ABD, Irak’a müdahaleyi kararlı bir şekilde düşünürken ve rakip emperyalist devletler bu müdahaleye karşı dururken, Türkiye ABD emperyalizminin yanında tavır aldı. Oysa burjuva basında Irak’a müdahale tartışılırken, Türkiye’nin “kaygıları” olduğu, hatta savaşa karşı olduğu vurgulanıyordu. Aslında Sovyetlerin çöküşünün ardından, petrol rezervlerinin ve yeni pazarların gidiş yolu üzerinde bulunan Türkiye’nin emperyalistleşme iştahı kabarmıştı. Burjuvazi, 11 Eylülden sonra pazarların yeniden düzenlenmesine ve emperyalist paylaşıma dâhil olmak istiyor.
Ordu yeni konjonktüre göre yapılandırılmış ve savaş düzenine geçilmiştir. Ordunun savaşta aktif rol alacağını ve AB karşısında ABD’den yana tavır koyacağını Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt 28 Mayısta bir sempozyumda ABD’yi överek dillendirmişti. Ordunun açıklamaları Türkiye’nin “resmi” açıklamaları olması bakımından oldukça önemlidir. Ordunun tavrını netleştirmesinin ardından Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun yaptığı açıklama, Türkiye’nin emperyal politikalarını açığa vuruyor. “Kuzey Irak, Misak-ı Milli hudutlarımızda bize emanettir. O günün istiklal savaşı şartları içinde, egemen güçlerin Türkiye’nin o günkü şartlarını istismar ederek zorla kopardığı bir yerdir. Kuzey Irak öyle veya böyle, şu veya bu kimselerin hevesine kurban edeceğimiz bir bölge değildir. Ulu önder Atatürk’ün Hatay için dediği gibi, Musul ve Kerkük de Türk toprağıdır.”
Bu sözler oldukça açıktır ve Türkiye’nin emperyal heveslerinin nasıl pusuya yattığını ifade ediyor. Savaş düzeni alan ordunun en tepesinde bulunan yeni Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Irak’ta belli amaca yönelik unsurlarımız var” derken, Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilen Aytaç Yalman, “yakında Türkiye’nin çıkarlarına birtakım olumlu gelişmeleri duyacaksınız” demiştir. Tüm bu açıklamalarla, Türkiye kapitalizminin mevcut sınırlarına sığamadığı ve pazarların paylaşımıyla sınırlarını aşmak istediği ortaya konuluyor.
ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, Türkiye’nin durumunu orduyu överek somutlamaktadır: “Türkiye mükemmel bir orduya, olağanüstü bir hava üssüne ve seçkin bir liderliğe sahip Müslüman bir ülkedir.” Bölgede İsrail’den sonra en büyük silahlı güç Türk ordusudur. ABD, Türk ordusunu 1990’dan sonra silahlı bir “süper güç” yapmayı hedefliyordu. Siyonist İsrail’den çok, Ortadoğu’nun Müslüman Türkiye’si emperyalist politikalar için daha çok işe yarayacaktır. Türkiye’nin silahlandırılması, Irak savaşının öngününde geniş kapsamlı bir silah satışıyla hızlanmıştır. ISAF’ın (Uluslararası Barış Gücü) komutasını üstlenen Türkiye ABD’den 128 milyon dolar yardım alırken, “havadan erken uyarı ve kontrol sistemi” (AWACS) denilen 4 adet uçağın satışı ABD kongresince onaylanmıştır. Bu uçaklar sadece ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde bulunuyor. Türkiye bu uçaklar aracılığıyla Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’yı birleştiren bölgede askeri gelişmeleri önceden görebilecektir. Uydu bağlantılı çalışacak uçaklar, uluslararası hava savunma sistemine entegre olduğundan istihbarat ve haberleşme uydularından yararlanabilecektir. Bu gelişmeler “süper silahlı güç” tanımını tamamlıyor. Savunma Bakanının ve generallerin Irak (Güney) Kürdistanı’na ilişkin yaptıkları pervasızca açıklamaların temelinde, ABD’nin bölgeyi yeniden düzenleme planları ile Türkiye’nin çıkarlarının çakışması yatıyor. Bu kendini silahlanma olarak açığa vuruyor.
ABD Irak’a, Türk ordusu ile birlikte müdahale etmek istiyor. Rumsfeld’in adıyla anılan plana göre, Türkiye kuzeyden Irak’a girecek ve arkadan geniş bir cephe açarak ilerleyecektir. Diğer cephelerden ise Ürdün ve Kuveyt’ten hareket eden ABD ve İngiliz birlikleri ilerleyecektir. ABD, müdahale için Eritre’de, Kızıldeniz adalarında özel üsler kurarak buralara asker yığınağı yapmıştır. Akdeniz ve Basra Körfezi’nde savaş gemileri hazır bekletilirken, en önemli üsler Türkiye üsleri olarak öne çıkıyor. Pazarlıkları netleştirmek için Türkiye’ye gelen ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, Irak savaşının kilit ülkesini açıkladı: Türkiye! Ve şöyle dedi: “Çünkü bu son derece önemli stratejik kesişme noktasında, son derece güvenilir, kendine güvenen bir müttefikimiz var.”
Egemenler, Türkiye’nin bu kesişme noktasındaki stratejik konumunu pahalıya satmak için sıkı pazarlık yapmaktadırlar. Bütün pazarlık, Güney Kürdistan’ın statüsünün ne olacağıdır. Türkiye bir taraftan bir Kürt devletinden korkuyor ve adını duyduğu anda irkiliyor ama diğer taraftan Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia ederek, buraları da Misak-ı Milli sınırları içinde sayıyor. Türkiye, emperyal emelleri çerçevesinde işgal edilmiş bir Musul ve Kerkük’ü daha garantili görüyor. Generallerin ve yöneticilerin her fırsatta “bölünüyoruz” demesi sadece bir politik manevra değil, aynı zamanda eklektik sınırların oluşturduğu güvensizlik duygusunu ve korkuyu da ifade ediyor. Türkiye’nin uzun yıllardır Kuzey Irak’ta askeri bulunuyor. Irak’a müdahaleyle birlikte bu askerler Kuzey Irak’taki Türkmen bölgesiyle bütünleşerek Musul ve Kerkük’ü ele geçirebilecektir.
Türkiye, Birinci Körfez Savaşından farklı bir noktada duruyor. 1991’de PKK ile “düşük yoğunluklu” bir savaş yürüten ordu, Musul ve Kerkük’e girmeye cesaret edememişti. Fakat 11 yıl içinde ordu küçük de olsa bir savaş deneyimi kazanmış ve 11 Eylül’le birlikte çok daha büyük bir avantaj yakalamıştır. Türkiye, Kürt halkının ulusal arzularına ulaşarak bir devlet kurmasını önlemek ve petrol yataklarına nihayet 80 yıl sonra bölgeyi işgal ederek ulaşmak isterken, ABD, “silahlı süper güç” olarak Türkiye’nin bölgeyi denetimde tutmasını istiyor. ABD, Türkiye’yi kendi planına ikna etmek için Kıbrıs’ta Türk tezini desteklerken, Irak’ın yapılandırılmasında söz sahibi olmasını ve petrolün Türkiye’ye akışını garanti ediyor. Örneğin savaş sonrasında Türkiye’ye 50 milyar dolarlık bir pazarın açılacağından söz ediliyor.
Pentagon’un adamı olan Wiliam Safire ABD’nin niyetlerini şöyle açıklamaktadır: “Federatif bir Irak’ta özgürce yaşayan ve Türkiye’de kültürleri saygı gören Kürt halkı, bölgesel süper güce karşı bir savaş başlatır mı hiç?” Ne var ki gelinen süreçte pazarlıklar henüz netleşmemiştir. Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile Türkiye’nin atışması ve ardından Türk Dışişleri Bakanının “biz konuşmayız, gereğini yaparız” şeklindeki tehdit açıklaması, pazarlıkların çok derin ve kapsamlı yapıldığını ve kimi zaman diplomatik manevralarla açığa vurulduğunu gösteriyor. Emperyal bir gelenekten gelip, “Arnavutluk’tan Çin seddine” hayalleriyle yaşayan Türkiye egemen sınıfı, niyetlerini gerçeğe dönüştürecek bir konjonktür yakalamıştır. Irak savaşı bu kapsamda ele alınmalıdır.
İkinci Körfez Savaşı tartışılırken, gerek burjuva yazar ve akademisyenler gerekse sosyalistler, Türkiye’nin Irak’a müdahalesini ABD’nin dayattığını söylüyorlar. Buna sebep olarak da ABD’ye ekonomik ve askeri bağımlılık gösteriliyor. Irak’a Türkiye’nin müdahalesini onaylayanların da karşı duranların da aynı etmenleri ifade etmesi oldukça ilginçtir. Burada bizi asıl ilgilendiren solun tutumudur. Stalinizmin köreltici milliyetçi anlayışıyla dünyayı algılayanlar, ulusal sınırların ötesine geçememekte ve “ulusal bağımsızlık elden gidiyor” feryadını yükseltmektedirler. Emperyalizm tahlili, bu anlayışların elinde bir kez daha ABD emperyalizmiyle sınırlandırılıp kapitalist dünya sistemi bir tarafa bırakılmaktadır. Türkiye’nin savaşa giriş gerekçesi olarak gösterilen ABD’ye bağımlılığı, faktörlerden yalnızca biridir, asıl etmen değildir. ABD, Irak’a hangi kaygı ve istekle savaş açmak istiyorsa, Türkiye de aynı kaygı ve istekle bu savaşa girmek istiyor: “Yaşamsal kaynaklara” ulaşmak adı altında yeni pazarların ve petrol rezervlerinin kontrolü, bölgede hegemonik güç unsuru olmak!
Yanlış değerlendirmeler, emperyalizmi ve emperyalist sistemdeki hiyerarşik düzeni yanlış tahlil etmekten kaynaklanmaktadır. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak tasvir edilen emperyalizm, kapitalizmden farklı, onun dışında, ondan kopuk olarak düşünülebilir mi? Hayır! Çünkü emperyalizm kendileri emperyalistleşememiş kapitalist ülkeler için dışsal bir olgu olmayıp, bizzat bu ülkelerin kapitalist işleyiş mekanizmalarında içselleşmiştir. Demek ki çağımızda kapitalizm emperyalizm olmadan düşünülemez. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak görüp ulusal kapitalizme yamanan milliyetçi bir politika, işçi sınıfının politikası olamaz. Emperyalizm bir dünya sistemidir. Bu sistem içinde yer alanların hepsi, hiyerarşinin en üstündeki emperyalist devletler de en altında yer tutan kapitalist devletler de sistemin doğasına uygun olarak yeni pazarlara yönelmek, nüfuz alanları oluşturmak isterler. Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişir. Bu gelişim yasasıyla bağıntılı olarak, elbette ki emperyalist hiyerarşide yer değiştirmeler ve pazarların bu yer değiştirmelere uygun biçimde yeniden düzenlenişi gündeme gelecektir.
Türkiye, ABD’nin dayatmaları ve ona bağımlılığının dışında, tarihsel olarak da, geldiği noktada emperyal bir politika gütmek ihtiyacı duymakta ve yeni nüfuz alanları, yeni pazarlar üzerinde egemen güç olmak istemektedir. Balkanlar’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya-Afganistan’da, Kafkasya’da etkin olmak, buralara müdahale etmek isteyen Türkiye’nin amacı başka ne olabilir? Emperyalist kapitalist dünya sistemi içinde tüm devletler birbirine bağımlıdır. Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığı kadar, eşit derecede olmasa bile bunun tersi de geçerlidir. ABD, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadaki konumundan yararlanmak isterken, aynı ölçüde Türkiye de ABD’den yararlanmak istiyor. Konjonktür değiştiğinde yeni düzenlemeler çerçevesinde çıkarlar da değişecektir. Bu durumda ABD’nin yerini belki AB belki başka bir güç alacaktır. Fakat emperyalist dünya sistemi devam ettikçe, diğer devletler gibi Türkiye’nin yayılmacı politikası da değişmeyecektir.
Akın Erensoy- 1 Ekim 2002- Emperyalist Savaş Rüzgârları yazısından alınmıştır.
ABD ve İngiliz emperyalizminin savaş makineleri Irak halkının üzerine tomahawk füzeleri yağdırırken, Türk burjuvazisinin kalemşorları tozu dumana katmış savaş güdüsüyle dizlerini dövüyorlardı. Çünkü Meclisten savaş tezkeresi geçmemiş ve Türkiye resmen savaşın bir parçası olmamıştı. Günlerce kitlelerin bilincini esir aldılar ve ABD’nin yanında savaşa girdiğimizde neler kazanacağımızı ballandıra ballandıra anlattılar. Efendim, 24 milyar dolarlık bir kredi gelecek, ABD Türk üslerinde girişeceği inşaatlara dolar akıtacak, Türkiye Irak paylaşılırken masada olacak ve savaşın ganimetinden pay alacaktı. Bir düşünün, krizde olan Türkiye ekonomisi krizden çıkacak, milli gelirimiz artacak, yani her şey “çok güzel olacaktı!” Ama işte olmadı. Yazık, çok yazık!
Tarih yine sürprizini yapmış, gerek burjuvazinin kendi içindeki mücadele, gerekse bir bütün olarak burjuvaziyle işçi sınıfı arasında yürüyen sınıf mücadelesi olgusu olayların gelişimine değişik bir yön vermiştir. Savaş tezkeresine ret oyu veren milletvekillerini işçi sınıfının savaş karşıtı gösterileri ve burjuvazinin iç çatışmaları etkilememiş olabilir mi? Elbette hayır! Büyük burjuvazi ve onun basındaki sözcüleri elleri tetikte bekliyorlardı; bir fırsat çıksa da ABD ile TC’yi yakınlaştırsak diye! Hatta TÜSİAD, ABD ve TC arasında arabuluculuğa soyundu, gerginleşen ilişkileri yumuşatmaya çalıştı. Nitekim bu girişimin sonucunda ABD Dışişleri Bakanı Powell Türkiye’ye geldi; ilişkiler bozulmamıştı ve stratejik ortaklık devam edecekti! Gül, Powell ile görüştükten hemen sonra TC’nin savaş koalisyonu içinde olduğunu açıkladı. Ama hemen arkasından da kıvırdı ve başka bir şeyi kastettiğini belirtti. Burjuvazi için ne hazin bir durum!
Büyük burjuvazi ulaştığı sermaye birikim düzeyi bakımından tam da “ulusal” sınırları aşıp uzak pazarlara ulaşacaktı ki, hayallerini yıkan bir şok dalgasıyla sarsıldı ve kendine geldi. 1 Martta tezkerenin burjuva Meclisten geçmemesi kapitalistlerin hayallerini kâbusa çevirdi; Irak’ta önlerine serilen fırsatlar gözlerinin önünden uçup gitti. Çünkü Amerikan emperyalizmi kendi stratejilerini Türkiye olmadan da hayata geçirebileceğini ortaya koydu. Üstelik savaşın mimarı olarak tanımlanan Wolfowitz açmış ağzını, yummuş gözünü ve Türkiye’ye verip veriştirmişti. Ama burjuvazi tüm bu olanlardan yılmamıştır. Türkiye her durumda, her fırsatta savaş koalisyonunun içinde olduğunu açıklamıştır. Nitekim ikinci tezkere burjuvazinin kendi içindeki çatlak ve çelişkilere rağmen bu yönde atılmış bir adım, burjuvazinin bir niyet belgesidir. Türkiye’nin büyük kapitalistleri kesinlikle savaşın dışında kalmak istememekte ve paylaşımdan karınca kararınca pay almaya çalışmaktadırlar.
Türkiye burjuvazisinin emperyalistleşme arzusu onu savaş alanına çekmektedir. Ancak savaş ekonomik, askeri ve siyasi güç demektir. Türkiye ise ekonomik olarak zayıftır. Yani sermayenin siyasi ufku ile ekonomik gücü örtüşmemektedir. Dolayısıyla, Türkiye kapitalistleri emperyal niyetlerini ancak ve ancak uluslararası düzeyde yürüyen emperyalist hegemonya savaşının bir tarafı, bir parçası olmak koşuluyla gerçeğe dönüştürebilirler. AB’ye girerek entegrasyon sürecini derinleştirmek ve Avrupa pazarlarına ürünlerini daha rahat satmak isteyen burjuvazi, başka bir taraftan da kendi bölgesinin hegemon gücü olmak istemektedir. Bu ise Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar olan bölgeyi kendi hegemonyasına almak isteyen ABD emperyalizminin şemsiyesi altına girmekle mümkündür. Lakin iki taraflı bir oyunu burjuvazi sonuna kadar götüremez ve er geç bir tarafta netleşmek zorundadır. Nihayetinde bu durum Türkiye burjuvazisini giderek sıkıştırmakta ve Türkiye emperyalist hegemonya mücadelesinin ortasında kalakalmaktadır. Türkiye burjuvazisinin kendi kapitalist çıkarları ile emperyalistlerin çıkarları çakışmadığı ölçüde Türkiye mengeneye sıkışmaktadır. Kıbrıs ve Kürt sorunu bu bağlamda Türk burjuvazisinin canını yakan sorunlarken, emperyalistler için şantaj malzemeleridir.
Fakat burada bir noktayı aydınlatmak gereklidir. Emperyalist sistem içinde çıkarlar hangi tarafla çakışırsa sermeyenin devleti de o tarafa yönelir, ilişkiler geliştirir. Bugün Türk burjuvazisinin emperyalistleşme niyetlerine ABD olanaklar sunarken yarın AB veya başka bir emperyalist güç bu olanağı sunabilir. Bu durum sürekli değişkenlik gösterir. Öyle ya, AB’ci olan ve Kıbrıs konusunda “güvercin” tutumu takınan büyük burjuvazinin Irak savaşında “şahinleşerek” ABD emperyalizmine yakınlaşmasının başka ne anlamı olabilir?
ABD emperyalizmi emperyalist hiyerarşideki yerini sağlamlaştırmak için uzun soluklu bir savaş başlatmıştır. ABD emperyalizmi önüne koyduğu hedefler doğrultusunda her ülkeye bir rol, bir misyon biçmektedir. ABD’ye göre müttefik ülkeler var ve bunlar çantada keklik, bir de hizaya getirilecek ülkeler var ve bunlar düşman! Bu bağlamda Türkiye ABD’nin müttefikleri içinde yer almaktadır. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya üçgeninde oturan Türkiye’ye ABD stratejisi içinde önemli bir rol biçilmektedir. Türkiye, bölgede orta büyüklükte bir devlet ama önemli silahlı bir güç ve etkin kabiliyetli vurucu unsur olarak görülmektedir. ABD hegemonyasının yeniden tesis edilmesinde merkezi bir rol alabilir diye bakılmaktadır. Fakat ABD egemenleri, Irak savaşında Türk egemenler görevlerini yapmadılar diye oldukça kızmış, hayal kırıklığına uğrayarak sert açıklamalar yapmışlardır.
ABD emperyalizmi Türkiye’nin kendisine mutlak surette tâbi olmasını, ona biçtiği misyon çerçevesinde davranmasını isterken, Türk burjuvazisi tarihsel mirasını da yaslanarak kendi bağımsız çıkarlarının hayat bulmasını arzulamakta ve çizilen sınırların dışına çıkmak istemektedir. Osmanlı’dan gelen emperyal gelenek TC’nin zihninde hülyalar yaratmakta ve geleceğe ilişkin düşler kurmasını sağlamaktadır. Bu ise birçok çelişkinin bir araya gelmesine, burjuvazi içinde bir zıtlaşmaya ve sürtüşmeye yol açmaktadır. Yani burjuvazi de kendi içinde homojen bir örgütlenmeye sahip değildir. Aynı şekilde, ABD ve Türk sermayesi arasında da bir sürtüşmenin yaşandığı gözlemleniyor.
Burada birkaç olgu iç içe geçerek gelişen olaylara değişik bir yön vermektedir. Birincisi, tekelci sermaye AB’ye girmek isterken, devlete hâkim olan ve siyasi gücünü buradan alan burjuva kesimler AB karşıtı bir tutum sergilemektedirler. Siyasal alanda belirleyici bir güç olan ordu, AB’ye entegrasyon sürecinde siyaseten zayıflayacağı endişesiyle, ikinci kesimin mevzilerinden sesini yükseltmektedir. Lakin bu değişmez değildir.
İkincisi, tekelci sermeye Türkiye’nin bölgede hegemonik bir güç olarak şekillenmesini istiyor, bunun için ABD’ye yakınlaşıyor. Ulus-devletin siperlerine sığınan burjuva kesimler de böylesine bir niyet beslemelerine rağmen, ekonomik ve siyasi olarak kendilerine güvenmiyorlar. Mevcut konumlarını kaybetmekten korkuyorlar.
Üçüncüsü, Kıbrıs ve Kürt sorununda burjuvazi yekpare davranamıyor. Birinci kesim AB’ye yakınlaşmak için Kıbrıs’ta tavizler vererek çözümden yanayken, ikinci kesim aynı şekilde Kıbrıs’ı kontrol etmek istemektedir. Ordunun tavrı ikinci kesimden yanadır. Fakat ABD, Kıbrıs’ta Türk tezini desteklemek için Türkiye’nin kendi yanında savaşa girmesini ve Kürt sorununda esnek olmasını istemektedir. Bu ise burjuvaziyi, özellikle ikinci kesimi sıkıştırmaktadır.
Dördüncüsü, burjuvazinin iki kesimi de Kuzey Irak’a girmekten yanadır. Ama birinci kesim ABD’nin şemsiyesi altında stratejik konumunu pazarlayarak “uzaklara” açılmak isterken, ikinci kesim bir Kürt devletinin kurulmasının önünün alınmasını amaçlamaktadır. Ordu savaşa aktif olarak girmenin neler getirebileceğini öngöremediğinden statükoyu korumayı seçmiştir. Fakat bu, orduya göre ancak savaşın içinde olmakla mümkündür. Yani bir Kürt devletinin kurulmasını engellemek için savaşa girilecek ve ABD ile ilişkiler bozulmadan stratejik ortaklık devam edecek, mevcut dengeler Türkiye aleyhine bozulmayacak! Ordunun tezkere Mecliste reddedildikten sonra yaptığı açıklamalar bu yöndedir. Bu, bakış açısı ve hedef çelişkili ve tutarsız olabilir ama Türkiye egemen sınıfının nasıl bir çelişkiler yumağı içinde olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Beşincisi, ABD Türk büyük burjuvazisinin kendi yanında savaşa girmesini desteklerken, bu kesime Kürt sorununa geniş bir ufukla yaklaşmasını öğütlemektedir. Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesine kesinlikle karşıdır. ABD, Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya uzanan hat üzerindeki stratejisini herhangi bir faktörün bozmasını kesin suretle istememektedir. Dolayısıyla şöyle bir tutum almaktadır: “Benim çizdiğim sınırlar ve isteklerim içinde savaşa evet! Senin çıkarların benim yanımdadır. Ama benim stratejimin yara alacağı merkezkaç güç oluşturmaya hayır! Sana sunduğum fırsatları iyi değerlendirmiyorsun! Bana ters düşersen her şeyi burnundan fitil fitil getirim!” Bu durum Türkiye’yi sıkıştırmakta ve denge politikasının, statükonun devamından yana tavır koymasına neden olmaktadır. Burjuvazinin kendi içindeki çatlaklar, emperyal arzuları ile ekonomik gücü arasındaki açı onu böylesine bir çıkmaza itiyor. 1 Mart 2003’teki birinci tezkerenin reddedilmesi ve sonrasındaki gelişmelere bağlı olarak ikinci tezkerenin onaylanması böyle bir çıkmazın ve çelişkinin ürünüdür.
ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grosman’ın açıklamalarının amacı, denge politikasından vazgeçilmesini sağlayarak Türkiye’yi yanlarına çekmektir. ABD stratejisinin, hedefine dosdoğru sorunsuz şekilde ilerlemesini sağlamaktır. Bunu ise tehdit ve azarlama yoluyla yapmaktan geri durmuyorlar. Wolfowitz’in konuşmasında iki nokta öne çıkıyor: Birincisi, büyük sermayeye sesleniyor ve çıkarlarının ABD’nin yanında olduğunu söylüyor. Wolfowitz bu kesimin şöyle düşünmesini istiyor: “Amerikalılarla beraber değerlendireceğimiz bir fırsat var. Bu fırsata katkıda bulunabilmek için elimizden geleni yapmalıyız.” İkincisi, orduyu eleştiriyor ve büyük sermaye ile AKP’yi statükocu kesimlere ve orduya karşı kışkırtıyor. “Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkmadı…”
6 Mayıs 2003’teki konuşmasında Wolfowitz AKP’yi orduya karşı desteklemekten de geri durmuyor. “Türk parlamentosunda sadece yeterince çoğunluğu sağlayamadık diyelim, ya da geçiremediler, onaylamadılar diyelim” diyor. Burada öne sürülen ve suçlanan, liderlik görevini oynamayarak tezkerenin onaylanmasına yardımcı olmayan ordudur. Hatta ordunun statükocu tutumunun kırılması ve denge politikasının son bulması için uluslararası düzeyde faaliyet gösteren İngiltere kökenli IISS (düşünce kuruluşu), “Ordu AKP hükümetine karşı darbe yapabilir” açıklamasında bulunarak uluslararası arenada orduyu sıkıştırmak istemiştir.
Sonuç itibariyle Wolfowitz Türkiye’yi savaşın bir parçası olarak, savaşın içinde tutmaya çalışıyor. ABD, Türk burjuvazisini sıkıştırmak için kendisinden özür dilemesini istemekten bile geri durmuyor. Wolfowitz ilk önce güç gösterisi yapıyor ve sonra dönüp Türkiye’nin önüne bir parça havuç atıyor. Olmadı, Powell devreye giriyor ve havuç-sopa oyunu yumuşayarak devam ediyor. E, emperyal niyetler besleyip bunu da emperyalistler arası denge politikalarına indirgemek kolay olmasa gerek! Fakat Türkiye burjuvazisi, Wolfowitz’in konuşmasını, tanrının sesini duymuş gibi sevinç çığlıklarıyla karşılıyor. Burjuvazinin kalemşorları köşelerinde, “peygamberlerinin” azarlayan bir tarzda da olsa el uzatmasıyla yeniden imana geldiler. ABD’nin kızdırılmaması ve öfkesinin geçmesinin beklenmesi için adeta bir “milli birlik” politikasının oluşturulması gerektiğinden dem vuruyorlar. Wolfowitz’in konuşması burjuvazinin yüreğine su serpmiştir. Burjuvazi Wolfowitz’in ve Grosman’ın sözünü ettiği çabanın bir parçası olmaya oldukça heveslidir, yeter ki bir fırsat verilsin!
Şunu söyleyebiliriz ki emperyalist savaş devam edecektir ve Irak bu savaşın yalnızca duraklarından biridir. Önümüzdeki süreçte bu coğrafyada oldukça önemli değişiklerin meydana gelmesi mutlaka beklenmelidir. Türkiye’nin denge politikası uzun süremez. Bu politika savaşın gelişimine bağlı olarak mutlaka parçalanacaktır.[1]
28 Ocak 2004’te Başbakan Erdoğan daha önce gayri resmi bir sıfatla ziyaret ettiği ABD’de bu kez resmi kabul gördü. Ancak olayın önemli yanı Erdoğan’ın resmi olarak ağırlanması ve üst düzeyde kabul görmesi değildir. Burjuva gazeteleri ziyareti şişirerek verdiler ve ABD’nin Türkiye’nin yanında olduğunu, Türkiye’ye önem verdiğini yazdılar. AKP hükümetinin Irak’a asker göndermek için meclisten tezkereyi geçirememesi sonucu ABD ve TC arasında başlayan “soğukluk” süreci burjuvazinin sözcülerine göre bitmiş bulunuyor. Onlara göre “stratejik ortaklık” devam ediyor. Eğer “kriz” dönemi bittiyse ve ilişkiler yeni bir mecrada devam edecekse, kuşkusuz bu yeni pazarlıkların yapıldığı ve yeni anlaşmalara varıldığı anlamına gelir. ABD’nin Türkiye’ye önem vermesi ve bunu Erdoğan’ı üst düzeyde karşılayarak ortaya koymasının ardında ne gibi pazarlıkların yattığı her nedense açıklanmadı; burjuva gazeteleri bu konuyu yeterince yazmadı. Sadece Kıbrıs meselesi öne çıkartıldı ve Bush’un hemen devreye gireceğine değinildi. Elbette bunun da bir anlamı var ama Bush’un bu hareketinin ve Powell’a hemen talimatlar vermesinin asıl sebebi Türkiye’yi çok sevmesi, ABD’nin Kıbrıs sorununu çözmek isteyen “demokratik” bir güç olmasından ya da Bush’un Erdoğan’ı “çok cesur ve açık sözlü” bulmasından ileri gelmiyor.
Meselenin birçok yönü vardır ve bunlar Türk burjuvazisinin çeşitli cephelerde içine girdiği sıkışıklıktan ve ABD emperyalizminin hedeflerinden bağımsız değildir. Başlıca konular Kıbrıs ve Irak Kürdistanı meselesidir. Ama bunun dışında, ABD’nin Avrasya Stratejisi bağlamında TC’nin buralarda alacağı roller de unutulmamalıdır. Yürüyen emperyalist hegemonya savaşında ABD egemen sınıfı, bölgede TC gibi bir vurucu gücü kaybetmek, AB’ye kaptırmak istemiyor. Her şeyden önemlisi ABD emperyalizmi için Erdoğan’ın gezisinin böylesine önemli bir yanı mevcuttur.
Açıklanmayan pazarlıkların önemine vurgu yapan burjuva gazeteciler konuyu diplomatik bir dille ifade etmeyi uygun görüyorlar. Genel olarak ABD’nin Türkiye ile barıştığından söz ediliyor ve Türkiye’nin yeni siyasi kazanımlar elde ettiğinin üzerinde duruluyor. Bu politik kazanımların ne olduğu ise açıklanmıyor. Milliyet’in Washington temsilcisi Yasemin Çongar, Erdoğan’ın gezisini oldukça başarılı buluyor ve TC’nin politik “artılar” elde ettiğini yazıyor: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Washington ziyareti birçok açıdan başarılıydı. Ankara-Washington ilişkilerinde, 1 Mart tezkeresinin reddiyle damgalanan ancak 2003 boyunca, Irak konusundaki derin görüş ayrılıklarının yüzeye çıktığı her vesilede kendisini hissettiren gerilim, büyük ölçüde aşıldı; ilişkilerde yeni bir dönem başladı. Başkan George W. Bush’un haziranda NATO zirvesi için İstanbul’a gelirken Ankara’ya da resmi ziyaret yapma kararı ve bu konuda Türk tarafına verilen yazılı metinde ‘stratejik ortaklık’ teriminin kullanılması, bu yeni dönemi teyit ediyor.” Çongar özellikle siyasi kazanımlara vurgu yapıyor ve altını çiziyor: “Siyasi ve iktisadi işbirliği, bundan böyle çok daha ön planda olacak; Erdoğan’ın Washington temasları da özellikle siyasi bazda iki başkentin dayanışmasını artıracak kararlar bakımından ‘artılar’la doluydu.” (Milliyet, 2 Şubat 2004)
Açıklanmayan pazarlıklardan anlaşılıyor ki ele alınan konular derin boyutludur ve emekçi sınıflardan özenle saklanması gerekmektedir. Bir gündem maddesi de ABD ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkilerin düzeyinin yükseltilmesi ve özelde de 8,5 milyar dolarlık kredi olmuştur. Her ne kadar bir “stratejik ortaklık”tan söz ediliyorsa da, bu ABD’nin çizdiği sınırlar içindedir. 8,5 milyar dolarlık kredinin şartlara bağlanması ABD’nin kendi stratejisi içinde TC’ye biçtiği rolle doğrudan bağlantılıdır. ABD, Türkiye’nin kendi kafasına göre hareket edemeyeceğini bu tür tavırlarla ortaya koymaktadır. Kredinin kullanılması şartları içinde Türkiye’nin ABD’nin Irak’taki politikalarına uyması ve Irak Kürdistanı’na müdahale etmemesi de var. Ancak her şeye karşın yeni pazarlıklar olduğu aşikârdır! Aradaki çelişki ve anlaşmazlıkları mutlaklaştırmak doğru olmaz. Zira görüyoruz ki emperyalist kapitalistlerden ve onların sözcülerinden her konuda tam bir uzlaşma beklenemez. Onlar çıkarlarının çakıştığı konularda bir arada dururlar; çıkarlarının ayrıştığı konularda ise birbirlerine karşı başka güçlerle ilişkiye girmekten geri durmazlar. Kıbrıs konusunda ABD’nin şemsiyesi altına giren Türkiye, Irak Kürdistan konusunda Suriye ve İran gibi bölge ülkeleriyle ABD’nin hoşuna gitmeyecek birtakım girişimlerde bulunmaktan geri durmaz.
Pazarlıkların ne gibi “artılar” ile dolu olduğu önümüzdeki günlerde, politik sahnede açığa çıkacaktır. “Stratejik ortaklık”ın ne olduğu özellikle Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmelerle daha iyi anlaşılacaktır. Fakat Kıbrıs konusunda öyle görülüyor ki ABD ile TC arasında yeni anlaşmalara varılmıştır. AKP hükümeti aracılığıyla hayata geçirilmeye çalışılan geniş politikaların bir paketini Kıbrıs oluşturmaktadır. Büyük burjuvazi Kıbrıs sorununu çözmek, iç ve dış politikada statükocu güçlerin etkinliğini kırmak istiyor.
Son süreçte Kıbrıs politikalarında açıkça değişikliğe gidilmesi ve bunun statükocu kesimin sözcülerince de kabul görmesinin kuşkusuz birçok nedeni vardır. Başbakan Erdoğan önce Davos’ta BM Genel Sekreteri Annan ile görüşmüş ve sonrasında ise Bush’la görüşerek pazarlıklar çerçevesinde sorunun çözülmesine karar verilmiştir. Erdoğan, Bush’tan Annan’ın özel temsilcisi Alvaro De Soto yerine yeni bir arabulucu için baskı yapmasını istedi. Bush, dışişleri bakanı Powell’ı bizzat devreye soktuğunu açıklayarak Annan’ı müzakereleri başlatmaya çağırdı. Erdoğan ise her zaman Rum kesimin bir adım önünde olacaklarını ve Annan ne isterse uyacaklarını açıkladı. İktidar sözcüleri ve büyük burjuvazinin kalemşorları derin bir özgüvenle konuşuyorlar ve “şimdi artık Rumlar çözüm istemeyecektir” diyorlar.
Büyük Ortadoğu Projesi açıklandığında Türkiye egemen sınıfı bir kez daha coştu. Ortadoğu’nun ve Kafkasya’nın çoktan beri yeniden düzenlenmesi için hegemonya savaşı veren emperyalist ülkeler Türkiye’ye yeni payeler biçmeye, onu stratejilerinin merkezine oturtmaya karar vermişlerdir. ABD emperyalizmi BOP’un merkez ülkesinin Türkiye olacağını ve dönüşümlerin başını Türkiye’nin çekeceğini açıklamıştır. Ortadoğu’da Müslüman, demokratik ve laik(!) bir ülke olarak TC model ülke sıfatıyla ileri çıkartılmıştır. Bu meyanda tabii bölgenin gelişmiş silahlı gücü olan Türkiye, yeni düzenlemelerin askeri gücü de olmaktan geri durmayacaktır. Bunun anlamı, Türkiye topraklarının ABD emperyalizmin Ortadoğu ve Kafkasya’da yürüteceği aktif savaşın üssü olacağı ve Türkiye’nin de bu savaşın aktif unsurlarından birini oluşturacağıdır.
Emperyalistleşme niyetleri besleyen ama işlerin bir türlü yolunda gitmemesinden dolayı hevesleri kursağında kalan Türkiye egemen sınıfı, bir kez daha kıymete binmiş ve yeni fırsatlar yakalamış gözüküyor. Irak krizini şimdilik unutan ABD, Türkiye ile BOP çerçevesinde pazarlıklar yapmaktadır. Erdoğan’ın ABD ziyaretinin açıklanmayan en önemli yanı Ortadoğu ve Kafkasya’da gerçekleştirilecek savaşta TC’nin alacağı roldür. Ancak bu rolün ne olduğu yeterince açıktır. Zira egemen sınıfın sözcüleri her fırsatta ABD ile Türkiye’nin iyi bir pazarlık yaptığını ve TC’nin bu pazarlıktan “artılar”la çıktığından dem vuruyorlar.
Nüfuz bölgelerini ABD’ye kaptırmak istemeyen Alman emperyalizmi müdahale alanını genişletiyor ve kendi stratejisini geliştiriyor. Daha düne kadar AB kapısına bile yaklaştırılmayan TC, birdenbire Avrupa’nın savunmasının stratejik giriş kapısı olarak değer görmeye başladı. Almanya kararlı bir şekilde Türkiye’nin AB’ye girişini savunuyor, Fischer Genişletilmiş Avrupa’dan söz ediyor. ABD’nin BOP’unun içinde nasıl ki Türkiye merkez ülkeyse, Genişletilmiş Avrupa’nın Ortadoğu’daki uzantısı ve savunucusu da Türkiye olarak görülüyor.
Türk egemen sınıfının sözcüleri gittikleri yerlerde demokrasiden ve özgürlükten söz ediyorlar. Bir taraftan da Arap devletlerine ABD karşısında boşuna direnmemeleri yönünde çağrılar yapıyorlar. TC bölgedeki ülkelerin Dışişleri Bakanlarını toplayarak zirveler düzenliyor, diplomasiyi kullanarak manevra alanını genişletiyor ve bölgeye müdahale ediyor. Başbakanlık Başdanışmanı Türkiye’nin niyetlerini şöyle açıklıyor: “Türkiye yeni dönemde ‘köprü’ değil, ‘merkez’ ülke olarak tanımlanmalıdır. 2004 yılının hedefi küresel aktör olmaya aday bir bölgesel güç olarak Türkiye’nin uluslararası örgütlerdeki etkinliğinin artırılması olacaktır.” (Radikal, 26 Şubat 2004)
Emperyalistlerin ve Türk egemen sınıfının Ortadoğu’ya ilişkin planları yeni değildir. Emperyalistler 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonlarına kadar Türkiye’yi emperyalist sistemin en uç kalesi olarak tasarlamış ve SSCB’ye karşı kullanmışlardır. Ortadoğu’nun Sovyet nüfuz alanına girmemesi için Türkiye bölgede etkili bir silahlı güce dönüştürülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin “Soğuk Savaş”ta rolünün ne olacağı tartışılırken, Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkan İngiltere yeni bir proje ileri sürmekteydi. İngiltere’nin ileri sürdüğü gerekçeler, yaşanan bugünkü tartışmalar göz önünde bulundurulduğunda ilginçtir. İngiltere, bir “Ortadoğu Komutanlığı Projesi” ileri sürmekte ve Türkiye’nin bu proje içinde Batı’nın çıkarlarını savunması gerektiğini düşünmekteydi. Türkiye Müslüman ve demokratik bir ülke olarak yer aldığı Ortadoğu’ya sızacak, bir Truva atı rolü oynayarak Ortadoğu’daki ülkeleri bu projenin içine dâhil ederek kapitalist dünyanın çıkarlarını garanti altına alacaktı. İngiltere Dışişleri Bakanı Ortadoğu’nun SSCB’ye karşı savunulmasını bizzat Türkiye’nin üstlenmesini istemekteydi: “Ortadoğu’nun savunulmasıyla olan ilgisi dolayısıyla, Birleşik Krallığın, bu bölgenin savunmasında Türkiye ile işbirliği yapmakta özel menfaati vardır… Türkiye’nin Orta Doğu’nun savunmasında kendisine düşen rolü oynaması üzerinde hassasiyetle duruyoruz. Türk Hükümeti de bu görüşü paylaşmaktadır. Dünyanın bu önemli bölgesinin güvenliği için yapılan planlara Türkiye’nin katılması için gerekli çalışmaların bir an önce tamamlanmasını ümit ederim.”[3]
İngiltere’nin ileri sürdüğü Ortadoğu Komutanlığı Projesi gerçekleşmeyince ABD Kongresi 1957’de Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma başlığı altında bir kararı kabul etti. Eisenhower Doktrini olarak anılan bu proje bugünkü BOP’dan hiç de farklı değildir. Hemen tüm özellikleriyle bu plan, Ortadoğu’ya hâkim olmak, buraları SSCB’nin etkisinden yalıtmak ve ABD emperyalizminin nüfuz alanı olarak yeniden tesis etmek üzerine kurulmuştur. TC’nin bu dönemdeki Başbakanı Adnan Menderes’in yaptığı açıklama oldukça tanıdıktır: “…Çünkü istikrar ve milletlerin istiklali gayesini güden garb devletlerinin siyaseti bakımından, Türkiye, bu bölgede büyük ehemmiyet arz etmekte ve bu bakımdan gerekli vasıfları haiz bulunmaktadır.” Hükümetin yarı-resmi sözcüsü Zafer gazetesi Menderes’ten daha açık konuşurken bugünkü BOP savunucularının söylediklerini 1957’de aynen tekrarlıyordu: “…Eisenhower Doktrininin doğruluğu ve sakatlığını tarih huzurunda… Amerika’nın bu planda ve bu hesapta, Türkiye Cumhuriyeti’ne vereceği yer, mevki ve ehemmiyet tayin edecektir.”[4]
Görülmektedir ki, Türk egemen sınıfının Ortadoğu’ya özlemlerinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Türk burjuvazisi emperyalistleşme niyetleri çerçevesinde emperyalistlerin şemsiyesi altına girmekten, onların planlarını uygulamaktan geri durmamıştır. Tüm bu zamanlarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölgede gerici ve karşı-devrimci bir güç olarak şekillenmiştir. TC’nin tüm politikası bölgedeki statükonun değişmesine karşı olmuştur. Emekçi yığınların ve yoksul Kürt halkının özgürlük için ayağa kalkmasını Türkiye egemenleri acımazsızca bastırmışlardır. Bölgenin SSCB’nin etkisine girmesine veya devrimci gelişmelere karşı TC, emperyalistlerin jandarmalığını yapmış ve elbette kendisine düşen kırıntıları da midesine indirmekten çekinmemiştir. Karşı-devrimci bir güç olarak emperyalist sistemin uç beyliği Türkiye, 1970 sonrasında bölgede gelişen olayların bastırılması için bir kez daha sahneye sürüldü. Eisenhower Doktrini Jimmy Carter Doktrini olarak yeniden gündeme getirildi. SSCB’nin Afganistan’ı işgal ettiği, İran’da devrimin patlayıp Şah’ın tepelendiği, Türkiye toprakları üzerinde yığınların devrimci bir kabarışla ayağa kalktığı bir konjonktürde ABD emperyalizmi telaşa kapılmıştı. Başarılı bir proleter devrim tüm bölgede devrimci patlamalara neden olabilirdi. Bunun yanında SSCB, Afganistan işgalini ilerleterek petrol alanlarına inebilir ve buraları ABD’nin denetiminden yalıtabilirdi. Bir kez daha TC olayların merkezinde karşı-devrimci bir güç olarak yer aldı. Körfez bölgesindeki petrol yataklarının tehlikeye girmesi ve gelişecek olası devrimlere karşı ABD emperyalizmi bugün Türkiye’de “Çevik Güç” diye bilinen “Acil Müdahale Birliği” ve bir Merkezi Komutanlık oluşturdu. ABD’nin SSCB’yi çökertmek için tasarladığı Yeşil Kuşak Projesi de bu dönemde gündeme geldi. Saddam Irak’ını İran’ın üzerine saldırtırken, Türkiye’de 1980 askeri faşist diktatörlüğüyle karanlık bir dönemin kapısını açıyorlardı.
Emperyalistlerin şemsiyesi altında bölgesel güç rolüne soyunan Türk egemen sınıfı, SSCB dağıldığında bu niyetlerini açıktan dillendirdi: “Adriyatik’ten Çin Seddine!” Şimdi de aynı politika devam ediyor: ABD emperyalizminin nüfuz alanı olarak “Büyük Ortadoğu” ve “Büyük Ortadoğu” içinde “Büyük Türkiye!” ABD emperyalizmi Türk egemen sınıfının özlemlerini görmekte ve kendi planları çerçevesinde TC’yi kullanmak istemektedir. Zbingniev Brezinski “Türkiye Karadeniz bölgesini istikrar içinde tutar, Akdeniz’e girişi kontrol eder, Kafkasya’da Rusya’yı dengeler, hâlâ Müslüman fundamentalizmine karşı panzehirdir ve NATO’nun Güney kanadının dayanağıdır” diyerek ABD egemen sınıfının niyetlerini oldukça net ortaya koyarken, TC’ye biçilen rolü de yeterince açıktan ifade etmektedir. Türkiye’ye Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında düzeni sağlayan, sesini çıkartan devletlerin başına çöken, kapitalist entegrasyonu garanti altına alacak ekonomik gelişmenin motor gücü olan ve gelişecek toplumsal hareketleri bastıran karşı-devrimci bir güç olarak rol biçilmektedir. ABD sözcüleri ve Bush İkinci Dünya Savaşı sonrasında Federal Almanya ile TC’nin bugünkü rolü arasında bir analoji kuruyor. İkinci Dünya Savaşından sonra ne olduğuna bakmak gerek.
Avrupa’da taş taş üstünde kalmamış, Almanya’nın, Fransa’nın ve İtalya’nın bayındırlık ve sanayi altyapısı tahrip olmuş, nitelikli işgücü savaşta tükenmiş, ekonomileri çökmüştü. Tüm burjuva devlet kurumları işlevlerini yitirmiş, Avrupa’da devrimci durumlar baş göstermişti. Fransa’da ve İtalya’da direniş komiteleri ve işçilerin öz-örgütleri iktidarı fiilen ellerine almışlardı ve her an burjuvazi siyasi iktidardan resmen defedilebilirdi. Aynı şekilde Japonya’da ordu ile birlikte devlet kurumları, sanayi ve ekonomi çökmüş, kitlelerin ABD emperyalizmine karşı haklı öfkesi harekete geçerken devrimci bir kalkışmanın tüm koşulları vücut bulmuştu. Almanya ise Sovyet tankları altında tümden tehlikeye girmişti.
ABD emperyalizmi bu ülkelerdeki siyasal boşluktan bir proleter devrimin gelişmesini önlemek amacıyla Almanya, İtalya ve Japonya’yı işgal etti. Federal Almanya yeniden ve Avrupa’nın motor gücü olarak yapılandırıldı. Marshall Planı ile birlikte bu ülkelere muazzam bir sermaye aktarıldı. Almanya çökmüş Avrupa’nın merkezi olarak alındı ve ABD şemsiyesi altında ayağa dikildi. Böylelikle ABD orduları uzun bir süre Almanya’da kalarak devlet kurumlarının yeniden yapılandırılmasını, düzenin kendini yeniden onarmasını sağladı ve Avrupa’da devrimci durumlara yol açabilecek boşluklar kapatılmış oldu.
Bugün Ortadoğu ve Kafkasya adeta bir barut fıçısına dönmüştür. Arap halkları yıllardır baskı ve zülüm altında yaşıyor, Filistin halkı yıllardır katlediliyor, Kürt halkı bir yüzyıldır inkâr ediliyor. Başta Kürt yoksul yığınlarının hareketi olmak üzere “Büyük Ortadoğu” sınırlarında yer alan ülke emekçi yığınları tüm düzeni değiştirecek devrimci dinamikleri bağrında taşıyor. ABD’nin nüfuz alanlarına müdahalelerine karşı toplumsal dinamiklerin harekete geçmesi ve devrimci durumların yaşanması emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. İşte TC böylesine bir sürecin karşı-devrimci aktörü olarak “Büyük Ortadoğu” içinde yer almak istiyor. Bu durumda Türkiye, büyük ordusuyla düzensizliği bastıran, devrimci patlamalara yol açacak gelişmeleri ezen karşı-devrimci bir güç ve merkez olacaktır.
Akın Erensoy- 5 Nisan 2004-Büyük Ortadoğu ya da Genişletilmiş Emperyalist Paylaşım yazısından alınmıştır.
Emperyalist savaş konjonktürünün ve biriken yüklü tarihsel meselelerin baskısı altında kalan Türkiye burjuvazisi, geldiğimiz aşamada kendi önünü açmak için önemli adımlar atıyor. 10 Ekimde Zürih’te imzalanan ve Türkiye ile Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesini içeren protokoller de bu adımlardan birini oluşturuyor. Bu protokoller esas olarak diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasını, kara sınır kapılarının iki ay içinde açılmasını ve ülke sınırlarının uluslararası sözleşmeler bağlamında tanınmasını içermektedir. Soykırım ve Karabağ meselesiyse söz konusu protokollerde yer almamaktadır.
13 Ekimde ise Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi adı altında iki ülkenin bakanları ortak bir toplantı düzenlediler ve vize uygulamasını da kaldıran çeşitli anlaşmalar yaptılar. Hemen akabinde, Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplandı ve enerji, tarım, sağlık, su, sınır kapıları, boru hatlarının yenilenmesi, demir yolu bağlantısının kurulması gibi 44 maddeyi içeren bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar bağlamında, önümüzdeki günlerde Türkiye, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’de konsolosluk açacak. Böylece yakın zamana değin Irak dâhilinde bir Kürt federe devlet yapılanmasını kabule bile yanaşmayan Türkiye, bugün gelinen aşamada bu yapıyla diplomatik ilişkiler kurma noktasına gelmiştir.
Kürt, Ermeni, Kıbrıs ve benzeri sorunlarda güdülen “çözümsüzlük” politikası, uzun bir süredir kabına sığmayan ve emperyal bir yönelime giren sermaye çevreleri için, mutlaka kırılması gereken bir prangaydı. Elbette bunun için de söz konusu sorunlarda çözümsüzlüğü dayatan asker-sivil Kemalist bürokrasinin statükocu egemenliği mutlaka kırılmalıydı. Egemen kesimler arasında yaşanan it dalaşında, uluslararası konjonktürün ve tarihsel gidişatın kendi lehine seyretmemesinin de bir sonucu olarak, statükocu-devletçi kesimler genel anlamda itibar ve mevzi kaybederek gerilemeye başlamışlardır. Burjuva siyasal alandaki bu değişim ve yeniden konumlanış süreci, kendisini, “emperyalist açılımlarla” dışa vurmaktadır. Asker-sivil bürokratik elitin rejim üzerinde siyasal egemenliğine, ezilen ulusların bastırılmasına ve inkârına, yedi düvelin düşman olarak görülmesine dayanan Kemalist paradigmanın yerine, ifadesini yeni-Osmanlıcı bir söylemde bulan emperyal paradigma geçirilmek istenmektedir. İşte Kürt, Ermeni, Suriye, Irak “açılımlarının” ve son günlerde yükseltilen “İsrail karşıtlığının” sebebi budur. Başka bir anlatımla, alt-emperyalist bir konuma yükselen Türkiye burjuvazisi, bulunduğu ekonomik ve siyasi mevziden daha ilerilere sıçramak amacıyla önündeki engelleri temizlemeye girişmiştir.
Emperyalist hegemonya kavgasının geldiği verili evre, ekonomik, siyasi ve jeostratejik konumunun da bir sonucu olarak Türkiye’nin emperyal hamleleri için elverişli bir zemin oluşturmaktadır. Bu kapsamda belli başlı birkaç faktör saymak mümkündür. Sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek üzere Afganistan ve Irak savaşını başlatan, bilahare savaş makinesini İran ve Suriye’ye sürmeyi arzulayan ve Büyük Ortadoğu Projesine işlerlik kazandırmak isteyen ABD, planlarının ancak bir kısmını hayata geçirebilmiştir. 11 Eylül 2001 akşamında Bush, uzun dönemli bir savaş başlattıklarını açıklamıştı. ABD’li emperyalistler “şok” ve “dehşet” sözleriyle kodladıkları savaşın planladıkları gibi yürüyerek hedefine varacağını tasavvur ediyorlardı. Ancak aradan 8 yıl geçmesine rağmen, ABD, emperyalist hegemonyasını tartışmasız kılamamıştır. Üstelik ekonomik kriz, amiyane deyimle ABD’nin façasını çizmiştir.
Her ne kadar Irak savaşı sürecinde ABD karşısında bir odak gibi duran Almanya ve Fransa bu konumlarını sürdürememişlerse de, süreç ilerledikçe Rusya ve Çin yeni emperyalist güçler olarak daha fazla sivrilmeye başlamışlardır. Rusya ve Çin’in emperyalist hegemonya kapışmasına daha fazla dâhil olması, zaten yol almakta zorlanan ABD’nin yürüyüşünü bir hayli zorlaştırmıştır. Bu ve benzeri gelişmelerin doğrudan bir sonucu olarak emperyalist güçler arasında ortaya çıkan çelişkiler ve boşluklar, bölgesel güç konumuna yükselen veya ABD ile çıkarları örtüşmeyen ülkelere de manevra alanı sunmaktadır. Meselâ, Venezuela’nın Latin Amerika’da ABD karşıtı bir söylem yükseltmesi ve bunu başka ülkelerin izlemesi, uzun yıllardan sonra yeniden toplanabilen Bağlantısızlar Hareketi’nde Chavez ve Ahmedinecad’ın anti-emperyalist pozlar kesmesi, hedef tahtasındaki İran’ın ABD karşısında manevra yapabilmesi, çok açık ki emperyalistler arasında doğan çelişkiler ve boşluklar sayesinde mümkün olabilmektedir. Alt-emperyalist bir konuma yükselmiş olan ve emperyalist basamaklarda daha da yükselmek için yanıp tutuşan, bu kapsamda paradigmasını değiştirmeye ve bölgesine müdahale etmeye çalışan Türkiye için, verili konjonktür diğer ülkelere nazaran daha fazla olanaklar sunmaktadır.
Bugün Türkiye Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu ülkelerine kendi ölçeğinde hiç de küçümsenmeyecek düzeyde sermaye ihracı yapmakta ve aynı zamanda bu bölgelerdeki pazarlarda Türk sermayesinin ürettiği mallar önemli ölçüde yer tutmaktadır. Emperyal arzuların hayata geçirilmesi için görev üstlenen AKP hükümeti, yalnızca bölgedekilerle değil, Avrupa’nın ve dünyanın birçok ülkesiyle ticari ilişkileri geliştirerek sermayenin önünü açıyor. Bu meyanda, petrol ve doğalgaz boru hatlarının ve böylece enerji dağıtımının merkez üssü haline gelen Türkiye’nin elde etmiş olduğu siyasi gücün önemine de değinmek gerekiyor. Mevcut haldeki Kerkük-Yumurtalık, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hatlarına, proje aşamasında olan Nabucco ve Güney Akım doğalgaz ve Samsun-Ceyhan petrol boru hatları da eklenmiştir. ABD’nin de destek verdiği Nabucco projesiyle, Rusya baypas edilerek Azerbaycan, Türkmenistan ve Kazakistan’ın yanı sıra Ortadoğu ülkelerinden de gelecek doğalgazın Avrupa’ya taşınması amaçlanmaktadır. Rusya ise buna Güney Akım projesiyle mukabele etmektedir. Verili durumda Rus doğalgazı Avrupa’ya Ukrayna üzerinden gitmektedir. Ancak kısmen ABD’nin nüfuz alanında olduğu için, Rusya ikinci bir boru hattını Ukrayna’dan geçirmek istememekte ve Karadeniz üzerinden Avrupa’ya taşımayı hedeflemektedir ki, bu doğrultudaki çalışmalar başlamış bulunuyor. Böylece Türkiye karşıt güçlerin enerji dağıtım merkezi haline gelmekte ve gayet tabii olarak bu durum onu uluslararası siyasal alanda güçlendirmektedir.
Nitekim bunun bir sonucu olarak Rusya, nüfuz alanındaki Ermenistan’ın Türkiye ile ilişki kurması için baskı yapmış ve protokollerin imzalanmasında rol üstlenmiştir. Elbette Rusya’nın başka hesapları da vardır: Gürcistan’ın devre dışı bırakılmasını ve Nabucco boru hattının Ermenistan’dan geçirilmesini arzulamaktadır. Bunun yanı sıra, özellikle son dönemde Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin daha fazla gelişmesi de, protokolleri imzalaması ve hayata geçirmesi için Ermenistan’a baskı yapılmasında önemli bir faktördür. Rusya, Türkiye’nin ticaret yaptığı birinci ülke, Türkiye ise Rusya’nın ticaret yaptığı beşinci ülke konumundadır. Önümüzdeki dönemde ise Rusya ve Türkiye arasında “stratejik işbirliği anlaşması” yapılması gündemdir. Anlaşılacağı üzere Rusya, Türkiye’yi mümkün olduğunca ABD’den uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek istemektedir. Bu durum, emperyal çıkarlarını “tüm taraflarla konuşabilen” ve “komşularıyla sıfır sorunlu” bir ülke maskesi altında hayata geçirmeye çalışan ve bu maksatla “denge siyaseti” güden Türkiye’nin tam da arzuladığı şeydir.
Fakat Türkiye’nin konumu, basit bir şekilde emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanmanın ötesindedir. Emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden ve boşluklardan yararlanabilmek için ille de alt-emperyalist bir güç olmak gerekmiyor. Bazı hususi durumlarda kimi az gelişmiş kapitalist ülkeler de emperyalist çelişkilerden yararlanarak kendi çıkarları için manevra yapabilmektedirler. Ancak bu ülkelerin manevra kapasiteleri son derece sınırlıdır. Bu tip ülkelerden farklı olarak, Türkiye, alt-emperyalist bir düzeye yükselmesi dolayısıyla, gerek ekonomik-siyasi-askeri gücü gerekse de jeostratejik konumu nedeniyle daha yüksek bir manevra kapasitesine sahiptir. Türkiye’nin bu durumu, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin ve oluşan boşlukların yarattığı imkânlarla da birleşerek ona belli ölçüde bağımsız bir siyaset oluşturma olanağı sunmaktadır. Unutmamak lazım ki “Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. … Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar.”[5]
Emperyalist-kapitalist piramidin tepesinde oturan ileri ülkelerin konumunu tek taraflı mutlaklaştırmak, diyalektik değişime kendini kapatan Üçüncü Dünyacıların marifetidir. Gerçekte emperyalist-kapitalist sistem, ileri, orta ve az gelişmiş ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığı temelinde, eşitsiz, ama bileşik gelişmeyle yol alan bir niteliğe sahiptir. Elbette piramidin tepesinde oturan emperyalist güçler, alttakiler karşısında ekonomik ve siyasi bakımdan oldukça güçlüdürler ve kendi istemlerini dayatabilmektedirler. Ancak bu gerçeklik, piramidin tepesindeki ileri ülkelerin her şeyi belirleyen mutlak egemen oldukları anlamına gelmez. Eğer eşitsiz nitelikteki karşılıklı bağımlılık ve görelilik referans alınmazsa ileri, orta ve az gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki ilişkiler dondurulur ve dolayısıyla emperyalist sistemin temel yapısı da anlaşılamaz. Nitekim küçük-burjuva sosyalizmi bu gerçeği kavrayamadığı içindir ki, emperyalist hiyerarşiyi sömürge ve sömürgeciliğe referans vererek tanımlamakta, eşitsiz ve bileşik gelişmeyi ve piramitte yaşanan yer değiştirmeleri göz ardı etmektedir.
Oysa piramidin bütününde akışkan bir hareketlilik vardır ve basamak inenler olduğu gibi basamak çıkanlar da olabilmektedir. Bu hareketlerin kimisi de pekâlâ sınıf atlamalar anlamına gelebilmektedir. 20. yüzyılın başından itibaren emperyalist hiyerarşideki yer değiştirmelere, örneğin ABD’nin, bir dönemin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’yi nasıl gerilerde bıraktığına tanık olduk. Günümüzde de, sınıf atlamanın bir başka örneği olarak Çin’in piramidin üst basamaklarına tırmandığını görüyoruz. Keza bir zamanların azgelişmiş ülkesi Türkiye bugün dünyanın on yedinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiştir. Türkiye’nin G-20’lerde ya da BM Güvenlik Konseyi’nde boy gösterir duruma gelmesi, basitçe emperyalistlerin inayetinden değil, geldiği alt-emperyal konumdan ötürüdür. Elbette Türkiye ve benzeri ülkelerin emperyalist piramidin üst basamaklarına tırmanarak daha fazla pay talep eder duruma gelmeleri, büyük emperyalist güçlerle eşitlendikleri anlamına gelmiyor. Emperyalist paylaşımda kimin ne kadar pay alacağını belirleyen şey güç ilişkileridir ve bugün en güçlü olan ABD emperyalizmi büyük lokmayı yutmaktadır. Burada kavranması gereken temel husus, Türkiye gibi ülkelerin emperyalistlerin “taşeronu” olmaktan öte bir güce ve konuma sahip olduklarıdır.
Nitekim Türkiye, bir taşeron olmadığını ve paylaşım masasında yer almak istediğini göstermek için son dönemde geçmişe göre daha bağımsız bir dış politika uygulamaya yönelmiştir. Hamas, Suriye ve İran’a yaklaşımda Türkiye’nin, ABD-İsrail çizgisiyle tümüyle uyuşmaması da bunun bir örneğidir. ABD ve İsrail’in istememesine rağmen Türkiye, İran ve Suriye’yle ilişkilerini sürdürmüş, Hamas liderini Ankara’da kabul etmeye kadar gitmiş, son dönemde Filistin sorununda neredeyse İsrail karşıtı bir söylem tutturmuştur. Başbakan Erdoğan’ın Davos Zirvesinde “one minute” çıkışı ne onun duygusal ve Kasımpaşalı olmasından ne de Filistin halkını çok sevmesindendir. Erdoğan’ın, emperyalist güçlerin sistemin sorunlarına çözüm aradığı, sermaye çevrelerinin çeşitli müzakereler yürüttükleri ve dünya medyasının yoğun ilgisine mazhar olan elitist Davos Zirvesinde yüksek perdeden Şimon Peres’i azarlaması boşuna değildir. Erdoğan bu çıkışıyla, bölge halklarının gönlünü kazanarak Ortadoğu arenasında Türkiye’nin siyasi gücünü arttırmayı ve onu özellikle bu coğrafyada vazgeçilmez kılmayı hedeflemektedir. Nitekim “one minute” çıkışından sonra Ortadoğu ülkelerinin sokaklarında Erdoğan’ın posterleri taşınmış ve Türkiye’nin itibarı artmıştır. Bu çıkış aynı zamanda emperyalist piramidin tepesinde oturanlara da “beni hesaba katın” mesajıdır.
Son günlerde Türkiye ile İsrail arasında patlak veren “tatbikat krizi” üzerine, İsrail basını Türkiye’yi Batı ekseninden kopararak İslamcı şer eksenine yanaşmakla suçladı. İsrail yönetiminin de aynı minvalde, üstelik Kemalistlerle benzer bir dil tutturması oldukça manidar. Ancak söz konusu olan ne Türkiye’nin Batı ekseninden kopması ne de İsrail ile olan ilişkilerini bitirmek istemesidir. Türkiye Ortadoğu’da kendine bir nüfuz alanı oluşturmak istemekte ve bu doğrultuda hamleler de yapmaktadır. Bu hamleler kimi durumlarda İsrail ile ters düşmesine de yol açabilmektedir. Meselâ Türkiye’nin, Suriye ile önemli anlaşmalara imza atması, vizeyi kaldırması ve bununla da yetinmeyerek ortak askeri tatbikatlar yapması İsrail’i kızdırmaktadır. Aşikâr olan şudur ki, Ortadoğu’da Türkiye ile İsrail’in politikaları eskisi kadar birbiriyle örtüşmemektedir. İşte İsrail’in Anadolu Kartalı Tatbikatından men edilmesinin anlamı bu bağlamda aranmalıdır.
AKP önderliğindeki yayılmacı Türk burjuvazisi, bölgeye dönük müdahaleleriyle ABD’nin planlarında kendine daha fazla yer açmaya başlamıştır. Bunun en tipik örneğini Suriye ve Irak oluşturmaktadır. ABD’nin başlangıçta karşı çıkmasına rağmen Türkiye, şer ekseninde sayılan Suriye ile ilişkilerini sürdürmüş ve onu Amerikan karşıtı çizgiden uzaklaştırarak emperyalist-kapitalist sisteme daha derinden entegre olmaya ikna etmiştir. Nitekim geçen haftalarda Star gazetesinden Mustafa Karaalioğlu’na mülakat veren Beşar Esad da, bu gerçeğin altını çiziyor, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın rolünün önemine değiniyor. Bu durum, ABD emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşmektedir ve bunun için de Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlendiği rolü desteklemeye ve planlarında ona daha fazla yer açmaya karar vermiştir. İşte Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, “Obama ile Türkiye’nin dış politik tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir” demesi bu sebepledir.
Bir başka anlatımla, ABD, Ortadoğu’nun emperyalist sisteme tam entegre edilmesinde Türkiye’ye de roller biçmektedir. Bu kapsamda, ABD, çekildikten sonra Kürdistan Bölgesel Yönetiminin ve hatta Irak’ın diğer parçalarının hamiliğini Türkiye’nin üstlenmesini istemektedir. Lakin bunun gerçekleşebilmesi için de Türkiye’nin içerideki Kürt sorununu bir şekilde çözmesi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimini tanıması gerekmektedir. Nitekim “Kürt açılımı”nın ve Erbil’de konsolosluk kurma kararının sebebi hikmeti budur. Ne var ki gerek statükocu-devletçi kesimler gerekse de kimi sol çevreler Türkiye’nin attığı bu adımları ABD’nin bir dayatmasından ibaret olarak sunmaktadırlar. Gerçekliğin bu şekilde eğilip bükülmesinde statükocu-devletçi güçlerin özel hesapları vardır, ancak sosyalist hareketin belli kesimlerinin onların çizgisine düşmesi hiç de işçi sınıfının çıkarına değildir. Çarpık bir emperyalizm kavrayışına sahip olan sol çevrelerin Türkiye’yi sömürge, yarı-sömürge ya da taşeron olarak görmeleri ve böylece tüm kötülükleri emperyalist güçlere yıkarak kendi ulus-devletlerini temize çıkartmaları son derece yanlıştır. Bu bakış açısıyla işçi sınıfı bağımsız bir sınıf çizgisine ve Türkiye’nin emperyal politikalarının karşısına çekilemez.
Başta “Kürt açılımı” olmak üzere tüm bu “açılımlar” salt ABD’nin dayatmasından öte, büyük ve yayılmacı sermayenin emperyal arzularının tezahürüdür. Sürecin nasıl gelişeceği tümüyle farklı bir konudur ve burada önemli olan bölgeye dönük “açılımların” emperyal saiklerle yapıldığını kavramaktır. Fakat meselenin şu boyutuna da dikkat çekmek gerekiyor: Kürt sorununun çözülmesini, halklar arasında yakınlaşmanın kolaylaşmasını, vize uygulamasının kaldırılmasını, Ermenistan ile sınır kapılarının açılmasını işçi sınıfı olumlu ama yetersiz adımlar olarak değerlendirir.
Ne var ki, iddia edildiği gibi bu kapsamdaki gelişmelerin amacı bölgeye kalıcı barış ve huzur getirmek, halkların kardeşliğini sağlamak, yepyeni bir medeniyetin temellerini atmak değil, sermayenin daha fazla önünü açmaktır. Bugün dünyayı saran kriz ve başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok bölgesine sıçrayan emperyalist savaş alevleri, kapitalist düzende kalıcı barış ve huzurun neden bir aldatmaca olduğu gerçeğini de gözler önüne sermektedir. Ama dünyaya gerçekten de barış ve huzur getirmek, ezilen uluslara özgürlük tanıyarak halkların kardeşliğini sağlamak, tüm ülke sınırlarını ortadan kaldırmak ve sınıfsız sosyalist bir medeniyete giden sürecin önünü açmak olanak dâhilindedir. Bunu da ancak işçi sınıfı ve onun devrimci iktidarı başarabilir. Bölge işçi sınıfının enternasyonalist birliğini sağlamak ise, bu hedefte önemli bir mesafe kaydetmek anlamına geliyor. Hem Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın kesiştiği bir coğrafyada olması hem de bölgenin en gelişmiş ülkesi olması dolayısıyla Türkiye işçi sınıfına enternasyonalist birliğe giden yolda tarihsel önemde görevler düşmektedir.
Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin 1 Kasım 2009’daki 56 nolu sayısında yayınlandı.
Türk burjuvazisi kendisi için yatırım ve pazar alanları oluşturmak, uluslararası siyaset arenasında dikkate alınacak bir nüfuz elde etmek ve dolayısıyla yürüyen emperyalist paylaşımdan pay kapmak amacıyla Afrika’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar dört bir yana ulaşmaya, buralarda yerleşmeye çalışıyor. Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın kapitalistlerin de içinde bulunduğu kalabalık bir grupla Kuzey Afrika’ya yaptığı “Arap Baharı” turu, Türkiye’nin emperyal hamlelerinde önemli bir evreyi temsil etmektedir. Bir zamanlar, meselâ 1950’lerde Adnan Menderes’e hüsnü kabul göstermeyen “Arap sokağı”nın; Mısır, Tunus ve Libya’da Başbakan Erdoğan’ı bağrına basması uluslararası siyasetteki değişimin ve Türkiye’nin bölgede ulaştığı ekonomik ve siyasi gücün bir göstergesidir.
Aslında Erdoğan’ın Kuzey Afrika çıkartmasını, hemen bu gezi öncesine denk gelen İsrail’e yaptırım kararını, Filistin sorununun gündeme taşındığı New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşmayı bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Türkiye, İsrail’i hedefine oturtarak uluslararası siyasal arenada, emperyalist çıkışını yüksek perdeden dile getirmiştir. Şurası çok açık ki, mazlum Filistin halkının davasını emperyal heveslerine kaldıraç yapmaya çalışan Türkiye, Filistin’in hamisi rolünde Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmayı amaçlıyor. Dolayısıyla Filistin sorununun sahiplenilmesi Türkiye’nin emperyal arzu ve taktiklerinin bir tezahürüdür. Bugün için söylersek, Türkiye burjuvazisi büyük emperyalist güçler karşısında ekonomik ve askeri açıdan henüz güçsüzdür. İşte bu güçsüzlüğünü, Müslüman kimliğini ve bölgedeki halklarla tarihsel bağlarını daha fazla öne çıkartarak ve başta Filistin halkı olmak üzere yoksul ve mazlum halkların hamisi rolüne soyunarak aşmaya çalışıyor. Erdoğan’ın, BM kürsüsünden dünya kamuoyu önünde İsrail’i alabildiğine sert bir dille eleştirmesi, Avrupalı emperyalistlerin sömürgeciliğinden, Afrika’nın yağmalandığından, açlıktan kırılan Somali halkına yardım edilmediğinden, Birleşmiş Milletlerin ise bu adaletsizlikler karşısında çözüm üretemeyerek acze düştüğünden dem vurması, “mazlumların hamisi” yaklaşımının bir yansımasıdır. Burada kavranması gereken husus, yükselmekte olan ve paylaşım sofrasında kendilerine yer açılmasını isteyen yeni güçlerin, bu amaç doğrultusunda ezilen halkların davasını kullanmaktan geri durmayacaklarıdır.
Time dergisine verdiği mülakatta Erdoğan’ın, BM’ye dönük eleştirileri daha da sertleşiyor. BM’nin verili yapısını, bilhassa tüm ipleri elinde tutan ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’dan oluşan Güvenlik Konseyi Daimi Temsilciliğinin niteliğini eleştiriyor. Bu çıkışıyla Türkiye, eski güç ilişkilerine göre oluşturulmuş BM’nin ve onun mekanizmalarının, mevcut durumuyla devam edemeyeceğini ve kendisi gibi yükselen emperyalist güçlere yer açılması gerektiğini ilan etmiş oluyor.
Şu hususun altını önemle çizmek gerekiyor: Paylaşım sahnesine yeni ve atak güçlerin çıkmasıyla emperyalist odaklar arasındaki güç ilişkileri değişmeye başlamış ve bu değişim uluslararası siyasette yansımalarını da bulmuştur. Nitekim devamlı işaret ettiğimiz üzere ABD emperyalizmi bu değişimi fark ettiğinden, arkadan gelenlerin kendi hegemonyasını sarsıp üste çıkmaması için uzun soluklu bir savaş başlatmış, özellikle Çin ve Rusya gibi rakiplerini henüz erken aşamada kuşatmaya girişmiştir. Bir süredir dünya siyasetinde Türkiye’nin yanı sıra, geleneksel güç Çin ve Rusya’nın haricinde Hindistan ve Brezilya’yı daha fazla görüyoruz. Hâlâ dünya ekonomisinin motor gücü olan ABD emperyalizmini bir kenara bırakacak olursak, tarihsel emperyalist güçler, özellikle de Avrupalı emperyalistler geçmişteki konumlarına nazaran, uluslararası siyasete yön verilmesi noktasında bir gerileme içindedirler. Avrupalı emperyalist güçlerin derdine derman olması amacıyla hayat verilmeye çalışılan AB projesi, ekonomik bir birlik olmaktan ileri gidememiş (kriz bu ekonomik birliği de parçalama yönünde ilerliyor) ve hüsranla sonuçlanmıştır. Neticede, Avrupalı emperyalist güçler ABD’nin karşısına bir blok olarak çıkmayı başaramamışlardır.
Avrupalı emperyalistler bir blok olarak paylaşım alanlarına inemedikleri için, her birisi bağımsız olarak kendi gemisini yürütmeye çalışıyor. İngiltere’den sonra Fransa’nın da ABD’ye yanaşması ve onun açtığı yoldan ilerlemesi bu duruma örnektir. Fransız burjuvazisi, yeniden Kuzey Afrika’ya etkili bir şekilde dönmeye çalışıyor. Kuzey Afrika’da Fransa ile Türkiye’nin rekabeti de dikkat çekiyor. Fransa ve İngiltere liderleri Sarkozy ve Cameron’ın apar topar Libya’ya gitmeleri ve Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisinin etkisini kırmaya çalışmaları, aslında uluslararası siyasetteki değişimleri de gözler önüne sermektedir.
Türkiye, hâlihazırda Batı ekseni dâhilinde hareket etmektedir ve ABD’nin oluşturduğu planların ana çizgisinin ötesine taşan bir siyaset izlememektedir. Alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş Türkiye gibi ülkeler, yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının ana kutuplarından birinin arkasına takılmadan emperyalist üst basamaklara tırmanamazlar. Alt-emperyalist bir ülkenin büyük emperyalist güçlerden tümüyle bağımsız hareket etmesi ve kendi başına oyun kurmasının olanağı yoktur. Dolayısıyla böylesi ülkelerin büyük emperyalist güçlerden birinin ya da ötekinin oluşturduğu eksene girmesi bir zorunluluktur. Ancak bu demek değildir ki, bu alt-emperyalist ülkeler tümüyle büyük emperyalist güçlere tâbi olurlar.
Kaldı ki emperyalist kutupların kesin çizgileriyle ortaya çıkmadığı, saflaşma ve hazırlık sürecinin devam ettiği günümüz benzeri konjonktürler, Türkiye gibi ülkelerin farklı emperyalist güçlerle aynı anda ilişkiye geçmesine ve kendilerine daha fazla manevra alanı yaratmalarına olanak tanımaktadır. Nitekim emperyalist paylaşım kavgasında oluşan çatlaklardan yararlanmaya çalışan Türkiye, bir yandan Batı ittifakı içinde yer alırken öte yandan Rusya ve Çin ile ekonomik ve askeri anlaşmalar yapmaktan, Ortadoğu’da, özellikle İsrail konusunda ABD’den farklı adımlar atmaktan geri durmamaktadır. ABD ise, alt-emperyalist bir güç haline gelen ve bölgede ekonomik ve siyasi nüfuzu artan Türkiye’yi rakiplerine kaptırmamak ve planları dâhilinde kullanmak istemektedir. Bu durumda, alt-emperyalist bir güç olarak hareket eden Türkiye, ABD’nin planlarına bir jandarma, “uşak” ya da “taşeron” rolüyle mi dâhil edilmiş oluyor? Bu tür analizlerle uluslararası siyasetteki gelişmelerin açıklanamayacağı ve işçi sınıfına doğru bir bakış açısı sunulamayacağı açıktır. Özellikle son üç-dört yıldır geliştirdiği emperyal strateji, siyaset ve taktiklerle Türkiye, ABD’nin planlarında kendine daha fazla yer açmaya ve böylece uluslararası siyasal arenada daha fazla söz sahibi olmaya çalışıyor.
Bu ilişki biçimi ve düzeyi, sosyalist hareketin geneline hâkim olan ve politik kavrayışsızlığın bir ifadesi olan “taşeron/uşak” Türkiye yaklaşımının çok ötesindedir. Eğer kavramlara takla attırılmıyorsa Türkiye’nin nasıl bir “taşeron” ve “uşak” olduğu açıklanmalıdır. Emperyalist-kapitalist dünyada ilişkiler karşılıklı bağımlılık temelinde ama güçler dengesine göre şekillenir. Uluslararası siyasal arenada yaşanan değişimi açıklama ihtiyacı duyan, eski şablonlarla yol alamayacaklarının farkına varan çevrelerin Türkiye vb. ülkeler için ortaya attığı “taşeron” kavramlaştırması ise, emperyalist-kapitalist sistemin yapısının kavranamamasını gözler önüne seriyor. Bir patronun işlerinin bir bölümünü yapan, bu işi yaparken finansal olarak da tümüyle patrona bağımlı, onun denetlemesi ve yönlendirmesi altında olan, ilişkinin ne kadar süreceğini patronun belirlediği bir taşeron ile daha küçük sermayesiyle ve dolayısıyla daha az söz hakkıyla bile olsa o büyük patronla belli bir şirket ortaklığı kuran bir sermayedarın konumu aynı olabilir mi? Alt-emperyalist bir düzeye yükselen, bölgesinde ekonomik ve siyasi nüfuz elde eden, kendi arzularını göreli “bağımsız” politik açılımlarla ortaya koyan ve bunu uluslararası siyaset arenasında dillendiren Türkiye’nin durumu bir taşerona değil, büyük patronun küçük ortağına denk düşmüyor mu?
Bir örnekle somutlarsak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine dâhil olan Türkiye, genel çerçevenin dışına çıkmasa da, geliştirdiği hamlelerle basit bir oyuncu olarak kalmak istemediğini ortaya koymuştur. Emperyal arzularını hayata geçirmek için yanıp tutuşan Türkiye burjuvazisi, özellikle emperyal strateji ve taktikleri oluşturan AKP hükümeti, AB’nin geleceğinin belirsizleşmesi ve dünya krizinin derinleşmesini de hesaba katarak Ortadoğu’ya daha fazla müdahale etmeye başlamıştır. ABD’nin ve İsrail’in karşı durmasına rağmen Suriye ve İran’la çeşitli anlaşmalar yapmaktan, Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplamaktan, askeri tatbikatlar gerçekleştirmekten, vizeleri kaldırmaktan, Ortadoğu’da AB benzeri bir ekonomik birlik oluşturmak için harekete geçmekten geri durmamıştır. Daha da önemlisi ABD ve AB emperyalistleri, nükleer silah üretmek istediği gerekçesiyle İran’a yaptırım kararı aldığında Türkiye, BM Güvenlik Konseyinde yapılan oylamada “hayır” oyu kullanmaktan çekinmemiştir.
Kuşkusuz Türkiye’nin amacı İran’ı korumak değil, Ortadoğu’da kendi önünü açmaktı. Şu gerçeği unutmamak lazım: Türkiye ile İran Ortadoğu’da nüfuzlarını arttırmaya çalışan rakip güçlerdir. Batı ekseni içinde olan Türkiye’nin çıkarları İran’dan ziyade ABD ve AB ile kesişmektedir. İran, Filistin sorununu sahiplenerek, Batı ve İsrail karşıtı bir çizgi tutturarak Ortadoğu’da etkisini artırmaya çalışıyor. İşte bu nedenle Türkiye, Batılı emperyalistlerin İran’a dönük yaptırımlarına karşı durarak Ortadoğu’da etkisini güçlendirme yolunu açmaya girişmiştir. Emperyal stratejiyi oluşturan AKP hükümeti bilmektedir ki, Ortadoğu’da ilerleyebilmek için Filistin halkına zulüm uygulayan İsrail’e tutum almak bir zorunluluktur. Bir taraftan Kürt halkına zulüm uygularken, öte taraftan tam bir ikiyüzlülükle Filistin halkının hamisi rolüyle uluslararası siyasette boy gösteren Türkiye, Batılı emperyalist güçleri karşısına alma pahasına İsrail’in burnunu sürtmeye dönük hamleler yapmaktadır. Davos’ta İsrail’in simge isimlerinden cumhurbaşkanı Şimon Perez’in âlemin önünde azarlanması ile başlayan süreç, Mavi Marmara hadisesi ile devam etmiş ve diplomatik ilişkilerin en alt düzeye indirilmesi noktasına gelmiştir.
Türkiye burjuvazisi bu hamlelerinin meyvesini toplamaya başlamıştır. Bilhassa Davos’ta Erdoğan’ın Şimon Perez’i azarlamasından sonra, Türkiye’nin prestiji Ortadoğu halkları nezdinde bir yükseliş kaydetmektedir. Nitekim Erdoğan’a olan ilgi Kuzey Afrika turunda da devam etmiştir. Türkiye, halk kitleleri nezdinde kazandığı itibarı ekonomik ve siyasi çıkara tahvil etmeye çalışıyor. Arap kitlelerin Türkiye’ye olan sempatisi, Müslüman bir ülke olmasına karşın gelişmiş, parlamenter sisteme dayalı görece demokratik bir işleyişi oturtmuş, seküler bir toplum oluşturmuş olmasından da ileri gelmektedir. Neticede her şey görecelidir: Bugün Türkiye’deki yaşam biçimi, pazardaki çeşitlilik ve toplumsal alandaki ilişkiler Ortadoğu’daki kitlelere çekici gelmektedir. Türkiye’nin televizyon dizilerinin Arap sokağında yoğun ilgi görmesi, kültürel davranışların kodlanmasını, Türkiye’den gidecek malların daha kolay pazar bulmasını, yatırım alanlarının önünün açılmasını da beraberinde getirmektedir.
Şüphesiz AKP gibi İslamcı gelenekten gelen bir partinin iktidarda olması, Türkiye’nin Ortadoğu’da rol kapmasında önemli bir faktördür. “Arap Baharı”yla birlikte Mısır, Tunus ve Libya’da iktidar adayı haline gelen İslamcı partilerin AKP’yi örnek aldıklarını söylemeleri oldukça anlamlıdır. Sonuçta unutmayalım ki, Müslüman Kardeşler dâhil bu İslami hareketlerin tepesi çoktandır kapitalistleşmiş durumdadır. Bu kesimler, kapitalistleşme dinamiğinin dönüştürücü etkisi altında kalarak etraflarına baktıklarında, kendilerine Batı’dan ziyade Türkiye’yi daha yakın buluyorlar. Kapitalist-emperyalist sisteme derinden entegre olmuş ve kapitalist piyasa ekonomisini içselleştirmiş Müslüman Türkiye’nin model ülke olarak ortaya çıkması, zeminsiz bir böbürlenmeden ziyade nesnel bir gerçekliği ifade etmektedir. Batı’da kök bulmasına karşın kapitalizm evrensel bir sistemdir: Tüm eski ilişkileri kendi potasında eritir ve doğasına uygun yeni ilişkiler yaratır. Kapitalist sistemin dışında olmayan ve derinden entegrasyon yoluna giren Ortadoğu coğrafyasındaki ilişkiler de kapitalizmin evrensel ilişkiler potasında daha fazla eriyecektir. Bu potaya çekilirken Türkiye’nin model olması ve rol oynaması hiç de gerçek dışı değildir.
Dolayısıyla Ortadoğu’nun dönüştürülmesinde ABD’nin “model ortaklık” kavramlaştırması üzerinden Türkiye’ye rol biçmesi, Türkiye’nin “uşak” ve “taşeron” olmasından değil, ekonomik ve askeri açıdan önemli bir düzeye ulaşmış olmasından, bölgede etkili olabilmesinden ileri gelmektedir. Erdoğan’ın, İslami akımlardan gelebilecek eleştirileri ve yüz çevirmeleri göze alarak Mısır, Tunus ve Libya’da laikliğe vurgu yapması, yalnızca eksen tartışmalarına verilmiş bir yanıt değil, aynı zamanda Arap coğrafyasında Türkiye’nin rolünü başka bir ülkenin oynayamayacağını ortaya koymak içindir. ABD’nin “ılımlı İslam” projesine model olarak Türkiye’yi göstermesi boşuna değildir. Beyni dumura uğramış ulusalcı kesimlerin bunu Türkiye’yi şeriata götürmek isteyen bir proje olarak sunmaları garabeti bir yana, bu proje tam da yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olarak sunulması projesidir.
ABD emperyalizmi, bölgenin dönüştürülmesi bağlamında Türkiye’nin önünü açarken, beri taraftan da Türkiye’nin “bağımsız” hamlelerini dizginlemeye ve kendi kontrolü altına almaya çalışıyor. Bu noktada en sorunlu konuyu İsrail ile ilişkiler oluşturmaktadır. Hiç şüphe yok ki, Yahudi burjuvazisinin Amerika’da oynadığı rol, ilişkilerin derinliği ve ABD’nin bölgedeki ihtiyaçları İsrail’i ayrıcalıklı ve dokunulmaz yapmaktadır. Tam da bu nedenle, Birleşmiş Milletlerin Mavi Marmara gemisi baskınını inceleyen raporunun (Palmer Raporu) İsrail’e bir yaptırım uygulanmasını önermemesi ve hatta İsrail’in Gazze ablukasını haklı göstermesi, ABD’nin etkisinden bağımsız düşünülemez. Hülasa, ABD emperyalizmi elindeki manevra olanaklarına başvurarak şimdilik İsrail ile Türkiye’yi aynı anda idare etmektedir.
Ancak belli bir noktada İsrail sorununun da bir biçimde çözümü gündeme gelecektir. Ortadoğu’daki statüko parçalanırken İsrail’in durumu aynı kalabilir mi? İsrail’in durumunu emperyalist savaş sürecinin nasıl şekilleneceği, Ortadoğu’da ittifakların kimler arasında olacağı, İran konusunda Türkiye’nin nasıl bir tutum alacağı belirleyecektir. Şu anda tüm emperyalist ve kapitalist güçler, aynı anda çok yönlü hamleler yapmaktadırlar. Türkiye emperyalizmi, NATO’nun füze kalkanı radar sisteminin kendi topraklarında kurulmasını kabul ederek önemli bir manevra yapmış bulunuyor. Bu hamlesiyle Türkiye, hem Batılı emperyalist kampta yer aldığının mesajını vermiş, İsrail’e yüklenme noktasında elini güçlendirmiş, PKK’ye karşı giriştiği operasyonlara ABD’nin göz yummasının ve daha da önemlisi kendisine insansız hava araçları vermesinin yolunu açmış, hem de İran ve Rusya’dan gelebilecek tehlikelere karşı önlem almıştır. Radar sistemi görünürde İran’a karşı kuruluyorsa da, esasında asıl amaç Rusya’dan gelebilecek füzelerin fark edilip imha edilmesidir. Türkiye burjuvazisi, radar sistemini kabul ederek bölgede çelişkileri biraz daha keskinleştirmiş ve savaş alevlerini bu topraklara doğru çekmeye başlamıştır.
Hiç kuşkusuz Türkiye’nin bölgeye dönük emperyal hamleleri, emperyalist savaş sürecine yeni bir dinamik getirmiştir. Düne kadar “komşularla sıfır sorun” politikası güden Türkiye, gelinen evrede neredeyse tüm komşularla “sorunlu” hale gelmiştir. Elbette bu “sıfır sorun” yaklaşımı tümüyle Türkiye’nin emperyal taktiklerinin bir ifadesiydi. Fakat Ortadoğu’daki parçalayıcı dinamikler bu taktiği çok geçmeden eskitmiş ve açığa düşürmüştür. “Arap Baharı”yla birlikte Türkiye burjuvazisi taktik değişikliğine gitmek zorunda kalmış ve meselâ aylar öncesine kadar can ciğer kuzu sarması olduğu Suriye’ye savaş ilan etme noktasına gelmiştir. Gerek radar sisteminin kurulmasını kabul ettiği, gerekse Suriye meselesinde ABD ile ortak bir çizgi izlemeye başladığı için, taktiksel olarak yakınlaştığı İran ile uzaklaşma sürecine girmiştir. Ayrıca İran, “liberal İslam”ı teşvik etmekle suçladığı Türkiye’nin, bu minvalde Ortadoğu’daki gelişmeleri kendi lehine kullanmaya çalışmasından da rahatsız durumda. Diğer taraftan, İsrail’e karşı açıklanan beş maddelik yaptırım paketiyle ilişkiler iyice gerilmiş, İsrail’in Kıbrıs’ı fişteklemesiyle Akdeniz’de başlayan petrol arama çalışmaları ve dolaşan savaş gemileri tehlikeli süreci tırmandırmaya başlamıştır.
Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da gerilim süreci daha da tırmanacak gibi gözüküyor. Suriye’ye dönük müdahale pişirilmekte, süreç olgunlaştırılmaya çalışılmakta. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist kapışmanın eninde sonunda İran’a uzanacağı, öncesinde ise Suriye’nin defterinin dürülmek istendiği yeterince açıktır. 11 Eylül 2001 saldırısıyla başlayan süreçten bugüne değin Türkiye’nin, gerek bulunduğu bölge gerekse emperyalist arzuları nedeniyle savaşın dışında kalamayacağına işaret ediyoruz. Dün “komşularla sıfır sorun” nutukları çeken AKP hükümetinin şimdilerde yüksek perdeden savaş naraları atması bunun bir ifadesidir. Fakat Kürt sorununun varlığı ve hareketin ulaştığı düzey Türkiye emperyalizmine yaman bir dert oluşturmaktadır.
Bölgede başlayacak bir savaş yalnızca Arap ve Türk emekçileri değil, aynı zamanda Türk ve Kürt emekçileri de karşı karşıya getirme tehlikesi barındırmaktadır. Özellikle son günlerde gerek Kürt düşmanlığı üzerinden gerekse Ortadoğu’daki emperyal hamleler üzerinden Türklük böbürlenmesi eşliğinde milliyetçilik yükseltilmeye çalışılıyor. İşçi-emekçi kitleler yürütülen emperyal siyasetin peşine takılmak amacıyla, Türkiye’nin ne kadar büyüdüğüne, bölgesinde ne denli itibar gördüğüne, bunun gurur verici olduğuna, ekonominin büyüyeceğine ve bundan halkın da yararlanacağına bizzat vurgu yapılıyor. TÜSİAD’ından MÜSİAD’ına kadar sermaye örgütleri genel hatlarıyla AKP’nin oluşturduğu emperyal siyasetin arkasına yığılmış durumdalar.
Düne kadar AKP’nin karşısında yer alan –iç siyasette karşıtlığını hâlâ sürdüren–, statükocu güçlerin alanında hareket eden burjuva yazar-çizer takımı, şimdilerde AKP’nin emperyal hamlelerinin arkasında durmak gerektiğini söylüyorlar. Geçen seneye kadar Ergenekoncuların sesi olan Hürriyet gazetesinin tepesinde oturan Ertuğrul Özkök şimdilerde şunları yazıyor: “Hazır olacaksın… Bu politika kafana yatmıyorsa da hazır olacaksın. Bak biri orada denizin dibini kazıyor; öteki burada senin başkentinin altını oyuyor. Büyük devletsen eğer; hele hele büyük lokma yemişsen; gemilerini Gazze’ye de göndereceksin; Doğu Akdeniz’i gölü ilan edenin başına da tebelleş olacaksın. (…) …Ankara’da seçilmiş bir hükümet varsa; o «Büyük politika» diyorsa, «Güçlü devlet» diyorsa; kafana yatmasa da; arkasında duracaksın. Durmalıyız…” Bir zamanlar Erdoğan için, “bilgisi zayıf, deneyimi eksik, eğitimi yetersiz, yabancı dil bilmez bir adam”, “Türk siyasetine yakışmıyor” diyen Fatih Altaylı ise, ABD gezisinden notlar aktarıyor: Balkan kökenlilerin bir toplantısında Erdoğan’ın ne denli sevildiğini, Balkan ülkelerin liderlerinin Erdoğan’a büyük saygı gösterdiğini, liderlerin lider gibi olduğunu, Arap halklarından sonra bu manzaranın kendisini şaşırttığını dile getiriyor ve Türkiye’nin, Erdoğan’ın deneyimlerinden yararlanabilmesi için siyaseti bırakmaması gerektiği çağrısında bulunuyor. Yiğit Bulut gibi milliyetçiler, İslamcı ve liberal çevrelerden yalakalarsa, adeta vecd halinde Erdoğan güzellemeleri döşeniyorlar.
Asker-sivil bürokrasinin vesayetini gerileten AKP hükümeti, burjuva kesimler arasındaki çelişkiyi ve çatışmayı emperyal siyaset üzerinden aşmaya çalışıyor. Türkiye’nin, Özal’la birlikte bir emperyal vizyonu olmasına rağmen, bu vizyonun ideolojik temellerini döşeyen ve uygulanabilir bir siyaset haline getiren esas olarak AKP hükümetidir. Böylece Türk burjuvazisi, AKP nezdinde emperyal siyaset güdecek bir iradeye ve hatta ekonomik gücün önüne geçen bir siyasal perspektife kavuşmuştur. İşte AKP ve burjuvazi, geniş emekçi yığınları bu perspektifin arkasına yığmaya çalışıyor. Emperyal hamleler neticesinde Türkiye’nin uluslararası siyasette dikkate alınması ve bölge halkları nezdinde itibar kazanması, yıllar yılı Batı toplumları karşısında aşağılık kompleksi yaşamış bu toprakların insanlarının gururunu okşamaktadır. BBC Türkçe web sitesinde çıkan bir yazı bu durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir: “Türk olmak birden bire havalı bir şey haline geldi. Her ne kadar kimse sizin dilinizi konuşmasa da.”
Bu ulusal gururlanma emperyal siyasetin savaş makinesine koşulursa, emekçi yığınlar için tam bir yıkım olur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında emekçi yığınlar bu ulusal gururlanma üzerinden körleştirildi ve birbirine kırdırıldılar. Bu bakımdan sosyalist hareket Türkiye’nin emperyal hevesleri ve saldırganlığı karşısında çok uyanık olmalıdır.
Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Ekim 2011’deki 79 nolu sayısında yayınlandı.
[1] Akın Erensoy- 18 Mayıs 2003, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.
[2] Bu başlık altındaki kısım, 10 Şubat 2004 tarihli Uluslararası Cephede Sıkışan Burjuvazi Çıkış Arıyor yazısından alınmıştır.
[3] Aktaran: Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğu’suna Karşı Politikası, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., 1972, s. 43-44
[4] Aktaran: Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği, Belge Yay., İstanbul, Ağustos 1999, s. 83-84
[5] Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009
[6] Türkiye’nin Emperyalist Atakları başlığını, akışı ve sürekliliği sağlamak için bu şekilde değiştirdik.