200. yaş gününü kutladığımız işçi sınıfının büyük önderi Marx, kapitalizmin bugünkü perişanlığını görse, burjuva ideologlara nazire yaparak şöyle derdi kuşkusuz: “Bakıyorum da pek kederlisiniz, bir sorun mu var?” Özellikle 2008 küresel krizine kadar kapitalizmin zafer borularını çalan burjuva ideologları, küreselleşen dünyada yeni bir barış ve refah dönemi açıldığını iddia ediyorlardı. Fakat artık eski güvenleri yok; sistem hakkında konuşurken sesleri titriyor ve gerçekleri gizlemek için bin bir numaraya başvuruyorlar. Kapitalizmin tarihsel bir krize girdiğini itiraf etmeseler de, sistemin daha önce görülmedik ölçüde büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu söylüyorlar. Meselâ Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşının genişleyerek ve yeni boyutlar alarak kapitalist sistemi derinden sarsabileceğine dair kaygılar, son dönemde uluslararası medya kuruluşlarında yaygın şekilde yer buluyor. Yapılan değerlendirmelerde risk, belirsizlik, güvensizlik, felaket kavramları birbirini izliyor. Zira eğer küresel bütünlük kazanmış dünya ekonomisinin girift ilişkileri üzerinde bir ticaret savaşı cereyan ederse, bunun dünya pazarına etkisi, geçmişteki örnekleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde yıkıcı olacaktır. Hiç kuşku yok ki ticaret savaşı, hem emperyalist savaşın yeni boyutlar kazanmasının hem de hegemonya krizinin çarpıcı bir ifadesidir.
Hatırlanacağı üzere Trump, ABD’ye ithal edilen çeliğe yüzde 25, alüminyuma ise yüzde 10 ek gümrük vergisi getiren kararnameyi 22 Martta imzalamıştı. Geçici olarak bu ek artıştan Kanada, Kore, Meksika ve AB ülkelerini muaf tutan ABD yönetimi, 1 Haziranda onları da dâhil etti. Fakat ABD’nin esas hedefinde Çin var. İktidar koltuğuna oturduğundan beri bir ticaret savaşı başlatacağını ve bunun ABD için iyi olacağını ballandıra ballandıra anlatan Trump, nihayetinde kuvveden fiile geçti. 34 milyar dolar tutarındaki 818 Çin malından yüzde 25 ek gümrük vergisi alınması uygulamasına 6 Haziranda resmen başlandı. Buna karşılık olarak Çin, özellikle Amerikan tarım ürünlerini hedef alarak 545 ürüne ek yüzde 25 gümrük vergisi getirdi ki bu ürünlerin toplamı da 34 milyar dolar ediyor. Böylece Çin, ABD’ye aynı dalga boyundan misilleme yapacağı ve altta kalmayacağı mesajını vermiş oldu.
Trump, toplamda 450 milyar dolarlık Çin malına daha ek gümrük vergisi getirebilecekleri tehdidini savurarak ne kadar kararlı olduklarını göstermeye çalışıyor. 2017 verilerine göre Çin’den ABD’ye 526 milyar dolarlık mal ihraç edildi. ABD’den Çin’e ihraç edilen malların tutarıysa 150 milyar dolar… Bu veriler hem iki ülke arasındaki ticaret hacminin ne kadar büyük olduğunu hem de ihracatının yaklaşık yüzde 22’sini Amerika’ya yapan Çin’in bu ülke pazarına ne denli ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.[1] Zaten bu yüzden Çin, Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşına doludizgin girmek yerine ağırdan almayı tercih ediyor. Bu savaşın kaybedeninin kendileri olmayacağını, serbest piyasa ekonomisinin ve serbest ticaretin zarar göreceğini söyleyen Çin egemenlerinin küreselleşme ve serbest ticaret savunuculuğuna soyunmaları, gümrük duvarlarının yükseltilmesinin “soğuk savaş” zihniyeti olduğunu söylemeleri oldukça manidar! Meselâ Çin Başkanı Şi küreselleşmenin nimetlerinden, kapalı kapı politikasının yanlışlığından, nehirlerin okyanusa akmasının durdurulamayacağından dem vururken, Trump’ı bencil ve öngörüsüz olmakla suçluyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin hegemon gücü haline gelen ABD, uluslararası ticarette kurduğu üstünlüğe dayanarak gümrük duvarlarının yükseltilmesine karşı çıkıyor ve tüm dünyaya serbest ticareti empoze ediyordu. Gelinen aşamada roller değişmiş gözüküyor. On yıllar boyunca içe kapalı bir ekonomik yapıya sahip Çin, zamanla kapitalist sisteme derinden entegre oldu, dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi ve uluslararası ticarette üstünlüğü önemli ölçüde ele geçirdi. İki trilyonu aşan ihracatıyla dünyada zirveye otururken, onu, ihracat düzeyleri oldukça yakın olan ABD ve Almanya izliyor.[2] Bu durum, Çin ve onunla birlikte Almanya’nın neden küreselleşme olgusunun geri döndürülemez olduğuna sıkça vurgu yaptıklarını ve kapitalist liberalizmin uluslararası kurallarının sözcülüğüne soyunduklarını da ortaya koyuyor. Şu tarihin cilvesine bakın ki Çin, uluslararası kurallara uymadığı gerekçesiyle ABD’yi Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) şikâyet ediyor. O DTÖ ki uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi, sermayenin önündeki engellerin kaldırılması ve gümrük duvarlarının tüm dünyada sıfıra doğru çekilmesi amacıyla bizzat ABD’nin öncülüğünde ve hâkimiyetinde kurulmuştu.
Trump, Çin’in kendi şirketlerine devlet teşviki verdiğini, ürünlerin ucuza üretilmesini sağlayarak haksız rekabete yol açtığını, meselâ Çin ve Alman ürünlerinin Amerikan pazarını kapladığını ama kendi ürünlerine Çin ve Almanya’nın bariyerler koyduğunu, bu ticaretin adil olmadığını söylüyor. Oysa ABD dâhil tüm emperyalist ve kapitalist ülkeler, kendi şirketlerinin rekabet gücünü artırmak amacıyla çeşitli destekler veriyor, özellikle yüksek teknoloji ürünleri üreten şirketleri sübvanse ediyorlar. Örneğin 2003’te DTÖ’nün bir toplantısında Çin, Hindistan, G. Afrika vb. ülkelerin temel talebi, ABD ve AB’nin kendi tarım ve sanayi ürünlerine verdikleri sübvansiyonu durdurmaları olmuştu. Fakat Batılı emperyalist güçler bu talebi karşılamaya yanaşmamış ve toplantı sonuçsuz kalmıştı. Kıran kırana rekabetin hüküm sürdüğü, güçlü olan devletlerin kendi tekellerinin çıkarları doğrultusunda pazarda hâkimiyet kurduğu kapitalist düzende, ticaret dün de adil değildi, yarın da adil olmayacak. Mesele şu ki, dünkü “adaletsiz ticaret” ABD’nin çıkarına hizmet ediyordu, bugünse yeterince etmiyor. Birçok rakip gücün ortaya çıkması ve kızışan kapitalist rekabette Amerikan burjuvazisinin mutlak üstünlüğünü kaybetmesi ve hatta hafif tertip geri kalmasından dolayı, Trump, bizzat ABD emperyalizminin öncülüğünde oluşturulan uluslararası kurumları, ticaret kurallarını ve anlaşmaları artık tasvip etmiyor. Tabir-i caizse çamura yatıyor ve rakiplerine ABD emperyalizmine üstünlükler sağlayacak koşulları dayatıyor.
Kısaca hatırlayalım: Avrupa İkinci Dünya Savaşından yerle yeksan olmuş bir şekilde çıkarken, ABD, emperyalist sistemin tartışılmaz hegemon gücü olarak yükseldi. “Galibiyle mağlûbuyla bir harabeye dönmüş olan Avrupa karşısında ABD gerçek bir zenginlik ve ihtişam abidesi olarak dikiliyordu. Kıtasal ölçekli güçlü ekonomisi ve savaşta el değmemiş olarak kalan sanayisiyle dünya ekonomisini ayağa kaldıracak olan yegâne güç ABD’ydi. ABD’nin ezici üstünlüğünü anlamak için birkaç çarpıcı veriye bakmak yeter. Savaşın sona erdiği 1945 yılında tüm dünya üretiminin yarısından fazlası (%57) ve toplam mamul mal ihracının da yüzde 22’si ABD tarafından gerçekleştiriliyordu. Eskiden Britanya’ya ait olan «dünyanın atölyesi» unvanı artık ABD’deydi. Dünya altın rezervlerinin yüzde 80’den fazlası ABD’nin elindeydi. Bu doları «altın gibi» yapıyordu. Nitekim ABD bu gücünü kullanarak 1944’te imzalanan Bretton Woods anlaşmalarıyla tüm diğer ülke paralarının altın karşısında sabit bir orana, altının da belirli bir sabit miktarla dolara bağlanmasını sağladı ve böylece doları bir dünya parası haline getirdi. Savaşın bitimiyle başlayan dönemde ABD, güçlü ekonomisinin bir sonucu olarak büyük ticaret fazlaları vermeye başladı.”[3]
Ancak zaman içinde ABD’nin dünya ekonomisindeki payı yüzde 20’lere düşmüş ve uluslararası ticaret üzerindeki mutlak hâkimiyeti kırılmaya başlamıştır. 1950’lerde en büyük ihracatçı ülke konumunda olup yüzde 30’ları aşan ticaret fazlasına sahipken, şu anda 860 milyar dolar dış ticaret açığı var. Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişmenin hüküm sürdüğü bir sistemdir ve kapitalist rekabet koşullarında bir emperyalist gücün kendi pozisyonunu olduğu gibi ve ilelebet koruması mümkün değildir. Nitekim savaştan tahrip olmuş bir şekilde çıkan Almanya ve Japonya’nın sıçramalı bir gelişmeyle dünya üretiminde ve pazarında daha fazla yer tutmaları bu gerçeğe işaret ediyor. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya vb. ülkelerin de zamanla dünya ekonomisinin üst basamaklarına tırmanmaları aynı gerçeğin ifadesidir. Burada, özellikle Çin’in devasa büyümesine dikkat çekmek gerekiyor. Çin 30 yıldan fazla bir süredir aralıksız büyümektedir. 2008 küresel krizine kadar ise bu büyüme oranı ortalama yüzde 10 düzeyinde gerçekleşmiştir. 2017 verilerine göre 80 trilyon dolarlık dünya gayrisafi hâsılasının 12 trilyonu Çin’e aittir ve bu dünya ekonomisinin yüzde 15’i etmektedir.[4] Oysa IMF’nin 2004 ilkbahar raporuna göre, o tarihte 37 trilyon dolar olan dünya gayrisafi hâsılasının 1,7 trilyonu Çin’e aitti ve Çin İtalya ile aynı konumdaydı.
Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükselmiş ve tepedeki ABD’yi zorlamaya başlamıştır. 2001’de DTÖ’ye alınan Çin, emperyalist sisteme derinden entegre edildi; uluslararası finans kapitalin, çok taraflı ticaret anlaşmaları, ithalat vergilerinin düşürülmesi, kısıtlamaların kaldırılması ve yabancı sermaye yatırımları için güvenli koşulların oluşturulması gibi kuralları bu ülkede hâkim kılındı. Bu tarihten itibaren ülkeye sermaye akışı hızlandı. Çin’in sadece 2016’da 135 milyar dolar doğrudan sermaye yatırımı[5] çekmesi, sermayenin bu ülkedeki yoğun sömürü olanaklarına ilgisini gösteriyor. Batılı ülkelerde yüksek kâr oranlarına ulaşmanın artık hayal olduğu koşullarda, emek maliyetlerinin asgari sınırın çok altında kaldığı ama işgününün çok uzun olduğu Çin, 800 milyonluk devasa işgücü ordusuyla kapitalist tekellerin iştahını kabartıyordu, kabartmaya da devam ediyor. Kitlesel ölçekte sermaye akışıyla birlikte üretimin çapı bir anda alabildiğine büyüdü ve Çin, tabir-i caizse “dünyanın atölyesi”ne dönüşmeye başladı. Nitekim bugün dünya pazarlarını dolduran tüketim mallarının önemli bir bölümü “made in China” etiketlidir. Bilgisayardan spor ayakkabılarına kadar birçok ünlü Amerikan tekelinin ürünleri bu ülkede üretiliyor.
Çin’in DTÖ’ye alınması, bu ülkenin kapitalist sisteme daha derinden eklemlenmesi ve sermayenin önünde kârlı alanlar açılması bakımından zorunluydu. Fakat Çin’in dünya pazarına daha sıkı kenetlenmesi sağlanırken, aynı zamanda dünya pazarı da Çin mallarının serbestçe dolaşımına açılıyordu. Nitekim Çin mallarına konan kotaların kalkmasıyla, bu ülkenin düşük maliyetli malları dünya pazarını adeta istila etti. Çin kapitalistleri, aynı zamanda uluslararası sermayenin emrine sundukları dev ucuz işgücü ordusunu iliklerine kadar sömürerek dünya pazarında rakiplerinin önüne geçtiler. 2002’de 325 milyar dolar olan ihracatının şimdilerde 2 trilyonun çok üzerine çıkması, bu ülkenin sıçramalı büyümesinin bir başka göstergesidir. 1980’de ABD dünya ihracatının yüzde 11’ini elinde tutarken, Çin’in payı yalnızca yüzde 1’di. Oysa gelinen noktada ABD’nin dünya ihracatındaki payı yüzde 9’lara gerilerken, Çin’inki yüzde 12,5’a çıkmıştır.[6]
Aslında bu yer değiştirmeyi Çin ile ABD arasındaki ticaretten de anlayabiliriz. 2002’de Çin’in ABD’ye yaptığı ihracatın tutarı 70 milyar dolarken, aradan geçen zamanda bu 7,5 kat fazlasına çıkarak 526 milyar dolara yükselmiştir. Devasa perakende zinciri Walmart gibi marketlerin Çin’den ithal ettikleri ürünlerin sayısı ve tutarı her geçen gün artıyor. Yalnızca Walmart’ın 50 milyar dolarlık ürün ithal ettiği göz önüne alınırsa, Çin mallarının Amerikan pazarında işgal ettiği yer daha iyi kavranır. ABD’nin dış ticaret açığının neredeyse yarısının Çin ile yapılan ticaretten kaynaklanması da bunu ortaya koyuyor. Nitekim Çin mallarına ek gümrük vergisi getiren Trump’ın amacı, aynı zamanda Amerikan mallarını korumak ve içeride üretimin önünü açarak hem sınıfsal çelişkileri keskinleştiren işsizliği azaltmak hem de dış ticaret açığını kapatmaktır. Ancak sermaye düşük maliyetli ve kârlı alanlar peşinde koşarken, bu önlemlerin arzulanan düzeyde iç üretimi tetikleyeceği şüphelidir.
Şu hususun da altını çizelim: Çin yalnızca kitlesel ucuz işgücüne sahip değil, bununla birlikte, kaç zamandır yüksek sermaye birikimine ve gelişmiş bir endüstriye de sahiptir. Doğrudan Çin şirketlerinin ihraç ettiği malların önemli bir kısmını makineler, elektrikli aletler, bilgisayarlar, akıllı telefonlar, otomotiv parçaları, otomobiller vb. oluşturuyor. Ancak Çin sanayisinin ihtiyaç duyduğu ileri teknoloji ürünü ara malların önemli bölümü Kore, Japonya ve ABD’den ithal ediliyor. Ekonomik ve siyasi yükselişini sürdüren ve emperyalist hegemonya mücadelesinde ABD’nin başlıca hedefi haline gelen Çin’in bu alandaki bağımlılığını ya da zayıflığını azaltması onun için en önemli mesele haline gelmiştir. Örneğin Trump yönetiminin telekomünikasyon ekipmanları ve cep telefonları üreten Çinli ZTE’ye ara malları ve yazılım satışını bir süreliğine durdurması, bu dev tekelin üretiminde sorunlar baş göstermesine neden olmuştu. Bu yüzden Çin, “Made in China 2025” projesi kapsamında yarı iletken (çip vb.), havacılık, robotik ve elektrik araçları teknolojisine ciddi ölçüde sermaye yatırımı yapmıştır. Çin emperyalizmi, bu alanda yabancı sermayeyi teknoloji transferine zorlarken, aynı zamanda Batılı ülkelerde endüstriyel şirketleri satın alarak onların teknolojik temelini ve birikimini kendisine aktarmaya çalışıyor. Meselâ son birkaç yıl içinde Çinli tekeller robot üreten Kuka, sanayi makineleri üreten KraussMaffei ve atık yakma cihazları üreten EEW gibi Alman şirketlerini, keza İsveç’in meşhur Volvo’sunu, İsviçre’nin tohum ve gübre devi Syngenta’yı, İtalyan Pirelli’yi, vinç vb. ağır iş araçları üreten Amerika merkezli Terex Corp’u satın aldı. Mercedes’i de üreten ve Alman otomobil endüstrisinin devlerinden olan Daimler’in yüzde 10 hissesini ele geçirdiğini de hatırlatalım.[7]
Çin’in 2000 yılından başlayarak Avrupa ve bilhassa Almanya’da endüstri alanında “mevzi” tutmaya çalışması ve kıta ölçeğindeki toplam doğrudan sermaye yatırımlarını 2016’da 177 milyar euroya çıkartması, aslında emperyalist rekabetin doğasındandır.[8] Rekabet, sermayenin içsel dinamiğidir, dolayısıyla rekabetsiz bir kapitalizmden söz edilemez. Ama sermayenin tekelci aşamasıyla birlikte rekabet alabildiğine kızışarak düzey yükseltmiştir. Dünya pazarındaki büyümenin hız kesmeye başladığı, kâr oranlarının düştüğü ve hegemonya mücadelesinin yükseldiği bugün benzeri kriz dönemlerinde ise, eşyanın doğası gereği, her alanda çelişkiler keskinleştiği için tekelci rekabet de keskinleşir. Bu açıdan baktığımızda, Ortadoğu’da yoğunlaşan Üçüncü Dünya Savaşına emperyalist tekellerin pazar ve güç savaşlarının eşlik etmesinin tesadüf olmadığını görürüz. Ekonomik alandaki rekabet, askeri ve siyasi rekabetten bağımsız olmadığı için gerek Avrupa ülkeleri gerekse ABD, makine vb. üreten sanayi şirketlerinin Çin tekelleri tarafından yutulmak istenmesine direniyor, kimi zaman satışların önüne geçmeye çalışıyor.
Trump’ın ticaret savaşını ulusal güvenlik başlığı altında yürütmesi konunun hangi boyuttan ele alındığının göstergesidir. 1977’de yürürlüğe giren bir yasa, ulusal ve uluslararası ticarette ABD’nin çıkarlarının tehlikeye girmesi durumunda devlet başkanına olağanüstü tedbirler alma yetkisi veriyor. Trump bu yasaya dayanarak ekonomide bir anlamda olağanüstü hâl ilan etmiştir. Trump’ın ekonomi danışmanı, ticaret savaşının ateşli savunucusu ve mimarlarından olan Peter Navarro, bu konuda şöyle diyor: “Çin, Amerikan endüstrisinin geleceğini hedef alıyor. Başkan Trump, yükselmekte olan endüstriyi Çin başarılı bir şekilde ele geçirirse Amerikan ulusal güvenliğinin ciddi bir şekilde tehlikeye gireceğini ve Amerika’nın gelecekte bir ekonomisinin olmayacağını başka herkesten çok daha iyi anlıyor.”[9] Çok açık ki ABD ekonomisi buhar olmayacak. Burada kast edilen şey, Çin’in teknolojik üstünlüğü ele geçirmesi durumunda Amerikan ekonomisinin daha fazla zayıflayacağı ve emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasını kaybedeceğidir. Zira ekonomiden bağımsız, sırf silahların gücüyle kurulan ve sürdürülen bir dünya jandarmalığı konumu mümkün değildir.
Trump, ithal mallara ek gümrük vergileri getirerek ve Amerikan şirketlerini koruma altına alarak Çin’in ileri teknoloji alanında güçlenmesinin ve üstünlük kazanmasının önüne geçmeyi amaçlıyor. Bu doğrultuda, çip gibi yarı iletken teknoloji üreten Qualcomm ve Lattice Semiconductor adlı şirketlerin Çin uzantılı şirketlere satılmasına “ulusal güvenlik” gerekçesiyle izin verilmemiştir ve bu örneklerden yalnızca ikisidir. Olağan koşullarda bir ülkenin yabancı sermaye çekmesi memnuniyet ve övgü kaynağıdır. Ancak Çin Amerika’da doğrudan sermaye yatırımlarını arttırdıkça egemen sınıf ve özellikle onun bir kesimi daha fazla alarm veriyor. Esasında Çin’in Amerikan teknoloji şirketlerini ele geçirmesine Obama yönetimi de karşı çıkmakta ve engeller koymaktaydı. Fakat Amerikan egemen sınıfının Trump’ı destekleyen kesimi bu alandaki savaşın alabildiğine aciliyet kazandığını, bu nedenle savaşta ön alınması, aleni, sert ve kapsamlı bir şekilde yürütülmesi gerektiğini söylüyor. Ticaret savaşına “ulusal güvenlik” kılıfı giydirilmesi de bu yüzdendir.
ABD Çin’i uluslararası ticaret kurallarına uymamakla, teknoloji hırsızlığı yapmakla, telif haklarını ihlal etmekle suçluyor. Batı medyasında Çin hırslı, doyumsuz, aç ve saldırgan olarak betimleniyor. Bu sözlerin sadece Çin için sarf edilmesi açıktır ki tam bir riyakârlıktır. Zira teknoloji hırsızlığı da dâhil gangster yöntemler kullanarak bir başka ülke üzerinde nüfuz sahibi olmak emperyalizmin doğasında vardır. Burjuvazi, kapitalist düzende sürüp giden rekabeti, bireyciliği ve bencilliği meşrulaştırmak için “insan insanın kurdur” deyişini kullanmayı pek sever. Sermayeyi kişilik kazanarak insan kılığında ayağa dikilmiş bir varlık olarak kavrarsak, aslında bu deyiş tam anlamına kavuşur. Sermaye sermayenin, tekel tekelin ya da emperyalist emperyalistin kurdudur!
Benzetme üzerinden devam edersek, kurtlar sürüsünün hâkim gücü kocamaya başladığı için doğa yasasının olağan sonuçlarından dert yanıyor. Eski ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’ın bir Afrika gezisinde sarf ettiği sözler, bu açıdan hem eğlencelidir hem de emperyalist sistemin doğasına ilişkin çarpıcı bir örnektir. “Çin’in şeffaf olmayan sözleşmeler ve yağmacı kredi anlaşmalarıyla Afrika’yı kendine bağımlı hale getirdiği”ni söyleyen Tillerson, büyük bir âlicenaplıkla Afrika ülkelerini şöyle uyarıyordu: “Katiyen Çin dolarlarını Afrika’dan uzak tutma çabası içinde değiliz. Ancak Afrika ülkelerinin Çin’le yaptıkları anlaşmaları dikkatle incelemeleri ve bunların bedelini egemenliklerini kaybederek ödememeleri önemli…” Peki, Afrika ülkeleri nasıl egemenliklerini kaybedecekler? Tillerson ona da açıklık getiriyor: “Bir hükümet Çin’den borç alırsa başı belaya giriyor. Söz konusu hükümet borcunu geriye ödeyemediğinde kendi altyapısı ya da kaynakları üzerinde kontrolünü kaybedebilir.”[10] Şu hale bakar mısınız? Afrika ülkelerinin ulusal egemenliklerini kaybedeceği korkusu nedense emperyalist ABD’ye dert olmuş! Sanki ABD ve Avrupa ülkelerinden borç alan Afrika ülkelerinin durumu farklıymış gibi! Bu arada, ABD’nin kendi nüfuzunu sürdürebilmek için hâlâ Afrika’ya en çok “bağış” yapan ülke konumunda olduğunun altını çizmek lazım. Tüm emperyalist güçler, Tillerson’ın betimlediği yöntemleri kullanarak kendilerine nüfuz alanı oluştururlar.
Bir zamanlar ABD’nin çıkarına olan ekonomik anlaşma ve ticaret koşulları artık onun mutlak üstünlüğünü korumasına yetmiyor. Trump’ın gözden geçirmek ve ABD lehine yeni şartlar koymak istediği Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), bu açıdan çarpıcı bir örnektir. ABD, Kanada ve Meksika’yı kapsayan NAFTA, bu üç ülke arasında gümrük duvarlarının kaldırılmasının ve çok taraflı serbest ticaretin koşullarını düzenliyor. Bazı ürünler için devam eden gümrük vergilerinin 2008’de kaldırılmasıyla, geçiş süreci on yıl önce tamamlanmış oldu.[11] Temelleri ABD ve Kanada arasında atılan NAFTA’ya 1994’te Meksika dâhil edildi. Aslında emperyalist nüfuz mücadelesinin alevlendiği bir döneme girilirken, ABD, NAFTA ile kendi ekonomik/ticaret alanını, bir başka ifadeyle arka bahçesini yaratıyordu. Bu hamleyle ABD, dünya siyasetinde bir rolü olmayan ama ekonomik bir güç olan Kanada’yı daha fazla kendi denetimine alırken, Meksika’yı da kapitalist işleyişe daha derinden entegre ediyordu.
Aslında Meksika, ABD’nin serbest organize sanayi bölgesi olarak tasarlanmıştı. Böylelikle Amerikan tekelleri kâra olan susamışlıklarını bir ölçüde de olsa bu ülkedeki yoğun sömürü sayesinde giderebileceklerdi. 2000’lerin ortasında ABD’nin bu ülkeye dönük sermaye yatırımlarını katlamalı olarak artırmaya başlaması, tekellerin yüksek kâr akışının tadına vardığına işaret ediyor. Ne var ki zamanla Japon, Alman, Çin ve Kore tekelleri de artan ölçüde Meksika pazarına girmeye ve yer tutmaya başladılar. Zira Meksika hem Latin Amerika’ya açılan kapı konumundaydı hem de NAFTA sayesinde bu ülke tekellerinin gümrük duvarını aşarak Amerikan pazarına dalmalarının yolunu açıyordu. 500 milyar dolarlık devasa ölçekte doğrudan sermaye yatırımı çekmiş olması, Meksika’nın emperyalist tekeller açısından ne denli elverişli ve kârlı olduğunu gösteriyor.[12] Özellikle otomotiv sektörüne yoğun bir sermaye yatırımı yapılmış, ABD’nin yanı sıra Japon, Alman ve Kore otomotiv tekelleri çok sayıda fabrika kurmuşlardır. Rekabetin nasıl kızıştığının anlaşılması açısından, Almanya’nın son senelerde bu sektördeki yatırımlarının arttığını da vurgulamak lazım. 1988’de 500 bin araç üretilirken, bu sayının 2017’de 4 milyona çıkması, aynı yıl içinde yalnızca otomotiv sektörüne yaklaşık 7 milyar dolar sermaye yatırımı yapılması son derece dikkat çekicidir.[13] Kuşkusuz rakipleriyle karşılaştırıldığında ABD, oldukça yüksek bir sermaye yatırımına ve dolayısıyla pazara sahiptir. Lakin her emperyalist güç Meksika ile kendi ticaret anlaşmasını yapıyor. Böylece ABD hem bu ülkede hem de Latin Amerika pazarında güçlü rakiplerle karşı karşıya gelirken, kendi iç pazarı da NAFTA dolayımıyla onların mallarının etkisine girmiştir.
Anlaşılacağı üzere, sürece yayılmış bir şekilde ABD’nin ekonomi ve dünya pazarındaki gerileyişi sürüyor. Koşulları değişime uğratmadığı takdirde gelecek yıllarda gerilemesinin daha da hızlanacağı açıktır. Dolayısıyla, iktidara gelir gelmez Trump’ın Trans-Pasifik Ticaret Anlaşmasını (TPP) yırtıp atması, Obama döneminde ABD ile AB arasında kotarılan Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşmasını yürürlüğe sokmaması ya da NAFTA’dan çıkma tehditleri savurması onun deliliğinden kaynaklanmıyor. Güçlü rakiplerle karşı karşıya gelen ve rekabette üstünlüğünü yitirmeye başlayan ABD, bu tür ticaret ortaklıklarının kendi altındaki toprağı daha fazla kaydırmasından korkuyor.
Bugüne değin ABD, kapitalist sistemin ortak çıkarlarının sözcüsü ve tahkim edici gücü olarak öne çıkıyor ve emperyalist kurumların içeriğini haliyle kendi çıkarlarıyla örtüşecek şekilde belirliyordu. Çok taraflı serbest ticaret, tüm engellerin yıkılması, mal ve sermayenin sınırsızca dolaşması gibi hususlar liberalizmin ve dolayısıyla ABD’nin amentüsüydü. Kapitalist serbest piyasa ekonomisinin insanlığın ulaştığı en son ve en üst düzeydeki toplumsal sistem olduğu propagandasını yapıyordu liberalizm. Sistemin tepesindeki Amerikan emperyalizmi hem bu ideolojinin ana üssü hem de bunu dünyaya pompalayan güç konumundaydı.
Ancak köprünün altından çok su aktı. SSCB’nin çökmesiyle birlikte, emperyalist güçleri ABD’nin arkasına sıralayan tarihsel-nesnel koşullar ortadan kalktı. Böylece eski siyasal dengeler ve dolayısıyla bu dengeler üzerinde yükselen ittifaklar fiilen geçerliliğini yitirdi. Uçsuz bucaksız topraklar kapitalizme entegre olurken, emperyalist güçler arasında yeni rekabet ve çatışma alanları hızla boy verdi. Daha da önemlisi, milenyum dönemeciyle birlikte kapitalizm tarihsel bir krizin içine yuvarlandı. Böylece Amerikan emperyalizminin ekonomik ve siyasi gerileyişini hızlandıran koşullar daha fazla olgunlaştı. ABD’nin ekonomik alandaki zayıflaması, doğal olarak emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasının da daha fazla aşınmasına neden oluyor. Zaten oğul Bush yönetiminin 2001’de sonsuz bir savaş başlattığını ilan etmesinin amacı da bu gidişatı tersine çevirmek değil miydi?
ABD’nin başını çektiği üçüncü dünya savaşı şimdilik Ortadoğu’da yoğunlaşmıştır. Ama emperyalist güçler arasındaki ekonomik-askeri rekabet her alanda derinleşip büyümektedir. Bu koşullarda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyası altında şekillendirilen uluslararası sistem ve onun DTÖ, BM vb. gibi kurumları da artık ABD emperyalizmi için ayak bağına dönüşmektedir. Ne pahasına olursa olsun ABD emperyalizminin çıkarlarını egemen kılma programıyla hareket eden Trump yönetimi, bu kurumların çökme olasılığına aldırmıyor ve hatta rakiplerini bu kurumları havaya uçurmakla tehdit edip amacına ulaşmak istiyor. Bir taraftan ABD ekonomisini yavaşlatacak her türlü anlaşmayı yırtıp atarken, öte taraftan da her alanda mutlak bir kutuplaşma yaratmaya, rakip güçleri sarsıp güçsüzleştirmeye, AB ülkelerini ve Japonya’yı kendi arkasında hizalamaya çalışıyor. Trump’ın diğer anlaşmaların yanı sıra, Amerikan sanayisinin gelişimini sınırlayacağı gerekçesiyle Paris İklim Anlaşmasını yırtması, AB emperyalistleriyle birlikte İran ile imzaladığı nükleer anlaşmadan çekilmesi ve ardından da yaptırımları devreye sokmasının nedeni budur. Üstelik yaptırım kararını açıklayıp süreci kendi haline bırakmıyor; İran ile ticaret yapan tüm devletlerin bu karara uymasını, aksi halde ABD’yle ticaretlerinde sorunlar baş göstereceğini söyleyerek tehditler savuruyor. Yani mutlak bir baskı uygulayarak ve rakiplerini nefessiz bırakarak, diplomasiyi vs. iplemeyerek, aleni bir zorbalıkla planlarını kabul ettirmek istiyor.
İran’a dönük yaptırımlardan Türkiye dâhil çok sayıda ülke etkilenecek. Fakat asıl hedef Almanya ile birlikte Çin’dir. Özellikle nükleer anlaşmadan sonra yaptırımların kalkmasıyla, İran, AB ülkeleri ve Almanya için önemli bir pazar haline gelmişti. Yalnızca geçen sene AB ülkelerinin İran’la yaptıkları ticaretin hacmi 20 milyar euroyu geçti. Trump yönetimi artan ölçüde Almanya üzerinde baskı kuruyor ve iki emperyalist güç arasındaki çelişkiler artıyor. ABD’nin çelik ve alüminyuma getirdiği ek gümrük vergisinden etkilenenlerin başında Almanya geliyor. En önemlisi Trump, Alman otomobillerine yüksek ek gümrük vergisi getirmek istiyor. Zira Almanya’nın ABD’deki otomobil pazarındaki ağırlığı giderek artıyor. Örneğin 2017’de bu pazarda bir milyon 300 bin adet Alman otomobili satıldı; bunun yarısı Almanya’dan ithal edilirken, yarısı da BMW, Mercedes-Benz ve Volkswagen’in Amerika’daki fabrikalarında üretildi. ABD ve özellikle Trump etrafındaki klik, devasa ekonomisiyle AB’nin lokomotifi olan Almanya’nın giderek daha fazla güçlenmesinin, emperyalist kamplaşmada ayrı bir baş çekmesinin, Çin ve Rusya ile olası bir ittifak temeli oluşturmasının önüne geçmeye çalışıyor. Trump’ın AB’yi düşman olarak nitelemesi onun çılgınlığından ileri gelmiyor. Dünya ihracatında üçüncü sırada olan Almanya, kendi tekellerine yeni pazar alanları yaratmak amacıyla Çin’le ticaret anlaşmaları yapmaya çalışıyor. Mayıs sonunda Çin’i ziyaret eden Almanya şansölyesi Merkel’in, Çin’le birlikte İran nükleer anlaşmasını ve serbest ticareti savunacaklarını açıklaması manidardı. Keza geçtiğimiz günlerde AB ile Japonya arasında büyük bir ticaret anlaşmasının imzalanması, Almanya’nın artan etkinliğinin bir ifadesidir.
Petrol ihtiyacının önemli bir kısmını İran’dan karşılayan Çin’in ise bu ülkeyle uzun vadeli çok ciddi yatırım ve ticaret anlaşmaları bulunuyor. ABD, petrol ve petrol ürünlerini yaptırım kapsamına alarak yalnızca İran’ın değil, onunla birlikte Çin’in de boğazını sıkmayı hedefliyor. İran petrolünün yüzde 25’ini ucuz bir şekilde ithal eden Çin, yaptırım kararına uyarsa petrolü başka ülkelerden ve üstelik daha pahalıya temin etmiş olacak. Yani İran’a dönük yaptırımlar hem Ortadoğu’daki savaşın bir parçasıdır hem de ticaret savaşının boyutlanıp genişlemesinin sonucudur.
Şurası açık ki dünya pazarında süreç; Çin, Almanya ve benzerlerinin lehine ama ABD’nin aleyhine işliyor. Bir anlamıyla Çin, bir zamanlar Avrupalı emperyalist güçler birbirlerini yerken ekonomik büyümesini sessiz ve derinden sürdüren ABD’nin taktiğini uyguluyor. Tarihsel gidişatı kendiliğindenliğe bırakmaya niyetli olmayan ABD, ipleri her alanda gererek süreci tersine çevirecek adımlarını hızlandırıyor. Kuşkusuz adımlar çok hızlı, paldır küldür atılıyor ve kaçınılmaz olarak uluslararası sistemi ve kurumlarını sarsıyor. Aslında Trump’ın kaba, kovboyvari tutum ve davranışları dönemin ruhuyla da örtüşüyor. Unutmamak lazım ki ABD hâlâ dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüdür. Tüm dünyaya yayılmış doğrudan sermaye yatırımlarının tutarı 5 trilyonu aşıyor. Doların hâlâ rezerv para konumunda olması ona muazzam bir üstünlük sağlıyor. ABD emperyalizmi dünya ekonomisinin merkezindedir ve zaten buna güvenen Trump, emperyalist rakiplerine şu mesajı veriyor: Eğer istediğim tavizleri vermezseniz “kendimi de dünyayı da yakarım”! Ancak kapitalizmin tarihsel çıkmaza saplandığı koşullarda ABD’nin bu hamlelerinin emperyalist rekabeti keskinleştirmesi kaçınılmazdır. Nitekim Trump’ın ticaret savaşını başlatmasına tepki gösteren Fransa cumhurbaşkanı Macron’un şu sözleri, olayların dinamiğini fazlasıyla yansıtıyor: “Bu karar sadece kanunsuz değil, aynı zamanda birçok bakımdan yanlıştır da. Ekonomik milliyetçilik savaşa yol açar. 1930’larda yaşanan şey tam da budur.”
Daha önceki üretim biçimlerinden farklı olarak kapitalizm bir dünya pazarı yaratmıştır. Kelimenin gerçek anlamında bir dünya pazarının oluşması ancak kapitalizmle birlikte mümkün olabilirdi. Tarihte ilk kez kapitalist üretim ilişkileri ulusal ve bölgesel sınırları aşma, tüm küreyi kucaklama yetenek ve dinamiğine sahip olmuştur. Kapitalizmi öncekilere üstün kılan şey sermaye olgusudur; sermayenin sınırsıza açılan birikme ve büyüme arzusudur. Marx’ın ifadesiyle, sermaye sermaye olmaya başladığı andan itibaren, kendisinde içerilmiş olan dünya pazarını gerçekleştirmeye girişir. Sermaye bir taraftan daha fazla artı-değere el koyma yönünde hareket ederken, öte taraftan bu artı-değerin gerçekleşeceği, dolayısıyla kâra ve birikime dönüşeceği bir mübadele alanı da yaratır, bunu giderek genişletir. Son tahlilde der Marx, sermayenin dinamiği kendisine tekabül eden üretim tarzını yaymaktır. Dünya piyasası yaratma eğilimi doğrudan doğruya sermayenin kavramında verilidir.[14] Yani dünya pazarı sermayenin eyleminin, bir başka ifadeyle onun kendisini icra etmesinin ürünüdür.
Rekabetsiz bir sermaye olgusundan ise söz edilemez. Marx’ın önemle altını çizdiği üzere, kavramsal açıdan rekabet, sermayenin içsel dinamiğinin, bunun özünü tanımlayan yapının bir ifadesidir. İçsel dinamiğin dışsal bir zorunluluk olarak kendini göstermesidir. Sermaye, ancak çok sayıda sermaye biçiminde var olabilir, aksi halde sermaye olmaktan çıkardı.[15] Dolayısıyla rekabet bir tercih değil, sermayenin doğasından gelen bir zorunluluktur. Sermayenin rekabetinin yarattığı itkiyle burjuvazi üretici güçleri geliştirir, daha fazla artı-değere el koymak üzere üretimi arttırır, pazarların ölçeğini derinlemesine ve yatay olarak genişletir. Marx ve Engels, Manifesto’da burjuvazinin hareket tarzını müthiş bir şekilde betimlemişlerdir. Burjuvazi ürünlerini satmak ve üretim için hammadde kaynaklarına ulaşmak amacıyla kürenin tamamına el atmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır. Onun bu hareket tarzı ulusal ve bölgesel pazarların birbirlerine bağlanmasını, iç içe geçerek bütünleşmesini ve dünyasal bir boyut almasını sağlarken, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileri girdiği her yeri kendi tarzında dönüştürür.
Tam diyalektik bir ilişki içinde, oluşma sürecindeki dünya pazarı ile sanayi devrimi karşılıklı olarak birbirini etkilemiş, beslemiştir. Dünya pazarının gelişimiyle birlikte ticaretin ölçeği genişlemiş ve bu da dönüp sanayinin sıçramalı bir şekilde gelişmesi için hem imkân hem de basınç yaratmıştır. Ulaşım ve taşımacılıkta devrim yaratan buharlı gemilerin yapılması ve demiryolunun keşfi muazzam bir dönüşümün önünü açmıştır. Unutmamak lazım ki ulaşım araçları gelişmeden dünya pazarı gerçek niteliğine kavuşamaz ve kapitalizm bir dünya ekonomisi yaratamazdı. Sanayinin ulaşım ve taşımacılığa girmesiyle birlikte hammaddelerin ve ürünlerin dolaşımı hızlanır, bu döner üretimi kamçılar, bu arada ticaretin hacmi genişler, gerek ulusal gerekse uluslararası pazarın bağları kuvvetlenir, iç kenetlenmesi artar. Nitekim 1800’lerin ikinci yarısında demiryollarının inşası, buharlı gemiler, ülkeleri ve kıtaları birbirine bağlayan telgraf; elektriğin, içten patlamalı motorun ve telefonun icadı uluslararası ticareti ve dünya ekonomisini adeta zincirlerinden boşanırcasına genişletmiştir. Örneğin 1800’lerin başından 1913’e kadar dünya ticareti her yıl ortalama yüzde 3’ten fazla büyümüştür. Dünya ihracatının toplam dünya üretimi içindeki payının 1870’te yüzde 4,6’ya, 1913’te ise 7,9’a yükselmesi, kapitalizmin ve dolayısıyla dünya pazarının sıçramalı gelişmesini ortaya koyar.[16] Ancak 1914’te emperyalist paylaşım savaşının patlak vermesiyle eğilim kesintiye uğramıştır.
Kapitalizmin birbirinden farklı gelişme evreleri, dünya ekonomisinin ve dünya pazarının örgütlenme biçimini ve iç kenetlenme düzeyini de belirlemiştir. Meselâ kapitalizmin serbest rekabet ve serbest ticaret döneminde esas olarak öne çıkan meta ihracıdır. Bu süreçte, sömürgeci Avrupalı ülkelerin sömürgeleştirdikleri ya da iktisadi ayrıcalıklar kopardıkları ülkelere meta ihraç etmelerine, sanayinin ihtiyaç duyduğu hammaddeyi ise buralardan ucuza almalarına dayalı bir ekonomik ilişki öne çıkmıştır. Buna karşılık, kapitalizmin emperyalizm aşamasında meta ihracatının yerini sermaye ihracı almıştır. Bunun anlamı, sermayenin gittiği yerleri kapitalist temelde daha derinlemesine dönüştürerek dünya pazarına bağlamasıdır. Dolayısıyla emperyalizm, aynı zamanda kapitalist üretimin örgütlenmesini ulusal sınırların ötesine taşırmasının, ona dünyasal bir boyut kazandırmasının da ifadesidir. Çağlı’nın da belirttiği üzere; “Dünya ekonomisi, kapitalizmin emperyalizm aşamasında giderek çok daha belirginleşen bir biçimde ete-kemiğe bürünür. Bu nedenle, emperyalizm çağında kapitalist üretim tarzının tüm unsurlarını (üretici güçler, üretim ilişkileri, işbölümü, artı-değerin üretilmesi ve bölüşülmesi, pazarlar, fiyatların oluşumu vb.) artık ulusal değil, uluslararası ölçekte kavramak gerçek bir zorunluluk haline gelmiştir.”[17]
Serbest rekabetçi dönemde, dünyanın en büyük gücü konumundaki İngiltere’nin uluslararası ticaret politikası gümrük duvarlarının kaldırılması veya aşağıya çekilmesi, ticaretin serbestleştirilmesi yönündeydi. Zira sanayi devriminin merkezi olan İngiltere kapitalist gelişmede muazzam bir aşama kaydetmiş, bu arada sömürgeleştirdiği ülkeler sayesinde üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurmuştu. İngiltere sanayisi ile sömürgelerden gelen ucuz hammadde işçi sınıfının yoğun sömürüsüyle birleşmiş, böylece maliyetler düşerken üretim katlanarak artmıştı. Gerek sömürgeleri gerekse dünya pazarına çekilen Osmanlı, Çin, Rusya vb. ülkeleri fetheden İngiltere’nin ucuz malları, bu ülkelerin emek yoğun geleneksel sanayisini kökünden sarsmaktaydı. Yani Avrupalı diğer kapitalist güçlerin geriden geldiği bu dönemde, uluslararası ticarette üstünlüğü ele geçiren İngiltere’nin korumacılığa karşı çıkarak liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” türküsünü söylemesi ve serbest ticaretin üstünlüğünden dem vurması boşuna değildi.
Fakat kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin emperyalist güçler olarak dünya pazarında İngiltere’nin karşısına dikildiği dönemde, serbest ticaret söylemi geri çekilirken korumacılık eğilimi öne çıkmıştır. 1870’ler tekellerin ortaya çıktığı, tüm üretim ve finans alanında giderek artan bir etki gösterdiği, serbest rekabetin yerine tekeller arası rekabetin geçmeye başladığı yıllardır. Bu yıllar boyunca tekelleşme süreci gelişerek sistemi kendi karakteri doğrultusunda dönüştürmüştür. Nitekim 1900’lerin başına gelindiğinde, tekelleşen sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçtiğini, kaynaştığını ve tekelci finans kapitali oluşturduğunu görmekteyiz. Lenin, emperyalizmi tanımlarken şöyle demekteydi: “Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik; emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır.” Tekeller, üretimin ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesinin ifadesidir ama tekeller bir kez sahneye çıktığı anda, kendi nitelikleri doğrultusunda üretimi ve sermayenin merkezileşmesini daha üst sınırlara taşımak üzere hareket ederler. Dolayısıyla kapitalist rekabet her alanda daha da keskinleşip yeni boyutlar kazanır. Gerçekten de tekellerin sahneye çıkmasıyla birlikte dünya pazarları üzerindeki rekabet alabildiğine şiddetlenmiştir. 1880’lerin başından itibaren Avrupa ülkelerinde, ABD ve Kanada’da gümrük duvarları yükseltilmiş, kimi ürünlerde tarifeler yüzde 50’lere kadar artırılmıştır.
Tekelci rekabetle birlikte, gümrük politikasının özünü savunma değil saldırı oluşturmaya başlamıştır. Artık amaç sadece ülke sanayisinin gelişmesini sağlamak ya da uluslararası pazarda rekabet edemeyecek ürünleri korumak değildir. Zaten sanayileşmiş ülkeler, içeride kendi tekellerini koruma altına almak amacıyla gümrük duvarlarını yükseltmişlerdir. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, ABD gibi devletler, bir taraftan yüksek gümrük vergileri uygularken, öte taraftan da kendi tekellerine teşvikler veriyor, özellikle ihraç edilecek malları sübvanse ediyorlardı. Böylece tekeller uluslararası pazarlarda rakiplerinin ayağını kaydırmak amacıyla ürünleri daha ucuza satabiliyorlardı. Engels, Kapital’in 1894 baskısına düştüğü bir dipnotta, “yeni gümrük korumacılığı çılgınlığı” olarak adlandırdığı bu uygulamanın eski gümrük politikasından farkına dikkat çekiyordu.[18] Zira doğrudan ihraç mallarına uygulanan bu koruma, aslında tekeller ve karteller için bir damping niteliğindeydi. “Tarife dışı” ya da “gizli gümrük” denen bu uygulama, o günden bugüne tekelci rekabetin ya da emperyalizm dönemindeki ticaret savaşının temel yöntemi haline gelmiştir.
Günümüzde emperyalist güçler nüfuz edebilecekleri, ürünlerinin gümrüğe takılmadan dolaşabildiği geniş ekonomik alan ya da alanlar yaratmışlardır. Pek çok ticaret anlaşmasıyla kurulan NAFTA türü ortaklıkların ya da AB’nin niteliği bu kapsamdadır. Ortaklığı kapsayan ülkeler içinde gümrük duvarları kaldırılır veya sıfıra doğru çekilirken, dışarıya karşı gümrük tarifeleri uygulaması sürdürülür. Aslında emperyalist güçler, geçmişte de bunu yapmak istediler. Zira emperyalist rekabette üstün gelmenin en önemli araçlarından biri de bu tür geniş ekonomik alanların varlığıdır. İngiltere gibi geçmişte sömürgeleri olan emperyalist ülkeler için sömürge topraklarının varlığı böylesi bir işlev görmüştür. Meselâ İngiliz emperyalizmi uçsuz bucaksız sömürge topraklarını da kapsayan ve dışarıya karşı gümrük duvarlarıyla çevrili devasa bir ekonomik alan yaratmak istemiştir. Buna karşılık, sömürgelerden yoksun Almanya ise Orta Avrupa’da bir gümrük birliği örgütlemeye çalışmıştır. Fakat dünya kapitalizminin içinde bulunduğu konjonktür buna izin vermemiştir. Neticede emperyalist güçlerin birbirlerinin önüne diktiği engeller ve bunları aşmaya dönük hamleler emperyalist rekabeti alabildiğine keskinleştirip sürdürülemez bir noktaya taşımıştır. Böylece kapitalist rekabetin en yıkıcı biçimi devreye girmiştir: Savaş!
1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı uluslararası kapitalist pazara büyük bir darbe indirdi. Bu dönemde mal ve sermaye dolaşımı büyük ölçüde durdu, kentler ve üretici güçler tahrip oldu, uluslararası işbölümü kesintiye uğradı. O dönem kapitalizmin ana gövdesini oluşturan İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya’nın yaptığı ihracat ve ithalatın toplam üretim içindeki payı keskin bir şekilde düştü. Nitekim 1913-21 arasında dünya toplam ticaretinin yüzde 40 oranında küçülmesi, dünya pazarının nasıl da daraldığını gözler önüne seriyor.[19] Daha sonraki süreçte geçici bir toparlanma gerçekleşse de, 1929 buhranıyla kapitalizm tarihinin o güne kadarki en büyük çöküşüyle yüz yüze geldi. Kimi burjuva ideologlar bu krizi betimlerken şaşkınlıkla şöyle diyorlardı: Çok geniş, çok derin, süresi çok uzun! Krizin merkez üssü ABD’ydi.
Birinci Dünya Savaşının dışında kalan ve koruma kalkanlarını çeken ABD, savaştan sonra da gümrük duvarlarını aşağıya çekmemişti. Böylece savaştan tahrip olarak çıkmış Avrupa karşısında bir hayli güçlenmiş, dünyanın en büyük emperyalist ekonomilerinden birine dönüşmüştü. Zaten sanayileşmiş ülkeler içinde ABD’nin ihracatının 1928’de yüzde 28’e çıkması da bunu gösteriyor. Savaş yıllarında ABD’nin en güçlü şirketlerinin mal varlıklarını ikiye, üçe, dörde ve hatta daha fazlasına katladığını belirten Troçki, şöyle devam ediyordu: “Tarihsel bir niteliğin paha biçilmez sayısız avantajına ek olarak, Birleşik Devletler’deki gelişim, Almanya ile karşılaştırılamayacak kadar büyük ulusal zenginliğin ve sınırsız genişlikteki toprakların üstünlüğünden yararlandı. Kuzey Amerika Cumhuriyeti, bu yüzyılın başında Büyük Britanya’yı gözle görülür şekilde geride bırakarak dünya burjuvazisinin baş kalesi haline geldi.”[20] Dolayısıyla ABD, 1929 krizinin üstesinden gelmek, kendi sanayisini ve tekellerini korumak amacıyla gümrük duvarlarını dramatik bir şekilde yükseltip ticaret savaşını ateşlediğinde, bu durum kaçınılmaz olarak tüm kapitalist ekonomiyi derinden etkiledi. 1930’da Smoot-Hawley adıyla yürürlüğe konan kanunla gümrük vergileri yüzde 52 gibi akıl almaz bir düzeye çıkartılmıştı. Dünyanın en büyük güçlerinden biri haline gelmiş ABD’nin başlattığı ticaret savaşı, doğal olarak diğer emperyalist güçlerin de hızla gümrük duvarlarını yükseltmelerine neden oldu. Bu dönemde dünya ölçeğinde gümrük tarifelerinin ortalama yüzde 25 olduğu düşünülürse, ulusal sınırlara nasıl kalın duvarlar çekildiği daha iyi anlaşılır. Nitekim kapitalist kriz ve ticaret savaşı birleşerek dünya ekonomisini vurdu; yalnızca 1929 ilâ 1933 arasında dünya ticareti yüzde 33 oranında küçüldü.[21]
Böylece bir büyük savaşın ve bir büyük kapitalist krizin arkasından gelen ve onların çözümsüz kalan tüm çelişkilerini bağrında taşıyan İkinci Dünya Savaşının tahrip gücü çok daha fazla oldu. Atom bombalarının ve gelişmiş silahların kullanıldığı bu savaşta, Sovyetlerden Avrupa ülkelerine, oradan Japonya’ya kentler yerle bir edildi. 70 milyon insan öldü, nitelikli emek ile üretici güçler kitlesel yıkıma uğradı ve uygarlık her alanda geriledi. Tüm bu yıllar boyunca, kapitalizmin 1914’e kadar sürdürdüğü sıçramalı gelişmeden eser yoktur. Kapitalizmin hızla dünyaya yayıldığı, her köşesine kendi ilişkilerini götürdüğü, buraları dünya pazarına çekerek dünya ekonomisini ve pazarını genişlettiği bir dönem değil; dünya ekonomisinin içe büzüldüğü ve uluslararası pazarın iç bağlantılarının koptuğu, tabir-i caizse bir buzul ara dönem söz konusu olmuştur. Nitekim savaş sonrasında kapitalist ekonominin büyüme çabasına rağmen, 1950’de dünya ihracatının dünya üretimi içindeki payı yüzde 5,5’le 1870’teki seviyenin biraz üzerine çıkmış ve fakat 1913 düzeyinin bir hayli altında kalmıştır.
İnsanlığın başına tüm bu belaları açan ve yıkım üzerine yıkım yaratan kapitalizm eğer tarihin çöplüğüne gönderilememişse, bunun nedeni işçi sınıfının defalarca ihanete uğraması ve önderliksiz kalmasıdır. Sovyet bürokrasisinin yardımıyla işçi devrimleri olasılığını bertaraf eden kapitalist düzen, büyük bir yıkımın ve altüst oluşun ardından ABD emperyalizminin hegemonyası altında bir dengeye oturmayı başardı. Muazzam bir sermaye birikimine ulaşan, güçlü ve ileri bir sanayiye sahip olan ABD, kendi hegemonyası altında kapitalist ekonomiyi canlandırmaya girişti. Bir taraftan Marshall Planı çerçevesinde milyarlarca doları yıkılmış Avrupa ve Japonya’ya pompalarken, öte taraftan da uluslararası ekonomi ve ticaretin kurumlarını kendi hegemonyası altında oluşturmaya başladı. Aslında Bretton Woods anlaşmasıyla Amerika, emperyalist sistemin iç dengelerini sağlamak amacıyla bir sistem kurmuş oluyordu. IMF, Dünya Bankası ve GATT (Gümrük Tarifleri ve Ticaret Genel Anlaşması) bu sistemin sacayağını oluşturuyordu. GATT’ın amacı gümrük duvarlarının indirilmesinin ve ticaretin serbestleşmesinin koşullarını yaratarak mal ve sermayenin dolaşımının hızlanmasını sağlamaktı. Öyle ki ABD, Marshall Planıyla Avrupa’ya yardım yaparken, gümrük duvarlarının kaldırılmasını şart koşmuştu. Bir zamanların İngiltere’si gibi, emperyalist sistem üzerinde hegemonyasını kurduktan ve uluslararası ticarette üstünlüğü ele geçirdikten sonra, serbest ticaret için gümrük duvarlarına savaş açmıştı! 1952’de dünya ihracatının yüzde 35’inden fazlasını ABD’nin gerçekleştirdiği düşünülürse, serbest ticaret sevdasının temelsiz olmadığı görülür. Aynı yıl Almanya ve Japonya’nın ihracatı yüzde 11’di.[22]
1940’ların sonlarından 1970’lerin başlarına kadar kapitalist ekonomi 20 yıl boyunca kesintisiz büyüdü. Savaşın yarattığı yıkım kapitalist ekonomi için muazzam bir potansiyel yaratmıştı. Burjuva hükümetler devreye soktukları Keynesçi program doğrultusunda devletin ekonomik alandaki doğrudan yatırımlarını arttırırken, özel bankalar da faizleri düşürerek ve kredi mekanizmasını geniş şekilde kullanarak, hem sanayi yatırımlarının hem de kitlelerin tüketim harcamalarının önünü açtılar. “Soğuk Savaş”ın tırmandırılmasıyla askeri alanda yapılan yatırımlar da eklenince kapitalist ekonomi büyüdü ve dünya pazarı genişlemeye başladı. Ancak bu dönemde emperyalist ülkelerde ve Batı’da sermaye genel olarak dış yatırımlardan ziyade içe yoğunlaşmıştır. Nitekim doğrudan uluslararası sermaye yatırımlarının düzeyi de bunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Yıllık sermaye yatırımları içinde yabancı yatırımların 1960’ta yüzde 1,1 olan payının 1991’de yüzde 3,5’e yükselmesi bu gerçekliğin ifadesidir.[23] Ne var ki 1970’lerin ortasında kapitalizm bir kez daha krizle sarsılınca ve sermaye bir kez daha aşırı birikim sorunuyla karşı karşıya gelince dışa doğru genişlemeye başladı. Marx’ın ifadesiyle, susuzluktan inleyen bir tay gibi yüksek kâr arayışındaki sermaye, Batı’da kârlı yatırım alanlarının daraldığı koşullarda, gelişmekte olan ülkelere açıldı.
Bilhassa 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ileri kapitalist ülkelerden orta ve az gelişmiş ülkelere doğru sermaye ihracı hızlanmıştır. Finans kapitalin dünya pazarlarındaki etkinliği artarken, çok uluslu şirketlerin sayısı ve ekonomi içinde tuttukları pay da giderek yükselmiştir. Sermaye dolaşımının hızlandığı, mal ve hizmet ihracatının arttığı bu süreçte, az ya da orta gelişmiş ülkelerin dünya pazarına entegrasyonu da derinleşmeye başlamıştır. Fakat sermayenin uluslararası ölçekte daha fazla iç içe geçerek girift ilişkiler oluşturması, kapitalist üretimin küresel bir zincirin halkaları olarak uluslararası bir boyut kazanması, dünya pazarının iç bağlarının güçlü bir şekilde kenetlenmesi için 1990 dönemecini beklemek gerekmiştir. Doğu Bloku ve SSCB’nin çökmesiyle birlikte uçsuz bucaksız pazarlar dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline geldi. Bu çöküşün tetiklemesiyle Çin’in sisteme olan entegrasyonu hızlandı ve böylece dünya ekonomisi gerçek anlamda küresel bir nitelik kazandı. Tam da bu süreçte bilgisayar teknolojisindeki devrim, ulaşım ve iletişim sektöründeki atılımlar dünya pazarındaki mekânsal engellerin aşılmasında büyük bir etki yarattı.
Kapitalist entegrasyonun ve karşılıklı bağımlılığın alabildiğine arttığı, üretim sürecinde zaman ve mekân aralığının daraldığı, engellerin kolayca aşıldığı, dolayısıyla mal ve sermaye dolaşımının baş döndürücü ölçüde hızlandığı küresel bir kapitalizm var artık karşımızda. Bu, bir zamanlar Marx’ın işaret ettiği kapitalist eğilimin küresel düzeyde vücut bulmasıdır. Uluslararası sermaye yatırımlarının ve ticaretin sıçramalı gelişimi, dünya pazarının yüksek düzeyde genişlemesi de bu olguyu tartışılmaz biçimde ortaya koyuyor. Meselâ 2008 küresel krizini izleyen ilk iki yılı saymazsak, dünya mal ticareti 1985’ten günümüze dek aralıksız büyümüştür ve bunun hızı daima dünya üretim büyümesi hızının üzerinde olmuştur. 1985 ilâ 2011 arasında toplam dünya ticaretinin yıllık ortalama yüzde 5,6 oranında büyümesi, bugün yalnızca ihracatın dünya gayrisafi hâsılası içindeki payının yüzde 22’ye çıkması da buna işaret ediyor.[24]
Dünya ekonomisinin ve dünya pazarının ne düzeyde bütünleştiğini gösteren en önemli faktörlerden biri, kuşkusuz uluslararası doğrudan sermaye yatırımlarıdır. Uluslararası sermaye yatırımlarının düzeyi, coğrafi yaygınlığı vs. gibi unsurlar, dünya üretiminin hangi ölçüde küresel bütünün parçası olarak örgütlendiği hakkında da fikir verir. Toplam doğrudan uluslararası sermaye yatırımlarının 34,5 trilyon dolara ulaşmış olması, kapitalist üretimin nasıl da küreselleştiğini gözler önüne seriyor.[25] Kapitalizmin tarihinde böyle bir düzeye asla yaklaşılamamıştır. “Kapitalizmin globalleşme düzeyi, sermaye hareketinin dünyanın uç noktalarına yayılmasından da izlenebilir. Sermaye kârını maksimize edebilme dürtüsü içinde maliyetlerin düşük olabileceği alanlara kayarken, bir yandan da büyük tekeller arasındaki çeşitli evliliklerle çokuluslu tekeller gelişir. Sermaye belirli ellerde toplaşarak yoğunlaşır ve merkezileşir. Böylece küreselleşen kapitalizm ücretli emeğin sömürüsünü de giderek küreselleştirir.”[26]
Bu olgu, günümüzün temel bir özelliğidir. Nitekim ABD ve Avrupa tekellerinin işgücü maliyetlerinin düşük ve kâr oranlarının yüksek olduğu ülkelere kaymış olması da bu gerçeği gözler önüne seriyor. Bilgisayar teknolojisi, üretimin uluslararası düzeyde örgütlenmesini alabildiğine kolaylaştırmış, farklı ülkelerdeki üretim küresel bant sisteminin bir parçası haline gelmiştir. Meselâ günümüzde cep telefonu, bilgisayar ya da bir otomobilin tamamının tek bir ülkede üretilmesi gibi bir durum istisnadır. Hammaddenin geldiği, ara malların üretildiği ve ürünün son halini aldığı ülkeler çoğu zaman birbirinden farklı olmaktadır. Birden fazla ülkede üretilen parçalar bir başka ülkede toplanmakta ve ürüne son hali verilmektedir. Bu örnek, hem üretimin nasıl toplamsallaştığına ve kapitalist özel mülkiyet saçmalığının ne düzeye vardığına hem de bir ülkeye tamamlanmış olarak giren ürünün uluslararası üretim bandından geçtiğine, aslında çok uluslu olduğuna işaret ediyor.
Dünya ekonomisinin küresel bir kompleks haline gelmesinden ötürü hangi ürünün tam olarak nerede üretildiğinin izini sürmek zorlaştığı gibi, söz konusu ürün ya da ürünlerin arkasında hangi ülke tekellerinin olduğunu anlamak da zorlaşıyor. Trump’ın ticaret savaşı kapsamında ek gümrük vergisi getirdiği 34 milyar dolar değerindeki Çin mallarının yüzde 59’luk kısmının gerçekte yabancı şirketlere ait olması ve bu şirketlerin içinde ABD’li tekellerin önemli bir payının bulunması bu açıdan oldukça çarpıcıdır. Bu durumda ABD yalnızca Çin’e değil, onunla birlikte diğer ülkelere ve bu arada kendi tekellerine karşı da gümrük duvarlarını yükseltmiş olmaktadır. Uluslararası sermaye yatırımları farklı ülkelerin ekonomilerini derinden birbirine bağladığından ve keskin ulusal sınır çizgileri silikleştiğinden dolayı, bir tarafa indirilen darbe çok yönlü etki yaratabilmektedir. Örneğin hâlihazırda ABD’nin Çin’de 250 milyar dolar, Çin’in ise ABD’de 140 milyar dolar doğrudan sermaye yatırımı söz konusudur. Keza ABD’nin Avrupa bölgesine yayılan sermaye yatırımlarının toplam tutarı 3 trilyonu aşmıştır. Buna karşılık Almanya, İngiltere, Fransa ve Hollanda’yı kapsayan AB ülkelerinin Amerika’daki doğrudan toplam sermaye yatırımı 2,5 trilyondan fazladır. Japonya’nın ABD’deki yatırımları ise 430 milyar dolara yakındır.[27] Tam da bu iç içe geçme olgusunun bir ifadesi olarak; Çin’de çok büyük yatırımları olan General Motors, IBM, Microsoft gibi tekeller ya da Walmart türü ithalatçı dev şirketler Trump’ın ticaret savaşı karşısında son derece temkinlidirler.
Dünya ekonomisi ve pazarı asla geçmişle karşılaştırılamayacak ölçüde organik bir bütünlük kazanmış, uluslararası üretimin geldiği düzey nedeniyle ülkelerin birbirine duyduğu ihtiyaç alabildiğine artmıştır. Bugün ülkelerin birbirlerinden yaptıkları ithalatın dünya üretimi içindeki payının yüzde 21’e çıkmış olması, uluslararası karşılıklı bağımlılığın yüksek bir ifadesidir. Eğer ABD’nin başlattığı ticaret savaşı sonucunda Çin’deki üretim düşerse, bu doğrudan doğruya Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi hammadde üreten ülkelerin üretimini de vuracak, zincirleme olarak tüm sektörleri ve uluslararası ticareti derinden etkileyecektir. Esasında nasıl bir sonuç doğacağını anlamak için şu örneğe bakmak yeterlidir. Çin’in misilleme yaparak ABD tarım mallarına ek gümrük vergileri getirmesiyle, Amerikan tekelleri ve çiftçileri bir anda ciddi pazar sorunuyla karşı karşıya geldiler. Bu yüzden Amerikan soya fasulyesi üreticileri derneği başkanı güzelim pazarlarını mahvettiği için Trump’ı yerden yere vuruyor. Neticede AB’den ayrılma kararı alan İngiltere’nin bocalamasının nedeni de budur. Ayrıldığında AB pazarını kaybedecek olan İngiltere, birlikten çıksa bile bu pazarı kaybetmemeye ve gümrük birliğini bir şekilde korumaya çalışıyor.
Amerikan burjuvazisinin bir kesimi Trump’ın politikalarını tasvip etmiyor ve onunla çelişkiye düşüyor. Fakat bu çelişkiyi yaratan Trump değil kapitalizmdir. Sermayenin içsel dinamiği onu ulusal çitleri yıkıp uçsuz bucaksız dünya pazarlarında koşmaya iter. Bu noktada ulus-devlet onun en büyük engelidir ama sermaye onsuz da yapamaz. Sermayenin durumu, Platon’un bedene hapsedilmiş ruh metaforundaki gibidir. Hapsedildiği bedenden kurtulup özgürleşmeye çalışan ruh, onunla sonu gelmez bir çatışma halindedir. Sermayenin ulus-devlet bedeninden kurtulması mümkün değildir. Zira bedenden yoksun “ruh”un varlığı maddi dünyada imkânsızdır. Dolayısıyla sermaye bir taraftan uluslararasılaşırken, öte taraftan her daim ayaklarını basacağı bir ulus-devlet güvencesi ister. “Sermayenin uluslararası yapılanması, çeşitli krizlere gebe olan çok çelişkili bir süreçtir. Bir yandan sermaye, gerek yapılanmasının tarihsel kökleri ve gerekse de icabında sığınacak güvenilir bir liman arayışı nedeniyle, sırtını bir ulus-devlete yaslama güdüsünden kendisini büsbütün kurtaramaz. Ama öte yandan, devasa yatırımlara ortaklaşa giren farklı ülke sermaye gruplarının varlığı da çok somut bir gerçekliktir. Ayrıca, büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen sermaye gruplarının, sermayenin vatanı yoktur prensibinden hareketle kendilerine daha güçlü «yabancı» ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur. (…) Hem birleşme, hem kapışma! Hem gerektiğinde ulus-devletin kanatları altına sığınma ihtiyacı, hem de ulus-devletin dar sınırlarını aşma çabası içinde milliyetine bakmaksızın gerçekleştirilen dünyasal evlilikler! Yani, sermayenin bütünleşme eğilimine rağmen, ulusal bölünmüşlükten azade, adeta dünya devletlerinden kopup bulutlar üzerinde gezinen soyut bir uluslararası sermaye yoktur.”[28]
Bugün Trump’ın başlattığı ticaret savaşı; küreselleşmeyle birlikte ulus-devletin anlamsızlaştığı, ortadan kalktığı, böylece savaşın temelinin yok olduğu ve dünyaya barış geleceği biçimindeki liberal düşüncenin ne denli zırva olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Kapitalizm nasıl ki toplumsallaşmış üretici güçlere kapitalist özel mülkiyetin zincirlerini vurmuşsa, birleşik dünya ekonomisine de ulus-devletin deli gömleğini giydirmiştir. Sermaye ile ulus-devlet çelişkisi kapitalizm altında aşılamaz. Aşıldığında ise sermaye sermaye olmaktan çıkar.
Neticede ulus-devlet ve dünya pazarı çelişkili bir bütündür. Gelinen aşama itibariyle küreselleşme geri döndürülemez bir olgudur. Ancak sermaye her adımında çelişkileri büyütür ve kendi engelini kendisi yaratır. Sermayenin hareket tarzı dünya ekonomisinin uluslararası bütünleşmesini ve iç kaynaşmasını üst düzeylere çıkartırken, aynı zamanda kapitalist krizin etkisini de küreselleştirir ve alabildiğine yıkıcı boyutlara taşır. ABD aksırdığında Çin’in nezle olması bundandır. 2008 krizinin kapitalizmi nasıl küresel ölçekte sarstığını, yıkımın çapını, şiddetini ve etkisini nasıl arttırdığını hatırlayalım. Bugünün dünyası ne 1900’lerin ne de 1930’ların dünyasıdır. Eğer ticaret savaşı genişler, gümrük duvarları yaygın bir şekilde yükseltilir, mal ve sermayenin dolaşımı engellenirse, kapitalist dünya pazarının büyük bir yıkımla karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Utku Kızılok- 16 Ağustos 2018-ilk kez Marksist Tutum (www.marksist.net) sitesinde yayınlandı
ABD ile Çin arasında süren ticaret savaşına üç aylık süre boyunca ara verilmesi kararı alındı. 30 Kasımda Arjantin’de düzenlenen G20 zirvesinde görüşen ABD Başkanı Trump ile Çin Devlet Başkanı Şi’nin vardığı bu “ateşkes” gereğince, her iki taraf karşılıklı olarak yeni ek gümrük vergisi getirmeyecek. Anlaşmayı ileriye doğru atılmış önemli bir adım olarak değerlendiren ÇKP’nin yayın organı Global Times’ın editoryal yazısında şu ayrıntılara yer veriliyor: Mutabakata göre her iki ülke birbirlerinin pazarına ulaşmanın kolay yollarını daha fazla tartışırken, fikir mülkiyeti güvence altına alınacak, teknoloji transferinden kaçınılacak ve siber suçlara karşı ortak hareket edilecek. Ayrıca Çin ABD’den derhal tarım ürünlerinin yanı sıra, önemli miktarda enerji ve endüstri ürünleri ithal ederek iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğinin azaltılmasına katkı yapacak. Eğer üç ayın sonunda, bu mutabakat gereğince yeni bir anlaşmaya varılmazsa, bu durumda ABD 200 milyar dolarlık Çin malına getirdiği yüzde 10’luk ek gümrük vergisini yüzde 25’e çıkartacak. Bilindiği üzere ABD, 50 milyar dolarlık Çin malına ek gümrük vergisi getirdikten sonra, Eylül ayında 200 milyar dolarlık ürüne daha ek vergi koyarak Çin’i kıskaca almıştı. Çin ise, özellikle tarım ürünlerini hedef alarak toplamda 50 milyar dolarlık ABD malına yüzde 25 ek gümrük vergisi koymuştu.
Bu geçici anlaşma, Çin’in ABD’nin taleplerini dikkate aldığını ve tavizler verdiğini gösteriyor. ABD’nin ticaret savaşı ilan ederken ileri sürdüğü temel argümanlarından biri; Çin’in fikir hakları mülkiyetine saygı göstermediği, patentleri çaldığı, teknoloji transferi yaptığı ve böylece uluslararası kuralları çiğnediğiydi. İleri teknoloji, Çin ile ABD arasında kızışan emperyalist rekabetin ana konu başlıklarından biridir. Şu an itibariyle ABD, dünyanın en büyük ileri teknoloji tedarikçisi konumundadır. Fakat emperyalist hegemonya yarışında ipi önde göğüslemek için yanıp tutuşan Çin’in de bu alanda büyük yatırımları var. Çin’in yüksek teknolojiye olan iştahı ve bu amaca ulaşmak için her türlü yöntemi kullanması, doğal olarak ABD emperyalizminin endişesini besleyip korkusunu büyütüyor. Zira Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiştir ve ABD’nin en yakın rakibidir. Bu yüzden ABD, ticaret savaşıyla Çin’in rekabet gücünü zayıflatmaya ve dünya pazarındaki üstünlüğünü gerileterek onu dizginlemeye, ileri teknolojide öne geçmesini önlemeye çalışıyor.
Dünyanın en büyük ihracatçı ülkesi haline gelen Çin, ABD ile olan ticaretinde de üstünlüğü elinde tutuyor. ABD 2017’de ithalatının yüzde 22’sini (526 milyar dolar) Çin’den gerçekleştirdi, Çin’in ABD’den yaptığı ithalatın payı ise yüzde 8 (154 milyar dolar) oldu.[29] Bu veriler, ABD’nin Çin ile ticaretinde büyük bir açık verdiğini gösteriyor. Fakat aynı zamanda Çin’in ABD pazarına derinden bağımlılığını da ortaya koyuyor. Nitekim bu olgudan hareketle Trump, ticaret savaşı kapsamında peş peşe yaptığı sert hamlelerle Çin’i köşeye sıkıştırmaya girişmiştir. Yüksek gümrük vergileri kaçınılmaz olarak fiyatların artmasını, kârlılığın düşmesini, üretimin yavaşlamasını ve yabancı sermayenin Çin’den çıkma arayışını beraberinde getirmiştir. Hammaddeden mamul ya da yarı mamul mallara kadar dünyanın en büyük mal üreticisi konumunda olan Çin’in ekonomik yavaşlamasının uluslararası kapitalist piyasayı etkilememesi düşünülemezdi. Ticaret savaşının yarattığı belirsizlik bulutu dünya pazarının üzerinde dolaşıyor. Ticaret savaşının etkilerini de hesaba katan IMF, dünya ekonomisine dair büyüme beklentisini düşürmek zorunda kaldı.
Ticaret savaşını eleştiren burjuva lider ve ideologlar, ABD’nin dünya ekonomisini bir kargaşanın içine fırlattığını söylüyorlar. Kapitalist düzenin selameti adına konuşan IMF başkanı Christine Lagarde, Adam Smith’in ticaretin tüm ulusları karşılıklı olarak zenginleştireceği düşüncesini hatırlatıyor, küresel ekonomiye ağır darbe vurabilecek ve tüm tarafların kaybetmesine yol açacak ticaret savaşından kaçınılması çağrısında bulunuyor. Lagarde ya da burjuva ideologlar, sistemin genel çıkarlarının sözcüsü oldukları için emperyalizmin doğasını bilmezden geliyor ve ideolojik propagandayı öne çıkartıyorlar. Peki, ABD ya da bir kapitalist olan Trump’ın ticaret savaşının sonuçlarını öngörmemiş olması düşünülebilir mi? Aslında Trump’ın amacı tam da onları korku ve kaygıya iten durumu yaratmaktı: “Ya istediğimi verirsiniz ya da altta kalanın canı çıkar.” Trump’ın hareket tarzı, onun bir kaçık değil, riski göze alarak elindeki kozları sonuna kadar kullanan bir kapitalist olduğunu gösterir. Sıkıştır, taviz kopart ve kârlı çık! Nitekim Trump’ın G20 zirvesinden hemen önce, Çin ile bir anlaşma olmaması durumunda 267 milyar dolarlık ürüne daha ek gümrük vergisi getireceğini açıklaması bu kapitalist tutumun tipik ifadesidir. Hiç kuşku yok ki, yüz milyarlarca dolarlık ürününe yüksek ek gümrük vergileri getirilmiş bir Çin’in bu ticaret savaşından alacağı yara ABD’den misliyle daha fazla olacaktır. Bu durum, ABD yönetiminin “ticaret savaşı kısa zamanda aleyhimize olabilir ama uzun vadede lehimize olacak” demesinin sebepsiz olmadığını gösteriyor. ABD, dünyanın en büyük ekonomisine sahiptir ve bu gücünü kullanarak rakiplerini baskı altına alabiliyor. Kanada ve Meksika’nın ABD’nin talepleri doğrultusunda NAFTA’nın yerine yeni bir ticaret anlaşmasına imza atmak zorunda kalmaları ve Çin’in tavizler vermeyi kabul etmesi Trump’ın ticaret savaşıyla sonuç almaya başladığını gösteriyor.
ABD’nin Çin’le ticaret açığını mümkün mertebe kapatmasının yollarından biri de onun Çin pazarına daha kolay erişmesinden geçiyor. Böylece hem ABD sermayesinin Çin pazarında tuttuğu yer genişleyecek hem de iki ülke arasındaki ticaret dengesizliği bir ölçüde giderilmiş olacak. Bu nedenle ABD, Çin’den gümrük vergilerini düşürmesini ve kendisinden daha fazla ürün ithal etmesini istiyor. Nitekim söz konusu mutabakat gereğince Çin, önümüzdeki günlerde kendi pazarını dış dünyaya daha fazla açacağını duyurdu. Trump, ABD’den Çin’e giren otomobillerden alınan yüzde 40’lık gümrük vergisinin düşürüleceği sözünü aldığını açıkladı. ABD yönetiminin, Çin’in 1,2 trilyon dolarlık Amerikan malı satın alacağını duyurması da dikkat çekici. Lakin bunun kaç yıla yayılacağı belli değil ve besbelli ki bu açıklamanın asıl amacı Çin üzerindeki baskıyı canlı tutmaktır.
Çin ekonomisi yıllar boyunca ortalama yüzde 10 büyüdü. Geldiğimiz aşamada bu büyüme düzeyi yüzde 6’lara gerilemiş olmasına rağmen, Çin hâlâ dünyada en hızlı büyüyen ülkelerin başında geliyor. Çin’in emperyalist hegemonya yarışında başa güreşebilmesi ve kendi hinterlandını kapitalist temelde daha derinden dönüştürüp burada siyasi nüfuz kurabilmesi için bu büyümeyi sürdürmesi gerekiyor. Ticaret savaşının keskin bir şekilde sürdürüldüğü ve devasa ABD pazarının kapandığı koşullarda, Çin’in bugünkü ekonomik büyümesini sürdürmesi imkânsızdır. ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşının bu iki emperyalist güçle sınırlı kalmayarak tüm dünyayı derinden etkileyeceği de açıktır. Böylesi bir durumda, ucuz işgücü cenneti olduğu için Çin’e muazzam sermaye yatırımı yapan Amerikan tekellerinin bu ülkeden çıkması kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Nitekim daha şimdiden kimi yabancı sermaye grupları, yatırımlarının bir kısmını Güney Asya ülkelerine kaydırma arayışına girmişlerdir. Bu tablo, mevcut şartlarda Çin’in ABD karşısında bir şekilde geri adım atarak taviz vermekten başka şansının olmadığını ortaya koyuyor.
Zaten Çin devlet başkanı Şi’nin “ABD ile Çin arasındaki ilişkiyi sürdürmenin bin nedeni var ama yıkmak için tek bir neden bile yok” demesi de ifade ettiğimiz gerçekliğe dayanıyor. Çin, elinden geldiğince tansiyonu düşürmeye, kendi önünü açmaya, ekonomik büyümesini garanti altına alarak uluslararası alanda nüfuzunu arttırmaya çalışıyor. Ekonomik şartlar hâlihazırda Çin’den yana oluşurken ve dünya pazarındaki süreç onun lehine işlerken, ABD hegemonyasının altı artan ölçüde oyuluyor. Çin, Tarihi İpek Yolu’na referansla hayata geçirdiği Tek Yol Tek Kuşak projesi kapsamında, en başta kendi etrafındaki coğrafya olmak üzere Güney Asya’dan Afrika’ya uzanan birçok bölgede devasa sermaye yatırımları yapıyor. “Bu girişim Pasifik havzasıyla Avrupa ve Afrika’yı Avrasya üzerinden birbirine bağlayan dev projeleri içeren ve doğal olarak bunu Çin’in başat gücü altında yapmayı tasarlayan bir girişim. Bu kapsamda Pasifik’teki ada ülkelerinden tutun Avrasya anakarasına ve Afrika’ya kadar uzanan dev bölgeyi iletişim ve ticaret yolları bakımından canlandırarak birbirine bağlamak Çin’in temel hedeflerini oluşturuyor. Bununla bağlantılı olarak tüm bölgede altyapı yatırımlarını arttırmak, başta kara ve demiryolları olmak üzere, deniz yolları da dâhil, ulaşımı güçlendirmek, dünyanın yeni atölyesi konumundaki Çin için buraları verimli pazarlar haline getirmenin bir aracı.”[30] Dev bir ekonomik güç konumunda olan Çin’in projeleri ve sermaye yatırımları, kaçınılmaz olarak etrafındaki ülkeleri de ona doğru çekiyor. Örneğin bir zamanlar ABD’nin nüfuzunda olan Filipinler’de telekomünikasyon altyapısını kuruyor, Himalayalar’ı tünellerle aşarak yıllarca Hindistan’ın yörüngesinde kalmış Nepal’den kendi topraklarına demiryolları döşüyor. Sri Lanka’dan Pakistan’a ve oradan Afrika’ya deniz kıyısı olan birçok ülkede ticari limanlar kuruyor. Böylece Çin emperyalizmi nüfuz alanını genişletmek üzere bu bölgeleri ekonomik ilişkiler temelinde daha fazla dönüştürürken, aynı zamanda kapitalist sisteme de daha derinden entegre etmiş oluyor.
Özellikle ABD’nin ticaret savaşı başlatmasından sonra Çin, küreselleşmenin, çok yönlülüğün ve serbest ticaretin şampiyonluğuna soyunmuş durumda. Bir zamanlar İngiltere ve Amerika’nın üstlendiği rolü, çıkarları gereği şimdilerde o üstlenmiştir. Meselâ ABD ile yapılan anlaşmaya övgüler düzen Global Times, iki ülkenin birbirini daha fazla anlamaya başladığından, bu savaşın kazananının olmayacağından, sürtüşme ve çatışmalar olsa da ekonomik ve kültürel entegrasyonun izolasyonist politikalara üstün geleceğinden dem vuruyor.[31] İç pazarını dış dünyaya daha fazla açacağını açıklayan Çin yönetimi, bu söylemi destekleyecek adımlar atmaya çalışıyor. Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve sürekli büyüme kat ediyor, bu durum emperyalist güçlerin ağzını sulandırıyor. Çin emperyalizmi, bu durumun farkında olarak, rakip emperyalist ve kapitalist güçlerle ticari ilişkileri geliştirip boyutlandırarak ABD’nin ticaret savaşını boşa çıkartmaya çalışıyor.
Dünyanın en büyük iki ekonomik gücü olan ABD ve Çin, aynı zamanda emperyalist hegemonya mücadelesinde karşıt kutuplarda yer alıyorlar. ABD emperyalizmi, en büyük savaşın Asya-Pasifik’te gerçekleşeceği ve esas tehlikenin Çin olduğu perspektifinden hareketle, uzun bir süredir bu bölgeye yoğun ilgi gösteriyor, askeri yığınak yapıyor ve Japonya gibi ülkeleri silahlandırıyor. ABD’li yetkililer ve askeri uzmanlar Asya-Pasifik’teki olası savaşa dair açıklama ve öngörülerde bulunuyorlar. Meselâ geçtiğimiz haftalarda, Avrupa Politikaları Analiz Merkezinde stratejist olarak çalışan ve bir dönem ABD’nin Avrupa ordusunda görev yapmış emekli General Ben Hodges’ın “çok büyük ihtimalle ABD gelecek 15 yıl içinde Çin’le savaşacak” açıklaması tesadüf değil. Her iki emperyalist güç de Güney ve Uzak Asya ülkeleri üzerinde kıran kırana rekabet ediyor. Fakat bu gerçeğe rağmen, her iki emperyalist gücün karşılıklı ekonomik bağımlılığı derinleşiyor.
Bu durum, kapitalizmin yarattığı bütünsel dünya ekonomisinin ne denli belirleyici olduğunu ve ekonominin yasalarının kolayına bir kenara atılamayacağını ortaya koyuyor. Kapitalizm, tarih sahnesine adım attığı andan itibaren dünyayı kapitalistleştirmeye girişmiş ve zamanla en ücra noktaları birbirine bağlamıştır. Tüm ülkelerin karmaşık ve çok yönlü ekonomik ilişkiler temelinde birbirine bağlanması ve dünya ekonomisinin ileri ölçüde bütünleşmiş yapısı günümüzün bir gerçekliğidir. Kuşkusuz uluslararası ekonominin girift ilişkiler üzerinde küreselleşmiş olması, kapitalizmin emperyalizmden farklı yeni bir aşamaya geçtiği anlamına gelmiyor. Aksine bu durum emperyalizm aşamasının zamanın akışı içinde bizzat kendi temelleri üzerinde geliştiğini ve günümüzde çok daha net kavranabilir bir olgunluk düzeyine ulaştığını gösterir.
SSCB ve Doğu Blokunun çökmesiyle birlikte uçsuz bucaksız topraklar kapitalist pazara entegre olurken, sermaye uluslararası ölçekte daha fazla iç içe geçerek girift ilişkiler oluşturmuş, dünya pazarının iç bağları güçlü bir şekilde kenetlenmiş ve tüm ülkelerin karşılıklı bağımlılığı artmıştır. ABD, AB, Japonya ve Çin gibi emperyalist ülkelerden birbirlerine doğru olan sermaye akışı hızlanmıştır. Meselâ Trump’ın ticaret savaşının hedefindeki Almanya için ABD pazarı yaşamsal önemdedir. Hâlihazırda Almanya ABD’ye 126 milyar dolar tutarında ihracat yaparken, ABD’nin Almanya’ya ihracatının miktarı yaklaşık 54 milyar dolardır.[32] Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin ABD’de çok ciddi sermaye yatırımları var. Almanya’nın otomotiv devleri ABD pazarında büyük bir yer tutuyorlar. Nitekim AB’den gelen çelik ve alüminyuma ek gümrük vergisi koyan Trump’ın asıl hedefi Avrupa’nın, dolayısıyla Almanya’nın otomotiv sektörüdür. Bu tablo, emperyalist ülkelerin geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde birbirlerinin iç pazarında yer tuttuklarını ve karşılıklı bağımlılığın derinleştiğini ortaya koyuyor. Zaten bir zamanlar üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk yaratan İngiliz emperyalizminin, şu günlerde Brexit nedeniyle AB pazarını kaybetmekle yüz yüze gelerek siyasal krize yuvarlanmasının nedeni de bu olgudur.
Bu olguyu, karşıt emperyalist kamplarda yer alan ve tarihsel husumete sahip Çin ile Japonya’nın ticari ilişkilerine bakarak da anlayabiliriz. Japonya ve Çin arasındaki ticaret zaman içinde katlanarak artarak 2017 itibariyle 329 milyar dolara ulaşmıştır. Her iki ülkenin ihracat ve ithalatı hemen hemen aynı seviyededir. Üstelik önümüzdeki süreçte iki ülke arasındaki ticaret hacmi daha da büyüyecek ve böylece bu iki emperyalist gücün karşılıklı bağımlılığı artacak. Zira Japon otomotiv sektörünün de Trump’ın ticaret savaşının hedefinde olması ve sermayenin pazar ihtiyacı Japonya’yı Çin’e doğru itiyor. Nitekim 26 Ekimde Japon başbakanı Abe Çin’i ziyaret etti ve iki ülke arasında 18 milyar dolar tutarında 50’den fazla anlaşma imzalandı.
Çin, kendi pazarını daha fazla açarak ve ticaret ilişkilerini daha fazla derinleştirerek Japonya’yı bir biçimde ABD’den uzaklaştırmaya çalışıyor. Çinli egemenlerin Çin-Japon savaşından günümüze sarkan husumetleri kast ederek, geleceğin geçmişten daha önemli olduğunu söylemelerinin amacı da budur. Ne var ki Japonya’nın ABD’den uzaklaşması hiç de kolayına gerçekleşebilecek bir şey değildir. Japonya, özellikle Çin’in yükselişine paralel olarak silahlanıyor. Japonya dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücüdür ama askeri açıdan zayıftır. Zira İkinci Dünya Savaşından yenik çıkan Japonya’nın, dönemin müttefikleri olan ABD, SSCB ve İngiltere’nin aldığı kararla düzenli ordu kurması ve nükleer silah geliştirmesi yasaklanmıştı. Anayasaya, Japonya’nın savaşa girmesini yasaklayan maddeler sokulurken, okullarda da Japonya’nın savaş suçlarının anlatılması zorunlu kılınmıştı. Fakat Japon egemen sınıfı, son on yıldır bu durumu değiştirmeye çalışıyor. Çünkü emperyalistler arası çelişkileri son tahlilde silahların gücü çözer! Japonya bir taraftan uçak gemileri inşa ederken, öte taraftan da ABD’den son model savaş uçakları alıyor. Meselâ ABD’den sipariş verdiği 42 adet F-35 savaş uçağına 100 adet daha eklemiştir. Kuşkusuz bu kararın arkasında, aynı zamanda ABD’ye ödünler vererek ticaret savaşının dışında kalma arzusu da var.
Unutmamak lazım ki “Emperyalist ülkeler ve farklı sermaye grupları uluslararası alanda girift ilişkiler içinde olsalar da, bu rekabet içindeki bir birlikteliktir. Dolayısıyla bazı dönemlerde rekabetin alabildiğine kızışması, emperyalist ülkelerde daha çok silahlanma ve savaş yönünde bir eğilim doğurur. Kapitalist sistemin verili ekonomik güç dengesinde önemli değişimler yaşandığında ve hegemonya krizi derinleştiğinde, emperyalist güçler kozlarını yeniden paylaşmak üzere dünya siyasetini silahların eşliğinde yürütmek zorunda kalabilirler.”[33] Günümüzde, emperyalist güçlerin ekonomik temelde karşılıklı bağımlılık ilişkilerini derinleştirirken, aynı zamanda silahlanmaya hız vermeleri ve bu arada kendi topraklarından uzakta Üçüncü Dünya Savaşını sürdürmeleri çelişkili gelebilir ama bu bir gerçekliktir. Bütünleşmiş dünya ekonomisine ulus-devletin deli gömleğini giydiren de kapitalizmdir. Kuşkusuz bu yaman bir çelişkidir ama zaten kapitalizmin doğası da budur.
Hiç kuşku yok ki Japonya ve Almanya gibi emperyalist ülkeler, Çin’in süper bir güç olarak yükselmesini ve onları geride bırakmasını istemezler. Örneğin ABD’nin Çin’i zayıflatma doğrultusunda adımlar atması onların bu bağlamdaki çıkarlarıyla örtüşür. Ne var ki mesele bu kadar düz ve yalın değil. Gerçekte, ABD’nin ticaret savaşıyla Çin’in rekabet gücünü kırmaya ve zayıflatmaya dönük attığı adımlar, dünya ekonomisinde ve pazarında karmaşa yarattığından dolayı, beraberinde diğer emperyalist güçlerin çıkarlarını da olumsuz etkiliyor. New York Times’ın yazarlarından biri, bu çelişkili durumu hicvediyor. AB ile Japonya’nın konumunu şöyle anlatıyor: “Trump için Allah’a şükür. Sonunda Çin’in nasıl bir tehdit olduğunu anlayan bir ABD başkanı var. Ama lütfen çok dikkatli olun. Çin’e karşı soğuk savaş başlatıp bizi taraf seçmeye zorlamayın ve çok ileri giderek dünya ticaret sistemini parçalamayın.”[34]
Dünya ekonomisi öylesine organik bir yapı kazanmış, uluslararası sermaye öylesine iç içe geçmiş ve karşılıklı bağımlılık öylesine derinleşmiştir ki, meselâ Trump’ın başlattığı ticaret savaşı, mevcut koşullarda Amerikan tekellerinin bir bölümünün bile çıkarlarına ters düşebiliyor. Bizzat Amerikan tekellerini vuruyor. Meselâ muazzam bir enerji ihtiyacı olan Çin pazarı, sıvılaştırılmış gaz üreten LNG tekellerinin ağzını sulandırıyor ama ticaret savaşı nedeniyle bu pazarda istedikleri yeri tutamıyorlar. General Motors’un Trump’ın alüminyuma getirdiği ek gümrük vergilerinin üretim maliyetlerini artırdığını ileri sürerek, Michigan, Maryland ve Ohio eyaletleri ile Kanada’nın Ontario eyaletindeki 5 fabrikasını kapatacağını ve 8 bin işçiyi işten atacağını açıklamasını da hatırlatmak lazım. GM, hem ABD hem de Çin’de satışlarının düştüğünü söylüyor. Kuşkusuz GM’nin pazarının daralmasının esas nedeni ticaret savaşı değil ama onun da belirli bir etkisinin olduğu inkâr edilemez. Trump, gümrük vergilerini artırırken, aynı zamanda Çin’deki sermayeyi de ülkeye dönmeye çağırıyordu. Gel gelgelim sermayenin tek amacı kâr elde etmektir ve Trump’ın vergileri düşürmesi ve gümrük duvarlarını yükseltip iç pazarı garanti altına alma çabası da şimdilik sermayenin eve dönmesi için yeterli olmamıştır. Aslında bu durum, verili koşullarda Trump’ın ticaret savaşının sınırlarını da ortaya koyuyor.
İnsanlık, tarihsel süreç içinde birçok önemli dönemeç noktasından geçmiştir. Kuşkusuz tarihsel gidişatın yönünü tayin eden her bir dönemeç kendine has özelliklere sahiptir. Böylesi dönemler, çok sayıda ve çok yönlü toplumsal ve siyasal gelişmenin aynı düğüm noktasında birleştiği ve karmaşık bir bütün oluşturduğu dönemlerdir. Olayların akış hızı ve girift yapısı gerçekten de baş döndürücüdür. Toplum büyük, sarsıcı ve yıkıcı altüst oluşlarla karşı karşıya gelir. Esasında bugün de benzeri bir dönemin içindeyiz. Bu döneme özelliğini veren şey, kapitalizmin tarihsel bir sistem krizine girmiş olmasıdır. Yenileyici ve ferahlatıcı potansiyellerini büyük ölçüde tüketmiş olan sistem, her alanda derin krizler üretiyor. Sistemin açmazları her geçen gün toplumsal, siyasal ve çevresel sorunları alabildiğine büyütüyor. Yukarıdaki tablo da, kapitalist düzenin içine girdiği çıkışsızlığın ne denli derin olduğunu gösteriyor.
Utku Kızılok- 7 Aralık 2018-ilk kez Marksist Tutum (www.marksist.net) sitesinde yayınlandı
[1] https://www.trademap.org/Bilateral.aspx?nvpm=1|842||156||TOTAL|||2|1|1|1|1|1|1|1|1
[2] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/rankorder/2078rank.html: İhracat rakamları: Çin 2 trilyon 157 milyar dolar, ABD 1 trilyon 576 milyar dolar, Almanya 1 trilyon 401 milyar dolar.
[3] Deniz Moralı, “Yeni Dünya Düzeni” ya da Yeni Emperyalist Paylaşım, marksist.net
[4] https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_GDP_(nominal)
[5] http://unctad.org/en/PublicationsLibrary/wir2017_en.pdf. [Doğrudan yabancı sermaye yatırımı; dış yatırımcıların ilgili ülkeye fabrika gibi üretim tesisleri kurması, hizmet sektöründe yer tutması, şube açması, taşınmaz mal edinmesi ya da var olan bir şirketi tamamen veya kısmen satın alarak yatırım yapmasıdır. Dolaylı dış yatırım ise dış yatırımcıların ilgili ülkeden hisse senedi ya da tahvil alması gibi yollarla gerçekleştirilen yatırımdır. Çin’de toplamda 1 trilyon 514 milyar dolarlık doğrudan sermaye yatırımı bulunuyor]
[6] Sırayla: https://wits.worldbank.org/CountryProfile/en/Country/CHN/Year/2002/TradeFlow/Export; https://www.wto.org/english/res_e/booksp_e/wtr13-2b_e.pdf
[7] https://www.dw.com/en/chinas-unsatisfied-hunger-for-german-companies/a-39658363
[8] https://www.merics.org/en/papers-on-china/chinese-fdi-in-europe
[9] https://www.ft.com/content/c002dadc-766b-11e8-b326-75a27d27ea5f
[10] https://tr.sputniknews.com/abd/201803081032559662-abd-afrika-para-ugruna-egemenligini-cin-e-teslim-etmemeli/
[11] http://www.naftanow.org/faq_en.asp#faq-2
[12] https://en.portal.santandertrade.com/establish-overseas/mexico/foreign-investment
[13] https://mexico-now.com/index.php/article/3707-mexico-s-automotive-industry-attracts-record-fdi-in-2017
[14] Marx, Grundrisse, Birikim Yay., s.445
[15] Marx, age, s.455
[16] Sırayla; https://ourworldindata.org/international-trade; https://www.wto.org/english/res_e/booksp_e/wtr13-2b_e.pdf
[17] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.37
[18] Marx, Kapital, c.3, Yordam Yay., s.129
[19] https://ourworldindata.org/international-trade
[20] Troçki, Zamanımızda Marksizm, www.marksist.net
[21] https://www.wto.org/english/res_e/booksp_e/wtr13-2b_e.pdf
[22] http://www.nber.org/papers/w1823.pdf
[23] http://unctad.org/en/Docs/wir94ove.en.pdf; https://www.odi.org/sites/odi.org.uk/files/odi-assets/publications-opinion-files/850.pdf
[24] https://www.wto.org/english/res_e/booksp_e/wtr13-2b_e.pdf [2017 itibariyle dünya ihracatı 17,31 trilyondur]
[25] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/xx.html (Toplam dünya gayrisafi hâsılası yaklaşık 80 trilyon dolarken, uluslararası sermaye yatırımlarının toplam tutarı 34,5 trilyon dolardır.)
[26] Elif Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, Tarih Bilinci Yay., s.78
[27] https://www.bea.gov/scb/pdf/2017/07%20July/0717_direct_investment_positions.pdf
[28] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, s.37-38
[30] Levent Toprak, Sri Lanka’da Burjuva Kapışmanın Gösterdikleri, marksist.com
[31] http://www.globaltimes.cn/content/1129902.shtml
[32] https://www.trademap.org;
[33] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.,s.41
[34] https://www.nytimes.com/2018/11/13/opinion/china-trump-trade.html