibi bir durum söz konusu değildir. Özetle, ömrünü doldurmuş kapitalizmin tarihsel tıkanma dönemine denk gelen emperyalizmin bugünkü hegemonya krizi derinleşerek devam etmektedir.
Afganistan’ın durumunun gelecek aylar ve yıllar içinde nereye evrileceği tümüyle belirsizdir. Emperyalist güçlerin birbirlerini sıkıştırıp geriletmeye çalıştığı bir coğrafyanın savaş sahası olan Afganistan’da istikrarın sağlanması ve halkın huzur bulması olası gözükmemektedir. İşte bu koşullar yani savaş, yıkım, Taliban gericiliğinin zulmü ve geleceksizlik milyonlarca Afganın göç yollarına düşmesine neden oluyor. Göç ve aynı zamanda Afgan göçü artık Türkiye’nin de önemli sorunu haline gelmiş durumdadır. Önümüzdeki yıllarda küresel göç dalgasının bir kolu olan Afganistan’dan Türkiye ve dünyaya göç devam edecek. Dolayısıyla hem Avrupa’da hem de Türkiye’de göçün yol açtığı toplumsal sorunlar daha fazla gündem olmaya, tartışılmaya ve siyasal alanı daha fazla şekillendirmeye devam edecek. Genişleyen emperyalist savaşın, küresel göçün, küresel ekolojik krizin, sayısı milyarları bulan açların ve giderek derinleşen yoksulluğun sorumlusu kapitalizm emekçilerin yaşamını cehenneme çeviriyor. Türkiye’den Avrupa’ya ve oradan Amerika’ya büyük göç dalgalarıyla karşılaşan ülkelerin emekçileri, bu gerçeği görmedikleri sürece göçten ekolojik krize kadar kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı mücadele veremez ve enerjilerini burjuva düzenin kanallarına akıtarak heba ederler.
Utku Kızılok- 21 Ağustos 2021, ilk kez Marksist Tutum (www.marksist.net) sitesinde yayınlandı.
13 Temmuzda Trump’a düzenlenen suikast girişiminin arkasında kimin olduğu doğal olarak merak ediliyor. Elbette bu girişim bireysel bir tepkinin, ABD egemen sınıfının iç hesaplaşmasının ifadesi veya Trump’ı bir Mesih katına yükseltmek isteyenlerin bilinçli bir kurgusu olabilir. Fakat Marksist bakış açısına sahip olanlar kafayı suikast girişiminin arkasında kimin olduğuna takmak yerine, bugün ABD’yi buraya getiren tarihsel ve toplumsal dinamiklerin neler olduğuna odaklanırlar. Hem Donald Trump’a suikast girişimi hem de ondan bir hafta sonra (21 Temmuz) Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesi ABD egemen sınıfı içindeki bunalımın/krizin yeni görünümleridir.
ABD egemen sınıfı içindeki görüş ayrılıkları ve kavgalar, olağan bir dönemde iki düzen partisi (Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti) etrafındaki konumlanmanın çok ötesine geçerek büyük bir krize dönüşmüştür. Bu ülkedeki burjuva siyasetinin, ABD demokrasisinin mabedi sayılan Kapitol’ü basıp hükümet darbesi yapmaya çalışan Trump ile ileri yaşından dolayı bunamaya başlayan Biden arasında sıkışması bu krizin sonucudur. Emperyalist sistemin en tepesinde dünyaya yön vermeye çalışan ABD emperyalizminin başkanı, 9-11 Temmuzdaki NATO zirvesinde Ukrayna devlet başkanı Zelenski’yi savaşta olduğu Rusya’nın devlet başkanı Putin diye kürsüye davet etti. Biden bununla da kalmayıp başkan yardımcısı Kamala Harris’e Trump deyiverdi. Keza Trump ile birlikte katıldığı televizyon programında son derece sönük kaldı ve çoğunlukla ne yapacağını, ne konuşacağını bilemedi. Böyle bir kişinin ABD’nin başında bulunması ve üstelik başkanlığa yeniden aday olması ve ancak suikast girişimi sonrasında güçlenen Trump karşısında tutunamayacağı iyice anlaşılınca geri çekilmesi, ABD emperyalizminin tarihsel düşüş sürecinin en çarpıcı ifadelerinden biridir. Bu son durum, burjuva demokrasisinin nasıl bir kabuğa dönüştüğünü, bildiğimiz anlamda bile burjuva demokratik süreç ve mekanizmaların işlemediğini, kitlelerin pasif konuma itildiğini ve siyaseti bir avuç para babasından/tekelci finans kapitalden oluşan plütokratların belirlediğini bir kez daha göstermiş oldu.
Cinsiyetçi, bağnaz ve faşist zihniyetli Trump’ın 2016’da iktidara gelmesi, ABD egemen sınıfı içindeki krizin ilk keskin ve şaşırtıcı dışavurumuydu. Trump’ın iktidarda kaldığı süre boyunca toplum keskin bir şekilde kutuplaştırılırken, egemen sınıf içindeki kavga ve yarılma da ilerledi. Fakat Trump’ın seçim sonuçlarını tanımaması ve örgütleyip kışkırttığı faşist kitlenin 6 Ocak 2021’de ABD Kongre binasına (Kapitol) baskın düzenlemesiyle egemen sınıf içindeki yarılma ve kriz doruk noktasına çıktı. Sonuçta bir hükümet darbesiyle iktidar iplerini elinde tutmak isteyen Trump başarılı olamadı. Trump, hem Kapitol baskınını örgütlemekten hem de birçok suçlamadan dolayı mahkeme karşısına çıkartıldı, yargılandı ve fakat önü kesilemedi. Böylece bir kez daha Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı olarak geri döndü. Üstelik Pensilvanya’da mitingde konuşurken kulağını sıyırıp geçen “Allah’ın lütfu” kurşun, Trump’ı daha da güçlendirdi ve kendisini “tanrı tarafından seçilmiş kimse” olarak sunabileceği bir hikâye için de çok etkili bir malzeme sağladı.
Uluslararası alanda düşülen gülünç durum, egemen sınıf içindeki krizin derinleşmesi, iç savaş söyleminin giderek daha fazla siyaset sahnesinde dillendirilmesi önümüzdeki dönemde ABD emperyalizminin sorunlarının daha da büyüyeceğine işaret ediyor. Nitekim tekelci Amerikan medyasının hem Trump’a düzenlenen suikast girişiminin hem de Biden’ın adaylıktan çekilmesinin ardından benzeri haber ve analizler yapması tesadüf değil: Toplumun daha da kutuplaşması, kargaşa, ufukta beliren kara bulutlar, belirsizlik!
Bir zamanlar emperyalist-kapitalist ülkeler piramidinin altlarından zirveye doğru tırmanmaya çalışan ABD, canlı ve güçlü potansiyellere sahipti. Bu açıdan 100 yıl öncesi ve sonrasını karşılaştırmak, bugünkü tıkanıklığı anlamak bakımından da çok yararlıdır. Lenin, 1915 yılında ABD’de kapitalizmi ve tarımı ele aldığı Tarımda Kapitalizmin Gelişimini Yönlendiren Yasalar Hakkında Yeni Veriler adlı broşüründe, ABD’nin sahip olduğu güçlü potansiyeller ve durdurulamaz yükselişi hakkında şunları yazıyordu: “ABD, yüzyılın başında kapitalizmin gelişme hızı veya hâlihazırda ulaşılan rekor düzeydeki kapitalist gelişme açısından rakipsizdir. En modern makinelerin kullanımıyla geliştirilen ve olağanüstü çeşitlilikteki doğal ve tarihi koşullara uyum sağlayan geniş topraklarının büyüklüğünde, siyasi özgürlüğünün kapsamı ve halkın kültürel düzeyi açısından da hiçbir rakibi yoktur. Bu ülke, gerçekten de birçok bakımdan burjuva medeniyetimizin modeli ve onun idealidir.”[5] Benzeri bir değerlendirmeyi daha sonra Troçki de yapacaktı: “Tarihsel bir niteliğin paha biçilmez sayısız avantajına ek olarak, Birleşik Devletlerdeki gelişim, Almanya ile karşılaştırılamayacak kadar büyük ulusal zenginliğin ve sınırsız genişlikteki toprakların üstünlüğünden yararlandı. Kuzey Amerika Cumhuriyeti, bu yüzyılın başında Büyük Britanya’yı gözle görülür şekilde geride bırakarak dünya burjuvazisinin baş kalesi haline geldi.”[6] Aynı çalışmasında Troçki, ABD sanayisinin 1920 ilâ 1930 arasında yüzde 50 büyüdüğünü ifade ediyordu. Nitekim İkinci Dünya Savaşının ardından emperyalist sistemin zirvesine oturan ABD, yeni hegemon güç olarak emperyalist-kapitalist sistemi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı.
Peki, bugün büyük ustaların analiz ettiği gibi bir ABD mi var karşımızda? Hayır. Yukarıda ele aldığımız yazılarımızda ifade ettiğimiz üzere ABD hâlâ en büyük ekonomik ve askeri güç olarak emperyalist sistemin tepesinde oturuyor ama eski konumunu da koruyamayarak aşağıya doğru iniyor. ABD aşağıya doğru inişini durduramadığı için uluslararası alanda eski belirleyiciliğini kaybediyor ve bu da kaçınılmaz olarak içeride krizlerle sarsılmasına neden oluyor. Kapitalizmin tarihsel sınırlarına gelip çıkmaza girmesi ile ABD’nin hegemonyasını eskisi gibi sürdürememesi ve emperyalist sistemin bir hegemonya krizine sürüklenmesi birbirinin üstüne oturmuştur. Bu anlamda, bir zamanlar emperyalist sistemin hegemon gücü olan İngiltere’nin düşüşe geçtiği koşullar ile ABD’yi aşağı doğru çeken tarihsel-toplumsal koşullar farklıdır.
ABD emperyalizminin 2001 yılında Bush yönetimi altında sonsuz bir savaş başlatmasının amacı, tam da bugün uluslararası alanda ve içeride karşı karşıya kalınan durumun önüne geçmekti. Afganistan ve Irak’ı işgal ederek cehenneme çeviren ABD’nin amacı, “önleyici savaş stratejisi”yle ön almak ve rakipleri güçlenmeden onları durdurmak, önlerini kesmekti. Fakat savaşın üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra görüldü ki ABD emperyalizmi bazı hedeflerine ulaşsa da planladığı ve ulaşmak istediği asıl hedeflerinin uzağında kaldı. Bu yüzden ABD egemen sınıfı ve ordu üst yapısı içinde büyük tartışma baş göstermiştir. Başlattığı savaşla düşüş sürecini tersine çeviremeyen ABD emperyalizminin, özellikle Çin’in yükselişiyle birlikte hegemonyası artan ölçüde aşınmaya devam etmiştir. Bu yeni koşullarda ABD emperyalizmi için eski planları değiştirmek veya savaş stratejisini güncellemek kaçınılmazdı. Nitekim daha Obama döneminden başlanarak Asya Pasifik’e yani Çin’i kuşatmaya odaklanan bir strateji devreye sokuldu. Biden’dan Trump’a esas büyük meselenin Çin olduğu konusunda ABD egemen sınıfı içinde bir tartışma ve farklı düşünce yoktur. Mesela Ukrayna konusunda Biden liderliğinde izlenen siyaseti değiştireceğini ve Rusya ile anlaşma yoluna gidebileceğini açıklayan Trump, yeniden Çin’e odaklanacağını söylüyor. Zira Çin, yalnızca ABD’nin ensesinde soluğunu hissettiren dev bir ekonomi değil, aynı zamanda giderek daha fazla uluslararası siyasete müdahil olan bir güçtür!
Özgürlük ve demokrasi kavramları dünya emekçileri için baskı ve zorbalıktan kurtulmak, yönetim süreçlerine katılmak, söz sahibi olmak anlamına gelir. Bunun kapitalist düzen altında bir hayal olması, bu kavramların sahip olduğu değeri ortadan kaldırmaz. Nitekim bu kavramların bu içeriklerinden dolayı ABD emperyalizmi, Afganistan’dan Irak’a, Libya’dan Suriye’ye Ortadoğu’yu yakıp yıkarken demokrasi ve özgürlük söylemiyle emperyalist işgali ve savaşı meşrulaştırmaya çalışıyordu. Lakin son 20 yılda ABD’nin emperyalist ipliği öylesine pazara çıktı ki artık bu kavramları eskisi gibi suiistimal edemiyor. Bunu yapamadığı gibi, İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırımın en büyük destekçisi ve suç ortağı olarak dünya halklarının gözünde teşhir olmuş durumda. Soykırımcı İsrail’in katil başbakanı Netanyahu’nun Kongrede konuşturulması ve ayakta alkışlanması asla unutulmayacak! ABD’nin dünya emekçilerinin gözünde teşhir olup meşruiyet kaybetmesi, onun rakiplerinin elini güçlendirmektedir. Zira hegemon bir devlet, sadece ekonomik ve askeri gücüne yaslanarak emperyalist sisteme yön veremez. ABD’nin emperyalist sisteme ideolojik, siyasal, kültürel, bilimsel gelişmeler alanında eskisi gibi öncülük edip belirleyici olamaması yaşadığı tarihsel gerilemenin ve bunalımın sonucudur.
ABD uluslararası siyasal alanda zemin kaybederken, Çin emperyalizmi kendisine daha fazla alan açarak güçlenmektedir. Çin ve Rusya bloku, BRICS ve ŞİÖ kanalıyla daha fazla devleti yanına çekerken, ABD ve Batı emperyalizmiyle çıkarları örtüşmeyen güçler için yaslanacak alternatif bir blok anlamına gelmektedir. Eğer uluslararası siyasette böyle bir tablo oluşmasaydı, çok açık ki Güney Afrika İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımı Uluslararası Adalet Divanına kolayca taşıyamaz ve büyük destek görmezdi. Keza İran, Çin ve Rusya blokunun bir parçası olduğu için İsrail ve ABD henüz doğrudan bir savaşı göze alamıyorlar. Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerilimin yumuşatılmasına aracılık eden Çin, geçtiğimiz günlerde de El Fetih ve Hamas dâhil 14 Filistinli grubu bir araya getirerek ortak bir bildiri yayınlattı. Geçtiğimiz yıl Ukrayna savaşına son vermek üzere kendi barış planını açıklayan Çin’e Zelenski yönetimi burun kıvırmış ve hatta Rusya’nın çıkarlarını savunduğunu söylemişti. Fakat savaş uzadıkça Ukrayna’nın yıkımı büyüdü ve toprak kaybı arttı. ABD-İngiliz bloku öncülüğündeki Batı emperyalizminin Ukrayna’ya olan ekonomik ve askeri yardımında tıkanmalar baş gösterdi. Batı bloku içinde Rusya ile bir anlaşmaya varılması düşüncesi giderek daha fazla dile getirilirken, Ukrayna Dışişleri Bakanı Çin’in yolunu tuttu.
Vurguladığımız üzere Trump, ABD’nin emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasının sarsılmasına, eski gücünü koruyamayarak zayıflamasına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Trump’ın kaba, megaloman tutum ve davranışları, bizzat ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası kurumları ve ilişkileri sarsacak adımlar atmaktan çekinmemesi Amerikan egemen sınıfının bir kesiminin söz konusu gerilemeye verdiği tepkiden bağımsız düşünülemez! Burjuva tarihçiler ve ideologlar, tarihsel-toplumsal gelişmeleri kişilere/liderlere indirgeyerek açıklamaya pek meraklıdırlar. Oysa Hitler, Mussolini, Putin, Erdoğan veya Trump türü liderler ne kadar ihtiraslı ve çılgın olurlarsa olsunlar, eğer onların üzerinde hareket edecekleri uygun siyasal ve toplumsal koşullar yoksa hiçbir şey yapamaz, onlarla özdeşleşen rollerini oynayamazlar. Kuşkusuz bu açıklama tarihte liderlerin rolünü inkâr etmek anlamına gelmiyor, sadece birinci koşulun vazgeçilmezliğine dikkat çekmek istiyoruz. Yoksa krizlerin ve olağanüstü koşulların diktatörleri öne çıkartmasıyla, onların kişisel ve politik hırsları doğrultusunda fırsat kollamaları ve krizleri bu temelde kullanmaları arasında diyalektik bir ilişki vardır.[7]
Mesela Hitler’in çılgınlığı ile yenik Alman emperyalizmini ayağa kaldırmak isteyen devlete hâkim güçlerin ve tekelci sermayenin çılgınlığı örtüşüyordu. Bugün de “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” (Make America Great Again-MAGA) diyen Trump’ın bu sloganda ifadesini bulan emperyalist programı ve siyaseti, ABD egemen sınıfının bir kesiminin tepkisine aracılık etmektedir. Trump ile geleneksel ABD siyasetinin savunucuları arasında, emperyalist sistemin uluslararası kurumlarına yaklaşımdan ekonomik alanda hangi adımların atılacağına, dış politikanın nasıl yürütüleceğinden savaşta hangi taktik adımların izleneceğine kadar birçok konuda görüş ayrılığı yaşanmaktadır. Hatırlarsak, Trump iktidar koltuğuna oturduktan sonra, ABD’nin hegemonyası altında şekillenmiş uluslararası kurumları baltalayacak tarzda hareket etti. Çünkü Trump bunların aslında işlevini doldurduğunu ve ABD’nin sanki hâlâ bu kurumlar üzerinden dünyaya yön veriyormuş gibi hareket etmesinin yanlış olduğunu düşünüyor. Birleşmiş Milletlerden Dünya Sağlık Örgütüne, Dünya Ticaret Örgütünden IMF’ye birçok kurum uluslararası siyasette tuttukları ağırlığı kaybederken, ABD’nin de eskisi gibi bu kurumlar üzerinde mutlak belirleyiciliğinden söz etmek mümkün değil. Fakat eskisi gibi ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeyen bu kurumların baltalanması, aynı zamanda ABD’nin emperyalist sistemin hegemon gücü rolünü oynamayı reddetmesi anlamına gelir. Trump ile Demokrat Parti ve hatta Cumhuriyetçi Partinin bir kesimi ve elbette devlet aygıtının üst kesimleri arasındaki çelişki buradan doğmaktadır. Nitekim iktidara geldikten sonra G7 zirvesinde “ABD geri döndü” diyen Biden, ABD’nin eski geleneksel siyaset tarzına işaret ediyordu.
NATO’nun Almanya ve Fransa dâhil AB ülkelerini Rusya karşısında savunmayacağını söyleyen Trump’ın esas amacı ABD’nin mutlak denetiminde olan bu emperyalist askeri aygıtı işlevsizleştirmek istemesi değildi. Almanya gibi NATO ülkelerinin ulusal bütçelerinin yüzde 2’sini silaha ayırmasını, daha fazla silahlanmalarını ve bu silahları da ABD’den almalarını istiyordu. Böylece hem NATO daha fazla güçlenmiş olacak hem de ABD silah endüstrisi ve dolayısıyla ekonomisi dinamizm kazanacaktı. Trump’ın bu yolla yapamadığını Biden yönetimi Ukrayna savaşını kullanarak yapmış, AB ülkelerini ABD-İngiliz blokunun arkasına sıralamış ve ülke bütçelerinden silahlanmaya ayrılan miktar artırılmıştır. Ancak Trump, Rusya konusunda ABD geleneksel çizgisinin izlediği siyaseti benimsemediği yönünde açıklamalar yapıyor. Zira Ukrayna savaşının ve aynı zamanda Ortadoğu’ya fazladan odaklanmanın ABD’yi esas hedefi olan Çin’den uzaklaştırdığını ileri sürüyor. İktidarda kaldığı süre boyunca Trump, ABD’nin emperyalist stratejisinin belirlenmesi ve dış politikasının tayin edilmesinde merkezi konuma sahip Dışişleri ve Savunma (Pentagon) Bakanlıklarıyla sıkça çelişkiye düştü. Olası yeni bir Trump döneminde de benzeri çelişki ve anlaşmazlıkların yaşanması kaçınılmazdır. Fakat bunun anlamı, bugün Türkiye’de kimilerinin iddia ettiği gibi Trump’ın savaşa karşı çıkması değildir. Küreselci olarak adlandırılanların karşısına “içe kapanmacı” olarak konuşlandırılan Trump, gerçekte savaşı her türlü yolla sürdürmek isteyen politik bir çizginin temsilcisidir.
Nitekim onun savaşçı çizgisini ekonomik alanda izlediği politikalardan da anlayabiliriz. Trump, ABD’nin eski gücüne ve konumuna ulaşması için öncelikle ekonomik alanda çok daha fazla güçlenmesi ve dünya ticaretinde üstünlüğü yeniden ele geçirmesi gerektiğini düşünüyor. Uzun zamandır ihracatta birinci olan Çin, dünya ticaretinde de üstünlüğü ele geçirerek ABD’yi geride bırakmıştır. Mesela 2018’de 2 trilyonu aşan Çin ihracatı, bugün 3,5 trilyona ulaşmıştır.[8] Trump, Çin’in ekonomik yükselişini frenlemek, dünya pazarında daha fazla hâkimiyet kurmasını ve ülkeler üzerindeki nüfuzunu pekiştirmesini engellemek için iktidara gelir gelmez çok sert bir ticaret savaşı başlattı. Çin mallarına çok yüksek gümrük vergileri getirdi ve bununla da yetinmeyip ABD’nin geleneksel müttefikleri olan Japonya, Almanya, Fransa ve birçok AB ülkesinin mallarına da gümrükler koyarak dünya ekonomisini sarstı. Birçok ekonomik ve ticari ortaklıktan çekilirken, NAFTA’nın yeniden ABD lehine revize edilmesini sağladı. ABD ekonomisini frenlediği gerekçesiyle Paris İklim Anlaşmasından çekildi vb. Bu hamlelerin sermayenin önündeki tüm sınırların yıkılmasının ve serbest ticaretin önünün açılmasının baş savunucusu olmuş ABD’den gelmesi, küreselleşmenin bittiği ve içe kapanma sürecinin başladığı yönünde değerlendirmelere neden oldu. Oysa küreselleşme ya da dünya ekonomisinin girift ilişkiler ağı oluşturması günümüz dünyasında kapitalizmin varoluş biçimidir. Eğer tarihsel ömrünü doldurarak tıkanmış kapitalizmin bugünkü koşullarında 1930’lardaki gibi bir içe kapanma dönemini başlarsa, şüphe yok ki bu tüm sistemin çöküşünü tetikler.
Anlaşılacağı üzere pervasız bir kapitalist olan Trump, ABD geleneksel siyasetinin yerleşik kural ve yöntemlerini aşarak kendi bildiği yoldan iş kotarmak istiyor. Amacı burjuva demokrasisinin getirdiği kuvvetler ayrılığı mekanizmalarını bir kenara iterek tüm devlet gücünü ele geçirmek ve totaliter bir rejim kurarak siyasal programının önündeki engelleri temizlemektir. Toplumu yaşam biçimi, kültür ve dini değerler temelinde bölüp kutuplaştırarak ve düzenin yarattığı toplumsal sorunları kullanarak kitleleri faşist programının arkasına yığmaya çalışıyor. Bir zamanlar nasıl ki Hitler sosyalistlerin, komünistlerin, Yahudilerin veya kozmopolit bir yaşamı benimseyen ve milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı çıkan halk kesimlerinin Almanya’yı yıkıma sürüklediğini propaganda ediyorduysa, Trump da aynısını yapıyor. Bu noktada özellikle vurgulamak lazım: MAGA yalnızca Trump’ın emperyalist program ve siyasetini ifade etmiyor, aynı zamanda bu program ve siyaset etrafında faşist bir hareketi ve örgütlenmeyi de ifade ediyor. Beyazların üstünlüğünü savunan, ırkçı, Güney’in köleci kültürel değerlerini sahiplenen, din, aile ve devleti kutsayıp kullanan, göçmen düşmanı, cinsiyetçi ve homofobik bir ideolojiye sahip MAGA hareketi, hem içinde yer aldığı Cumhuriyetçi Partiyi dönüştürmektedir hem de onu aşıp geçen bir niteliktedir. Önerdiği program ve siyaset sayesinde ABD emperyalizminin tarihsel gerilemesinin durdurulabileceğini söyleyen Trump, elbette en başta Cumhuriyetçi Parti olmak üzere egemen sınıfı bu doğrultuda örgütlemeye, tekelci sermaye kesimlerinin geniş bir kesimini kurtuluşun kendi programında olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Son dönemde Elon Musk benzeri teknoloji sektöründeki tekelci sermayedarların Trump’a desteklerini açıklamaları, MAGA hareketi etrafında toplananların arttığını gösteriyor.
Bu tür faşist liderler, bir taraftan toplumu yapay temelde kutuplaştırırken, öte taraftan da bir parçası oldukları sömürü düzeninin yarattığı toplumsal sorunları kullanarak işçi sınıfı kitlelerinin desteğini almaya çalışırlar. Üstelik bunu yaparken emek ve emekçi vurgusunu öne çıkartarak yapar ve bilinçleri bulandırırlar. Tekelci bir kapitalist olan Trump, 2016’dan bu tarafa ABD’deki yerleşik düzeni Demokrat Parti ve onun içinde saydığı kozmopolit elitlerle özdeşleştiriyor; işsizlik dâhil ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunların sorumlusunun onlar olduğunu propaganda ediyor. Ucuz emek sömürüsü peşinde olan sermayenin Çin’e ve başka ülkelere gitmesinin, geleneksel sanayi bölgelerinin terk edilmesinin ve böylece işsizliğin artmasının nedeni olarak onları gösteriyor. İşçi sınıfı kitlelerinin bilincini bulandırmak amacıyla MAGA hareketine monte edilen ve Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçilen JD Vance’in Cumhuriyetçi Partinin başkan adayını belirleme toplantısındaki konuşması oldukça dikkat çekicidir. Vance çocukluğunu, yoksul bir aileden gelmesini, annesini ve onun emeklerini, eşini ve çocuklarını da kapsayan, zaman zaman duygusal, etkili bir konuşma yaptı. Vance’in konuşmasının Trump’ın faşist MAGA hareketine ideolojik ve kültürel bir derinlik kazandırmak için kurgulandığına şüphe yok. Sermayenin yurt dışına gitmesinden, fabrikaların kapanmasından, ucuz Çin mallarının ülkeye dolmasından ve işsizlikten Biden’ı sorumlu tuttu. Şu cümle de ona ait: “Benimki gibi küçük kasabalarda, ülkemizin diğer eyaletlerinde işler denizaşırı ülkelere ve çocuklarımız da savaşa gönderildi. Ülkemiz ucuz Çin malları, ucuz yabancı işgücü ve etkisi gelecek on yıllarda duyulacak ölümcül Çin fentanili akınına uğradı. Irak’tan Afganistan’a, mali krizden büyük durgunluğa, açık sınırlardan, durgunlaşan ücretlere kadar bu ülkeyi yönetenler başarısız oldular.” Trump’ın işçiler için iş olanakları yarattığını ama Biden’ın bu işleri yok ettiğini söyledi. Konuşmasını emek, işçi sınıfı, işsizlik, ülkenin içine düştüğü aciz durum üzerine kurgulayan Vance, tüm konuşması boyunca sıkça Trump’ı bir kurtarıcı olarak sundu. Bir zamanlar nasıl da büyük ve harika olan ABD’yi içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak için Trump sahneye çıkmıştı! Her şey kötüye gidiyordu: “Ta ki Donald J. Trump adında bir adam ortaya çıkana kadar. Bizim, büyük şirketlerin cebinde olmayan, sendikalı ya da sendikasız çalışanlara hesap veren bir lidere ihtiyacımız var. Wall Street baronları ekonomiyi çökertti, Amerikalı inşaatçılar iflas etti. Ve sonra Demokratlar bu ülkeyi milyonlarca yasadışı yabancıyla doldurdu.”[9]
Özel olarak seçilmiş, hakkında kitap yazılarak filim yapılmış bu adam, teknoloji milyarderi olarak bilinen Peter Thiel gibilerinin desteğini alarak senatör seçilmiş ve şimdi Musk’ın da desteğini alarak Trump’ın yardımcılığına getirilmiştir. Elbette amaç, özellikle beyaz işçilerin desteğini almak ve MAGA hareketine emekçi bir taban oluşturmaktır. Vance üzerinden faşist MAGA hareketinin emekçileri temsil ettiği algısı yaratılırken, aynı zamanda Trump sonrasında ona yeni bir lider hazırlanmaktadır. Hitler ve Nazilerin iktidara tırmanma sürecinde benzeri bir söylemle umutsuz emekçi kitleleri nasıl aldattıklarını hatırlayalım. Vance’in işçi sınıfı vurgusu bir sahtekârlık ve demagojiden öte bir şey değil. En basitinden, işçilerin haklarının ilerletilmesi için AFL-CIO başta olmak üzere sendikalara destek vermeyen Vance, sağlık ve sosyal hakların geliştirilmesi için de kılını kıpırdatmış değil. Tarihsel deneyimler de gösteriyor ki ABD’de sınıf mücadelesi daima sert bir karaktere bürünerek ilerlemiştir. Mesela pandemi ve George Floyd eylemleri sürecinde faşist güçlerin ağır silahlarla gövde gösterisi yapmasına siyahların da içinde yer aldığı emekçiler anında benzeri tarzda cevap vermişlerdi. Nereden bakarsak bakalım, dünya kapitalist sisteminin tarihsel tıkanıklığının ve Üçüncü Dünya Savaşını doğuran emperyalist hegemonya bunalımının ABD egemen sınıfı içinde yarattığı sorunlar ve toplumsal çelişkilerin çok keskin biçimler aldığı bu ülkede sınıf mücadelesi önümüzdeki süreçte daha da sertleşecektir.
Utku Kızılok- 1 Ağustos 2024, ilk kez Gelecek Bizim Gelecek Sosyalizm (www.gelecekbizim.net) sitesinde yayınlandı.
[1] https://www.foxnews.com/politics/trump-slams-pence-says-he-didnt-have-the-courage-to-decertify-results-of-presidential-election
[2] Levent Toprak, Charlottesville Ne Anlatıyor?, www.marksist.com
[3] Utku Kızılok, Demokratik ve Özgür Afganistan Kan Ağlıyor
[4] https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2021-08-16/we-all-lost-afghanistan-taliban
[5] Lenin, New Data on the Laws Governing the Development of Capitalism in Agriculture, www.marxists.org
[6] Troçki, Zamanımızda Marksizm, www.marxists.org
[7] Utku Kızılok, Bonapartların ve Hitlerlerin İktidara Tırmanış Süreci, gelecekbizim.net
[8] https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/china/#economy
[9] https://www.nbcnews.com/politics/2024-election/jd-vance-calls-big-tent-gop-vp-nominee-acceptance-speech-rcna161211