IV. Bölüm

Libya, Suriye ve Yemen’in Emperyalist Savaş Halkasına Eklenmesi, Ortadoğu Savaşı, Türkiye’nin Emperyal Heveslerinin Sonuçları ve Kürt Sorunu

Ortadoğu’da Değişen Dengeler, AKP ve Kürt Sorunu

Türkiye’nin emperyalist arzularını kendi anlayışı çerçevesinde Ortadoğu’da hayata geçirmeye çalışan AKP –ve özellikle onun eksenindeki burjuva kesimler– büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Uluslararası konjonktürün de el vermesiyle bazı fırsatlar yakalayan AKP, vehme kapılıp Türkiye’nin bölgede oynayabileceği rolü gereğinden fazla abartınca ve bu abartıya siyasi körlük eşlik edince, kendisini Ortadoğu duvarına çakılmış buldu. Kardeşken kalleş ilan edilen Esad ve rejimi, son iki senedir ha bugün ha yarın yıkılacak denmesine rağmen yerli yerinde duruyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminin askeri darbeyle devrilmesi, AKP’nin Ortadoğu’da yürüdüğü çok önemli bir zemini şimdilik çökertmiştir. Nitekim AKP’nin Mısır’daki darbeye son derece yüksek perdeden tepki vermesi, canının ne kadar yandığının işaretidir. Elbette hadisenin bir başka boyutu da şudur: Mısır’daki durumla benzerlikler kuran AKP, kendisinin de bir darbe tehlikesiyle karşı karşıya olduğu propagandasıyla kitleler nezdinde mağduriyet duygusu yaratmak ve içerideki siyaseti bu temelde şekillendirmek istemektedir.

İç ve dış siyaset birbirinin devamıdır ve bu iki cephedeki gelişmeler, son süreçteki hadiseler bağlamında da görüleceği üzere doğrudan birbirini etkilemektedir. Özellikle Suriye planlarının gerçeğe dönüşmemesi AKP hükümetini dış siyaset alanında sıkıştırmış ve bu sıkışıklık onu içeride daha saldırgan hale getirmiştir. Gezi Parkı protestolarına verilen alabildiğine sert tepki ve kutuplaştırma eksenli siyaseti derinleştirme hamleleri, AKP’nin içeride ve dışarıda sıkıştığının bir başka ifade biçimidir. Gezi Parkı protestoları vesilesiyle ortaya çıkan kitle hareketlenmesi üzerinden AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’ın karizmasına önemli bir çizik atılmıştır. En önemlisi, burjuva siyaset arenasında yeni arayışlara ivme verilmiştir. Diğer taraftan, uzun bir süredir AKP ile iktidar koalisyonunun en önemli bileşeni Gülen cemaati arasında yaşanan tepişme devam ediyor. Bu tepişme, Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusunda daha da sertleşmektedir.

Kürt sorunu, burjuva güçler arasındaki kavgada ve rejimi sıkıntıya sokmada ana belirleyen olmaya devam etmektedir. Irak’tan sonra Türkiye’nin Suriye sınırında da bir özerk bölgenin oluşmaya başlaması ya da dört ülkeden Kürtlerin, tarihlerinde ilk kez bir araya gelerek ulusal bir kongre toplayacak olması çok şey anlatmaktadır. Bu durum, Birinci Dünya Savaşından bu yana Kürtler açısından en elverişli koşulların oluştuğunu ve Ortadoğu’da dengeleri değiştirecek önemli bir güç haline gelmekte olduklarını gözler önüne sermektedir. Türkiye kapitalizmine hangi araçlarla yol aldırılacağı, bunun siyasal biçim ve üslubunun ne olacağı, Ortadoğu’da ABD ve İsrail ile ilişkilerin nasıl şekilleneceği ve en mühimi Kürt sorununun ne temelde çözüleceği gibi hususlar, önümüzdeki dönemde burjuva siyasetinde daha nice krizlere neden olacaktır.

Dış siyasette sıkışma

Türkiye ekonomisi AKP hükümeti döneminde önemli bir büyüme kaydetti; gerek geleneksel gerekse İslamcı burjuva kesimler bir hayli palazlandılar. Türkiye’nin, dünyanın 17. büyük ekonomisi düzeyine yükselmesi, ezelden beri dile getirilen emperyal arzular için ciddi anlamda maddi bir temel teşkil ediyordu. Nihayetinde alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye burjuvazisi, gücünü bölgeye taşırmak ve kendine nüfuz alanları yaratmak istediğinde, bu arzusu, AKP tarafından şekillendirilen bir siyasetle hayata geçirilmeye başlandı. Ancak hamama giren terler! Nitekim Osmanlı mirasına dayandırılmaya çalışılan bu emperyalist siyasetin uygulayıcısı AKP, hevesle girdiği Ortadoğu hamamında bir hayli terlemiş bulunmaktadır. 2009’da “komşularla sıfır sorun” söylemiyle yol verilen bu siyaseti iki evreye ayırabiliriz: “Arap Baharı” öncesi ve sonrası.

AKP, Türkiye burjuvazisinin emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için Filistin sorununun hamisi rolünde Ortadoğu’ya dramatik bir giriş yapmıştır. AKP, Ortadoğu’da halk kitlelerinin sempatisini kazanmak gerektiğini ve bunun yolunun da Filistin sorununu sahiplenmekten ve İsrail’e tavır almaktan geçtiğini biliyordu. Neticede Erdoğan’ın, İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres’i Davos’ta dünyanın gözü önünde azarlaması ve katil imasında bulunması Arap kitlelerinde büyük sempati topladı ve Türkiye’nin Ortadoğu’da rol almasını kolaylaştırdı. Yıllar yılı Filistin halkına zulüm uygulayan ve burnundan kıl aldırmayan İsrail’in sembol isimlerinden birisine atılan fırça, bir anda Erdoğan’ı Ortadoğu sokaklarında “kahraman” haline getirdi. Bu çıkışla Türkiye, emperyalist güçlere Ortadoğu’da önemli bir oyuncu olduğunu ve paylaşım masasında kendisine de yer açılması gerektiği mesajını vermiş oluyordu.

AKP öncülüğünde Türkiye, ABD’nin genel stratejisi dışına çıkmadan ama kendi planları çerçevesinde birçok kez onunla karşı karşıya gelerek Ortadoğu’daki boşlukları doldurmaya girişti. Suriye’deki Esad rejimiyle kurulan yakın ilişki, Hamas’a arka çıkma, Batılı emperyalist güçlerin İran’a uyguladığı baskı ve ambargoya direnme bu girişimin bir ifadesiydi. AKP, savaş ya da kitle kalkışmaları yoluyla siyasal dönüşümlere gerek kalmadan, ekonomik entegrasyonla Ortadoğu’nun emperyalist-kapitalist sisteme derinden bağlanabileceğini, bu meyanda ise yakın ilişki kurduğu Suriye’nin istenen çizgiye çekilebileceğini kanıtlamaya çalışıyordu. Böylece bu çizginin temsilcisi ve uygulayıcısı olarak Türkiye, başarılı bir alternatif ortaya koyacak ve kendi nüfuz alanını da yaratmış olacaktı. Söz konusu siyaseti “komşularla sıfır sorun” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışan AKP, Türkiye’nin emperyalist hedeflerinde ayakbağı haline gelen hususlarda da bazı adımlar atmaya başladı. 2009’da geleneksel devlet politikasına son verilerek Güney Kürdistan’da konsolosluk açılması, içeride bir Kürt “açılımı” başlatılması ve Ermenistan ile yakınlaşma girişimleri bu emperyalist siyasetin bir gereğiydi.

Ancak “Arap Baharı”, AKP’nin Ortadoğu’da statükonun devamı üzerine inşa ettiği stratejiyi tepetaklak etti. Tunus ve Mısır’da İslamcı güçleri siyaset sahnesinin önüne fırlatan halk isyanları bu kadarla kalsaydı, AKP’nin siyaseti yine de geçerli olurdu. Ne var ki halk hareketinin Libya’dan sonra Suriye’ye sıçraması ve emperyalist güçlerin halk hareketini Esad yönetimine karşı silahlı bir kalkışmaya dönüştürmek istemesi üzerine Türkiye hızla makas değiştirdi. Hiç kuşkusuz bu makas değiştirmede, Libya’da sürece geç müdahil olduğu için istediğini alamadığını düşünen AKP’nin, Suriye’de de benzeri bir akıbetle karşılaşarak bölgedeki iddialarını hayata geçirememe telaşının önemli bir rolü vardı. Bu nedenlerle AKP, dümeni tam tersine kırdı ve Suriye siyasetini değiştirdi: Kardeş Esad oluverdi “kalleş Esed”. Lakin daha önemlisi, Suriye’deki Kürtlerin aynı Irak’taki gibi özerk bir bölge oluşturması ve bu durumun Türkiye’yi de içine alan bir “Kürt Baharı”nı tetiklemesi olasılığının belirmiş olmasıydı. Üstelik Suriye’de Kürt hareketinin en güçlü bileşeni olan PYD, PKK’nin çizgisindeydi. Burada kurulacak bir özerk bölge, içeride Kürt hareketinin elini güçlendirecek ve Kürt halkını dizginlemek oldukça zor olacaktı. Panikleyen Türkiye’nin yeni politikasının nihai amacı bir an önce Esad rejiminin devrilmesi, iktidara gelen muhalif güçlerin aman vermeden Kürtleri kontrol altına almasıydı. Cihatçı İslamcı gruplar dâhil muhalefet çok hızlı bir şekilde silahlandırıldı ve Esad rejimine üç dört aylık ömürler biçildi.

Fakat Suriye’de acımasız bir iç savaş sürmesine rağmen Esad rejimi yıkılmış değil. Bunda Rusya, İran ve Çin’in ekseninin desteği olduğu tartışmasızdır. Diğer bir faktör ise ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Suriye’ye müdahale etmek konusunda isteksiz olmalarıdır. Muhalefetin ağır silahlarla donatılması, uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve derhal müdahale edilmesi gibi önerilerin sahibi Türkiye ile ABD arasında ciddi çelişkiler mevcuttur. AKP’nin her hâl ve şartta kendi hedeflerine ulaşmak amacıyla El-Nusra/Kaide tipi radikal İslamcı grupları desteklemesi, üstelik bunu yaparken kendi İslamcılığını da bir şekilde işin içine katması, ABD ve AB nezdinde kuşkuyla karşılanmaktadır. Esad rejimi yıkıldıktan sonra nasıl bir toplumsal ve siyasi tablonun ortaya çıkacağını öngöremeyen ve AKP’ye de tam anlamıyla güvenmeyen ABD, Türkiye’nin yaklaşımlarına şimdilik prim vermemektedir. Nitekim Türkiye’nin esip gürlemeleri, Erdoğan’ın son ABD gezisiyle durulmuştur. Gezi öncesinde ABD’yi ipe un sermekle eleştiren Erdoğan, Beyaz Saray’da geçirdiği “transformasyonla” ABD’nin planlarıyla daha uyumlu hale getirilmiştir.

Netice itibariyle AKP’nin Suriye politikasının şu anki evresi hüsrandır. Türkiye’nin dolaylı olarak Suriye’deki iç savaşa ortak olması ama başarılı olamaması, sınır kentlerine yığılan yüz binlerce göçmenin yarattığı gerilim ve Reyhanlı’daki bombalı saldırı AKP’yi iç siyasette sıkıştıran bir durum yaratmıştır. En önemlisi, tüm uğraşlara rağmen Suriye’deki Kürtlerin özerk bir bölgenin temellerini döşemesinin önüne geçilememiştir. Bu durum, AKP’nin “çözüm süreci” adıyla yeniden bir “Kürt açılımı” başlatmasında basınç oluşturmuş ve rol oynamıştır, oynamaya da devam etmektedir.

Suriye’de hedeflerine ulaşamayan Türkiye, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslim’in) askeri darbeyle düşürülmesi neticesinde Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da zemin kaybetmeye devam etmektedir. “Arap Baharı”yla İslamcı örgütler, özellikle de İhvan, burjuva siyaset arenasında en belirleyici güç haline gelmişti. Zira esas örgütlü olanlar İslamcı güçlerdi ve bu nedenle kitleleri arkalarına takmayı başardılar. Mısır’da, Tunus’ta ve hatta Libya’da İhvan ve kolları iktidara geldiler. Batılı emperyalist güçler, tam arzu etikleri bir siyasal tablo ortaya çıkmasa da, durumu kabul eder gözüktüler. İşte bu noktada Türkiye kendini “model ülke” olarak pazarladı ve bölgedeki hedefleriyle örtüştüğü ölçüde ABD, AKP’nin rol almasına ses çıkartmadı. Zira İslamcı köklerden gelen AKP, bu partilerin sivri yanlarının törpülenmesi, ılımlılaşmaları ve bölgeyle birlikte kapitalist sisteme derinden entegre olmaları noktasında rol oynayabilirdi. Zaten kapitalistleşen İhvan ve uzantıları, kapitalistleşme dinamiğinin dönüştürücü etkisi altında kalarak etraflarına baktıklarında, kendilerine Batı’dan ziyade Türkiye’yi daha yakın buluyorlardı. Bu bağlamda, Türkiye’nin emperyal emellerini hayata geçirmek isteyen AKP ile ABD’nin çıkarları ve planları örtüşüyordu. Nitekim Türkiye’nin rolünü başka bir ülkenin oynayamayacağını ortaya koymak isteyen Erdoğan, Mısır, Tunus ve Libya gezisinde özellikle laikliğe vurgu yaparak ilgili yerlere mesaj vermeyi de ihmal etmemişti.

AKP, “Arap Baharı”yla İhvan’ın yükselişini, kendisinin durumuyla neredeyse özdeşleştirdi ve Türkiye’deki gibi bir sürecin yaşanacağını düşündü. Dolayısıyla danışmanlığına soyunduğu İhvan’a, bu perspektiften akıl verdiği muhakkaktır. Bunu, İhvan’ın “İslam ülkelerinin yükselişi” bakış açısıyla Türkiye-Mısır ekseni eşliğinde bir dış siyaset izlemesinde; demokratik dönüşümler bekleyen geniş yığınların beklentilerinin tam aksine, baskıcı yasalarla toplumu kontrol altına alma girişimlerinde; geleneksel burjuva kesimleri dışlayarak kendi yandaşlarını palazlandırmaya dönük tutumunda görmek mümkündür. AKP ve İhvan üzerinden Türkiye-Mısır ekseni oluşturulmaya çalışılması, bu kapsamda Hamas’ın buraya çekilmesi İsrail’i ve ABD’yi tedirgin etmeye başlamıştır. Mısır’da ise, iktidardan dışlanmaya çalışılan diğer burjuva kamp, rejimin bel kemiğini oluşturan ve Türkiye’deki gibi bir akıbetle karşı karşıya kalabileceğini hesaplayan ordu ve yargı bürokrasisi, hoşnutsuz geniş kitlelerin üzerine basarak İhvan’a karşı harekete geçmiştir. Hiç kuşkusuz bu kamplaşmada, ABD ve emperyalist güçler, kendi planlarını yürütmeye daha uygun bir zemin hazırlayacağını düşünerek askeri darbeye onay vermişlerdir.

Darbenin orta vadeli hedeflerinden biri İhvan’ı daha fazla sistem içine çekmek ve ehlileştirmek ise, diğer bir hedefi de ABD’nin bölgedeki planlarıyla daha uyumlu hale getirmektir. Çok açık ki İhvan’a vurulan darbeyle, aynı zamanda, fazladan vehimlere kapılarak rolünü abartan AKP’ye de bir gözdağı verilmektedir. Netice itibariyle Suriye ve Mısır’daki tablo, Türkiye’nin emperyalist kapasite ve sınırlarını ortaya koymuştur. Keza Somali’deki elçiliğe yapılan saldırı da emperyalist rekabet hamamına giren Türkiye’nin bundan sonra nasıl terleyeceğini göstermektedir.

Kürt sorunu

İç ve dış siyasal dinamikler AKP ve Türkiye’yi giderek daha fazla sıkıştırırken, Kürt hareketinin elini güçlendirmektedir. Bugün Kürt hareketi, Gezi Parkı süreciyle keskinleşen burjuva kesimler arasındaki kavgada, esas denge konumundadır. Meselâ günlerce süren kitle hareketlenmesine Kürt hareketi aktif destek verip AKP’ye vurmak isteseydi –bunun sonuçlarının Kürt hareketi için hayır ya da şer olmasından bağımsız– hiç kuşkusuz bambaşka bir siyasal tablo ortaya çıkardı. Uluslararası konjonktürün seyri, örneğin Irak’tan sonra Suriye’de de bir özerk Kürdistan’ın zemininin ortaya çıkması Kürt hareketinin manevra alanını genişletmiş, AKP ve Türkiye’nin üzerindeki basıncı arttırmıştır. Nitekim bugün burjuva yazarların ifade ettiği üzere, AKP’nin Öcalan’ı muhatap alarak bir “çözüm süreci” başlatmasının esas nedeni Suriye’de bir Kürt özerk bölgesinin ortaya çıkmaya başlamasıdır.

Fakat daha önce de yazdığımız üzere Kürt sorununun çözümü meselesi TC açısından emperyalist bir perspektifin içine oturtulmuştur. Türkiye burjuvazisinin amacı, bizzat kendi ideologlarının kavramlaştırdığı ifadeyle söylersek, “Kürtlerle bölünme değil Kürtlerle büyüme” stratejisini hayata geçirmektir. Ortadoğu’da belirleyici egemen bir güç olmak isteyen Türkiye burjuvazisi, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını kontrol eden Kürt burjuvazisini yanına alarak emellerine ulaşmak ve buradan kalkarak dünya siyasetinde ağırlığını arttırmak istemektedir. Kürt hareketi ise kendi cephesinden durumu, Öcalan’ın Newroz’da okunan mektubunda dile getirdiği biçimde, Türkler ile Kürtlerin stratejik ittifakı olarak koymakta, sürecin AKP’yi bu aşamaya getirdiğini belirtmektedir. Müzakereler sonucunda varılan ve üç aşamalı olduğu duyurulan planın birinci aşaması çerçevesinde PKK gerillaları Türkiye’den çekilmeye başlamıştır.

Ancak anayasa değişikliğiyle başta anadilde eğitim hakkı olmak üzere Kürt halkının bir kısım taleplerinin karşılanmasını öngören ikinci aşamaya geçilebilmiş değildir. Gezi Parkı eylemlerinin patlak vermesiyle AKP’nin bir hayli korktuğu, kitle hareketi geri çekilmeden ve kontrol hükümete geçmeden “çözüm süreci” bağlamında adım atmak istemediği bir gerçektir. AKP’nin oyalama tutumu nedeniyle Kürt hareketinin o günlerde geri çekilmeyi yavaşlattığını da belirtelim. Yaşanan kriz üzerine, Öcalan önce AKP’ye ikazlarda bulunmuş, ardından da çekilmenin hızlandırılmasını istemiştir. Ne var ki sürecin nasıl gelişeceği hâlâ belirsizdir.

Ulusal ve uluslararası alanda sıkışan AKP, önümüzdeki seçimleri kazanarak pozisyonunu tahkim etmek, üzerindeki basıncı hafifletmek istemektedir. Üstelik Erdoğan’ın başkanlık arzusu da bu hesabın içindedir. İşte bu hesaplardan ötürü AKP ve Erdoğan, çözüm bağlamında dişe dokunur adımlar atmamak, milliyetçi oyların kendisinden kaçmasının önüne geçmek, bu arada ise Kürt hareketini çeşitli biçimlerde oyalamak ve başkanlık için destek almak yönünde taktik izliyor. Ancak 2015’e kadar neredeyse hiçbir adım atmama, buna mukabil kitlelerin karşısına “sorunu çözen kahraman” edasıyla çıkma anlamına gelen bu Şark kurnazı politikanın zemini yoktur. Ne uluslararası konjonktür buna uygundur ne de Kürt hareketi, kibirli Osmanlı/TC geleneğinin küçümsediği gibi saftır. Nitekim yakaladığı konjonktürel üstünlüğü kaybetmek istemeyen Kürt hareketi, AKP’nin oyalama tutumuna çok hızlı ve sonuç alıcı yanıtlar vermiştir.

AKP’yi sıkıştıracak hamle ise, Suriye’deki Kürtlerin Rojava’da (Batı Kürdistan) tüm kontrolü ele geçirmesiyle gelmiştir. Bilindiği üzere geçen senenin Temmuzunda Rojava Kürtleri, PKK’nin Suriye kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde bazı bölgeleri ele geçirmiş ve denetim kurmuşlardı. Hiç kuşkusuz muhalefeti bölmek ve aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’ye dönük müdahalelerini zayıflatmak isteyen Esad rejiminin Rojava’dan çıkması da Kürtlerin bölgede denetim kurmasında etkili olmuştur. Lakin Ortadoğu’da siyasal dengeler hızla değişmektedir: Bir sene içinde Suriye’deki Kürtler çok yol almış, kendi silahlı güçlerini büyüterek tahkim etmiş ve uluslararası alanda dikkate alınan politik bir özne haline gelmişlerdir. Sınırlarının ötesindeki Kürtlere bile özgürlüğü haram gören Türkiye ve AKP, Özgür Suriye Ordusu’nu ve radikal İslamcı grupları destekleyerek Rojava’yı kontrol altına almak istemişse de başarılı olamamıştır. Neticede gelinen aşamada, Rojava’da özerklik ilan edeceğini açıklayan PYD, kalabalık silahlı bir güçle harekete geçerek Serêkaniyê’yi (Resulayn) El-Nusra’dan temizlemiş ve tüm Kürt bölgesinde denetim kurmuştur.

Rojava’daki gelişmeler büyük ölçüde Türkiye’yi etkilemektedir. Kürt hareketi, Kürtlerin Suriye’deki konumunu sağlama alırken, AKP hükümetinin çözüm doğrultusunda adım atması için de basınç bindirmektedir. Suriye’deki Kürtlerin özerklik gibi bir mevzi kazanmasının, Türkiye karşısında PKK’nin konumunu daha da güçlendireceği ve AKP’nin oyalama taktiklerini boşa düşüreceği açıktır. Nitekim bunun önüne geçmeye çalışan Türkiye, silahlandırdığı ve sınırdan içeri girmelerine yardımcı olduğu radikal İslamcı grupları Kürtlerin üzerine saldırtmaktan geri durmamıştır. Türkiye’nin Rojava Kürtleri karşısındaki tutumu tam anlamıyla riyakârlıktır. Zira El-Nusra benzeri grupları beslemekten geri durmayan, onların ele geçirdikleri bölgeleri yönetmelerine, sınıra bayrak çekmelerine ve hatta emirlikler ilan etmelerine sessiz kalan AKP hükümeti, sıra Kürtlere geldiğinde “emrivakileri”, de facto durumları kabul etmeyeceği söylemi eşliğinde yüksek perdeden tehditler savurmaktadır.

Oysa Rojava Kürtlerine dönük bir silahlı müdahalenin, içerideki “çözüm süreci”ni berhava etmek ve aynı zamanda tüm Kürtlerle savaş anlamına geleceği bellidir. Gerçekte savrulan tehditlerin bir hükmü yoktu ve bu nedenle Türkiye, çabalarında başarılı olamayınca şimdilik geri adım atmıştır. Üstelik radikal İslamcı gruplarla savaştığı ve seküler bir yapıya sahip olduğu için, ABD ve Avrupa ülkelerinin de PYD’ye sıcak baktığının altını çizmek gerekiyor. PYD’nin dikkate alınması noktasında ABD’nin de devreye girmiş olması büyük bir ihtimaldir.

Bizzat Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun davetiyle İstanbul’a çağrılan PYD lideri Salih Müslim, Türkiye’nin Rojava’da kurulacak geçici yönetimi kabul ettiğini açıklamaktadır. Keza Müslim’e göre, Suriye’de Esad rejiminin düşmesinden sonra, kurulacak federatif devlet kapsamında Kürtlerin kendilerini yönetmesine Türkiye’nin itirazı yoktur. Türkiye ise, PYD’nin Esad rejimi karşısında muhalefete katılması talebinde bulunmuştur.

Sonuç olarak Rojava’daki gelişmeler, AKP’nin oyalama taktiklerinin işlemeyeceğini gözler önüne seriyor. Dört ülkeden Kürtlerin tarihlerinde ilk kez ulusal bir kongre toplayacak olması ve uluslararası konjonktürün Kürtleri birleşmeye doğru itmesi gerçeği de, sürecin oyalamaya müsait olmadığını kanıtlıyor. Fakat “çözüm süreci”nin yürüyebilmesi için henüz somut adımlar atılmış değil. Hükümet tarafından sızdırılan ve anayasa değişikliği gerektiren paketin, Kürt hareketinin beklentilerinden uzak olduğunu belirtelim. Öyle ki, bir taraftan Kürt sorununu çözeceğini söyleyen AKP, öte taraftan Kürt hareketinin en temel demokratik taleplerinden biri olan yüzde 10 barajını kaldırmaya yanaşmamaktadır. Buna karşın Kürt hareketinin temsilcileri, Eylülün başına kadar gerekli adımların atılması ve Ekimle birlikte ikinci aşamanın tamamlanması gerektiğini, aksi takdirde “çözüm süreci”nin kendileri açısından biteceğini ifade ediyorlar. Öcalan’ın son günlerdeki “süreçten çekilirim” çıkışını da bu kapsamda değerlendirmek lazım.

Ortadoğu kazanı fokur fokur kaynıyor. Emperyalist nüfuz mücadelesinin önümüzdeki günlerde Kürt meselesine nasıl etki edeceğini göreceğiz. Lakin AKP’nin gerekli adımları atmaması ve sürecin akamete uğraması, çok daha kanlı bir dönemin başlamasını kaçınılmaz kılacaktır. Şurası çok açık ki, Kürt sorununun çözülmesi doğrultusunda gerekli adımları atmayan bir Türkiye için deniz bitmiştir.

Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Ağustos 2013’teki 101 nolu sayısında yayınlandı.

Emperyalist Savaşta Suriye Açmazı

Suriye’de süren iç savaş, 21 Ağustosta kimyasal silah kullanılarak gerçekleştirilen saldırıyla birlikte kritik bir noktaya geldi. Şam’ın kenar semtlerinden Guta’da yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan bu katliamın, tam da Esad’ın muhalif güçlere karşı bariz bir üstünlük kazandığı, uluslararası alanda ise elinin güçlendiği bir döneme denk gelmesi dikkat çekiciydi. Bu saldırının faili şu ana dek kesinleşmiş değil. Fakat gerçekleştirilen korkunç katliam başta Esad karşıtı muhalefet, Türkiye ve emperyalist güçler tarafından Suriye’ye askeri müdahalenin bir bahanesi olarak kullanılmak istendi, isteniyor. Bölgedeki planlarını hayata geçirmek için Esad rejiminin bir an önce yıkılmasını isteyen ve bu nedenle dolaylı olarak savaşın bir parçası olan Türkiye, kimyasal saldırı olayının üzerine iştahla atılarak emperyalist güçleri işbaşına çağırdı. AKP hükümetine göre, daha önce “kimyasal silahlar kırmızı çizgimizdir” diyen ABD derhal gerekeni yapmalıydı! ABD, İngiltere ve Fransa ise, “Esad’ı cezalandırmak” söylemiyle kısmi bir operasyon hazırlığına başladılar. Lakin gelinen evrede, Rusya’nın manevrasıyla Esad rejimi, elindeki kimyasal silahları imha edilmek üzere Birleşmiş Milletlere teslim etmeyi kabul ettiği için Suriye’ye yönelik doğrudan emperyalist müdahale şimdilik gündemden düşmüş bulunuyor.

Kısa ve net bir şekilde ifade edersek, Batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya yönelik planları Suriye açmazına takılmış durumda! Esad rejiminin direngenliği, daha da önemlisi Rusya, Çin ve İran’dan oluşan eksenin verdiği açık destek neticesinde, Batılı emperyalist güçler ve onların yanında yer alan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler Suriye planlarında amaçlarına ulaşabilmiş değiller. Şurası çok açık ki, Suriye meselesinde kısa vadeli bir çözüm pek mümkün gözükmemektedir. Özellikle Rusya’nın her alanda Esad rejimini arkalaması, silah yardımı yapması ve savaş gemilerini Suriye kıyılarına göndermesi, emperyalist nüfuz mücadelesinde yeni bir denge yaratmış bulunmaktadır. Irak ve Libya’dan farklı olarak ABD, İngiltere ve Fransa, Rusya’ya rağmen doğrudan Suriye’ye müdahale etmeyi bugünkü siyasal konjonktürde pek de göze alamamaktadır. ABD açısından diğer bir önemli engelleyici faktör ise, Esad rejimi yıkıldıktan sonra onun yerine geçecek ve emperyalist-kapitalist sistemin çıkarlarını koruyacak güçlü bir muhalefet odağının ortaya çıkmamasıdır. Bunlardan ötürü Batılı emperyalist güçler, müdahale seçeneğini şimdilik bir kenara bırakıp Suriye’nin kimyasal silahlarının teslim edilmesini içeren Rusya planını kabul ettiler. Yani Suriye konusunda bekleme devam etmektedir. Bir an önce Esad rejiminin devrilmesini isteyen ve Batılı emperyalist güçleri de bu yönde müdahale etmeye çağıran Türkiye ise bir kez daha sükûtu hayale uğramıştır.

Esad diktatörlüğünün yıkılmamasının en temel sebeplerinden biri, başlayan halk isyanının tüm topluma yayılamaması ve devreye sokulan silahlı mücadeleye geniş kitlelerin itibar etmemesidir. Hiç kuşkusuz Tunus ve Mısır’da diktatörleri deviren halk isyanının Suriye toplumunda etkisini göstermemesi düşünülemezdi. Özellikle de Müslüman Kardeşler’in başını çektiği gösteriler, ilk dönem cılız olmasına rağmen giderek kitleselleşmişti. Lakin Esad diktatörlüğü isyan eden halk kitlelerine acımasızca saldırdı ve isyanı bastırmaya girişti. İşte bu noktada, önünde Tunus ve Mısır örnekleri olmasına ve Ortadoğu’nun genelinde kitlelerde değişimden yana bir hava oluşmasına rağmen, başlayan halk isyanı daha ileri gidemedi. Aslında bu durum, toplumun ekseriyeti açısından hoşnutsuzluğun “artık yeter” noktasına gelmediğinin de bir ifadesiydi. Böylece başlayan isyanın genişleyip toplumun ekseriyetini harekete geçiremediği aşamada, yerli ve yabancı güçler silahlı mücadeleyi devreye sokmuşlardır. Silahlı mücadelenin en temel amaçlarından biri iç savaşı körükleyerek kitleleri taraf olmaya ve rejime karşı harekete geçirmeye zorlamakken, ikinci amacı da emperyalist müdahalenin koşullarını yaratmaktı.

Bu bağlamda Libya örneği izlenmekteydi. Silahlı mücadele başladıktan kısa bir süre sonra emperyalistler Libya’ya müdahale etmişlerdi. Suriye’de de Esad’ın aynı Kaddafi gibi düşeceği hesaplanmaktaydı. Fakat yüz bin insanın ölmesine, milyonların yerini yurdunu terk etmesine neden olan iç savaş, emperyalist güçlerin beklediği ölçekte bir Esad karşıtı ayaklanmaya yol açmamıştır. Diğer taraftan bu savaş, Libya’da olduğu üzere devletin parçalanmasıyla da sonuçlanmamıştır. Zira Esad’ın Suriye’si Kaddafi’nin Libya’sından pek çok açıdan farklıdır. Öncelikle şunu belirtelim ki Şam merkezli Suriye, birçok tarihi devletin ve son olarak da İslam devletlerinin mirasına sahiptir. Önemli tarihi kentler, kentli bir toplum ve kurumsallaşmış bir devlet mirası söz konusudur. Suriye, geçmişten günümüze sürekliliği olan bir devlet olmasa da, yeni yetme bir “kabile” devletçiği olarak da kalmamış ve tarihi birikimi bir ölçüde devşirebilmiştir. On yıllardır hüküm süren Baas rejiminin SSCB’nin nüfuz alanında olması ve bu bağlamda devletçi uygulamaları hayata geçirmesi de, Suriye’nin şekillenmesinde etkili olmuştur. Çekirdeği itibariyle Nusayri azınlığa dayanan Esad rejimi, kendi etrafında elit bir tabaka yaratırken, Hıristiyanları ve Sünni burjuvazisinin büyük bir kesimini kendi sisteminin içine almayı ve iktidarını sağlamlaştırmayı ihmal etmemiştir.

Baba Esad’ın ölümü sonrasında, oğul Beşar Esad’ın iktidarıyla birlikte toplumda bir değişim beklentisi oluşmaya başlamıştı. Bu dönemde Suriye’nin geçmişe nazaran daha fazla dışa açıldığı ya da bu yönde istekli olduğu görülmekteydi. Bilhassa Türkiye’nin emperyal emellerini hayata geçirmek amacıyla 2009’da Suriye ile kurduğu ilişki, onu kapitalizme entegre etmek üzere attığı adımlar ve Esad rejiminin de bu yöne meyletmesi, halk kitlelerinde olumlu bir hava yaratmıştı. Rejimin dışa açılacağı ve bazı demokratik adımlar atacağı beklentisi içinde olan kitleler, henüz Esad’dan umutlarını kesmiş değillerdi. İşte “Arap Baharı” başladığında Suriye’deki durum buydu ve bu nedenle halk hareketlenmesi daha ileri gidemedi. Devletin çekirdeğini oluşturan Nusayrilerin yanı sıra, Hıristiyanlar ve Sünnilerin bir kısmı rejimin yanında saf tutmuştur. Savaşın ilk dönemlerinde devlet çekirdeğinde ve meselâ ordunun üst kademelerinde belirli kopmalar olmuşsa da, bunlar rejimin çözülmesi ve parçalanması için yeterli olmamıştır. Rusya ve İran’ın desteğini alan Esad rejimi, ayakta kalmayı başarmış ve hatta son süreçte kaybettiği kentleri ve bölgeleri yeniden ele geçirmiştir.

Buna karşın Batılı emperyalist güçlerden, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dan oluşan koalisyon, gerek isyan sürecinde gerekse iç savaşın başladığı günden beri tek merkezli bir muhalefet örgütleyebilmiş değildir. İlk dönem bir araya getirilerek şekil verilmeye çalışılan muhalefetin önemli bir kısmını, Suriye dışında yaşayanlar oluşturmaktaydı. Ancak silahlı mücadele yayılıp da iç savaşın bir sonucu olarak devlet çekirdeğinden bazı kopmalar olunca, içeride Özgür Suriye Ordusu adıyla dikkate alınabilir bir silahlı güç oluşturulabildi. Aynı dönemde, uluslararası siyasal alanda varlık göstermesi, içerideki silahlı güçleri ve mücadeleyi koordine ve kontrol etmesi, Esad sonrasında ise iktidara oturması için kurdurulan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ise emperyalist güçlerin beklentilerine yanıt veremedi. ABD desteğinde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın aktif rol almasıyla örgütlenen SUK, parçalı muhalefeti birleştirerek çok başlılığın önüne geçemedi. SUK’un başarısızlığı üzerine ABD, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye muhalefeti üzerindeki kontrolünü azaltmak ve ayar çekmek maksadıyla daha kapsamlı bir muhalefet örgütlemeye girişti. Bizzat dönemin ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın öncülüğünde, muhalefet güçleri, büyük ölçüde Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) içinde birleştirildi.

Böylelikle güçlendirilen muhalefet, Esad rejimine karşı önemli mevziler kazanmaya başlamıştı. Halep dâhil bazı kentlerin ya tamamı ya da bir bölümü, tanklar ve ağır silahlarla birlikte ÖSO ve cihatçı grupların eline geçmişti. Bu meyanda rejimin karargâhında bombalar patlatılarak üst düzey generaller ve bakanlar öldürülmüştü. O günlerde Esad rejiminin çok kısa bir süre sonra düşeceği hesaplanıyordu ve meselâ Türkiye ve Erdoğan Esad rejimine birkaç ay ömür biçiyordu. Ancak muhalif güçler, Rusya, İran ve Çin’in artan desteği sonucunda daha ileriye gidemediler. Rusya daha fazla silah yardımı yapıp füzeler gönderirken, İran, Suriye ordusuna nasıl savaşması gerektiği yönünde akıl vermeye başladı; daha da önemlisi, Lübnan Hizbullah’ını Esad’ın yanında savaşması için sahaya sürdü. Nitekim Hizbullah’ın devreye girmesiyle birlikte karşı güçler Suriye’nin güneyinden temizlendiler ve Esad rejimi kaybettiği bazı alanları geri kazanmaya başladı.

Bu süreçte Suriye’ye müdahale çağrılarını yoğunlaştıran Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Fransa gibi ülkeler, Rusya ve Çin’in Birleşmiş Milletlerden bu yönde bir karar çıkmasına izin vermemesi, ABD’nin ise müdahale yönünde o kadar da gönüllü olmaması nedeniyle amaçlarına ulaşamamışlardır. ABD, Rusya ile vardığı anlaşma neticesinde, Esad rejiminin ve muhalefetin müzakere etmeleri amacıyla Cenevre’de bir konferansta bir araya gelmesini kabul etmiştir. Geçtiğimiz Haziran ayında toplanması kararlaştırılan bu konferans, her ne kadar toplanamamışsa da (şimdilerde Kasım ayında toplanacağı söylenmektedir), ABD’nin elini rahatlatan bir manevra aracına dönüşmüştür. Suriye’ye askeri müdahale konusunda istekli olmayan ABD, kendisini sıkıştıran Türkiye gibi ülkelerin karşısına Cenevre Konferansını sürmüştür. Hatırlanacağı üzere, Cenevre Konferansını ipe un sermek olarak değerlendiren Erdoğan ve Türkiye’nin önerileri ABD nezdinde kabul görmemişti. Son ABD ziyaretinde Obama’yı müdahale yönünde etkileyerek dönüştürmeye giden Erdoğan eli boş dönmüştü.

Çeşitli ülkelerden ya cihat motivasyonuyla ya da para karşılığında toplanan on binlerce İslamcı militanın Suriye’de savaştığı söylenmektedir. Irak-Şam İslam Devleti veya El-Nusra Cephesi gibi irili ufaklı onlarca silahlı grup bulunmaktadır. Özellikle İslamcı gruplar ÖSO içinde yer almamaktalar. Geçtiğimiz hafta 13 İslamcı grup Batı destekli olduğu gerekçesiyle Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonunu tanımadığını ilan etti. ÖSO içindeki İslamcı yapılardan da destek bulan bu gruplar bir bildiri yayınlayarak şeriat ilkesi etrafında birleştiklerini açıkladılar. Birkaç gün sonra ise, yine aynı gruplar Suriye İslam Ordusu’nun kurulduğunu duyurdular. Ancak bu birleşme ilanlarına rağmen, tüm gruplar kendi aralarında savaşmaktan geri durmuyorlar. İç savaş sonucunda yakılıp yıkılan, insanların ekseriyetinin göç ettiği, harabeye dönen ve toplumsal yaşamın büyük ölçüde sekteye uğradığı Suriye’de, pek çok bölgeyi ele geçiren Irak-Şam İslam Devleti, El-Nusra ve benzeri örgütler, buralarda kendi emirliklerini ilan etmiş durumdalar. Bu sözde emirliklerin bilhassa petrol kuyularının bulunduğu bölgeler olması ise ayrıca dikkat çekicidir. Yani petrolden de beslenen, bunun için kavga veren bir tür küçük “savaş beylikleri” yaratılmış durumdadır. Ele geçirdikleri bölgelerde şeriat ve emirlikler ilan eden bu örgütler, açık alanlarda insanların gırtlağını keserek katlediyor, bu vahşet şovuyla halk üzerinde tam anlamıyla terör estirerek gözdağı veriyorlar. Suriye’deki genel manzara, savaşın ama özellikle bu tür örgütlerin de içine dâhil olduğu savaşın nasıl da akıl almaz şekilde yozlaşmaya yol açtığını gözler önüne sermektedir.

Hiç kuşku yok ki bu tür örgütler, çeşitli burjuva devletlerden ve güçlerden bağımsız değillerdir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, çok uzun bir savaş döneminin içinden geçmekteyiz. Kapitalist çelişkiler henüz, geçmişteki iki dünya savaşında olduğu gibi emperyalist güçleri doğrudan cephelerde karşı karşıya getirecek denli keskinleşmiş değildir. Aslında geçmişten ders çıkartan emperyalistler, doğrudan karşı karşıya gelmeden kozlarını paylaşma yoluna gidiyorlar. Dolayısıyla dünyanın pek çok bölgesinde yürüyen çatışmalar, günümüzde emperyalist dünya savaşının aldığı biçimin ifadesinden başka bir şey değildir. Emperyalist güçler, hâkimiyet kurmak istedikleri bölgelerde kendi önlerini açmak için etnik, dinsel, mezhepsel temellerde bir ayrıştırmaya gitmekten ve halkları birbirine karşı kışkırtmaktan geri durmamaktalar. Doğu Asya’dan Afrika’nın derinliklerine kadar uzanan birçok bölgede, yerel güçlerin de bir parçası olduğu emperyalist hegemonya kavgasının üzeri etnik, dinsel ve mezhepsel şalla örtülmeye çalışılıyor. Bu nedenle, son günlerde Pakistan’da, Irak’ta, Somali’de, Kenya’da, Nijerya’da peş peşe patlayan bombalar, ne adına ve kim tarafından yapılırsa yapılsın, gerçekte yürüyen emperyalist-kapitalist savaşın bir parçasıdır. Emperyalist hegemonya kavgasının gidişatında şu ya da bu biçimde rol oynayan El-Kaide türü uluslararası ağlar veya yerel örgütlenmeler, hiç kuşku yok ki büyük ölçüde kapitalist devletlerin taşeronu konumundadırlar. Savaştaki motivasyonlarından bağımsız olarak, tüm bu örgütler burjuva sistemin parçası konumundalar ve böyle oldukları için de bulundukları bölgelerde burjuva güçler arasındaki çatışmanın bir uzantısı haline gelmekteler.

Ancak hiçbir şekilde mutlak kontrol diye bir şey yoktur. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye üzerinden El-Kaide’nin ve diğer İslamcı örgütlerin Suriye’ye sokulması, silahlandırılması ve beslenmesine göz yuman ABD, gelinen aşamada bu örgütlerin fazlasıyla güçlenmesi ve kontrol edilememesi nedeniyle frene basmıştır. Bu nedenle, ÖSO’ya verilecek ağır silahların bu örgütlere gideceği kaygısıyla ABD ve İngiltere kararlarından şimdilik vazgeçmişlerdir. Lakin söz konusu emperyalist güçler, Esad’ın da fazladan güçlenmesini istemedikleri için Suriye’deki iç savaşı bir dengede tutmaya çalışıyorlar. Nitekim kimyasal katliam sonrasında gündeme gelen emperyalist müdahalenin kısmi olacağı, Esad’ın cezalandırılacağı ve rejimin ortadan kaldırılmasının amaçlanmadığının açıklanması, savaşı dengede tutma çabasının bir ifadesidir. Olası bir müdahaleyle ABD emperyalizmi gücünü gösterme şansı elde edecek, rakiplerine gözdağı verecek ve konumunun sorgulanmasının önüne geçmiş olacaktı. Ancak Rusya’nın diplomatik manevrasıyla, yani Suriye’nin kimyasal silahlarının teslimi önerisiyle hem yakın vadeli bir müdahale gündemden düşmüş hem de ABD zafer kazanmış pozlarına bürünerek zevahiri kurtarmıştır.

Ortaya çıkan durum, aslında başka bir olasılığa da işaret etmektedir. Suriye’de istediği koşullar henüz oluşmayan ABD emperyalizmi, geçici de olsa geri adım atabilir. Meselâ Rusya ile varılan anlaşma sonucunda, Esad’ın iktidardan uzaklaştırıldığı, ama rejimin yerinde kaldığı ve buna karşın muhalefetin Batılı kesimlerinin rejime eklendiği bir çözüm hiç de olasılık dışı değildir. Son günlerde İran ile ABD arasındaki ilişkilerde başlayan yumuşama da bu olasılığı kuvvetlendirmektedir. 30 yıldır içe kapanmayla ve Batılı emperyalist güçlerin uyguladığı ambargoyla boğuşan İran burjuvazisi, aynı zamanda ulaştığı sermaye birikiminin de bir gereği olarak içinde bulunduğu durumdan kurtulmak istemektedir. Nitekim İran Cumhurbaşkanı “reformcu” Hasan Ruhani’nin Birleşmiş Milletler kürsüsünden yaptığı konuşmada ABD’ye ılımlı mesajlar vermesi söz konusu dışa açılmanın bir göstergesidir. Üzerindeki baskıyı kırmak isteyen İran burjuvazisi, özellikle de onun dışa açılmayı savunan kanadı, atmak istediği adımlarda samimi olduğunu kanıtlamak için Ruhani’nin ağzından Yahudi soykırımını tanımaktan da geri durmamıştır.

İran’ın bu yönelimine ABD’nin de çeşitli tutumlarla yanıt verdiğini belirtelim. Meselâ, Hasan Ruhani BM kürsüsünde konuşurken Obama ve ABD heyeti daha önceki senelerin aksine salonu terk etmemiştir. Bilahare, otuz yıl sonra dışişleri bakanları karşılıklı, Ruhani ve Obama ise telefonda bir görüşme gerçekleştirmişlerdir. Bu görüşmede Hasan Ruhani’nin bilhassa El-Kaide’yi gündeme getirerek “aşırılara” karşı ABD ile birlikte mücadele etme önerisi dikkat çekicidir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde İran’ın nükleer programında atacağı adımlar eşliğinde başlayacak süreç, etkisini Suriye konusunda da gösterebilir. Fakat hiç kuşku yok ki, söz konusu olasılık gerçekleşse bile bu o kadar da kolay olmayacaktır. Zira İsrail ve ABD burjuvazisinin neo-con denen aşırı sağ kesimi, Obama’nın İran ile anlaşma olasılığına şimdiden muhalefet etmeye başlamışlardır.

Emperyalist güçler Ortadoğu’da kozlarını paylaşırken, savaş girdabının her geçen gün derinleştiği bölgede halklar onmaz travmalar yaşıyor ve büyük acılar çekiyorlar. Suriye meselesi dondurulsa ve geçici olarak bir çözüm bulunsa da Ortadoğu’daki paylaşım kavgası devam edecektir. Zira savaşın asıl amacı, Ortadoğu’da hangi emperyalist gücün veya kampın hâkimiyet kuracağının belirlenmesidir. Emperyalist hegemonya mücadelesinin önümüzdeki dönemde nasıl gelişeceği, bunun başka hangi biçimler alacağı, savaşın nasıl sonuçlanacağı hiçbir şekilde belli değildir. Şurası çok açık ki, eğer bölgenin işçi-emekçileri birleşerek ayağa kalkmaz ve kapitalizmi tarihin çöplüğüne göndermezlerse, emperyalist güçler arasında süren hegemonya savaşı Ortadoğu halklarına kan kusturmaya devam edecek.

Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Ekim 2013’teki 103 nolu sayısında yayınlandı.

Libya’da Kaos Derinleşiyor

Yaklaşık üç yıl önce emperyalist saldırının hedefi olan Libya’da, kelimenin tam anlamıyla bir keşmekeş hüküm sürüyor. Kaddafi’nin devrilmesiyle ülkeye “özgürlük ve demokrasi” getireceklerini iddia eden emperyalistler ve yerli burjuva güçler, elbirliğiyle, parçalanmış ve iç savaşın süreğen hale geldiği bir Libya yarattılar. Demokratik hak ve özgürlüklerini talep ettiği zaman Kaddafi’nin hışmına uğrayan ve üstüne kurşunlar yağan Libya halkı, bugün de emperyalist-kapitalist güçlerin yarattığı durumun bedelini ödüyor. İç savaşın ve emperyalist saldırının getirdiği yıkım tüm korkunçluğuyla yerli yerinde dururken, Libya, yeni bir iç savaşın içine çekiliyor. Eski bir general olan Halife Haftar liderliğindeki “Libya Milli Ordusu” 16 Mayısta “İslamcı terör örgütlerinin kökünü kazıma” iddiasıyla Bingazi’ye bir operasyon başlatmış ve bu operasyonda savaş jetleri bile kullanılmıştı. 18 Mayısta ise Haftar güçleri, başkent Trablus’da Meclis binasını basarak iktidarı ele geçirmeye çalıştılar.

Askeri polis güçleri denen bir savaş aygıtının başında bulunan ve Haftar’ın safına geçen Albay Muhtar Fernana, bir basın açıklaması yaparak parlamentoyu feshettiklerini, ortaya koydukları eylemin bir darbe olmadığını, Libya halkının taleplerini yerine getirdiklerini söyledi ve derhal seçimlere gidilmesi çağrısında bulundu. Haftar ise, Geçici Meclis olarak kabul edilen Milli Genel Kongrenin hedeflerine ulaşamayarak başarısız olduğunu ve Yargı Konseyi’nin seçimlere kadar bir yönetim komitesi oluşturması gerektiğini belirtti. Bu arada 60 kişilik “Anayasa Kurucular Meclisi” atandı ve bu meclisin yasamadan ve seçimlerin düzenlenmesinden sorumlu olacağı duyuruldu. Ancak bunlar olurken, Müslüman Kardeşler kökenli Adalet ve İnşa Partisinin de içinde yer aldığı hükümet, yerinde olduğunu ve görevlerine devam ettiğini açıkladı. Haftar’ın yürüttüğü operasyon tam anlamıyla hedefine ulaşmamış gözüküyor, ne var ki çatışmalar da sürüyor.

Haftar güçlerinin Meclisi basmasından sonra çatışmalar hem Trablus hem de ülkenin ikinci önemli kenti olan Bingazi’de şiddetlendi. Başlattığı operasyona “Libya’nın onur savaşı” adını veren Haftar, Libya’nın “teröristlere yataklık eden bir ülke olmasına” izin vermeyeceklerini, hedeflerinde radikal İslamcı güçler olduğunu, El-Kaide, Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcıları Libya’dan atacaklarını belirtiyor. Bu arada Kaddafi sonrasında oluşturulan ordunun önemli bir kısmı da Haftar’ın yanına geçmiş durumda. Tebruk hava üssünden donanma komutanlığına, özel kuvvetler komutanlığından birtakım milis örgütlenmelerine kadar önemli güçler ve bu arada ilginç bir şekilde Kaddafi yanlıları Haftar etrafında birleşmiş bulunuyorlar. Aslında Libya’da bildiğimiz anlamda düzenli bir ordu inşa edilebilmiş değil. İç savaş sürecinde aşiretlere, birtakım burjuva odaklara ve İslamcı güçlere bağlı onlarca milis ya da savaş örgütlenmesi ortaya çıkmış ve bunların bir kısmı daha sonra oluşturulan orduya bağlanmıştı. Nitekim kontrol altına alınamayan bu güçlerin bir kısmı Haftar’ın yanına geçerken, İslamcı örgütlere bağlı milisler ya da silahlı örgütlenmeler de hükümetin arkasında saf tutmuş durumdadır.

Haftar, 14 Şubatta bir darbe girişiminde daha bulunmuş ve fakat başarılı olamamıştı. Öyle gözüküyor ki üç aylık süre içerisinde köprünün altından çok sular akmış bulunuyor. ABD, Mısır ve Suudi Arabistan’ın yanı sıra içeride aşiretlerin, ordunun ve milis güçlerinin bir bölümünün Haftar’ın arkasında yer alması, 18 Mayıs darbe girişiminin boyutlarını ve ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Nitekim mevcut hükümetin 25 Haziranda seçime gidileceğini açıklaması ve akabinde yeni seçilen başbakan Ahmed Maatik’in ulusal diyalog çağrısı yaparak yumuşak bir siyaset izlemesi durumun ciddiyetine işaret ediyor.

Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, Müslüman Kardeşler’in ve diğer İslamcı güçlerin hükümette olmasından, Bingazi’de ortaya çıkan özerk yapının merkezi hükümetten bağımsız olarak petrol satışına girişmesinden ve merkezkaç güçlerin petrol yataklarını ele geçirme arzusundan bir hayli rahatsız olmuş gözüküyorlar. Bu nedenle Haftar’ın Müslüman Kardeşler’i de kapsayacak şekilde “İslamcı teröristlerin kökünü kazıyacağız” yönlü propagandası, Batılı emperyalist güçlerin hem Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikasından hem de Libya’da kendi denetimlerine girecek bir hükümet kurma girişiminden bağımsız düşünülemez.

Kaddafi sonrasında ne oldu?

Muammer Kaddafi, iç savaş sürecinde ve emperyalist saldırının hemen öncesinde Batılı emperyalist merkezleri ikna etmeye çalışırken, “ben gittikten sonra Libya’yı kontrol altına almak ve onlarca aşireti bir arada tutmak mümkün olmayacak” demişti. Zira Libya’da burjuva devlet tam anlamıyla kurumsallaşmış değildi. Libya devleti, esas olarak Kaddafi ailesi ve onun etrafını saran Kaddafi aşiretinin üzerinde yükseliyordu. Öyle ki Kaddafi, kendisine karşı başlatılan darbe girişimlerinin merkezi konumunda olan orduyu dağıtarak ortadan kaldırmış ve onun yerine, Afrika ülkelerinden getirttiği özel paralı silahlı güçleri geçirmişti. Bir taraftan askeri şiddeti öte taraftan ise petrolden gelen paraları kullanan Kaddafi, yıllarca aşiretleri kontrol altına almış, onlar arasında dengeyi sağlamış ve bu şekilde iktidarını sürdürebilmişti. Ayrıca Kaddafi, özellikle de 2005’ten sonra ABD, İtalya ve Fransa gibi emperyalist güçlerle petrol anlaşmaları yaparak iktidarını sağlama almıştı. Lakin “Arap Baharı” denen sürecin başlaması ve Batılı emperyalist güçlerin halk hareketlerini kullanarak Ortadoğu politikalarını hayata geçirme arzusu, bu durumun değişmesine neden oldu. Ülkenin ikinci büyük kenti olan Bingazi’de başlayan halk hareketinin yerini kısa zamanda aşiretlerin ve Kaddafi’den kopan burjuva güçlerin silahlı mücadelesi aldı. Hemen ardından ise Fransa öncülüğünde emperyalist saldırı başladı. Haftalarca süren emperyalist saldırı sonucunda Kaddafi linç edilerek öldürülürken, iktidarı Libya Ulusal Geçiş Konseyi aldı.

Emperyalist güçler akbabalar gibi Libya’ya üşüşüp petrol anlaşmaları yaptılar ve en yağlı parçaları kaptılar. Bu arada ise Libya’da başta radikal İslamcı örgütler olmak üzere pek çok silahlı örgüt peyda olmuştu. Emperyalist güçler, ABD’nin koordinasyonunda bu örgütleri ve Libya’daki silahları Suriye’de Esad rejimine karşı kullanmaya başladılar. Fakat Esad rejiminin yıkılamaması, buna karşın hem Libya’da hem de Suriye’de radikal İslamcı grupların oldukça palazlanarak Batılı emperyalistlerin denetiminden çıkması onlar açısından yeni bir soruna işaret ediyordu. Nitekim 11 Eylül 2012’de İslamcı gruplar ABD’nin Bingazi konsolosluğunu basarak, Kaddafi karşıtı muhalefeti örgütleyen ve daha sonra Libya’daki silahlı grupları Suriye’ye yönlendiren Christopher Stevens’ı üç elçilik görevlisiyle birlikte öldürdüler.

Merkezi yapının ortadan kalkması, İslamcı örgütlerin ve aşiretlerin tepesindeki “savaş ağalarının” kendi silahlı güçlerini kurarak iktidar kavgasına tutuşması Libya’daki keşmekeşi arttırdı. Kaddafi’nin düşmesinden sonra biçimsel olarak bir kurucu meclis ilan edildi ve anayasa hazırlanmaya başlandı. Lakin seçimler yapılmasına, cumhurbaşkanı ve başbakan seçilmesine rağmen düzen bir türlü dikiş tutmadı. Trablus merkezli hükümet, Libya’nın değişik bölgelerinde aşiretler ve İslamcı gruplar arasında süregiden çatışmaları kontrol altına alamadı. Aslında farklı burjuva kesimlerin çıkarları için savaşan pek çok milisin devletin yeniden örgütlenmesi sürecinde içişleri bakanlığına bağlanması oldukça anlamlıdır. Bir an önce Libya’da bir düzen inşa ettikleri mesajını vermek isteyen emperyalistlerin baskısı sonucunda ortaya çıkan iktidar, fazlasıyla biçimseldi ve “savaş ağalarının” koalisyonundan başka bir şey değildi. Hiç kuşku yok ki bu durum kalıcı olamazdı, olmadı. Pamuk ipliğine bağlı olarak şekillendirilen merkezi devlet örgütlenmesi kısa zamanda çözüldü. 2013’ün sonbaharında içişleri bakanlığına bağlı milis güçlerinden bir grubun Başbakan Ali Zeydan’ı kaçırması örneğinde olduğu üzere, çok sayıda burjuva kesim, aşiret ve silahlı grup arasındaki iktidar kavgası tam anlamıyla mafyatik karakter kazanmış durumdadır.

Bilhassa Bingazi’deki burjuva güçlerin 2012’de önce özerklik ilan etmeleri, bilahare hükümet kurduklarını açıklamaları, Libya’daki parçalanmışlığı derinleştirdi. Libya’nın doğusunda yer alan Bingazi ya da Barka denen bölge, önemli petrol yataklarına ve tesislerine ev sahipliği yapıyor. Dolayısıyla Libya’daki iktidar kavgasının ana merkezini Trablus ve Bingazi oluşturuyor. Nitekim Bingazi’yi kontrol eden burjuva güçler, kendi kurdukları petrol şirketi aracığıyla merkezi hükümetten bağımsız olarak petrol ihraç etmeye başladılar. Ancak ABD’nin de devreye girmesiyle, petrol yüklü gemiler açık denizde durdurularak merkezi hükümete teslim edildi ve Bingazi’deki güçlerin bu girişiminin önüne geçildi. Burada, radikal İslamcı grupların Bingazi’de yoğun bir şekilde faaliyet yürüttüğünü de vurgulamak gerekiyor. Nereden bakarsak bakalım Libya’daki siyasal tablo, tüm ülke ölçeğinde otorite kurmuş bir hükümetin olmadığını ortaya koyuyor. Özerklik ilan eden Bingazi’den sonra, şu ya da bu biçimde süregiden çatışmalara Haftar’ın eklenmesi ve çatışmaların derinleşerek yaygınlaşması söz konusu siyasal tablonun dışavurumudur.

İşte bu konjonktürde, kendi çıkarlarını garanti altına almak isteyen ABD ve Avrupalı emperyalistler, Haftar üzerinden harekete geçmişlerdir. Hiç kuşku yok ki Libya’ya dönük bu tutum değişimi, Batılı emperyalist merkezlerin Ortadoğu ve Kuzey Afrika siyasetinden bağımsız düşünülemez. “Arap Baharı”ıyla yeni bir fırsat bulduklarını düşünen bu güçler, ılımlı İslamcılar üzerinden bölgeyi dönüştürmeye giriştiler. Bu kapsamda Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslim) Mısır’da iktidara gelmesine de göz yumuldu. Ne var ki İhvan’ın ABD ve Avrupalı emperyalistlerin talep ettiği politik çizginin dışına çıkması ve bu arada Türkiye ile birlikte görece bağımsız tutum geliştirmesi, bu güçlerin tepkisiyle karşılaştı. İhvan’ın kendi projelerini topluma dayatması ve otoriter bir rejim kurmaya heves etmesi ise içeride geniş kitlelerin itirazına neden oldu. Tam da bu siyasal birleşim noktasında generaller, Batılı emperyalist güçlerin de desteğini alarak, yükselen halk hareketinin üzerine basıp bir askeri darbeyle İhvan’ı iktidardan indirdiler. Batılı emperyalistler, askeri rejim altında İhvan’ın kanlı bir şekilde tasfiye edilmesini de desteklediler.

Kuşkusuz Batılı emperyalist güçlerin “Arap Baharı”yla uygulamaya soktukları politikayı geri çekmelerinin bir başka nedeni de, bilhassa Ortadoğu ve Afrika’da radikal İslamcı güçlerin kontrol edilemez biçimde büyümesiydi. Bu nedenle, ABD ve Avrupalı emperyalistler, genel olarak İslamcı güçlere mesafe koyan bir siyaset değişikliğine gitmiş ve bu arada kendi çıkarlarına aykırı hareket eden İhvan’ı da harcamışlardır.

Libya’da ise İhvan kökenli partinin iktidar ortağı olması, cihatçıların giderek daha fazla palazlanması ve en önemlisi de petrol yataklarının kontrol altına alınamaması gibi hususlardan ötürü ABD, yedeğinde tuttuğu Haftar’ı iktidar değişikliği amacıyla ileri sürmüştür. 1978’de Çad’ı işgal eden Libya ordusunun başında bir general olan Haftar, yenildikten sonra Libya’ya dönmemiş ve Kaddafi karşıtı Libya Ulusal Kurtuluş Cephesine katılmıştı. 2011’de halk hareketi başladığında ise ABD tarafından Libya’ya gönderilmişti.

Haftar, İslamcı güçler karşısında “laik ve ulusal” bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Haftar ve arkasındaki güçler, “kökü dışarıda İslamcı teröristlerin gitmesi ve Müslüman Kardeşler’in Libya’da faaliyetlerine son vermesi” propagandasıyla operasyonlarını meşrulaştırmayı hedefliyorlar. Şurası çok açık ki derin bir uçuruma fırlatılan Libya halkının buradan çıkışı bugünkü koşullarda mümkün değildir. Keşmekeşin ve iç savaşın yıllarca sürmesi ve yeni emperyalist saldırıların gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Nitekim ABD’nin Libya açıklarına savaş gemilerini göndermesi ve “tahmin edilemez ve istikrarsız koşullar” gerekçesiyle vatandaşlarını Libya’yı terk etmeye çağırması bu olasılığın bir ifadesidir.

Libya’daki siyasal ve toplumsal tablo da gösteriyor ki, Somali’den Fildişi Sahilleri’ne, Suriye’den Afganistan’a, Mali’den Irak’a kadar emperyalistlerin saldırdığı ve çatışmaların sürüp gittiği yerlerde korkunç bir yıkım meydana gelmektedir. Kapitalist sistemin derin ve tarihsel bir krizle boğuştuğu ve emperyalist güçlerin yatırım, pazar ve enerji kaynakları üzerinde kıran kırana bir savaşa tutuştuğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı daha kara günler beklemektedir. Bu durumu tersine çevirmek elbette mümkündür. Ancak bunun için kapitalist sistemi alaşağı edecek bir mücadelenin örgütlenmesi gerekmektedir.

Utku Kızılok, ilk kez Marksist Tutum dergisinin Haziran 2014’deki 111 nolu sayısında yayınlandı.

Ortadoğu Savaşı

2003’te ABD emperyalizminin savaş makineleri Irak’ı yerle bir ederken, dönemin ABD başkanı Bush sonsuz bir savaş başlattıklarını açıklamıştı. Söz konusu ifade gelişigüzel bir şekilde telaffuz edilmiş değildi. Pek çok ABD sözcüsü benzeri ifadeler kullanmaktaydı ve onlar, fitilini ateşledikleri emperyalist savaşın bugünden yarına bitmeyeceğini ve değişik biçimler alarak on yıllarca sürebileceğini anlatmak istemekteydiler. Bizler kapitalizmin içine yuvarlandığı tarihsel krizi ve açmazı derinlemesine analiz etmiş, Balkanlar’da başlayan ve çeşitli biçimler altında devam eden, Afganistan ve Irak’la birlikte yeni bir aşamaya yükselen emperyalist savaşın tahripkâr sonuçlarını ve siyasal dengeleri nasıl değiştireceğini öngörmüştük. Pazar, yatırım ve enerji kaynaklarının yeniden paylaşılması ve emperyalist-kapitalist sistemin hegemonik gücünün yeniden tayin ve tesis edilmesi amacıyla başlatılan savaş, bugün esas itibariyle Ortadoğu’da yoğunlaşmış ve alabildiğine karmaşık bir Ortadoğu Savaşına dönüşmüştür.

Savaş, Ortadoğu halkları için tarifi güç korkunç bir katliam ve yıkım getirmekle kalmamış; bizzat bu yıkıma yol açan emperyalist barbarlığın, kapitalist çürümüşlüğün ve umutsuzluğun bir sonucu olarak, son derece ilkel vahşet sahneleri sergileyen tepkisel hareketler de ortaya çıkarmıştır. İşte Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) denen gözü dönmüş cani örgüt, bu gerçekliğin sonucudur. Dolayısıyla emperyalist güçlerin, IŞİD benzeri örgütlerin sahnelediği ilkel vahşeti kendi suçlarını saklamak amacıyla kullanmaları tam anlamıyla riyakârlıktır. Afganistan ve Irak’ı en gelişmiş savaş uçaklarıyla yerle yeksan edip yüz binlerce insanı katleden, üstelik bunu aksiyon filmi gibi televizyonda canlı yayın eşliğinde sunan emperyalist barbarlıkla, insanların kafalarını keserek ilkel bir vahşet sergileyen IŞİD gibi gerici hareketler kapitalist çürümüşlüğün değişik ifade biçimlerinden başka bir şey değildir.

Ortadoğu kelimenin gerçek anlamıyla bir cehenneme dönerken, sürüp giden savaş da son derece karmaşık bir boyut kazanmış durumda. Ortadoğu savaşı hâlihazırda siyasal dengeleri değiştirmiş; Irak’la Suriye arasındaki sınırı fiilen ortadan kaldırmış ve ortaya yeni güç odakları çıkartmıştır. Ortadoğu’da tam bir keşmekeş hüküm sürmektedir ve savaşın ne zaman sonuçlanacağı, siyasi dengelerin yeniden nasıl kurulacağı belirsizdir. Daha şimdiden 11. yılını geride bırakarak her geçen gün genişleyen Ortadoğu’daki savaşın, kapitalizmin tarihsel krizi nedeniyle bugünkünden daha büyük bir yıkıma ve çürümeye yol açarak uzun bir süre daha devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. IŞİD türü örgütlerin peyda olup muazzam büyüklükteki toprakları ele geçirip buralarda otorite kurabilmesi ya da kendini devlet ilan edebilmesi, sürecin kaotik niteliğini gözler önüne sermektedir.

IŞİD, Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u aldıktan ve kendini devlet ilan ettikten sonra, devam eden saldırılarda ayrıca birçok kenti, yerleşim alanını ve bölgeyi ele geçirmiştir. İslam adı altında gözü dönmüş bir saldırganlık sergileyen bu mezhepçi örgüt, yarattığı dehşetle insanları sindirmek ve teslim almak istemektedir. Ezidi ve Hıristiyan gibi Müslüman olmayan azınlıkları ya da Şiileri katlederek, özellikle Sünni kitlelerin tarihsel önyargılarını harekete geçirmek ve kendini meşrulaştırmak istemektedir. Bir taraftan Ezidi Kürtlerin yaşadığı Şengal başta olmak üzere Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ve aynı zamanda Rojava’nın topraklarını ele geçirmek için katliam yaparken, öte taraftan da Suriye’nin batısına doğru ilerlemektedir. Suriye’de Halep’in kuzeyinden başlayarak Rakka, Haseke’nin güneyi ve Deyr ez Zor vilayetlerini ele geçiren örgüt, son olarak Rakka havaalanında da kontrolü sağlamış durumda.

IŞİD’in, Sünni Arapların desteğiyle Musul merkezli bir İslam Devleti ilan etmesi Irak’taki fiili bölünmeyi derinleştirmiştir. IŞİD’in bugünkü düzeyde sahne alması, başka bir tarihsel gelişmenin daha önünü açmış ya da eninde sonunda gerçekleşecek olan şeyi hızlandırmıştır. Bu, PKK’nin Kandil’den inerek Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin topraklarını savunması ve böylece Irak’taki iç savaşın bir parçası haline gelmesi, IŞİD karşısında dört ayrı ülkenin sınırlarında kalan Kürtlerin askeri güçlerini birleştirmeleri ve Rojava’dan Güney Kürdistan’a kadar bir direniş hattı kurulmuş olmasıdır. Hiç kuşkusuz bugünkü Ortadoğu savaşının en önemli aktörlerinden biri Kürtlerdir. Bugünkü konumlarıyla Kürtler, yüzyıl öncesindeki koşullardan tamamen farklı bir yerde durmaktalar. Ortadoğu’da yeniden çizilecek sınırlar ve kurulacak siyasal dengelerde, özellikle kendi ulusal gelecekleri konusunda önemli bir rol oynayacakları tartışmasızdır.

IŞİD ve emperyalist-kapitalist güçler

Son birkaç aydır siyasal analizler yapılırken en çok sorulan sorular şunlardır: IŞİD kimdir, arkasında kimler vardır ve nasıl oluyor da bu denli destek bulup hızlı bir şekilde ilerleyerek pek çok kenti kontrol altına alabiliyor? Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez ülkelerinden IŞİD’e büyük miktarlarda para ve silah aktığı bir gerçektir. Bu destekçilere AKP yönetimindeki Türkiye’yi de eklemek gerekmektedir. ABD’nin bu ülkelerde çok önemli askeri üsleri olduğu ve bilhassa gerici Arap rejimlerini desteklediği malûm. Meselelere yüzeysel bakan biri, bu fotoğraftan şu sonucu çıkarabilir: Söz konusu ülkelerin üzerinde ABD’nin büyük bir siyasal ağırlığı vardır ve dolayısıyla IŞİD ABD’nin beslemesidir! Meselenin bu kadar basit olmadığı, fotoğrafın arkasında başka karmaşık süreç ve ilişkilerin olduğu bir gerçektir. IŞİD’in yaptığı bazı şeylerin ABD’nin de işine yaraması, onun ABD’nin kuklası olduğu anlamına gelmez. Ancak açık olan bir gerçek var ki, IŞİD’in katliamlarla sahneye çıkması ABD’nin hayli işine yaramıştır. Irak savaşıyla meşruiyetini kaybeden ABD emperyalizminin, şimdi önü alınamayan katliamcı IŞİD’i durdurmak amacıyla Ortadoğu’ya “kurtarıcı” olarak dönmek istediğine ve prim yaptığına şahit olmaktayız.

Aslında bugünkü karmaşık durumu anlamak için Irak ve Suriye’deki iç savaş sürecine, olayların gelişim çizgisine, aldığı değişik yön ve biçimlere bakmak gereklidir. Hatırlanacağı üzere ABD emperyalizmi 2003’te Irak’ı işgal ettikten sonra Saddam Hüseyin rejimi yıkıldı. Yeni, özgür ve demokratik bir Irak kurma iddiasında olan ABD, Sünni burjuvazinin egemen olduğu devlet yapısını neredeyse tamamen parçaladı ve Şiilerin egemenliğinde yeni bir devlet mekanizması kuruldu. ABD’nin işgaliyle birlikte Irak, bugünkü kadar net çizgilerle olmasa da Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında fiilen üçe bölünmüş durumdaydı. Sünni egemen kesimler, dışlanmalarının da bir sonucu olarak yeni kurulan iktidarın bir parçası olmayı reddederken, özellikle Baas rejimi unsurları ABD’ye karşı bir direniş hareketi örgütlediler. İrili ufaklı çok sayıda İslamcı örgüt de işgale karşı yürütülen direniş içinde yer aldı. İşte bugünkü IŞİD, o dönem işgale karşı verilen mücadelede yer almış örgütlerin içinden çıktı.

İslamcı örgütlerin taban bulup güçlenmesini sağlayan şey, ABD emperyalizminin Irak halkına, bilhassa da direniş bölgelerindeki Sünni Araplara karşı uyguladığı tarifi mümkün olmayan zulümdü. ABD askerleri, Felluce’yi yerle bir edip büyük bir katliam gerçekleştirirken, bu katliamda seyreltilmiş uranyum kullanmaktan bile çekinmediler. İşgal boyunca Irak halkı korkunç bir şekilde aşağılandı, horlandı ve kurşunların hedefi haline geldi. Milyonlarca insan, adeta bir cehennem çukuruna atılmışçasına kendini değersiz ve umutsuz hissediyordu. Ebu Garip Cezaevinde ABD askerlerinin Iraklı tutsaklara yaptığı işkenceler ise insanın kanını donduruyordu. Savaşın yarattığı yıkım, sürüp giden karmaşa, işgalci emperyalist güçlerin aşağılamaları ve giderek büyüyen umutsuzluk doğal olarak kitleleri tepkisel bir çizgiye itmiş ve işgale karşı direniş sergileyen İslamcı örgütler de bu tepkiyi örgütlemişlerdir. Bir komünist hareketin ve onun öncülüğünde bir direniş hareketinin olmadığı koşullarda, emperyalist savaşın yarattığı cehennem, tam da kendi doğasına uygun olarak, son derece gerici ve akıldışı olana can vermiş ve onu büyütmüştür. Hiç kuşku yok ki, gerek Afganistan gerekse Irak’taki işgallerden ve devam eden emperyalist katliamlardan sonra İslamcı örgütler daha da radikalleşmiş, tepkisellik onları daha da gericileştirmiş ve en akıldışı uygulamalarla kendilerini ifade etmeye başlamışlardır. IŞİD ve benzerleri, çağımızın garabeti ve aynı zamanda emperyalist kapitalist sistemin çürümüşlüğünün bariz görünümlerinden biridir.

Başta emperyalist güçler olmak üzere çok sayıda ülkenin istihbarat servislerinin bu tip örgütlerin içine sızmaması ya da bunlarla bir biçimde bazı işler tutmaması imkânsızdır. Tüm kapitalist güçler kendi gizli servis elamanlarını bu tip örgütlere yerleştirerek onları manipüle etmek isterler. Geçmişte ABD’nin kendi çıkarları için bu tip örgütleri nasıl örgütlediğini veya bugün Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri ve Türkiye’den bu örgütlere mali kaynak ve silah akıtıldığını biliyoruz. Lakin bu gerçeklik doğrudan doğruya söz konusu örgütleri o ülkelerin kuklası haline getirmiyor. Gerici içeriğinden bağımsız olarak, radikal İslamcı örgütlerin programları ve hedefleri var ve yüzlerce insan, çıkışsızlığın ve yanılsamanın ama neticede bir şeyler yapma arzusunun sonucu olarak bu örgütlerde savaşmaya gidiyorlar. Ancak bu örgütler kapitalist düzenin bir parçası konumunda olan örgütlerdir. Bizzat savaş ve karmaşa ortamının boşluğunda hayat bulan bu örgütler, tuttukları alanlarda kendi “savaş beylikleri”ni kurmakta, düzen içi ama devlet dışı aktörler olarak şekillenmektedirler. Bu durumları, kendi çıkarları temelinde nüfuz alanlarına ya da savaş bölgelerine müdahale etmek isteyen emperyalist-kapitalist güçlerin de işine gelmektedir. Dolayısıyla ABD’den Suudi Arabistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye kadar birçok ülke, bu örgütlerle taşeronluk temelinde bir ilişki kurmaktan geri durmuyor.

İşte bu örgütlerle Suriye iç savaşında da bu şekilde bir ilişki kuruldu. IŞİD dâhil pek çok İslamcı örgüt, ümmetçi bir motivasyonla da dolarak, emperyalist-kapitalist güçlerin yönlendirmesi ve ön açmasıyla Suriye’ye “kâfir” Esad rejimine karşı savaşmaya gitti. Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri ve Türkiye zaten bağlantılı oldukları bu örgütlerin önünü açtılar, muazzam mali kaynaklar ve silahlar aktardılar. İslamcı militanların Suriye’ye geçişi için her türlü kolaylığı sağladılar, sağlıyorlar. Esad rejiminin düşmesini isteyen Batılı emperyalist güçler de bu desteğe göz yumdular. Daha önce Afganistan’da, Balkanlar’da, Çeçenistan’da savaşmış, tabiri caizse “kafayı sıyırmış” ve hayata tutunamamış İslamcı militanlar da Suriye’ye aktılar. IŞİD, El Nusra ve diğer radikal İslamcı örgütler Suriye iç savaşıyla birlikte hem büyüdüler hem de savaş koşullarından dolayı giderek daha fazla gericileşip vahşet saçmaya başladılar. Savaşın ve emperyalist-kapitalist güçlerin palazlandırdığı bu örgütler, ele geçirdikleri topraklar üzerinde kendi emirliklerini ilan etmeye ve hatta bu temelde kendi aralarında savaşmaya da giriştiler. Zaten Irak’ın Suriye sınırındaki bazı toprakları kontrol eden IŞİD, Suriye’de de önemli bölgeleri kontrol etmeye başladı. Bu bölgelerin bir kısmından petrol çıkarıldığını ve bunun satışından önemli bir gelir elde edildiğini de vurgulamak lazım. Irak kökenli olması nedeniyle IŞİD, bilhassa yurtdışından gelen militanların ağırlıkta olduğu El-Kaide/El-Nusra gibi örgütlerden farklıdır ve bu farklılık kendini somutta da dışa vurmaktadır.

IŞİD’in elindeki petrolü satın almasından ve onun kontrol ettiği bölgelere bulaşmamasından ötürü IŞİD’i Esad rejiminin desteklediği de dile getirilmektedir. Aslında bu da pekâlâ mümkündür. Neticede her ülke, IŞİD benzeri güçleri kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmaz. Unutmayalım ki, kapitalist düzende ve özellikle savaş bataklığına dönüşmüş Ortadoğu’da burjuva güçler, aynı anda birbiriyle iş tutup ama aynı zamanda müttefik saydıklarının ayağına kurşun sıkmaktan geri durmazlar. Nitekim Esad tarafından desteklendiği söylenen IŞİD’in yüzlerce rejim askerini kurşuna dizmesi bu gerçekliği gözler önüne seriyor. Egemen güçlerin taşeronu haline gelen söz konusu örgütlerin de kendi ölçeklerinde ve işlerine geldiği sürece, iş tuttukları ülkeleri kullandıklarını bir kenara atmamak lazım.

Irak kökenli IŞİD’in önemli bir güç haline gelmesi, hiç kuşku yok ki başka ittifak arayışlarını da beraberinde getirmiştir. Nitekim Irak’taki Sünni egemen güçlerin önemli bir bölümünün ve Saddam’ın eski generallerinin IŞİD ile ittifak yapması da bu gerçekliğin ifadesidir. Irak’ta %18 nüfusu temsil eden ve son 11 yıldır Şiilerin egemenliğindeki devletin baskısı altında olan Sünniler, 2011’den itibaren kendi federal bölgelerini ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Ne var ki bunun IŞİD ile bir ittifak temelinde hayata geçirilmek istenmesi, Sünni egemen güçler arasında bazı kırılmaların ve saf değiştirmelerin olabileceğine, böylece bir kısmının IŞİD ile ittifak yaparak ön aldığına işaret etmektedir. Musul’un IŞİD’in eline geçmesinden hemen sonra, meselâ Türkiye’de siyasi sürgün olan Tarık Haşimi gibi Sünni egemenler, olup biteni bir “Sünni halk devrimi” olarak selamlamaktan geri durmamışlardır. Ancak öyle gözüküyor ki bir ittifak temelinde Musul’u ele geçiren IŞİD, müttefiklerinin siyasi planlarını pek de dikkate almadan, tez zamanda İslam Devleti ve Halifelik ilan etmiştir.

Yine IŞİD’in Musul’daki Türkiye konsolosluğunu ele geçirerek konsolosluk çalışanlarını rehin alması, benzer şekilde, ittifak kurduğu çevreleri dikkate almadan hareket ettiğini göstermektedir. Bugün daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki Türkiye ve AKP, Sünni egemen güçlerin planlarından ve IŞİD’in Musul’u ele geçireceğinden haberdardır. Lakin AKP, IŞİD’in konsolosluğu alacağını beklemiyordu. Hiç kuşkusuz IŞİD’le birlikte yeni bir boyut kazanan Ortadoğu’daki savaş, AKP’nin dış politikada ne denli sıkıştığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Osmanlı hülyalarıyla Ortadoğu’da nüfuz sahibi olmayı arzulayan AKP, Esad rejiminin çökmemesi ve Mısır’da İhvan’ın iktidardan devrilmesiyle zaten büyük bir sıkışıklığın içine düşmüştü. Şimdilerde, IŞİD’in akıl almaz bir vahşet eşliğinde ilerlemesi ve ele geçirdiği topraklarla dengeleri değiştirmesi AKP’yi yeni bir çıkmazla karşı karşıya getirmiştir. Zira Türkiye’nin IŞİD ve El-Nusra dâhil radikal İslamcı örgütleri desteklediğini, muazzam para ve silah aktardığını, bu örgütlere katılmak üzere gelen militanları kendi sınırından geçirdiğini, içeride ise kimi yardım derneklerinin militan topladığını cümle âlem bilmektedir.

Bilhassa İslamcı örgütlerin Suriye’de büyümesi ve hatta Batılı emperyalist güçlerin desteklediği muhalefeti bastırmaya girişmesinden sonra, ABD ve Avrupa ülkeleri İslamcı örgütlere gideceği kaygısıyla yardımları kesmiş ve Türkiye’nin politikasını da hedefe koymuşlardı. IŞİD’in sahneye çıkıp Kürt bölgesi başta olmak üzere her tarafa saldırması ve dengeleri değiştirmesi, kendi çıkarlarının tehlikede olduğunu gören ABD ve Avrupalı emperyalistleri harekete geçirmiş ve AKP yoğun bir şekilde eleştirilerin hedefi haline gelmiştir. Son günlerde gerek ABD gerekse İngiltere’nin en önemli ve emperyalist mahfillerle içli dışlı gazeteleri AKP’nin IŞİD’i desteklediğini dile getirerek onu topa tutmaktadırlar. Yardımların ve militanların hangi yollarla gönderildiği ayrıntılarıyla işlenirken, AKP’nin Sünni eksenli mezhepçi politikası da teşhir edilmektedir.

Değişen çıkarlarından dolayı ABD, şimdilik Irak’ın bölünmesine, dolayısıyla Sünnilerin ve Kürtlerin ayrılmasına, Şiilerin ise baskıcı politikalarla bu yolda onlara çanak tutmasına karşı çıkmaktadır. Bu nedenle Irak’ta tüm kesimleri kapsayan bir hükümet kurulmasından yana tutum almış ve bu noktada İran ile birlikte hareket etmiştir. Keza, IŞİD’in saldırısı altında olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yardım noktasında da ABD ve İran yan yana düşmüştür. Zira ABD, nüfuzu altındaki Kürt bölgesini kaybetmek istemezken, molla rejimi ise Şiileri hedef alan ve dengeleri değiştirerek İran’ın Irak’taki çıkarlarına darbe vuran IŞİD’in karşısında yer almaktadır. Nitekim ABD hava desteğiyle IŞİD’i vururken, Kürdistan yönetimine açıktan silah yardımı yaptığını duyuran ilk ülke İran olmuştur. Ortadoğu’nun lideri olmaya soyunan AKP yönetimindeki Türkiye, tüm bu süreçte pek ortalarda gözükmemiş ve daha da önemlisi dikkate alınmamıştır. En önemlisi de ABD, radikal İslamcı örgütlere yardımları kesmesi, militanların geçişlerini engellemesi ve IŞİD’e karşı kurulacak savaş koalisyonuna katılması için AKP’ye baskı yapmaktadır.

AKP ise şu an için beklemeyi seçmiş gözükmektedir. Tüm gelişmeler, boyundan büyük heveslere kapılan ve saldırgan bir emperyalist politika izleyen AKP’nin çıkışsızlığına işaret etmektedir. Ancak Erdoğan ve Davutoğlu’nun AKP’nin tepesinde yaşanan değişim sürecinde yaptıkları konuşmalarda ortaya koydukları emperyalist perspektif, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde de fazlasıyla heveskâr ve maceracı emperyalist politikaya devam edeceğini gösteriyor. Tarih tekerrür etmez, ama birçok açıdan benzeri durumlar yaratır. AKP’nin maceracı emperyalist politikasıyla, Osmanlı’yı parçalamaya götüren İttihat ve Terakki paşalarının yayılmacı politikaları arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Ortadoğu ve Kürtler

IŞİD’in Musul, Tikrit ve diğer birçok bölgeyi alması ve Irak merkezi ordusunun tarihi petrol kenti Kerkük’ü bırakıp kaçmasının ardından Peşmergenin Kerkük’e yerleşmesiyle birlikte Irak, tartışmasız bir şekilde fiilen üçe bölündü. Böylece uzun bir süredir Irak merkezi yönetimi ile Kürtler arasında ihtilaf konusu olan Kerkük, kendiliğinden Kürt yönetiminin eline geçmiş oldu. Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesi ve ortaya çıkan bu siyasal tablo, Kürtlerin bağımsızlığının önünü daha fazla açtı. Nitekim Barzani liderliğindeki Kürt yönetimi, daha yüksek sesle bağımsız Kürdistan’dan söz etmeye başladı. Ancak ABD ve Avrupalı emperyalistlerin çıkarları şu anki konjonktürde bağımsız bir Kürt devletinden yana olmadığı için Barzani şimdilik frenlenmiştir. Bölgesel veya büyük emperyalist güçlerin desteğini almamış bir Kürt devletinin bugünkü Ortadoğu’da tutunabilmesi pek mümkün gözükmemektedir. Nitekim IŞİD’in saldırıları da bu gerçekliği gözler önüne seriyor.

Musul’u alan IŞİD’in Kerkük ve civarına saldırarak başta Ezidiler olmak üzere Kürtleri katletmesi, birden bire ortaya bambaşka bir tablo daha çıkardı. Kürdistan Bölgesel Yönetiminin ordusu Peşmergenin kaçması ve IŞİD’in girdiği yerleşim yerlerini yerle bir ederek binlerce kişiyi katletmesi ve on binlerce Ezidinin Şengal Dağı bölgesinde sıkışıp kalması Kürt halkında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Buna mukabil PKK güçlerinin devreye girerek Mahmur’u IŞİD’den alması ve Rojava’daki PYD’nin askeri kanadı YPG ile birlikte bir koridor açarak Şengal bölgesindeki Ezidileri kurtarması dört parçadaki Kürt halkı nezdinde büyük bir takdir toplamıştır. PKK’nin Türkiye’nin ötesinde savaşa girmesi ve dört parçadan Kürtlerin Kerkük Savunma Güçleri adı altında bir askeri güç oluşturmaları tarihi önemde bir gelişmedir. Ortadoğu savaşı Kürtlerin birliğine giden yolu açarken, Barzani karşısında Türkiye’deki Kürt hareketinin elini de oldukça güçlendirmiştir. Bu durum, kendi çıkarları temelinde AKP ile işbirliği yapan, bu nedenle de Rojava’da PYD’nin denetimini kırmaya ve PKK’yi etkisizleştirmeye çalışan Barzani’nin liderliğine ve aynı zamanda AKP’nin siyasetine vurulmuş ağır darbedir.

Tam da Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü içindeyken, yüzyıl öncesinin koşullarındaki Kürtler ile yüzyıl sonrasının koşullarındaki Kürtleri karşılaştırmak anlamlı olacaktır. Yüz yıl önce Kürtler ekonomik ve sosyal gelişmemişliğin çıkmazında boğuşuyorlardı; nüfusun ezici çoğunluğu birbirinden kopuk bir şekilde köylerde yaşıyordu. Dolayısıyla Kürtler, gelişmiş ve modern toplumsal ilişkilerin hâkim olduğu kentlere sahip değillerdi. Tüm bunların bir sonucu olarak Kürt hareketi, ya bir avuç aydın hareketi olmanın ya da geleneksel aşiret isyanları biçiminde ortaya çıkmanın ötesine geçemedi. Oysa bugün, yüzyıl sonra tümüyle bambaşka koşullar söz konusu. Irak’taki Kürtler fiilen bağımsız bir yapıya sahipler. Suriye’de (Rojava) başka bir Kürt devletinin temelleri atılmış durumda. Ulusal mücadelenin sonucu olarak Türkiye Kürtleri geri dönüşü olmayan ulusal bir bilinç kazanırken, Kürt hareketi, yüzden fazla belediyenin yönetimini elinde tutmaktadır. Meselâ Diyarbakır’ın nüfusu yaklaşık iki milyonken, diğer birkaç kentin nüfusu ise bir milyona yakındır. Tüm Kürdistan’da artık modern kapitalist ilişkiler ağır basmaktadır ve zaten bunun bir sonucu olarak, dört parçada da modern Kürt hareketleri ortaya çıkmıştır. Yani neresinden bakarsak bakalım, önemli kazanımlar elde etmiş ve kendi silahlı gücünü oluşturmuş bir Kürt halkından söz etmekteyiz.

Evet, yüz yıl öncesinden farklı koşullar hüküm sürmektedir ve dolayısıyla Kürtler, özellikle bugünkü Ortadoğu koşullarında önemli bir siyasi aktör haline gelmişlerdir. Ortadoğu’da kapitalist ilişkilerin derinleşmesini ve emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonunu arzulayan emperyalist güçler açısından da, modern bir yapıya sahip Kürt hareketlerinin varlığı önemlidir. Bu nedenle de Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Kürtlerin önemli bir yer tutacağı açıktır. Ancak şunu da vurgulamak lazım: Ortadoğu’yu bir cehenneme çeviren ABD ve Avrupalı emperyalistlerin, kendi suçlarını temizlemek ve kendi çıkarlarını garanti altına almak amacıyla Kürtleri kullanmak isteyecekleri de bir gerçektir. Nitekim Batılı emperyalist güçlerin IŞİD karşısında Kürtlere silah yardımı yapması ve Batılı gazetelerin Kürtlerin Batı’nın piyadeleri olduğunu yazıp çizmeleri boşuna değildir.

Kürtlerin ortak bir savunma gücü oluşturmaları ve kendi topraklarını savunmaları, özellikle Türkiye’deki Kürt sorununu doğrudan etkileyecektir. Son gelişmeler, Türkiye ve AKP’nin tüm kaçış yollarını kapatmakta ve onu daha fazla sıkıştırmaktadır. Ortadoğu’da süreç TC egemenlerinden yana değil Kürt halkından yana işlemektedir.

Şu gerçeği de vurgulamak gereklidir: Ortadoğu’da böylesi bir savaş sarmalı ve kargaşa hüküm sürerken Kürtlerin buradan sıyrılarak bir istikrar ve barış adası yaratmaları mümkün değildir. Emperyalist-kapitalist sistem derin bir krizle boğuşurken ve emperyalist savaş yayılırken Ortadoğu’daki savaşın bugünden yarına bitmeyeceği açıktır. Tersine, tüm olgular bu savaşın daha da derinleşeceğine, kaosun uzun yıllar süreceğine işaret etmektedir. Ortadoğu’daki emperyalist savaş korkunç dramlar yaratmıştır. Yüz binlerce insan katledilmiş, milyonlarcası yerini yurdunu terk etmiş, tarihi kentler dâhil olmak üzere onlarca yerleşim yeri yerle bir edilerek büyük ölçüde insansızlaştırılmıştır. Savaşın ateşlediği mezhep kavgası halkları tehdit etmektedir. Yani nereden bakarsak bakalım kapitalist düzen çerçevesinde bir çıkış yolu gözükmemektedir. Bu savaş bataklığından tek bir çıkış yolu var. O yol, Ortadoğu işçi sınıfının birleşerek tüm egemenleri yarattıkları savaş bataklığına gömmesidir. Ortadoğu’da emekçi halkların bir Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonu altında bir araya gelmesi kesinlikle hayal değildir. Savaşlara neden olan, mezhep ve ulusal ayrılıkları kışkırtan, bir tarafta sömürenler öte tarafta ise sömürülenler yaratan, açlık ve sefaleti bir tarafta muazzam zenginliği ise öte tarafta toplayan kapitalizm yıkıldığında ancak barış gelebilir ve tüm insanlar huzur bulabilir. Kapitalizm yıkıldığında tüm halklar özgür olacak ve tüm insanlar her türlü inançlarını özgürce hayata geçireceklerdir.

Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Eylül 2014’teki 114 nolu sayısında yayınlandı.

Yemen’de Derinleşen Siyasal Çıkışsızlık

Kapitalist sistemin içine yuvarlandığı tarihsel kriz ve ona bağlı olarak gelişen emperyalist savaş, emperyalist paylaşıma konu olan tüm bölgelerde verili siyasal istikrarı bozarak yeni çatışma alanlarının doğmasına neden oluyor. Yemen’de egemen güçler arasındaki iktidar mücadelesi ve günden güne derinleşen siyasal istikrarsızlığın yeniden bir iç savaş olasılığı doğurmuş olması bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Hiç kuşku yok ki kendi çıkarları için Yemen’deki iktidar kavgasının değişik cephelerinde saf tutan emperyalist-kapitalist güçler, ortaya çıkan siyasal buhranın doğrudan sorumlusudurlar.

Ülkedeki Şiilere dayanan Husi ya da diğer adıyla Ensarullah Hareketi, 21 Eylül 2014’te başkent Sana’yı büyük ölçüde ele geçirdi. Petrol fiyatlarının yüzde 30 indirilmesi ve tüm toplum kesimlerini kapsayacak yeni bir hükümet kurulması başta olmak üzere birçok talep ileri sürdü. Ancak Husilerin talepleri karşılanmazken, siyasal kriz gün geçtikçe derinleşti. Husi Hareketine bağlı militanlar Ocak ayının ortalarında Sana’daki cumhurbaşkanlığı sarayını kuşattı ve bir hafta geçmeden Başbakan Halid Mahfuz Bahhah hükümeti, bilahare Cumhurbaşkanı Abdurrabu Mansur Hadi istifa etti. Böylece yönetim fiilen Husilerin eline geçmiş oldu.

İstifalardan sonra yeni bir hükümetin kurulması ve yeni bir anayasanın hazırlanması doğrultusunda egemen güçler arasında sürdürülen pazarlıkların sonuç vermemesi üzerine Husiler, ortaya çıkan siyasal boşluğu doldurmak ve diğer tüm kesimleri kendilerine tâbi kılmak amacıyla harekete geçmiş bulunuyorlar. 6 Şubatta Cumhurbaşkanlığı sarayında yapılan bir toplantıda, Ensarullah Hareketinin denetimindeki Devrim Komiteleri bir anayasa bildirisi açıkladı. Meclisi fesheden sözümona bu Devrim Komiteleri, meclisin yetkilerini üstlenecek 551 kişilik bir Ulusal Geçiş Konseyi, cumhurbaşkanının yetkilerine sahip olacak 5 kişilik bir kurul ve ayrıca Ulusal Güvenlik Konseyi oluşturdu.

Ancak hem içerideki çok sayıda güç odağı hem de ABD, AB ve Suudi Arabistan gibi güçler, Husilerin iktidarı şekillendirmesine karşılar. Buna karşın İran ve onun dolayımıyla Rusya ve Çin’in Husileri desteklediğini belirtmek lazım. Yemen, Arap Yarımadasının güneybatı ucunda, yani Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı bölgede yer almaktadır. Dünya ticaretinin önemli bir kısmı Aden Körfezi yolu kullanılarak yapılmaktadır. Petrol sevkiyatı başta olmak üzere uluslararası deniz ticaretinin kontrol edilmesi bakımından Yemen’in konumu oldukça önemlidir. Hem bu konumundan hem de farklı mezhep ve aşiretler arasında sürüp giden iktidar kavgasından ötürü Yemen, nüfuz alanları yaratmak isteyen emperyalist-kapitalist güçlerin ilgi odağı olmaktadır.

Yemen’de siyasi dengeler

Kapitalist açıdan az gelişmiş bir ülke olan Yemen’de, nüfusun neredeyse %75’i kırsalda yaşamaktadır ve toplumda aşiret bağları oldukça güçlüdür. Nüfusun yaklaşık %40’ı Şii mezhebinin Zeydi koluna bağlıyken, Sünni inancında olanlar toplumda çoğunluğu oluşturmaktadır. Kırın henüz çözülmemiş oluşu, gerçek anlamda bir kentleşme sürecinin gerçekleşememesi, dolayısıyla aşiret ve mezhep yapısının güçlü kalması, egemenler arasındaki iktidar kavgasının biçimini de belirlemektedir. Bundan dolayı egemen güçler arasındaki iktidar kavgası modern burjuva kurumlardan ziyade, güçlü aşiretler ve mezhepler üzerinden yürütülmektedir. Hiç kuşkusuz aşiret ve mezhep kavgası biçimini alan çatışmalar, aslında egemen güçlerin çıkar çatışmasından başka bir şey değildir. Bu durum devlet kurumlarını da şekillendirmekte, meselâ devlet ve özellikle ordu, aşiret ve mezhep kavgalarına paralel olarak yarılabilmektedir.

Aşiretlerin güçlü olması ve bazı bölgelerde kontrolü ellerinde tutmalarından dolayı merkezi devlet yapısı Yemen’de daima zayıf kalmış ve bu durum çatışmaları beslemiştir. Aşiretlerin ülke siyasetinde bu denli baskın olmasının bir başka nedeni, hiç kuşkusuz emperyalist-kapitalist güçlerin bu aşiretler üzerinden kendi çıkarlarını egemen kılmak istemeleri ve dolayısıyla onları destekleyip beslemeleridir.

Hâlihazırda Suudi Arabistan ve İran, Sünni ve Şii mezhepleri üzerinden Yemen’de nüfuzlarını artırmak amacıyla kıran kırana bir kavga veriyor. Meselâ Suudi Arabistan bazı aşiretleri İran’ın desteklediği Ensarullah/Husi Hareketine karşı kullanıyor. Husiler bu aşiretlere, Müslüman Kardeşler’in Yemen uzantısı olan Islah Partisine ve aynı zamanda El-Kaide’ye karşı savaşıyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler’e cephe alarak askeri darbeyi destekleyen Suudi Arabistan, kendi çıkarları temelinde Yemen’de Islah Partisini desteklemekten geri durmuyor. Ancak yıllarca Yemen üzerinde etkili olan, kendisine bağladığı generaller aracılığıyla siyasal süreçleri kontrol eden Suudi devleti, Husilerin güçlenmesi ve iktidarı ele geçirmesiyle etkisini önemli ölçüde yitirmiştir.

Yemen’deki karmaşık siyasal tablonun bir bölümünü ise El-Kaide oluşturmaktadır. 1990’ların başından itibaren ülkede varlığını sürdüren El-Kaide, Güney’deki Sünni aşiretler ile petrol üretimi ve satışı konusunda işbirliği yapmış ve giderek güçlenerek bazı bölgeleri kontrol eder hale gelmiştir. Uzun bir süredir merkezi hükümet ile El-Kaide arasında çatışmalar sürmekteydi. “Arap Baharı”yla iktidardan indirilen Ali Abdullah Salih diktatörlüğü döneminde ABD ve İngiltere, merkezi hükümetle birlikte El-Kaide’ye karşı ortak operasyonlar düzenlemekteydiler.

Güney Yemen’de ise Güney Hareketi oldukça etkilidir. Bu hareketin içinde kendini solcu olarak tanımlayanlar daha baskındır. 1990’ların başına kadar Yemen, Kuzey ve Güney olarak iki ayrı ülkeye bölünmüş durumdaydı. Güney’de SSCB yanlısı bir iktidar söz konusuyken, Kuzey Yemen, Suudi Arabistan ve ABD’nin denetimi altında emperyalist-kapitalist kampın çıkarları temelinde hareket ediyordu. Her ne kadar 1990’ların başında Güney ve Kuzey birleştiyse de, bu birleşme Kuzey’in silah zoruyla sağlandığı için gerçek anlamda bir birleşme olamadı ve dolayısıyla yeni ihtilaflar doğurdu. Merkezi devlet yapısını elinde tutan Kuzey’deki iktidarın Güney eyaletleri üzerinde baskı kurması, buralara ekonomik kaynak ayırmaması halk kitlelerinde tepkiye neden oldu. Özellikle 2007’den itibaren merkezi hükümete karşı geniş protesto gösterileri düzenlenmeye ve bu gösterilerde bağımsızlık talebi dile getirilmeye başlandı. Bu süreçte çeşitli örgütlerin oluşturduğu Güney Hareketi, bağımsızlık talebiyle merkezi hükümete karşı silahlı mücadele vermektedir.

Bugün Yemen’de iktidarı ele geçiren Şii/Zeydi Husiler, Yemen’de belirleyici güç olmaya çalışan İran’ın da desteğiyle Bedreddin el Husi öncülüğünde 1992’de “İnanan Gençlik” adıyla siyaset sahnesine çıktılar. Şiiler üzerindeki baskı ve dışlamanın son bulması, iktidarda kendilerine yer açılmasını isteyen Husiler ile merkezi hükümet arasında sürüp giden çatışmalar, 2003’te kapsamlı bir iç savaşa dönüştü. Ensarullah’ın kurucu lideri Bedreddin el Husi 2004’te öldürüldü ve iç savaş geniş bir bölgeye yayılarak yüz binlerce insanın göç etmesine neden oldu. 2010’da yapılan ateşkese kadar Suudi Arabistan, Yemen ordusunu desteklemekle kalmadı, sınırlarının ihlal edildiğini iddia ederek doğrudan Husilere karşı havadan ve karadan askeri operasyonlar düzenledi. Lakin gerilla taktikleri kullanan Husiler, kendi yaşadıkları Sada eyaleti başta olmak üzere birçok bölgenin kontrolünü ellerine geçirmeyi başardılar. 2011’de ise Arap coğrafyasını saran halk isyanları Yemen’e ulaşarak Husilerin iktidarı ele geçirmesinin önünü açtı.

“Arap Baharı”yla başlayan süreç

Tunus ve Mısır’ı saran halk isyanları kısa bir süre sonra Yemen’e de sıçrayacaktı. Ne var ki Yemen’deki gösterilere katılan yoksul kitlelerin motivasyonuyla, onlar üzerinden kendi egemenlik alanlarını genişletmek isteyen egemenlerin motivasyonu birbirinden farklıydı. İşsizliğin %42 olduğu ülkede gıda fiyatları oldukça yüksekti ve nüfusun ekseriyeti günde 2 dolarlık bir gelirle yaşamını idame ettirmeye çalışıyordu. Bunun yanı sıra, 10 milyondan fazla insan açlık tehdidi altında bulunuyordu. İsyan eden kitleler, yolsuzluklara son verilmesini, gelir dağılımında adalet sağlanmasını, demokratik hak ve özgürlüklerin önünün açılmasını ve 1978’de iktidara oturup 33 yıldır kitleleri baskı altında tutan Ali Abdullah Salih’in ekonomik kaynakları kendi yandaşlarına dağıtmayı bırakmasını talep etmekteydiler. Ancak kitleler bu istemlerle sokaklara dökülürken, emperyalist-kapitalist güçlerin de dâhil olduğu egemen güçler kapalı kapılar arkasında iktidar için pazarlıklar yürütüyorlardı.

Nitekim bu pazarlıkların bir sonucu olarak Ali Abdullah Salih, iktidardan ayrılmak zorunda kaldı. ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle Salih’in yerine yardımcısı Abdurrabu Mansur Hadi geçirildi. Böylece Batı emperyalizminin ve Suudi Arabistan’ın çıkarlarını garanti altına alan geleneksel statükocu yapı devam etmiş olacaktı. 21 Şubat 2012’de yapılan seçimlere tek aday olarak giren Hadi, Şiiler, Sünnilerin bir kesimi ve ayrıca Güney Hareketi tarafından boykot edildiyse de iktidar koltuğuna oturdu. Sonuçta Salih’in gitmesi ve onun yerine Hadi’nin sözümona seçimlerle iktidara gelmesi ne kitlelerin sorunlarını çözdü ne de Yemen’deki siyasal krize son verdi.

Özellikle Güney Hareketi ve Husiler, merkezi hükümetin statükonun devamında ısrar etmesine şiddetle tepki gösterdiler. Şiilerin yaşadığı kuzey bölgesinde denetim kuran ve siyasal ağırlıkları giderek artan Husiler, 2014 Ağustosunda, ekonomik kaynakları kendi yandaşlarına aktaran yozlaşmış hükümete son verilmesi, yoksullara kaynak aktarılması ve Yemen’deki tüm güçleri kapsayacak bir iktidar oluşturulması için çağrı yaptılar. Husilerin taleplerini destekleyen binlerce Şii ve bu arada Sünni kitleler, hükümete karşı protesto eylemleri düzenlediler. Bunun üzerine Hadi yönetimi, hükümeti dağıtmayı ve petrol fiyatlarını %30 indirmeyi kabul etti. Ne var ki siyasal düzenleme noktasında adım atılmadığı gerekçesiyle Husiler bu önerileri reddettiler. Başlayan çatışmalar Husilerin Başkent Sana’yı kuşatması ve 21 Eylülde kontrol altına almalarıyla sonuçlandı. Kitle gösterilerini bastırmak üzere silah da kullanan Suudi Arabistan destekli General Ali Muhsin el-Ahmer ise ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Birleşmiş Milletler’in devreye girmesiyle Hadi yönetimi ile Husiler arasında bir ateşkes yapıldı ve daha sonra Husilerin ve Güney Hareketi’nin baskısı sonucunda Hadi, Ulusal Barış ve Katılım Anlaşması’nı kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre petrol fiyatları düşük tutulmaya devam edecek, teknokratlardan oluşan yeni bir hükümet kurulacak, Hadi’nin danışmanlarını Husiler atayacak, ulusal birlik konferansı düzenlenecek ve tüm siyasi güçleri kapsayan “adil ve eşit” bir yönetim oluşturulacaktı. Hadi, Husilerin Sana’dan ve diğer kentlerden çekilmesine dönük bir anlaşma imzalatmak istediyse de başarılı olamadı.

Aslında Husilerin Sana’yı kontrol etmesi ve elde silah hükümeti denetlemesi, çelişkileri daha da keskinleştirdi. Husilerin etkisini kırmak isteyen Hadi yönetimi, bir taktik olarak ülkenin 6 federal bölgeye ayrılmasını öngören bir anayasa taslağı hazırladı. Fakat 6 bölgeli federal yapı Güney Hareketi’nin çıkarlarıyla örtüşürken, daha az bölgede söz sahibi olacağını hesaplayan Husiler tarafından reddedildi. Husilere göre federal yapı ülkeyi bölecekti. Bu arada varılan anlaşmanın sözleri tutulmazken, Husi karşıtı Sünni aşiretleri silahlandırmaya dönük adımlar atıldı. Harekete geçen Husiler, cumhurbaşkanlığı sarayını ele geçirdiler ve Hadi’ye söz konusu anayasa taslağını gözden geçirmesini de içeren dört maddelik bir öneri sundular. Fakat Hadi bu önerileri reddederek hükümetin ardından istifa etti. Hiç kuşku yok ki bu istifaların amacı bir iktidar boşluğu oluşturmak ve Husileri sıkıştırmaktı. Ancak bir süre bekleyen ve egemen güçler arasında çeşitli pazarlıklar yürüten Husiler, iktidarı kendi denetimleri altında şekillendirecek bir adım attılar.

Şimdi ne olacak?

Hükümeti ve meclisi lağveden Husiler, öngörülen 2 yıllık geçiş sürecinde yönetimi üstelenecek bir Ulusal Geçiş Konseyi, Askeri Güvenlik Konseyi ve cumhurbaşkanlığının yetkilerini üstlenecek bir kurul oluşturdular. Ne var ki Suudi Arabistan’ın kontrolündeki Sünni aşiretler, fırsattan istifade bağımsızlık yönünde ilerlemek isteyen Güney Hareketi, Islah Partisi ve Abdullah Ali Salih’in Kongre Partisi gibi temel siyasi güçler, Husilerin denetimi altındaki bir oluşuma katılmayı reddediyorlar. Batılı emperyalist güçler ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkeleri, Yemen’de darbe yapıldığını söyleyerek Husilerin iktidarına karşı çıkıyorlar. Körfez ülkeleri, Yemen’e müdahale etmesi için Birleşmiş Milletlere çağrı yaparken; ABD, İngiltere ve bu arada Türkiye Yemen’deki elçiliklerini kapatma kararı aldı. Buna karşın Rusya ve Çin, BM’nin Yemen’e müdahale etmesine karşı çıkıyor.

Yalnızlaştırılmaya çalışılan Husiler, dikkat çekici bir şekilde en önemli desteği askeri bürokrasiden almış bulunuyorlar. Ordunun tepe kadroları, 17 kişiden oluşan Askeri Konseyde yer almayı kabul ettiler. Hadi yönetiminde savunma bakanı olan Mahmud Subhi Askeri Konseyin başına getirilirken, genelkurmay başkanı ve ulusal güvenlik kurulu başkanı da konsey üyeleri arasında yer alıyor. Ordu, belirli pazarlıklar sonucunda düzenin bekası noktasında Husilerle birlikte hareket etmeyi kabul etmiş gözüküyor.

Ancak Husilere verilen destek yalnızca ordudan ibaret değil. Asıl destek; işsizliğin, açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranan, sürüp giden çatışmalardan usanmış Şii ve Sünni yoksul kitlelerden geliyor. Gösterilere katılan yoksul yığınların “biz haklarımızı elde etmek ve çalınan devrimimizi geri almak için Husi ile birlikteyiz” demesi oldukça manidardır. Yemen’deki sefalet koşullarını dikkate alan Husiler, geniş kitlelerin desteğini almak amacıyla verili statükonun kırılıp atılmasını, işsizliğe ve yoksulluğa çözüm bulunmasını, yolsuzlukların son bulmasını ve devletin petrolü sübvanse etmeye devam etmesini savunuyorlar. Kurdukları Devrim Komiteleri aracılığıyla kitleleri kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar.

Diğer taraftan ise uzlaşma ve işbirliği kavramlarını öne çıkartarak tüm kesimlerin eşit bir şekilde yönetim sürecine katılması için çağrı yapıyorlar. Yemen’de başlayan devrimi devam ettirdiklerini ve kaosa sürüklenen ülkeyi kurtardıklarını ileri sürerek geniş kitleler nezdinde sempati kazanmayı, aşiret ve mezhepsel bağları güçlü olan kitleleri kendi yanına çekmeyi hedefliyorlar.

Ancak bu çağrılara rağmen siyasal krizin çözülmesi noktasında bir ilerleme söz konusu değil. Egemen güçlerin iktidar kavgası ve giderek keskinleşen çelişkiler, Yemen’i içinden çıkılmaz geniş bir iç savaşa doğru çekmektedir. Kaçınılmaz olarak mezhepsel bir renge de bürünecek böyle bir iç savaş, açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranan emekçilerin canını alıp, Yemen’in korkunç bir yıkıma sürüklenmesine neden olacak. Şurası açık ki Yemen’de derinleşen siyasal buhran, emperyalist-kapitalist boy ölçüşmenin merkezi haline gelmiş Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaştan bağımsız değil. Her geçen gün genişleyen siyasal kriz, çatışma ve savaş, şu gerçeği döne döne gözler önüne seriyor: Kapitalist düzen çerçevesinde bir çıkış yolu yoktur. (Utku Kızılok, ilk kez Marksist Tutum dergisinin Mart 2015’teki 120 nolu sayısında yayınlandı)

Yemen’e müdahale ve genişleyen Ortadoğu Savaşı[1]

Bu satırların yazılmasından kısa bir süre sonra, Suudi Arabistan’ın başını çektiği, aralarında Mısır ve Körfez ülkelerinin de olduğu savaş koalisyonu, 26 Mart sabahı Husilerin egemenliğini kırmak amacıyla Yemen’i bombalamaya başladı. O günden bu yana, başta başkent Sana olmak üzere, Husilerin egemen olduğu birçok bölge savaş uçakları tarafından bombardımana tutuluyor. Emperyalist ve kapitalist haydutların “Kararlılık Fırtınası” adını verdikleri bu askeri operasyon sonucunda birçok yerleşim alanı yıkılırken, şu ana kadar çocukların da içinde olduğu yüzlerce sivil hayatını kaybetti ve yüzlercesi de yaralandı. Bombalanan yerler arasında Husi köyleri ve mülteci kampları da var.

ABD emperyalizmi doğrudan savaş koalisyonunun içinde yer almasa da, İran’ın bölgedeki nüfuzunun artmasına karşı olduğu için Suudi Arabistan’a destek veriyor. Suudi önderliğindeki kapitalist haydutların baş destekçilerinden biri de İsrail’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, İran ve “terörist” grupların Yemen’den çıkması gerektiğini söyleyerek Türkiye’nin savaşa lojistik destek vereceğini açıkladı.

Suudi Arabistan liderliğinde bir araya gelen Sünni cephe, İran’ın Şiilik üzerinden tüm bölgeyi kontrol altına almak istediğini, Yemen’de ise Husiler üzerinden bunu yaptığını dile getirerek buna izin vermeyeceklerini söylüyor. Bir taraftan bu açıklamaları yapan ve Yemen’i yakıp yıkma noktasında “Kararlılık Fırtınası” estiren bu haydutlar, diğer taraftan tek dertlerinin Yemen’in bütünlüğü, refahı ve huzuru olduğunu ileri sürüyorlar. Riyakârlığın ancak bu kadarı olur!

Bilindiği üzere, Şii Husiler ile Cumhurbaşkanı Abdurrabu Mansur Hadi arasında tüm toplum kesimlerini kapsayacak bir hükümet kurulması ve yeni bir anayasa hazırlanması için bir anlaşma yapılmıştı. Lakin özellikle Suudi Arabistan, Husilerin merkezi yönetimde yer tutması ve onun üzerinden de İran’ın Yemen’de etkili olmasını istemediği ve ayrıca geleneksel egemen kesimler güçlerini paylaşmaya yanaşmadıkları için bu anlaşma boşa çıktı. Söz konusu anlaşmanın uygulanmamasıyla, Sana’yı fiilen ellerinde tutan Husiler Cumhurbaşkanlığı Sarayını ele geçirdiler. Hadi ve hükümet, müttefiklerinin de telkiniyle istifa etti. Amaç siyasal bir boşluk ve kriz yaratarak Husileri sıkıştırmaktı. Fakat bir süre egemen güçlerle belirli pazarlıklar yürüten Husiler, özellikle de ordu genelkurmayının desteğini aldıktan sonra tüm iktidarı eline aldılar.

Bu hamle üzerine Hadi ve eski rejim yanlılarının bir kısmı Yemen’in ikinci merkezi sayılan Aden’e gitti. Husilerin kontrolü ele geçirmesi, Hadi’nin Cumhurbaşkanlığından istifa etmesi ve dolayısıyla geleneksel merkezi yapının çökmesiyle Yemen’de nüfuzunu önemli ölçüde kaybeden Suudi Arabistan ve Batılı emperyalist güçler, Hadi’ye istifa kararını geri çektirdiler. Bu güçlerin desteğiyle Hadi, Yemen’in meşru temsilcisi olarak tanındı ve “terörist” olarak tanımlanan Husilere karşı yeni bir mücadele örgütlemeye girişti. Hadi yanlıları Aden’deki ordu üslerine saldırı düzenlerken, Husiler, Aden ve çevresini kontrol etmek ve Hadi güçlerini bastırmak üzere harekete geçtiler. Husilerin Aden’e doğru ilerlemesi ve Hadi’nin kaçmasıyla birlikte, Suudi Arabistan liderliğindeki savaş koalisyonu hava bombardımanına başladı.

Suudi Arabistan, ona destek veren ABD dâhil Batılı emperyalist güçler ve İsrail, Aden ve çevresinin Husilerin kontrolüne geçmesine kesinlikle karşılar. Çünkü Yemen, Arap Yarımadasının güneybatı ucunda, yani Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı bölgede yer almaktadır. Dünya ticaretinin önemli bir kısmı Aden Körfezi yolu kullanılarak yapılmaktadır. Petrol sevkiyatı başta olmak üzere uluslararası deniz ticaretinin kontrol edilmesi bakımından Yemen’in konumu oldukça önemlidir.

Ancak Suudi Arabistan öncülüğünde sürdürülen bombardımana ve yıkıma rağmen, Husilerin Aden’e girmesi ve çevre kentleri ele geçirmesi engellenebilmiş değil. Suudi Arabistan ve müttefikleri kara harekâtına hazırlanırken, Husiler ise Suudi topraklarına girerek olası bir kara savaşında neler yapabileceklerinin mesajını veriyorlar.

Husiler, hem ordunun hem de halkın önemli bir kesiminin desteğini almış durumdalar. Bunda, iktidarı tüm toplum kesimleriyle paylaşmaya hazır olduklarını açıklamaları, geleneksel iktidarın merkezi kaynakları daima kendi yandaşlarına aktarmasını öne çıkarmaları, yoksul kitleler için son derece önemli olan petrol fiyatlarının düşük tutulması gibi hususlar etkili olmaktadır. Diğer taraftan özellikle milliyetçi vurgularla vatan savunmasını öne çıkartıyorlar. İran’ın Husiler üzerinde etkili olduğu tartışmasızdır, ancak bu iddia edildiği gibi Husilerin basit bir kukla olduğu anlamına gelmiyor.

Yemen’i de içine çeken Ortadoğu’daki emperyalist savaş her geçen gün büyümektedir. Herhangi bir ülkedeki iç gerilimler, tüm bölgeyi etkileyen emperyalist paylaşım kavgasından dolayı kendi mecrasından çıkmakta ve gelip büyük savaş sürecinin içine yerleşmektedir. Yemen’deki iç siyasal krizin bir iç savaş ve dış müdahale ile sonuçlanması da bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Emperyalist-kapitalist paylaşım kavgası, aynı zamanda mezhepsel bir boyut da kazanmış durumda. ABD’nin Irak’ı işgal ederek fitilini ateşlediği Ortadoğu’daki emperyalist-kapitalist savaşta, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler de bölgesel güçler olarak boy ölçüşüyorlar. Saddam’ın devrilmesiyle Irak’ta Şiilerin iktidara gelmesi, tarihin şu cilvesine bakın ki ABD’nin hesaplarının aksine Şii İran’ın önünü açtı. Bugün Pakistan’dan Yemen’e İran, Şii nüfus üzerinden bölgede önemli bir etkiye sahiptir. Özellikle “Arap Baharı” sürecinde, Suudi Arabistan dâhil birçok Arap ülkesinde, Şiiler çeşitli demokratik talepler etrafında gösteriler düzenledi. Bahreyn’de ise gösteriler adeta ayaklanma noktasına vardı. Suudi egemenler, İran’ın Şii nüfus üzerinden etkisini güçlendireceğini hesaplayarak, Bahreyn’e asker göndermekten ve gösterileri kanla bastırmaktan geri durmadılar.

Müslüman ülkelerin liderliğine oynayan ve Ortadoğu’da Sünni bir eksen yaratmaya çalışan Türkiye’nin Mısır ve Suriye politikalarında başarısız olması ve yalnızlaşması, Suudi Arabistan’ı öne çıkartmıştır. Zaten ezelden beri Şii İran karşısında Sünni eksen politikası uygulayan Suudi Arabistan, Yemen’deki iç siyasal krizi bahane ederek bu politikasına hız vermiştir.

Suudi Arabistan, İran’ın Şiiliği kullanarak Ortadoğu’da bir imparatorluk kurduğunu iddia edip diğer Sünni ülkeler üzerinde baskı kurmaktadır. Aslında Yemen’e müdahale edilmesinin amacı da mezhepsel çelişkileri kalınlaştırmaktır. 26. Arap Birliği Zirvesinde “Arap ortak askeri güç birliği” kurulması yönünde karar alınması da bu politikanın bir sonucudur. Bu Arap ordusu kurma girişimi, aynı zamanda Ortadoğu’daki emperyalist-kapitalist kapışmanın nereye doğru gittiğinin bir göstergesidir.

Emperyalist-kapitalist nüfuz savaşı, mezhepsel eksenler üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Hiç kuşku yok ki İran egemenleri, Yemen’de olduğu gibi Şiiliği kullanarak kendilerine nüfuz alanları açmaya çalışmaktadırlar. Ancak İran’ı bu noktada eleştiren diğer emperyalist-kapitalist güçler ve meselâ Suudi Arabistan farklı değildir. Yıllar boyunca Yemen’de iktidarlar üzerinde egemenlik kuran Suudi Arabistan, merkezi iktidara ve aşiretlere paralar akıtarak kendi radikal Vahabi İslam inancını yaymaya çalışmaktan, Şiileri dışlayarak mezhepçiliği kışkırtmaktan imtina etmemiştir. Keza bugün Ortadoğu’da vahşet sahneleri sergileyen, Şiileri katlederek mezhepçiliği kışkırtan IŞİD’in önünün açılmasında Suudi egemenlerin önemli bir rolü vardır. Çünkü IŞİD’in akıl almaz katliam sahneleriyle mezhepçiliği kışkırtması ve toplumun Şii ve Sünni olarak kesin bir biçimde bölünerek karşı karşıya gelmesi, aslında İran karşısında Sünni ekseni güçlendirmeye çalışan Suudi Arabistan’ın işine gelmektedir.

Geçerken belirtelim ki, Yemen’e yönelik bu operasyonun zamanlaması da bir tesadüf değildir. Suudi Arabistan ve İsrail, İran’la ABD arasında yürüyen nükleer müzakereler açısından kritik öneme sahip bir anlaşmanın hemen öngününde, aslında İran’ın yanı sıra Amerika’ya da mesaj vermek üzere, harekâtı o tarihe denk getirmişlerdir. Böylece Amerika’ya İran’ı fazla alttan almaya kalkışma denmiş ve bu mesaj yerine ulaşmıştır.

Önümüzdeki dönemde, özellikle Yemen’e karadan müdahale gerçekleşmesi Ortadoğu’daki savaşa yeni boyutlar kazandıracaktır. Suudi Arabistan, Pakistan başta olmak üzere savaş koalisyonu içinde yer alan devletlerin Yemen’de karada savaşması için asker vermesini istemektedir. Bilhassa, Taliban’a karşı savaşan ve gerillaya karşı savaşta deneyimli olan Pakistan ordusunun Yemen’de rol alması amacıyla Navaz Şerif iktidarı üzerinde basınç kurmaktadır. Lakin içeride Taliban ve El-Kaide ile boğuşan ve aynı zamanda önemli bir Şii nüfusa sahip olan Pakistan yönetimi, Suudilerin bu basıncına direnmeye çalışıyor. Diğer taraftan İran, Pakistan’ın Yemen’e asker göndermemesi için baskı yapıyor. Çok açık ki Pakistan’ın Yemen’e asker göndermesi içerideki çelişkileri daha da arttıracaktır. Tam da bundan dolayı Pakistan Meclisi, Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyondan çıkma kararı almış ve Şerif hükümeti de “tarafsız” kalacağını açıklamıştır.

Yemen krizi, Ortadoğu’daki savaşın karmaşık boyutlarını da gözler önüne sermektedir. Meselâ Türkiye dışarıdaki sıkışmışlığını aşmak amacıyla Suudi Arabistan’a ve dolayısıyla Sünni eksen politikasına destek vermektedir. Böylece ittifak yaptığı Müslüman Kardeşler’i iktidardan indiren ve kolunu kanadını kıran Sisi’nin Mısır’ıyla ve ona destek veren Suudi Arabistan’la aynı safta birleşmiş olmaktadır. Diğer taraftan aynı Türkiye, kanlı bıçaklı olduğu İsrail ile de, Suudi Arabistan öncülüğünde aynı safta buluşmaktadır. Elbette Türkiye’nin Suudi Arabistan öncülüğündeki Sünni eksene destek vermesinin nedeni, aynı zamanda İran’ı dengelemeye dönüktür. Ancak neresinden bakarsak bakalım, şu anki verili durumda AKP öncülüğündeki Türkiye’nin yalnızlığı ortadan kalkmış değil.

AKP’nin Patolojik Emperyalist Siyaseti ve Sonuçları

Geçmişten günümüze Türkiye burjuvazisinin emperyal hevesleri bir sır değil. Bugün ortaya çıkmış birçok bilgi ve belge, geçmişten beri TC hükümetlerinin Kerkük ve Musul’u ele geçirme ve buradaki petrollerin üzerine oturma planları yaptıklarını gözler önüne seriyor. Ancak bu emperyal arzu, Özal ile birlikte daha aleni bir siyasete kavuşmuş ve SSCB’nin dağılmasıyla emperyal hayallerin gerçeğe dönüşme olasılığı doğmuştu. Süleyman Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” sözüyle özetlediği emperyal hayal, bu dönemin ifadesidir. Yine de Türkiye burjuvazisinin emperyalist siyasetinin gerçek anlamda pratiğe dökülmesi esas olarak AKP döneminde mümkün hale geldi. 2000’li yılların hemen başında, ABD’nin emperyalist hegemonyasını yeniden tesis etmek ve dünyaya yeni bir düzen vermek üzere başlattığı savaş, Türkiye egemenlerinin de emperyal arzularını kamçıladı.

Geçmişte iktidar gücünü askeri bürokrasiyle de paylaşan burjuva iktidarlar şunu çok iyi biliyorlardı: ABD gibi bir dünya gücü olmadan, henüz orta ölçekli kapitalist bir ülke olan Türkiye asla emellerine ulaşamaz. Keza bu husus ABD ile derinden işbirliği yapan Gülen cemaati için de son derece açıktı. Aslında Erdoğan liderliğindeki AKP de bu gerçekliği bilerek uzun yıllar ABD’nin çizdiği çerçeve dâhilinde hareket etmiştir. ABD egemenlerinin, İslami bir kimliğe sahip AKP liderliğindeki Türkiye’yi “ılımlı İslam” politikası temelinde bölgede kullanma arzusuyla; Türkiye’nin ABD’nin şemsiyesi altında bölgede bir güç olarak yükselme arzusu örtüşüyordu. Nitekim bunun bir ifadesi olarak Erdoğan, Türkiye’yi ABD’nin yanında Irak savaşına sokmaya çalışmışsa da, iç siyasetin dinamikleri ve kitlelerin bu dinamiklere etkisi nedeniyle başarıya ulaşamamıştır. Bu kez Erdoğan, Ortadoğu’yu siyasi ve ekonomik açıdan baştanbaşa değiştirecek Büyük Ortadoğu Projesini sahiplenerek ve kendisinin bu projenin eşbaşkanı olduğunu söyleyerek, ABD ekseninde Türkiye’nin emperyal arzularını dile getirmiştir.

Ancak 2009’la birlikte Türkiye’nin dış siyasetinde çok ciddi bir değişiklik çizgisi hâkim olmaya başladı. “Komşularla sıfır sorun” açılımıyla sahneye sürülen bu yeni politikanın mimarı o günlerde Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu’ydu. Yeni dış siyaset kapsamında Ermenistan ile sorunların çözülmesi, inkârcılığa son verilerek Irak Kürdistanı’nın tanınması, içeride Kürt sorununun çözümüne dönük “açılım” hamlesi, Suriye ve bölgedeki ülkelerle derin ekonomik ve siyasi ilişkiler kurulması gündeme alındı. Hiç kuşkusuz, “sıfır sorun” siyasetinin sahneye sürülmesi ile yıllardır büyüyen Türkiye ekonomisi ve sermaye sınıfının palazlanması arasında derin bir ilişki vardır. Bu siyaset, artık kabına sığmayan Türkiye egemenlerinin bölgeye dönük emperyal arzularının bir ifadesiydi. Elbette bu dış siyaset açılımı, birebir örtüşmese de ABD’nin planlarından bağımsız değildi ve bu yüzden Amerikan yönetimi “sıfır sorun” politikasını destekledi.

Ne var ki söz konusu “sıfır sorun” politikası, mevcut bölgesel ve uluslararası konjonktürle örtüşmeyen ve ayakları yere basmayan bir açılımın ürünüydü. ABD emperyalizminin cehenneme çevirdiği, emperyalist savaşın çeşitli biçimler altında sürdüğü ve çelişkilerin derinden derine birikerek yeni patlamalara gebe olduğu bir bölgede “sıfır sorun”dan söz etmek için insanın hayal âleminde yaşıyor olması gerekiyordu. Aslında zorlukların üstesinden gelineceğine duyulan aşırı güvenin bir ifadesiydi bu politika. Bu yanılsamalı özgüveni yaratan şey, AKP kurmayının devreye soktuğu Yeni Osmanlıcı emperyalist politikaydı. Söz konusu politikanın oluşturulmasında Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabı başlıca kaynak konumundadır.

Osmanlı hülyaları ve uluslararası siyasetin yerçekimi kanunu

Genel bir kuraldır, iç siyasetle dış siyaset birbirinden kopartılamaz. On yıllar boyunca iktidardan dışlanmış, yıllar yılı bir siyaset oluşturmada ve devleti yönetmede ehliyet sahibi sayılmamış İslamcı sermaye çevreleri ve bunların siyasi kadroları, içeride iktidarlarını sağlamlaştırdıkları ölçüde özgüvenleri artmış ve bu özgüvenle hırslı mı hırslı bir dış siyaset izlemeye başlamışlardır. Bu haris siyasetin ideolojik temelini Osmanlıcılık oluşturmaktadır. Batıcı, tepeden modernleşmeci Kemalist Cumhuriyete tepki duyan İslamcı çevreler; Osmanlı tarihine sığınmış, ancak bu sığınma gün geçtikçe onları tarihten ve verili siyasi koşullardan kopartmış, Osmanlı ile olan ilişkilerini bir romantizme dönüştürmüştür. Tepki ve duygusallığın, Kemalistler ve elbette Batı karşısında bir ideolojik kimlik edinme arzusunun sonucu olarak muhayyel, efsanelere dayalı bir Osmanlı yaratmışlardır.

İslamcı ideologlar Osmanlı’nın barışı, huzuru, kardeşliği ve hoşgörüyü temsil ettiği, ümmetin birliğinin ve dirliğinin ifadesi olduğu safsatasıyla manipülatif bir algı yaratmaya çalışmaktadırlar. Tüm Müslüman halkların Osmanlı’nın egemenliğini isteyerek kabul ettiğini söylemektedirler. Bu ideologların savlarına bakılırsa, Osmanlı, acımasız ve seküler kapitalist Batı karşısında İslam âleminin ruhu, kalbi, koruyucusudur. İşte bu yüzden Batılı emperyalist güçler Osmanlı’yı parçalayarak İslam dünyasını zayıflatmış ve bir daha birleşmemeleri için Müslümanlar arasına nifak sokmuşlardır. Cumhuriyeti kuran Batıcı kadrolar ise, Osmanlı ve İslam âlemi ile olan bağlarını keserek Türkiye’nin kolunu kanadını kırmış, ümmeti umutsuz ve başsız bırakmışlardır. İslam ülkelerinin birleşmesi ve ümmetin yeniden ayağa kalkması için Türkiye’ye ihtiyaç vardır. Çünkü Türkiye, yüz yıllarca geniş coğrafyayı yöneten ve söz konusu nitelikleri taşıyan Osmanlı’nın mirasçısıdır. İşte Yeni Osmanlıcılık bu keyfi tarihi kurgunun ve ideolojinin siyasete dökülmüş halidir. Erdoğan başta olmak üzere tüm AKP kurmayının Osmanlı efsanelerini sıkça öne çıkartması, dizilerde bu efsanelerin işlenmesi, sözde Türk devletlerini temsilen birilerine garip kıyafetler giydirilerek törenler yaptırılması, mehter takımına her vesileyle boy göstertilmesi ve okul kitaplarında Osmanlı’ya daha fazla yer verilmesinin nedeni budur. Elbette amaç emperyalist siyasete ideolojik tarihi bir arka plan kazandırmak, kitleleri menkıbeler ve kutsallıklar etrafında toparlamaktır.

Bu düşünme biçiminin ve siyasetinin anlaşılması için, Davutoğlu’nun öğrencisi ve Yeni Şafak gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül’ün yazdıklarına bir göz atmak lazım. Bu hırslı ve kibirli ideolog, Türkiye’nin uluslararası alanda sıkışmasını açıklamaya ve burjuvazinin emperyalist arzularını İslamın kutsal davası söyleminin içine oturtarak meşrulaştırmaya çalışırken şöyle yazıyor: “Bugünleri Abbasi’lerin son dönemlerine, zayıfladığı dönemlere benzetiyorum. Zinde bir güç olarak bölgeye gelen Müslüman Türklerin siyasi tarihe etkisinin bir benzerinin ilk aşamalarını yaşıyoruz sanki. O dönem Abbasilere yardım için gelen Müslüman Türkler, yüzlerce yıl sonra, Osmanlı’nın çöküşüne kadar İslam’a hizmet etmeye, coğrafyayı diri tutmaya devam ettiler. O çöküşten sonra ise, hepimiz kendi vatanlarımızda esir düştük, sınırlarımıza hapsolup kaldık. Artık hepimiz birer cephe ülkesi, birer garnizon devletlerdik.” İşte bu durumu değiştirecek tek güç Türkiye’dir İslamcı ideologlara ve AKP liderliğine göre.

Bu bakış açısıyla Yeni Osmanlıcı politikayı devreye sokan ve yeni bir efsane yaratmaya çalışan AKP liderliği, ilk çıkışını “sıfır sorun” politikasıyla yapmak istedi. Bu politika; Ortadoğu’da ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, bunun için çatışmaların yumuşatılması, sorunların çözülmesi ve bölgenin kapitalist sisteme derinden entegre edilmesi beklentisine dayanıyordu. Esasında Avrupa Birliği’nin bir Ortadoğu versiyonu olacaktı. Elbette Türkiye bölgenin ekonomik dönüşümüne öncülük edecek ve bu arada söz konusu ülkelere nüfuz ederek Ortadoğu’daki siyasi gücünü arttıracaktı. “Sıfır sorun” sloganını kullanan AKP kurmayı, savaşa başvurmadan da bölgedeki dönüşüm gerçekleştirilebilir ve bunu yüzyıllarca bu topraklara hükmetmiş, bu toprakları tanıyan(!), ilim irfan sahibi Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye yapabilir diyerek kendince ABD ve AB emperyalizmine akıl veriyor, belki de küçümsüyordu.

ABD’nin hedef tahtasındaki Esad’ın “kardeş” ilan edilerek Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün gibi ülkelerle ekonomik işbirliğine gidilmesi işte bu dönemin ürünüdür. Emperyal açılımının ses getirdiğini ve Türkiye’nin bölgede geçmişe nazaran daha fazla dikkate alındığını gören AKP liderliği, abartılı bir özgüvenle hareket etmeye başladı. Meselenin şu boyutunu da vurgulamak lazım: Osmanlı’nın mirasçısı, ümmetin lideri pozları uluslararası siyasi alanda kendi başına bir güç ifade etmez. Zira siyaset alanı somuttur ve söylemle değil güç ilişkileriyle belirlenir. Söylemle örtüşecek pratik adımlar atmak gereklidir. İşte bunun farkında olan AKP liderliği, abartılı özgüvenin ve emperyal arzularının bileşiminin basıncıyla bir dönem İsrail ile karşı karşıya gelmeyi göze aldı. Arap kitlelerin sempatisini kazanmanın ve meselâ Ortadoğu’da Türkiye’ye dönük önyargıları kırmanın yolunun Filistin davasını sahiplenir gözükmekten geçtiğini çok iyi biliyorlardı. Nitekim Erdoğan’ın Davos’taki meşhur “one minute” çıkışı, söz konusu emperyalist politikanın bir gereğiydi.

Erdoğan’ın İsrail’i hedef tahtasına koymasından ve onun liderini azarlamasından sonra, gerçekten de Ortadoğu’da Türkiye’ye olan sempati arttı. Kimi gösterilerde Erdoğan’ın posterleri bile taşınmaya başlandı. Ekonomik, toplumsal ve siyasal bir dönüşüm arzulayan Arap kitleler açısından Türkiye, Batı’ya nazaran kendileri için daha yakın bir örnekti. İsrail çıkışından yaklaşık bir buçuk yıl sonra patlak veren Arap halk isyanlarında, özellikle Mısır ve Tunus’ta İhvan’ın iktidara yükselmesi Erdoğan’ın ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü daha da artırdı. Kuşkusuz bu durum AKP liderliğindeki güveni son derece arttırmış, menkıbelere dayalı Osmanlı yanılsamasını derinleştirmiş, Türkiye’nin ümmetin kurtarıcısı olarak yükseldiği düşüncesini beslemiştir. Elbette esas kurtarıcı Erdoğan’dı! Hilafet tartışmalarının bu dönemde gündeme gelmesi hiç de tesadüf değildir. Bu yanıltıcı konjonktür AKP kurmayının ayağını öylesine yerden kesti ki, daha dün Esad’ı kardeş ilan eden Erdoğan, 2011’in Martında, birden bire onu kalleş ilan etti ve üç aya kalmadan Suriye’yi fethetme ve Emevi Camii’nde namaz kılma hayali kurmaya başladı. Kuşkusuz Suriye politikasının bu ani değişiminde, Batılı güçlerin Libya’ya müdahalesinin de önemli etkisi vardır. Suriye’yi kaybetmek istemeyen AKP liderliği, İhvan’ın varlığına güvenerek ve uluslararası siyasetin eğilimlerini doğru analiz edemeyerek Esad’ın kısa zamanda yıkılacağını hesapladı. Lakin bu hesap, onun yanılsamalara ve menkıbelere dayalı dış siyaset algısının bir sonucuydu. Ortadoğu’da emperyalist savaşın derinleşmesinde ve bilhassa Suriye’nin tam anlamıyla bir yıkıma sürüklenmesinde Türkiye egemenlerinin rolü çok büyüktür ve bunun unutturulmasına izin verilemez.

Bu dönem, aynı zamanda Davutoğlu’nun “tarih artık Ankara’dan akıyor” dediği dönemdir. Meselâ 7 Nisan 2012’de AKP’nin Konya kongresinde aynen şöyle demektedir: “AK Parti siyasi şartlarda çıkmış konjonktürel bir hareket değil, aziz milletimizin tarihi yürüyüşünde küresel bir gücün doğuşunu, yeni bir nizam-ı âlem davasının misyonunu işaret eder. Selçuklu ile birlikte bu topraklarda tohumu atılan, Balkanlar’a ve bütün dünyaya sirayet eden o yeni dünya düzeni anlayışının bugünkü organize olmuş şeklidir. Biz, Türkiye Cumhuriyeti’nin küresel bir güç olması yönünde kararlı bir şekilde Başbakanımızın liderliğinde harekete geçmiş kadrolar, bu büyük tarihi misyonun gereğini yapacaklardır.” Ancak bu sözlerin üzerinden çok geçmeden, uluslararası siyasetin yerçekimi kanunu AKP liderliğine kendini hatırlatıverdi. İhvan Mısır’da iktidardan düşürüldü, Tunus’ta iktidarı diğer partilerle paylaşmak zorunda kaldı, Libya’da kontrolü kaybetti, Suriye’de ise neredeyse tümden eriyerek yerini radikal silahlı İslamcı güçlere bıraktı. Suriye’de Esad rejiminin düşürülmesini sağlayamayan Türkiye, İhvan’a karşı yapılan darbeden sonra Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle de karşı karşıya geldi.

Bu dönem, aynı zamanda AKP ve Erdoğan’ın Batılı emperyalist güçlere de posta koyduğu, BM’ye ayar vermeye kalkıştığı bir dönemdir. Davutoğlu’nun hayalperest Yeni Osmanlıcı siyaseti ile Erdoğan’ın İslam âleminin yükselişini kendi kişiliğinde somutlaması ve bu yönde, geleneksel Batı ekseninin dışında bir yol izlemesi ABD ve AB emperyalistleriyle olan çelişkileri derinleştirdi. Bundan ötürü Erdoğan, atacağı adımlar öngörülemez ve kontrol edilemez görülerek gözden çıkarıldı. Meselâ ABD, Suriye politikasını değiştirerek, ne pahasına olursa olsun Esad’ı düşürmeyi hedefleyen, bilhassa Rojava’da Kürt oluşumunu ezmek üzere el Nusra ve IŞİD gibi radikal İslamcı örgütlerin gelişip palazlanmasına göz yuman, doğrudan ya da dolaylı destek sunan Türkiye’yi yalnız bıraktı. Böylece bir anda Türkiye, uluslararası siyasette sıkıştı ve yapayalnız kalıverdi. 24 Kasım 2015’te Su-24 Rus savaş uçağını düşüren Türkiye, Suriye’deki iç savaşa doğrudan dâhil olan Rusya’nın çok yönlü baskısı altında kaldı ve yalnızlığı derinleşti.

Kompleks ve patoloji

2012’de Türkiyeli bir gazeteciye açıklamalarda bulunan Irak’ın önde gelen Şii din adamı Ayetullah Seyyid Sistani; Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı kitabını Arapça tercümesinden incelediğini, bu kitaptaki fikirlerin hayal ürünü ve hayalperest olduğunu, Türkiye’nin Müslüman ülkelere hâkim olma fikrini içerdiğini, Arap ülkelerinin Osmanlı’nın vilayetleri gibi görüldüğünü ve bunun ihtilaflara yol açacağını söylüyordu. Yıllarca Ortadoğu’ya uzak durduğu, İslam âlemini tanımadığı gerekçesiyle Kemalistleri eleştiren İslamcı çevrelerin Ortadoğu’nun ve uluslararası siyasetin karmaşık verili dinamiklerini kavrayamadığı açık…

AKP ideologlarının ürettiği dış siyaset ve onun iflası, bugün tam anlamıyla patolojik bir duruma işaret etmektedir. AKP içeride ve dışarıda sıkıştıkça, kendisine vehmettiklerinin gerçekleşmediğini gördükçe, ürettiği kurgular eşliğinde, Türkiye’ye haksızlık edildiğini iddia ederek daha fazla tepkiselleşiyor. Böylece hem daha fazla içe kapanıyor hem de uluslararası siyasette daha fazla sıkışıp yalnızlaşıyor. Yani tam bir kısırdöngü durumu. Saplantılı bir şekilde Türkiye’nin önünün kesilmek istendiğini, tarihin Osmanlı’yı yeniden göreve çağırdığını vb. tekrarlayıp duruyorlar. Davutoğlu hâlâ “tarihin akışını durduramazlar” yavelerini geveleyip duruyor: “Arap Baharı büyük bir şans doğurmuştu. O şans maalesef Esad rejiminin gayri insani suçlarının mukabele görmemesi ve Mısır darbesiyle rüzgâr değişti. O büyük ümitler sarsıldı. ‘One Minute’ ile Sayın Cumhurbaşkanımızın nasıl ses getirdiğini düşünün. Türkiye’den gelen sese bir ilgi vardı. Arap Baharı’nın yok edilmesinin gerekçesi de bence bu ilgiydi. Türkiye gibi bir başarı hikâyesinin tekrar etmesinden korktular. Bunu bölgedeki tutucu, statükocu unsurları, aktörleri güçlendirerek yaptılar, bu bazen Esad oldu, bazen Sisi. Bu çelişki hâlâ yaşanıyor. Ben tarihin akışının geciktirilebileceğini ama durdurulamayacağını düşünüyorum. Gün gelir Kut-ül Amare ruhu kazanır.”

AKP’nin ideologları Türkiye’nin tarihi misyonu vehmine kendilerini öylesine kaptırmış bulunuyorlar ki, meselâ Sünni İslam devletlerinin; Batı, Rusya ya da Şii İran’ın oynadığı oyunları fark etmediğini yazıp duruyorlar. Sanki farklı kapitalist devletlerden ve farklı çıkarlara sahip sermaye kesimlerinden bağımsız, kendi içinde bütün bir İslam varmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Elbette İslamın yükselişi de ancak Türkiye’nin öncülüğünde olabilir diye düşünüyorlar. Meselâ İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantısı üzerine bir yazı kaleme alan Karagül şunları yazıyor: “Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun sözleri, İstanbul’dan coğrafyaya bir çağrı gibi. Bu topraklar akıl üretiyor, bilinç üretiyor, tavır ve söz üretiyor. Bu topraklar yüz yıllardır olduğu gibi, coğrafyaya bir çıkış yolu öneriyor. Bu akıl çözümdür, kurtuluştur. Türkiye adım atabilecek, yol gösterebilecek, çözüm üretebilecek ülkedir. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, sadece Anadolu için değil bütün coğrafya için elini taşın altına sokuyor, uyarıyor, yol gösteriyor.”[2] Suudi Arabistan ve Kâbe’nin İran’ın tehdidi altında olduğunu söyleyen Karagül, Sünni-Şii düşmanlığını körüklerken, hem içeride hem de dışarıda Sünni kitleleri korkutmak istiyor. Peki, Kâbe’yi kim koruyacak? Elbette Türkiye! Bu saplantılı ve kompleksli akıl, kimsenin Türkiye’ye prim vermediğini görünce de adeta çıldırmaktadır. Karagül gibilerinin sık sık, “tanklar Kâbe’ye dayanmadan önce harekete geçilmelidir” diyerek Suudi Arabistan’ı dehşet senaryolarıyla tehdit edip Türkiye’nin engin deneyimine sığınmaya çağırması bu yüzdendir.

Türkiye’nin zaten savaşın içinde olduğunu belirten Karagül, Osmanlı’nın son dönemiyle Türkiye’nin yüz yıl sonra benzeri konumda olduğunu söylüyor. Böylece kitlelerin bilincinde bunun bir “ölüm-kalım sorunu” olduğu düşüncesi hâkim kılınmak isteniyor: “Süveyş Kanalı’ndan Afganistan’a kadar neredeyse bütün dünyaya direnmeye çalışan Osmanlı’nın son nesli ile aramızdaki zaman nasıl da bir anda kapandı, bunca yıl nasıl da bu kadar kısa zamanda ortadan kalktı, ellerimiz nasıl da onların eliyle birleşti.” Bunları yazan Karagül, lafı, Ermeni kırımının örgütlenmesi rolünü üstlenmiş İttihat Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusa’sına getiriyor: “O Teşkilat-ı Mahsusa’nın, bir çöküş dönemini durdurmaya çalışan yürekli insanlarının kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla, bölge ve dünya değerlendirmeleriyle bugün bizim konuşmalarımızın, değerlendirmelerimizin nasıl da aynı cümlelerden oluştuğunu görmüyor musunuz?”[3] Yüz yıl sonra gerçekten de ilginç bir kesişme ve benzerlik söz konusudur. İttihat Terakki ile AKP farklı ideolojik temel ve anlayışlara sahipmiş gibi görünüyorlardı, fakat işin aslında milliyetçi-devletçi anlayışları aynı. Ayrıca, emperyalist hevesleri, tutkuları, körlükleri; emperyalist maceracılığı meşrulaştırmak için başvurdukları “İslam ümmetini kurtarma ya da çöküş” senaryoları da aynı! Daha önce İttihat Terakki ile AKP’nin benzerliklerine dikkat çekerken şöyle yazmıştık:

“Bugün AKP’nin Türkiye’nin emperyalist ideolojisinin merkezine oturttuğu İslam söylemi ve aslında Türk-İslam sentezi, İttihat Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı boyunca tüm Müslümanları ve aynı zamanda Orta Asya’daki Türkleri kendi yanına çekmek amacıyla savunduğu ideolojinin kardeşidir. AKP, emperyalist ideolojisine güçlü tarihi bir arka plan oluşturmak amacıyla Osmanlı’ya dönmekte ve Osmanlı’nın mirasına sahip çıkmakta, yani İttihat Terakki’nin bıraktığı yerden başlamaktadır. Elbette son dönemindeki Osmanlı ile bugünkü Türkiye tümüyle farklı koşullara ve gelişmişlik düzeylerine sahip ülkelerdir, fakat heveslerle gerçekliğin örtüşmemesi ortaktır. Türkiye, alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş bulunmaktadır ve AKP yönetimi hızlı bir şekilde emperyalist basamakların üst sıralarına tırmanmayı hayal etmektedir. Bu temelde, Türkiye burjuvazisinin gücüyle örtüşmeyen son derece maceracı bir emperyalist siyaset izlenmektedir. Hülasa-i kelâm, onun hadsiz emperyalist heveslerine denk düşen bir gerçeklik yoktur.”[4]

Erdoğan ve Davutoğlu ile İttihat Terakki’nin liderleri Talat ve Enver Paşalar arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir. Bunların kurdukları iktidar biçimi, kişilikleri, hevesleri, hırsları, körlükleri ve maceracı yönleri birçok açıdan benzemektedir. Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katılmak için can atan İttihat Terakki’nin paşaları, emperyal heveslerini ve yürüyen paylaşım savaşını, cihat adı altında kutsallaştırmak ve geniş kitlelere bu şekilde benimsetmek istemişlerdi. Meselâ halifeliği de elinde bulunduran Osmanlı, Müslüman coğrafyasına cihat çağrısı yapmış, bu kapsamda Teşkilat-ı Mahsusa ajanları Hindistan, Afganistan, Bulgaristan ve Orta Asya’ya gönderilerek buralardaki Müslüman ve Türk halklar cihada çağırılmıştı. Enver ve Talatların amacı, esaret altında tuttukları uyanış halindeki ulusları bastırmak, çöküşü durdurmak ve topraklarını kaybetmemek, daha da önemlisi Mısır’ı ve Orta Asya’yı (Turan) fethederek İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde egemenlik kurmak ve eski gücüne geri dönmekti. İttihat Terakki, kendi emperyal heveslerini hayata geçirmek amacıyla Osmanlı’nın savaşını, aynı zamanda mazlumların kurtarılması olarak da sunuyordu.

Bu maceracı politika, milyonlarca insanın ölmesi ve Osmanlı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. AKP’nin ya da Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin amacı Türkiye’nin, en üst basamaktaki emperyalist ülkelerle aynı paylaşım sofrasına oturması, tabiri caizse emperyalist-kapitalist dünyanın Osmanlısı olmasıdır. Bu maceracı emperyalist siyaset, Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaşın bir parçası haline getirmiş ve içeride kanlı sonuçlar yaratmaya başlamıştır. İşte kendisini dev aynasında görmenin hazin sonuçları! Bu bakış açısı saplantıya ve dolayısıyla patolojiye yol açmaktadır. Hiç kuşku yok ki bu patolojinin temelinde AKP kadrolarının Batı karşısındaki kompleksi vardır. Her durumda kendini haklı ve üstün görme psikolojisi hem AKP kurmayının dış siyasette manevra yapmasının önüne geçiyor hem de daha maceracı, öngörülemez işlere kalkışmanın temelini oluşturuyor. Bu patolojinin üretilmesinde, dış siyasetteki iflasın kitleler nezdinde meşrulaştırılması, daha da önemlisi kitlelerin desteğinin korunması arzusunun son derece etkili olduğunun da altını çizmek lazım.

Türkiye benzeri alt-emperyalist güçlerin, emperyalizmin üst basamaklarındaki büyük güçler gibi manevra yapma kapasitesi yoktur. Lakin AKP liderliğinin kompleksli, kendini daima üstün gören, haklı olduğunu düşünen, gadre uğramış psikolojisi; onun manevra yoluna, benzeri durumlardaki ülkelere göre daha da fazla bariyer örmektedir. Saplantılı şekilde haklı olduğunu, tarihin akışının durdurulamayacağını iddia eden AKP’nin siyaset aklı, sonu belirsiz maceralar ve yıkımlar üretmektedir. Kürt halkına karşı, sınırları her geçen gün genişleyen bir savaş yürütülmesi, kentlerin tank ve toplarla yakılıp yıkılması, Kürt illerinin Suriyelileştirilmesi AKP’nin ne tür maceralara kalkışabileceğini gözler önüne sermektedir.

Erdoğan, iktidarını sağlamlaştırmak ve emperyalist emellerini sürdürmek amacıyla toplumu derinden sarsan, çivilerine kadar sökmeye başlayan bir politika izlemektedir. Bu politika, ne pahasına olursa olsun tüm iktidarın mutlak anlamda Erdoğan’da toplanmasına odaklıdır. Geçen yazdan bu tarafa fiili başkan olarak hareket eden Erdoğan, aynı Hitler türü mutlak, herkesin biat ettiği bir rejim kurmak istemektedir, ki bunun anlamı faşizmdir. Bu amaç doğrultusunda atılan her adım burjuva rejimi sarsmakta, AKP’nin içi dâhil her gün yeni alanlarda krizlere neden olmaktadır.

Kriz ve kaos eşliğinde, tepeden, devlet eliyle toplum baskı altına alınırken, kitlelerin dini duyguları da dizginsiz bir şekilde sömürülmektedir. Devletin tüm imkânlarını seferber eden AKP ve onun etrafında konuşlanmış sayısız tarikat, kitlelerin dini duygularını kullanarak toplumu baskı altına almak üzere çalışmaktadır. Bu yapılırken, Sünni Alevi ayrımlarının da bizzat kaşındığının altını kalınca çizmek lazım. Hedef dindar, itaatkâr, kanaatkâr, sorgulamayan, dini bir içerikle doldurulmuş, emperyalist politikanın arkasından giden, ne olursa olsun Erdoğan’ı destekleyen bir toplum yaratmaktır.

Azgın bir şekilde kışkırtılan milliyetçilikle, sömürülen dini duygularla, şişirilen Osmanlı efsanesiyle, “büyük Türkiye” masallarıyla, “İslam âleminin birleştirici gücü Türkiye durdurulmak isteniyor” yalanıyla kitlelerin zihni felç edilmektedir. Kısacası AKP kurmayının izlediği patolojik siyaset, toplumu her geçen gün uçuruma sürüklemektedir. Bugün olanlarla, tam yüz yıl önce Osmanlı’yı yeniden büyük imparatorluk yapmak üzere yanıp tutuşan Enver Paşaların maceracı siyaseti ve ideolojisi çok ama çok benzemektedir. Ancak tarih bu tür maceraların neyle sonuçlandığını da gözler önüne sermektedir.

Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Haziran 2016’daki 135 nolu sayısında yayınlandı.

Uzlaşmaz Çelişkiler ve Savaşın Dinamikleri[5]

Ortadoğu’da yoğunlaşan Üçüncü Dünya Savaşı, her geçen gün daha karmaşık bir karakter kazanırken, savaş alanında keskinleşen çelişkiler ve olayların dinamiği, emperyalist ve bölgesel kapitalist güçleri doğrudan karşı karşıya gelmeye zorluyor. Türkiye’nin Afrin’e saldırmasıyla, zaten bir anafora dönüşmüş olan Suriye savaşı daha da girift hale gelmiştir. Türkiye egemenleri, Kürt halkının haklı taleplerini bastırmak için yürüttükleri haksız savaşı, kuşkusuz emperyal hedeflerinin de bir parçası olarak Ortadoğu düzeyine taşırmışlardır. Böylece Suriye savaşı, aynı zamanda Türkiye ve Kürt güçleri arasındaki bir savaş boyutunu da kazanmıştır.

Suriye savaşı pek çok açıdan bir düğüm noktasıdır. Meselâ önümüzdeki dönemde emperyalist savaşın nasıl biçimler alacağını, İran’ın durumunun ne olacağını, Kürt halkının kaderinin nasıl şekilleneceğini, bu arada Türkiye’nin emperyalist kamplaşmada tam olarak nerede yer alacağını belirli ölçüde Suriye’deki durum belirleyecektir. Erdoğan çizgisinin şekillendirdiği emperyal siyaset, Osmanlı’nın dağılmasından sonra ilk kez Türkiye’nin önünde tarihi fırsatlar doğduğu ve ne pahasına olursa olsun Ortadoğu’nun paylaşımından pay alınacağı hesabı üzerine kuruludur. Faşist rejim, dışarıda haksız ve emperyalist hedefler doğrultusunda hareket ederken, içeride ise kitlelerin düşünme ve sorgulama süreçlerini felç etmeye dönük psikolojik bir savaş yürütüyor. Fakat Ortadoğu’daki savaş sarmalının Türkiye’yi daha fazla içine çekme olasılığı giderek büyüyor. Böylesi bir durumda Osmanlı ya da Selçuklu efsaneleri yıkım ve felâkete uğramış kitlelerin acısını dindiremeyecek, öfkesinin taşmasını engelleyemeyecek!

Üçüncü Dünya Savaşının ana tarafları bugüne değin askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçındılar, kaçınabildiler. Yıllar boyunca ABD emperyalizmi, başlattığı emperyalist savaşı “uluslararası terörizme karşı mücadele” kılıfıyla örtmeye ve meşrulaştırmaya çalıştı. Böylece ABD, hegemon rolüyle örtüşecek şekilde sisteme ideolojik olarak da öncülük etmiş oluyordu. Emperyalist ve kapitalist güçler açısından söz konusu nitelendirme oldukça işlevsel ve kullanışlıydı. Tüm güçler, ülke içindeki otoriter uygulamaları, emperyalist siyasetlerini, kendi aralarındaki çekişme ve mücadeleleri bir güzel “terörizme karşı mücadele” söyleminin içine oturttular. Lakin kapitalizmin tarihsel bunalıma girdiği, emperyalist ve kapitalist güçler arasındaki çelişkilerin giderek keskinleştiği koşullarda bu oyunu sonsuza dek sahnelemek mümkün değildir. Nitekim bugün emperyalist ve bölgesel kapitalist güçler çok daha açıktan birbirlerini tehdit eder hale gelmişlerdir. Bu gelişme, kaçınılmaz olarak emperyalist güçlerin söylemini de belirlemeye başladı. Meselâ 2018’de açıkladığı strateji belgesinde ABD emperyalizmi, Rusya ve Çin’i açıktan tehdit olarak tanımlayıp hedefe koydu. Rusya ile Amerika arasındaki gerilim her geçen gün artıyor.

Suriye savaşı, Üçüncü Dünya Savaşının şu ana kadar büründüğü biçimin karakteristik özelliklerini tüm yönleriyle gözler önüne seriyor. Suriye toprakları; ABD, Rusya, İran ve Türkiye gibi güçlerin doğrudan askeri varlık gösterdikleri cephelere bölünmüştür. Lakin dolaylı bir savaş yürüten bu güçlerin yenişememesi ya da belirli bir anlaşmaya zemin hazırlayacak bir dengenin oluşamamasından dolayı savaş uzuyor, daha karmaşık bir boyut kazanıyor, çelişkileri keskinleştiriyor ve kaçınılmaz olarak ana güçleri karşı karşıya gelmeye zorluyor. Geride bıraktığımız bir aylık dönemde gerçekleşen dramatik olaylar dizisini hatırlatmakta fayda var: Türkiye Afrin’e işgal operasyonu başlattı, devam eden günlerde İsrail İran’ın insansız hava aracını düşürdü, buna mukabil Suriye bir İsrail jetini vurdu, aynı anda ABD Kürtlerin denetimindeki Deyr el Zor’a harekât başlatan Suriye ve İran güçlerini bombaladı ve içinde Rusların da olduğu yüzlerce askeri öldürdü! Bütün bunlar, Suriye’deki savaşın nasıl bir anafora dönüştüğünün ama aynı zamanda keskinleşen çelişkilerin tüm güçler için manevra alanlarını daralttığının, onları doğrudan savaşa ittiğinin ifadesidir.

Yaklaşık yedi yıllık savaştan sonra, Esad rejimine karşı kullanılan İslamcı cihatçı örgütler kimi bölgelerde varlıklarını korusalar da, gerçekte yenilmiş ve büyük ölçüde temizlenmiştir. Gelinen noktada, Suriye’nin geleceğinin şekillendirilmesinde etkili olabilecek önemli güçlerden biri Kürtlerdir. Önemli tarım alanlarının ve petrol yataklarının bulunduğu Fırat’ın doğusu boydan boya Kürt güçlerinin ve ABD’nin denetimindedir. ABD’nin bu bölgede en az 13 askeri üssü ve 2 bin askeri bulunuyor. Kürt güçlerinin ve bulundukları toprakların ne olacağı, ABD’nin Ortadoğu’daki hedefleriyle derinden bağlantılıdır. Ortadoğu’yu kendi planları çerçevesinde dönüştürmek isteyen ABD’nin yakın hedefi İran’ın bölgedeki nüfuzunun sınırlandırılması, rejim değişikliği için zayıflatılması ve İsrail’in varlığının güvenceye alınmasıdır. ABD, zamanı ve kapsamı belli olmasa da İran’a karşı savaş hazırlığını sürdürüyor. Suudi Arabistan önderliğindeki Sünni Arap ülkelerini de bu kapsamda harekete geçirmiş bulunuyor. Dolayısıyla ABD’nin Suriye’den çekilmesi ve tuttuğu mevzileri kolayına terk etmesi hem onun somut planlarıyla hem de emperyalist savaşın mantığıyla uyuşmuyor. Onun amacı Kürtlerin elinde tuttuğu toprakların, kendi askeri varlığının da garanti altına alınacağı bir statü kazanmasıdır. ABD’nin Esad’ın devrilmesi meselesini yeniden gündeme getirmesi ve tehditler savurmasının nedeni, Rusya ile Kürt bölgesinin statüsü ve kendi konumu konusunda anlaşamıyor olmasıdır.

Pazar ve enerji alanlarını kontrol etmeyi, hegemonyasını koruyup pekiştirmeyi hedefleyen Amerikan emperyalizmi, bu doğrultuda işine gelmeyen tüm siyasal dengeleri sarsacak tarzda hareket ediyor. Bu nokta, ABD ile Rusya’nın plan ve hareket tarzının farklı olduğunun anlaşılması açısından önemlidir. Rusya, esas olarak ABD onun tarihsel nüfuz alanlarına burnunu soktuğu için doğrudan savaş alanına inmiştir, inmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz bugünkü koşullarda Rusya’nın uluslararası siyaseti şekillendirme gücü ABD’ye oranla zayıftır ama ABD emperyalizmi de eski kudretine sahip değildir. Bu gerçeği bilen Rusya, onun Ortadoğu’daki planlarını bozacak, yıpratacak, hegemonyasının daha fazla sorgulanmasını sağlayacak ve güçten düşürecek tarzda hareket ediyor. Bu iki emperyalist gücün planları ve hareket tarzları, kaçınılmaz olarak onların Kürt sorununa bakış açılarını da belirliyor. Tüm emperyalist güçler, artık uluslararası bir sorun haline gelmiş Kürt sorununun yüz yıl önceki gibi üzerinden atlanamayacağını ve bir çözüme kavuşturulması gerektiğini biliyorlar. Ama nasıl?

Ortadoğu’yu emperyalist planları temelinde dönüştürmeyi önüne koyan ABD, yüz yıl önce çözümsüz bırakılan Kürt sorununu tam da “Allahın bir lütfu” olarak kendi hedefleri doğrultusunda kullanıyor. ABD’nin kendi planları doğrultusunda Kürt sorununun çözülmesine dönük her adımı, en başta Türkiye, Irak, İran ve Suriye olmak üzere tüm bölgeyi derinden sarsıyor. Çok açık ki ABD’nin, Irak ve çok daha önemlisi Türkiye ile olan işbirliği ve ittifakını zedelemeksizin Kürt sorununu suiistimal ederek varmak istediği hedeflere ulaşması mümkün değildir. Nitekim bugün Kürt sorununun uluslararası bir boyut kazanmasını sağlayan koşulları büyük ölçüde ABD’nin yaratmış olması da bir tesadüf değildir. Böylece rakiplerinin planlarını bozma ve kendi hedeflerini hayata geçirme doğrultusunda, eline muazzam bir Kürt kozu geçirmiştir. Anlaşılacağı gibi ABD, bir Kürt devletinin kurulmasını, Ortadoğu’daki çıkarları açısından uygun bulmaktadır.

Buna karşın Rusya’nın Kürt sorununa yaklaşımı verili koşullarda daha farklıdır. Şurası açık ki, tüm emperyalist ve kapitalist güçler, yeri geldiğinde Kürt sorununu bir sıkıştırma unsuru olarak Türkiye’ye karşı kullanmaktan geri durmuyorlar. Meselâ Rusya PKK’yi ve YPG’yi “terörist” örgüt kapsamında değerlendirmiyor ve yapabildiği ölçüde Kürt sorununu, özellikle Suriye sahasında bir sıkıştırma unsuru olarak kullanmaya çalışıyor. Ancak Rusya’nın tüm Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma ve bu temelde bir Kürt devletine yol verme gibi bir perspektifi şimdilik yoktur. Onun verili koşullarda temel amacı, Suriye’nin parçalanmasının önüne geçmek ve dolayısıyla savaşı kazanarak Ortadoğu’da nüfuzunu güçlendirmektir. Bu yaklaşım, önemli bir Kürt nüfus barındıran ve ABD’nin nüfuzu altındaki bir Kürt devletinin kendisi için tehdit olduğunu gören İran’ın çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Lakin Kürtler Ortadoğu’da dikkate alınması gereken bir güç konumundadır ve Rusya’nın bu gerçekliğin üzerinden atlaması olası değildir. Dolayısıyla o, özellikle de Suriye’de özerkliğe açılacak şekilde Kürtlerin kendilerini yönetme hakkının tanınmasını sağlayarak ama ülke bütünlüğünü koruyarak sorunu çözmeyi hedefliyor.

Türkiye’nin ABD ve Batı ittifak çizgisinden kayarak Rusya’ya doğru yaklaşmasının en temel nedeni de Kürt sorunudur. Türkiye’nin Kürt sorunundaki tarihsel açmazı ve aynı zamanda Ortadoğu’nun paylaşımına dönük emperyalist hırsı onun stratejik pozisyonunu son derece kararsız ve belirsiz hale getirmektedir. Türkiye, bugüne kadar ezilen Kürt ulusunun haklarını tanımaya ve Kürt sorununu çözmeye yanaşmadı. Geleneksel devletçi akıl, baskı ve zorbalıkla Kürt halkını boyunduruk altında tutabileceğini düşündü. Oysa Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, eski siyasi dengeler ortadan kalktı ve Kürt sorunu emperyalist savaşın bir konusu haline geldi. Erdoğan rejimi, tüm burjuva kesimlere şunu söylüyor: “Ortadoğu yeniden paylaşılıyor ve bir Kürt devletinin kurulması ya da kurulacak olması ülkeyi beka sorunu ile karşı karşıya getiriyor. Bu sorunu aşmanın yolu savaştır ve bu savaş aynı zamanda Osmanlı’nın dağılmasından sonra Türkiye’nin büyümesi için tarihi bir fırsattır.”

Görüleceği gibi Türkiye açısından Kürt hareketinin ezilmesi ile Ortadoğu’daki paylaşımdan pay alma hedefi iç içe geçmiştir. Bu gerçeği, onun Suriye siyaseti çarpıcı bir şekilde dışa vuruyor. Meselâ Afrin işgalini meşrulaştırmak için, kendisini tehdit eden “terörü” bertaraf etmek istediğini ve kimsenin toprağında gözü olmadığını ileri sürüyor. Bu durumda Türkiye’nin bu yaklaşımın doğasına uygun hareket etmesi beklenir: Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması için Esad rejimiyle işbirliği yapılması ve böylece ABD’nin planlarının boşa çıkartılması! Fakat Türkiye egemenleri tam tersi yönde hareket ediyorlar. Bir taraftan Suriye’nin toprak bütünlüğü derken, öte taraftan kendi topraklarını savunmak için asker gönderen rejim güçleri bombalanıyor. Bu siyasetin anlamı şudur: Rusya ve Amerika arasındaki çelişkilerden yararlan, Afrin örneğinde olduğu üzere doğan fırsatları kullan, Suriye topraklarını işgal et ve böylece hem Kürtleri ez hem de Ortadoğu’nun paylaşımı için mevzi tut! Erdoğan çizgisi, her nasılsa Şark kurnazlığına dayalı bu siyaseti sürdürebileceğine inanıyor.

Şu an itibariyle Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın temel iki belirleyen gücü var: Amerika ve Rusya! Almanya ve Fransa’yı şimdilik bir kenara bırakırsak, İngiltere, İsrail ve Suudi Arabistan liderliğindeki Arap devletleri ABD’nin arkasına sıralanırken; Rusya, Çin ve İran ise karşıt kutbu oluşturuyor. Kuşkusuz kutuplar henüz mutlak anlamda oluşmuş değildir ama kutup başları ve genel eğilim bellidir. Buna karşın Türkiye’nin hangi tarafta yerini alacağını şimdiden kestirmek güçtür ancak şimdiden Rusya ile Amerika arasında bir çekişme konusu haline gelmiştir. Suriye savaşının sonuçlarının, aynı zamanda Türkiye’nin nerede duracağının belirlenmesinde önemli bir rol oynayacağı açıktır. Unutmamak gerekiyor ki, emperyalist güçlerin amacı çelişkileri keskinleştirmek, kutuplaşmayı ve bloklaşmayı sağlamaktır. Türkiye’nin şu anki pozisyonu, iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanma durumudur ve bunu ilânihaye sürdürmenin koşulları yoktur. Ne var ki bir NATO ülkesinin Rusya eksenine kaymasının da ciddi bedelleri olacağı açıktır. Kısacası Ortadoğu’da Kürtleri ezme ve emperyalist paylaşımdan pay kapma hayalleri kuranlar, henüz daha emperyalist savaşın gerçek yüzüyle karşı karşıya gelmiş değillerdir.

Kuşkusuz Türkiye bölgede alt-emperyalist bir güçtür ve gerek Amerika gerekse Rusya onu dikkate almak zorundadır. Fakat oyun kurma ve süreci yönetme kapasitesine sahip olanlar, gerçekte büyük emperyalist güçlerdir. Tarihsel açmazları ayaklarına dolanan Türkiye’nin oynayacağı rol, Erdoğan ne denli muhteris bir siyaset izlerse izlesin, ne denli gözünü karartıp maceraya dalarsa dalsın, sınırlıdır. Nihayetinde savaş sahnesinde izleyip gördüğümüz üzere, Türkiye oyun kurucu değil ama kurulan oyunda rol alan, almak amacıyla yanıp tutuşan, bu olmadığında ise oyun bozanlık yapmaya çalışan bir güçtür. Meselâ Rus jetini düşürdükten sonra, uzun süre Suriye sahasında hiçbir şey yapamaz hale geldi. Erdoğan, içeride tüm esip gürlemesine rağmen, uluslararası alanda yapayalnız kaldı. Tabiri caizse karaya oturan gemisini tekrardan suya indirme ve kendisine manevra alanı açma doğrultusunda Rusya’ya yanaştığında ise, çok katmanlı bir stratejinin parçası olarak Rusya ona belli bir alan açtı ama kendi planlarını dayatarak! Sonuçta Türkiye, istese de istemese de Suriye’deki İslamcı cihatçı örgütlerin bazılarının tasfiyesinde kendisine biçilen rolü kabul etmek ya da en azından kabul eder gözükmek zorunda kaldı.

Rusya, belirli alanlarda Türkiye’ye ön açarak ve ona manevra alanı tanıyarak hem Suriye politikasını hayata geçirmeye, hem de Türkiye’nin ABD ile olan çelişkilerini ve gerilimini arttırarak onu NATO’dan uzaklaştırmaya çalışıyor. Rusya’nın Afrin operasyonuna “yeşil ışık” yakması da onun çok yönlü stratejisinin bir parçasıdır. Aksi halde Türkiye’nin Rusya’ya rağmen Afrin’e saldırması asla mümkün olamazdı. Dinsel içerikle doldurulmuş milliyetçilikle kitlelerin bilincini körleştirmeye ve alıklaştırmaya dönük propagandanın, kaldırılan toz ve dumanın ardındaki gerçek şudur: Afrin’i fethe çıkan Türkiye, adımını atar atmaz Rusya’ya daha fazla bağımlı hale gelmiştir. NATO’nun ikinci büyük ordusu olmasına ve devasa savaş makinesine rağmen, Rusya’nın Suriye hava sahasını kapattığı birkaç gün boyunca adeta sudan çıkmış balığa dönmüş, ölü ve yaralıların sayısı hızla artmıştır. Anlaşılacağı gibi düğme Rusya’nın elindedir ve hava sahasının ne kadar açık kalacağını da onun stratejisi belirleyecektir. Astana kararlarının bir parçası olarak İdlib’e asker gönderip “kontrol noktaları” kurması gereken ama kendisine verilen görevi yapmayan Türkiye’nin, Rusya’nın hava sahasını kapatmasından hemen sonra bu işe girişmesi manidardır. Afrin operasyonuna “yeşil ışık” yakan Rusya’nın, bunun karşılığında İdlib’in cihatçı örgütlerden temizlenmesini Türkiye’nin önüne koyduğu, bu yönde dayatma yaptığı açıktır. Afrin’i işgal ederek onu İdlib ve Cerablus hattıyla birleştirme hayalleri kuranlar, emperyalistlerin oyun kurma yeteneğini unutmuşa benziyorlar.

Rusya Türkiye’ye yol verirken, bu hamlesiyle, giderek daha fazla ABD çizgisiyle uyumlu hale gelen ve onun planları çerçevesinde hareket eden Kürt hareketine de mesajını vermiş oldu. Nitekim YPG’nin Esad ile anlaşması, rejim ve İran yanlısı milislerin Afrin’e girmesi, bu arada Halep’teki Kürt bölgelerinin rejimin kontrolüne bırakılması Rusya’nın hamlesinin başarısına işaret ediyor. Hiç kuşku yok ki henüz bu anlaşma bütün yönleriyle açığa çıkmış değildir, fakat böyle bir anlaşmanın Rusya’dan tümüyle bağımsız yapılması düşünülemez. Esad yanlısı güçler Afrin’e girerken, Rus dışişleri bakanı Lavrov’un Türkiye’nin önüne Esad rejimini tanıma ve muhatap alma önerisini koyması oldukça anlamlıdır. Afrin operasyonunu elinde bir koza dönüştüren Rusya’nın, İdlib’in cihatçılardan temizlenmesi ve rejimin tanınması için bunu kullanmaması düşünülemez. Türkiye’nin, Rusya ve rejimin günlerdir Doğu Guta’yı bombalaması karşısında sessizliğini koruması ve üstelik tahliye için rol alması Afrin kozunun oldukça etkili iş gördüğünü gösteriyor.

Rusya Kürt kartını kullanan ABD’nin karşısına Türkiye kartını çıkarmıştır. Türkiye gibi alt-emperyalist bir gücün, emperyalist güç ve bloklardan bağımsız bir hareket çizgisini başarıya ulaştırması son tahlilde imkânsızdır. Nitekim Türkiye ABD’den uzaklaştığı ölçüde Rusya’nın etkisine giriyor. Bu durum, “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” efelenmesinin ne denli mesnetsiz olduğunun bir başka ifadesidir. Uzun süredir Suriye sahasında Türkiye’nin hareket çizgisini belirleyen Rusya, S-400 füze anlaşmasıyla ve son olarak Afrin ile Türkiye’nin kendisine olan bağımlılığını arttırmıştır. Kuşkusuz Rusya, kimi tavizler vermeden, kimi noktalarda geri adım atmadan bunu yapamaz. Lakin emperyalist güçler oyun kurucudurlar ve kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezler.

Afrin örneğinin gösterdiği gibi, bir NATO ülkesi olan Türkiye, verili anda Rusya ile hareket ediyor. Kürt açmazından dolayı ABD ile düştüğü çelişki, Türkiye’nin attığı her adımda daha fazla büyüyor. Türkiye, Kürt sorununda tarihin tekerleğini geriye çevirme siyasetini bırakmadığı müddetçe, bu çelişkinin ortadan kalkması pek olası görünmüyor. Amerika Dışişleri Bakanı Tillerson’ın son ziyaretinde Türkiye ile ABD arasındaki ihtilaf sanki çözülüyormuş havası yaratılsa da, gerçekte temel çelişkiler olduğu yerde duruyor. Güya sorunların çözülmesi için iki ülke arasında kurulacağı açıklanan mekanizma ise, büyük ölçüde oyalamaya dönüktür. ABD’nin Fırat’ın doğusunda kalıcı olacağını ve bu hedefinden geri adım atmayacağını dile getirmesi oldukça dikkat çekicidir. Fırat’ın batısı meselesi ise şimdilik geleceğe havale ediliyor ve burada ne olacağını savaş ve ona bağlı anlaşmalar belirleyecek. Kuşkusuz Amerika bir taraftan kendi planlarını hayata geçirmeye çalışırken, öte taraftan ise Türkiye’nin Rusya’nın oyun alanına kaymasını ve bir kart olarak kendi karşısına çıkartılmasını engellemeye çalışıyor. Bu kapsamda, mahkûmiyetle sonuçlanan Zarrab davasının Türkiye için ne sonuçları olacağının Tillerson’ın ziyaretinde Erdoğan’ın önüne konmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca ABD kongresinin S-400 füzelerinden dolayı Türkiye’ye yaptırımı tartıştığını da not etmek lazım. Olayların hareket çizgisi, Erdoğan’ın girdiği yolun Türkiye’yi daha fazla ve doğrudan ateşe atan bir yol olduğunu gösteriyor.

Kapitalizm ve onun emperyalist aşamasıyla birlikte savaşın şiddeti ve her alanda yarattığı felâket, asla insanlığın önceki dönemleriyle karşılaştırılamaz. Kürt halkını bir kenara koyacak olursak, Türkiye toplumunun Osmanlı’dan bu yana bir savaş deneyimi yoktur. Osmanlı’nın dağılmasına, halkların yurtlarından sökülüp atılmasına, soykırıma uğramasına neden olan savaşın acıları çok uzak anılar olarak kalmış, yeni kuşaklar tarafından unutulmuştur. Kürt halkının haklı demokratik taleplerini bastırmak için yürütülen haksız savaş, bunun yol açtığı yıkım ve acı ise, Türkiye toplumunun gözünden saklanmıştır, saklanmaya da devam ediliyor. Kitlelerin zihin dünyasında “teröre karşı mücadele” ile Kürtlerin ezilmesi bir biçimde özdeşleştirilip benimsetildiği için, bugün Afrin savaşı da aynı kapsamda algılanmakta ve bu savaşın nerelere doğru açılacağı bilinmemektedir. Erdoğan rejiminin körleştirici propagandasından dolayı emekçi kitleler, komşu Suriye cehenneme dönmüş olmasına, üç milyondan fazla Suriyeli bu topraklarda yaşamasına ve Türkiye’nin kendisi de savaşa dalmasına rağmen, gelecek günlerde kendilerini nasıl bir yıkım ve felâketin beklediğini kavrayamıyorlar.

Faşizm ve savaş, insanlık için felâket anlamına gelse de kapitalizme içsel bir olgudur. Emekçi kitlelerin felâketin arkasından sürüklenmesi ve kendi yıkımlarının yolunu açmaları ise kesinlikle örgütsüzlüğün ve akıl tutulmasının sonucudur. Şu anda rejim gündelik hayatın her alanını kuşatıyor ve kitlelerin düşünsel süreçlerini belirliyor. Lakin şu hususu asla unutmayalım: Rüzgâr eken fırtına biçer! Erdoğan, iktidarını kalıcı hale getirmek amacıyla tüm kurulu düzeni kökünden sarsıyor ve ülkeyi sonu belirsiz bir savaşa sürüklüyor. Böylece eski koşullara dönüşün önünü de kapatmış oluyor. Tarihsel deneyimin ortaya koyduğu gibi; kurulu düzenin sarsıldığı, ülkenin savaş ve çalkantıya itildiği koşullar, aynı zamanda derinden derine devrimci bir sürecin nesnel zeminini döşer.

Kapitalizmin tarihsel bunalımı, onun yaratıcı ve ferahlatıcı potansiyellerini tüketerek çıkmaza girdiği, her alanda büyük sorunlarla karşı karşıya geldiği, toplumsal çürümenin toplumsal ilişkilerin her katmanına derinlemesine işlediği anlamına gelir. Kapitalizm, ya felâkete ya da toplumsal devrime açılacak bir sürecin içine girmiştir. Kriz ve savaş dönemleri, aynı zamanda kitlelerin zorunlu olarak dönüşümle karşı karşıya geldiği ve devrim köstebeğinin işbaşında olduğu dönemlerdir. Sanki toplumsal alanda hiçbir şey olmuyormuş gibi gözüktüğü bir dönemde, Marx, devrim köstebeğinin çalıştığını dile getirir. Bununla, kitlelerin hiç de farkında olmadan, olayların akışı içinde derinden derine değişip dönüşmesine, yeni bir toplum için mücadele zorunluluğunun onların bilincinde oluşmasına işaret ediyordu. Zira doğada da toplumda da her şey karşıtıyla var olur ve Lenin’in “savaşlar devrimlerin anasıdır” demesi bir tesadüf değildir!

Akın Erensoy- 1 Mart 2018

Bugünkü Savaşın Farkını Kavramak

Aralık ayının son haftasında, Trump’ın, ABD’nin askerlerini Suriye’den çekeceğini açıklaması uluslararası siyasette büyük bir yankı uyandırdı. “Çekileceğiz” açıklaması, Erdoğan ile Trump’ın telefon görüşmesinin ardından geldiği için, sanki ABD Türkiye’nin taleplerini kabul etmiş gibi kamuoyuna yansıtıldı. Özellikle Erdoğan rejimi, sahne arkasındaki gerçekliği bilmesine rağmen, “sözü dinlenen ülke ve lider” böbürlenmesini sürdürmek için böyle yansıtmayı tercih etti. Söz konusu açıklama üzerine sayısız makale yazıldı, değerlendirme yapıldı. Burjuva gazeteciler ve stratejistler Trump’ın açıklaması üzerinden yürüyerek ABD’nin nasıl çekileceği, sonrasında neler olabileceği ve hangi olasılıkların devreye girebileceği üzerine konuşup durdular. Oysa Trump, Suriye savaşındaki tıkanmayı ABD lehine aşmak amacıyla sarsıcı bir taktik hamle yapmıştı ve bu son derece açıktı. Nitekim aradan bir hafta geçmeden, ABD yönetimi “çekileceğiz” açıklamasını orasından burasından çekiştirmeye ve pratikte çekilmeyi imkânsız kılacak koşullar ileri sürmeye başladı. Erdoğan’ın baskısı altında kalarak Suriye’den çekilme kararı aldığı söylenen Trump, yalnızca iki hafta sonra, bir tweet atarak “eğer Türkiye Kürtleri vurursa, Türkiye’yi ekonomik yönden mahvederiz” dedi ve Türkiye’yi dünya âlemin gözü önünde tehdit etti. Ertesi gün ise Türkiye’yle ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi çok istediğini söyledi. Tüm bunlar 20 gün içinde oldu.

Ortadoğu ve Suriye savaşı ekseninde gelişen olayların akışının baş döndürücü olduğu su götürmez. Savaş sahasındaki tüm güçler, birbirlerinin oyunlarını bozmak amacıyla sürekli yeni adımlar atıyorlar. Bu nedenle, yapılan bir açıklamanın daha mürekkebi kurumadan, onun tam aksini ifade eden bir başka hamlenin duyurusu gündeme düşebiliyor. Eğer salt uluslararası siyaset ekranına anlık olarak yansıtılan görüntülere bakılarak çıkarsama yapılırsa, sonuç tam bir hüsran olur. Zira burjuva medyada eksik olmayan yorumcular açısından manzaraya hâkim olan tam bir karmaşa ve belirsizlik zinciridir. Bir hafta önce ABD’nin Türkiye ile anlaşma temelinde Suriye’den çekileceğinin derin analizini yapan stratejist, bir hafta sonra Trump’ın “ekonominizi mahvederiz” tehdidi karşısında afallayıp kalır. Gerçekliği bütünlüklü ve derinden kavramanın en temel yolu, öncelikle sahnede sunulan haliyle oyunu veri almamaktan geçiyor. Ne var ki bunu yapabilmek için olguların maddi temellerine inerek değerlendiren bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Marksizmin tam karşıtı bir bakış ve düşünce yapısına sahip burjuva düşünürleri, olguların maddi temellerine inmez ve onları diyalektik bütünlük içinde değerlendirmezler. Olgulardan doğan görünümleri “nihai gerçeklik” olarak kavrarlar. Böylece parçalı, bütünlüğü vermeyen, olgunun nesnel varlığını aydınlatmayan bir sonuç çıkar ortaya. Kuşkusuz bu aynı zamanda ideolojiktir. Burjuva ideologu, çalışma nesnesini bilimsel bilgi temelinde değil, egemen sınıfın çıkarlarını esas alarak inceler.

Savaş ve diplomasi alanı, aynı zamanda ardışık taktik hamleler alanıdır. Dolayısıyla uluslararası siyasetin karmaşık bir ilişkiler bütünü doğurması kaçınılmazdır. Bu durum, özellikle içinden geçtiğimiz kapitalizmin tarihsel krizi ve ona eşlik eden Üçüncü Dünya Savaşı döneminde daha belirgin hale gelmiştir. Şu hususu daima akılda tutmak lazım: Taktik hamleler strateji değildir, stratejiyi hayata geçirmek üzere izlenen uzun ve dolambaçlı yolun bir parçasıdır. Karmaşanın üstüne çıkılmadığı ve diyalektik bir bakış açısıyla olguların maddi temeline inilmediği sürece, taktik hamlelerin neye işaret ettiği de kavranamaz. Trump’ın “çekileceğiz” hamlesinin ardından bu konuda kalem oynatanların çoğunun, aynı körlerin yaptığı gibi filin yalnızca bir parçasını tarif etmesi bu yüzdendir.

Kapitalizm tarihsel bir krize girmiştir. Bunun anlamını derinden kavramaya çalışırsak, sistemin erken dönemlerinde sahip olduğu canlandırıcı, pazarı devindirip genişletici potansiyellerini büyük ölçüde tükettiğini görürüz. Bir zamanlar sistemin atılım yapmasını sağlayan ve önünü açan özellikleri, onun en büyük engeline dönüşmüştür. Ticaret savaşı örneğinde gördüğümüz üzere, kızışan emperyalist rekabet ve bu temelde atılan adımlar, sistemin yarattığı küresel pazara ağır darbeler indirecek niteliktedir. Özetle sistem bir çıkmaza saplanmıştır. Emperyalist sistemi bir hegemonya krizine sürükleyen de kapitalizmin krizidir. İki olgu arasında diyalektik bir ilişki olduğunu asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Son tahlilde hegemonya krizi, kapitalizmin içine yuvarlandığı krizin aldığı görünümden başka bir şey değildir. Keza kapitalizmin tarihsel krizi ile ABD’nin başlattığı emperyalist savaşın milenyum dönemecine denk gelerek örtüşmesi de bir rastlantı değildir. Kaldı ki rastlantılar zorunlulukların ifadesidir.

Krizin doğası kaçınılmaz olarak tüm toplumsal gelişmelere ve bu arada savaşa kendi rengini verip belirliyor. Geçmişte, meselâ birinci ve ikinci dünya savaşının tarafları açık ve netti; ittifaklar ve cepheler belliydi. Daha da önemlisi, emperyalist güçlerin toprakları savaşın doğrudan alanıydı. Bugün ise Üçüncü Dünya Savaşı, emperyalist güçlerin kendi topraklarından uzaklarda, nüfuz alanlarında gerçekleşiyor. Dünyanın çeşitli coğrafyalarını ateşe veren emperyalist güçler, buralarda kendi nüfuzlarını kurarak birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Bu savaşın birinci ve ikinci dünya savaşına benzememesi, kendine özgü tuhaf ve karmaşık görünümler alması kafaları karıştırabiliyor.

Meselâ bugün onlarca insanın canını alan bombalı eylemler ve benzeri saldırılar dünya burjuva literatüründe terörizm olarak kabul görüyor. Özellikle Batı’daki saldırılar “uluslararası terörizm” biçiminde tanımlanıyor. Oysa hedefsiz, sırf yakıp yıkmaya odaklanan bir kendinde şey değildir terör. Marksizm, bugün terörizm olarak nitelendirilen şiddet eylemlerinin emperyalist savaşın bir parçası, onun bir görünümü olduğunu ifade eder. Yani savaşın biçimi değişse de özü aynıdır. Bu gerçeklik, içinden geçtiğimiz tarihsel kesitte, Üçüncü Dünya Savaşının geçmişten farklı görünümler aldığını da ortaya koyar.

Bugün Ortadoğu’da yoğunlaşan ama tüm uluslararası siyasal ilişkilere damgasını basan, Üçüncü Dünya Savaşıdır. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Güney Asya’ya kadar geniş bir coğrafya, günümüzdeki emperyalist savaşın alanı konumundadır. Halkalar halinde birbirine eklemlenerek genişleyen bir emperyalist savaştan söz ediyoruz. Suriye cephesinde tıkanma yaşandığında Ukrayna’ya el atılıyor, İran cephesi için hazırlık yürütülürken Venezuela’da cephe açmak üzere harekât başlatılıyor. Tam anlamıyla küresel karakterli bir savaş!

Taktiği stratejiden ayırmak

İşte ABD ya da Rusya gibi emperyalist güçler Üçüncü Dünya Savaşının bu kendine özgü yapısı üzerinde hareket ediyor. Attıkları taktik adımlar doğal olarak manzarayı daha da karmaşık hale getiriyor. Buna bir de ABD egemen sınıfı içindeki görüş ayrılıklarını, kavgayı ve buradan doğan krizleri eklememiz gerekiyor. Amerikan egemen sınıfı içindeki krizin temel başlıklarından birini dış politikanın nasıl yürütüleceği ya da savaşta hangi taktik adımların izleneceği oluşturuyor. Pervasız bir kapitalist olan Trump, Amerika’daki müesses nizamın yerleşik kural ve yöntemlerini aşarak kendi bildiği yoldan iş kotarmak istiyor. Irkçı ve cinsiyetçi düşünce yapısıyla, faşizan eğilimiyle, halk dalkavukluğu yapmasıyla, kendine kurtarıcılık vehmetmesiyle, burjuva demokrasisinin ve uluslararası sistemin kurum ve kurallarını takmamasıyla Trump, bugüne kadarki ABD başkanlarından farklı birisidir. Trump’ın bu özellikleri, onun yönetim anlayışını ve dış politika taktiklerini de belirliyor. ABD’nin eski gücünü kaybetmesi ve emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasının sarsılması, Amerikan egemen sınıfı içinde yeni arayışları da beraberinde getiriyor ve faşizan eğilimleri güçlendiriyor. Hiç kuşku yok ki Trump’ı en tepeye taşıyan bu nesnelliktir.

Kapitalist düzende burjuvazinin içinde farklı çıkarlar temelinde gruplaşmaların ve bölünmelerin olması, kıran kırana bir rekabetin sürmesi doğaldır. ABD’de tekelci sermaye kesimlerinin, devlet aygıtını yönlendiren üst düzey bürokratların, burjuva politikacıların iç içe geçerek oluşturduğu birden çok fraksiyon olduğu bir gerçekliktir. Birbirinden farklı çıkarlara sahip bu burjuva fraksiyonların çoğu zaman aynı partinin çatısı altında toplanmaları da kafa karıştırıcı olmamalıdır. Bu perspektiften baktığımızda şunu görürüz; elbette Trump Amerikan tekelci sermayesinin hizmetindedir ama aynı zamanda burjuva fraksiyonlardan birinin politik görüşlerinin de temsilcisidir. Bu yüzden Trump, zaman zaman iç ve dış siyaset açılımlarında kendi partisi (Cumhuriyetçiler) içindeki önemli bir kesimle bile farklı düşmektedir. ABD’nin emperyalist stratejisinin belirlenmesi ve dış politikasının tayin edilmesinde merkezi bir konuma sahip Dışişleri ile Savunma Bakanlığı da (Pentagon) Trump’ın kimi taktik açılımlarına karşı çıkıyor. Bu aygıtların hayli baskın oldukları, birçok örnekte gördüğümüz üzere Trump’ın taktik açılımlarını kendi yol ve yöntemlerince dönüştürüp şekillendirdikleri açıktır.

Kapitalist rekabet sermayenin doğasından gelir. Bir kapitalistin hem muazzam sermaye birikimine sahip olması hem de rekabetten uzak durması onun varlığıyla örtüşmez. Bu örnekte olduğu gibi, sistemin tarihsel bir krizle sarsıldığı ve emperyalist rekabetin kızıştığı koşullarda savaşa başvurmak ABD emperyalizmi için bir zorunluluktur. Aksi halde sistemin tepesindeki hegemonik rolünü koruyamaz. Dolayısıyla ABD egemen sınıfı içindeki fraksiyonlardan birisinin savaşa karşı çıkması düşünülemez. İçe kapanmacı olduğu söylenen Trump, gerçekte savaşı her türlü yolla sürdürmek isteyen politik bir çizginin temsilcisidir. Bu noktada, ABD’nin emperyalist stratejisi konusunda egemen sınıf içinde bir görüş farklılığı olmadığını da kuvvetlice vurgulamak lazım. ABD emperyalizminin 2001’den bu tarafa sonsuz savaş sloganıyla hayata geçirmeye çalıştığı stratejisi bellidir: Önleyici savaş ve müdahalelerle nüfuz alanlarını dönüştürmek; Rusya, Çin ve Almanya gibi rakiplerin güçlenmesinin ve dengeleri değiştirecek düzeye yükselmelerinin önünü kesmek, sarsılan ve aşınan hegemonyasını güçlendirmek, dünya pazarında üstünlüğü yeniden ele geçirmek! Kimilerinin iddia ettiği gibi ABD’nin bir stratejisinin olmadığı düşüncesi doğru değildir.

ABD emperyalizminin stratejisinin temel ayaklarından birini Ortadoğu’nun dönüştürülmesi oluşturuyor: Eski siyasi dengelerin yıkılması, bölgenin siyasi haritasının değiştirilmesi ve ABD’nin nüfuzu altında yeniden şekillendirilerek kapitalizme derinden entegre edilmesi! Hiç kuşku yok ki bir stratejiye sahip olmak demek, onu istenen zamanda ve hiçbir sorunla karşılaşmadan hayata geçirmek anlamına gelmiyor. Zira söz konusu stratejinin başarısını belirleyecek olan emperyalist savaştaki güçler dengesidir. Üstelik ABD’nin Ortadoğu’da üstünlük kurması da yetmez. Sonucun kalıcı olup olmayacağını üçüncü dünya savaşının akıbeti belirleyecektir. ABD emperyalizmi hegemonyasını eskisi gibi sürdüremiyor. Fakat Çin ya da Rusya gibi emperyalist güçler ise ABD’nin yerine geçerek sistemin belirleyici ve düzenleyici gücü haline gelecek ekonomik ve askeri kapasiteden yoksundurlar. Dolayısıyla mevcut koşullarda emperyalist güçlerden biri ya da bir emperyalist ittifak bu savaşı kazanarak üstünlüğünü ilan edemiyor. Bu nedenle, emperyalist savaş ve hegemonya krizi uzatmalı olarak sürüp gidiyor.

Mevcut savaşın kendine özgü yapısı ve güçler dengesi nedeniyle, henüz mutlak bir kutuplaşma oluşmuş değildir. Bugün için Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın temel iki belirleyen gücü var: Amerika ve Rusya! ABD ile Rusya’nın plan ve hareket tarzının farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Hegemonyasını koruyup pekiştirmeyi hedefleyen Amerikan emperyalizmi, bu doğrultuda önünde engel olarak gördüğü tüm siyasal dengeleri sarsacak tarzda hareket ediyor. Ortadoğu’dan Güney Asya’ya, oradan Latin Amerika’ya kadar paylaşım alanlarında çelişkileri alabildiğine keskinleştirip kutuplaşmayı derinleştirmek, Rusya ve Çin ekseni ile kendisi arasında salınan diğer tüm güçlerin manevra alanını yok etmek istiyor.

Buna karşılık Rusya, ABD’nin tam aksine, “yumuşatma” taktiği izliyor. Bu taktik gereği, ABD-İngiltere ekseninde yer alan güçlerle, meselâ Esad rejimine düşmanca bir tutum içinde olan İsrail’le son derece dikkatli bir ilişki yürütüyor. Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez’deki Arap ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini derinleştirerek ABD ile bu güçler arasındaki çelişkileri arttırmaya çalışıyor. Daha da önemlisi, bir endüstri devi olan Alman emperyalizmini kendi eksenine çekmeye dönük incelikli bir siyaset izliyor. Rusya’nın bu siyasetinin en tipik örneğini belki de Türkiye’ye dair aldığı tutum oluşturuyor. Bilindiği üzere belirli alanlarda Türkiye’ye ön açan ve ona manevra alanı tanıyan Rusya’nın bu taktik hamlesi, onun Suriye politikasını hayata geçirmesinde son derece etkili olmuştur. Rusya, Türkiye’nin ABD ile olan çelişkilerini ve gerilimini arttırarak onu NATO’dan uzaklaştırmayı hedefliyor.

Akın Erensoy- 6 Şubat 2019, kısaltılmıştır.

[1] Bu kısım, 11 Nisan 2015 tarihli bu başlıklı yazımızdan alınmıştır.

[2] Yeni Şafak, 15 Nisan 2016

[3] Yeni Şafak, 11 Aralık 2015

[4] Utku Kızılok, AKP ve İttihat Terakki’nin Ortak Hevesleri, www.gelecekbizim.net

[5]Savaş ve Faşizm: Felâket Yaratanlar Kendi Sonlarını da Hazırlıyor” başlıklı yazıdan kısaltılarak alınmıştır.