II. Bölüm

Filistin Ulusal Sorunu ve Emperyalist Hegemonya Mücadelesi

 

Filistin Sorunundaki Gelişmeler ve İki Farklı Çözüm

Bu kaçıncı “yol haritası”?

Emperyalistlerin cehenneme çevirdiği Ortadoğu’da haritası çıkartılmamış yol kalmadı adeta. Ama yine de bir “çözüm”den söz edilemiyor. Hâlâ emperyalistler peş peşe yeni “yol haritaları” piyasaya sürüyorlar. Emperyalist hegemonya mücadelesinin tarafları, ayrı renk ve tonlarda (!) bir “yol” gösteriyorlar Filistin halkına. Görünürde ise Siyonist İsrail devletinin Filistin halkının üzerine yağdırdığı bombalardan, yıkılan evlerden, ölen emekçilerden başka bir şey yok. Eylül 2000’de başlayan son intifadadan bugüne (1 Ocak 2004) kadar ölen Filistinlilerin sayısı 3 bini aşmaktadır.

ABD emperyalizminin 2003 Haziranında ileri sürdüğü “yol haritası” onca müzakereye rağmen fiilen kabul görmüş değildir ve bir sözde Filistin Başbakanını ıskartaya çıkaracak kadar eskimiştir. Aslında ABD, Irak savaşı öncesinde Filistin sorununa kendince bir çözüm getirmek ve bölgedeki siyasal etkisini artırmak istiyordu. Böylelikle ABD siyasi prestij de kazanacaktı. Ancak Ortadoğu, emperyalist kavganın kızıştığı ve bir o kadar da giriftleştiği, siyasal ve diplomatik oyunların ardı arkasının kesilmediği bir coğrafya demektir. Filistin sorunu ise asla hegemonya mücadelesinin dışında değildir. Filistin’e “barış” getirmeden önce Irak’a “özgürlük” götürmek isteyen ABD, İsrail’in Filistin halkına yönelik katliamlarını “teröre karşı savaş” olarak nitelemişti. ABD Irak halkının üzerine bombalar yağdırırken, İsrail de Filistin halkının direnişini kırmak ve parçalamak için sürekli saldırılar düzenliyordu.

Haziran başlarında ileri sürülen “yol haritası” tam anlamıyla bir ABD emperyalizmi mimarisidir. Ayrıca söz konusu “yol haritası” üzerinde emperyalistler arası yoğun bir pazarlık yapıldığı açıktır. “Yol haritası”nı AB, BM ve Rusya da desteklemiştir. Emperyalistlerin ortak bir plan üzerinde anlaşmaları, aslında önerilen anlaşmanın ne kadar dengelere bağlı olduğunu göstermektedir. Zira en küçük bir değişiklik veya bir emperyalist ülke aleyhine gelişme, varılan anlaşmanın yırtılması ile sonuçlanacaktır. Nitekim “yol haritası” için de aynı emperyalist yasa işlemiş ve masa başında varılan anlaşmalar, savaş ve rekabet alanında bozulmuştur.

ABD ve İsrail, ortaya koydukları “çözüm” için birkaç stratejik oyun oynamaktan ise geri durmadılar. Arafat’ı devre dışı bırakarak, El-Fetih örgütünün merkez komitesinde yer alan Mahmut Abbas’ın Başbakan olarak atanmasını dayatan ABD emperyalizmi, bunu Filistin’in demokratikleşmesi olarak sundu. Aslında amaç, Arafat’ın El-Fetih üzerindeki otoritesini yok etmek ve böylece El-Fetih’i diledikleri gibi yoğurabilecekleri bir kıvama getirmekti. Abbas ile uzun bir dönemdir karargâhından dışarı çıkartılmayan Arafat arasında yaşanan iktidar kavgasında, ABD ve İsrail Abbas’ı desteklediler. Emperyalistler arası kavga FKÖ içinde de ayrı ayrı taraf bulabilmektedir.

Mahmut Abbas, Filistin Başbakanı ve görüşmeci sıfatıyla ABD emperyalizminin ileri sürdüğü “yol haritası”nı tanıyacaklarını açıklamıştı. Bush, Şaron ve Abbas’ın geçen yaz Ürdün’de bir araya gelmeleri sonucunda “yol haritası” ekseninde bir anlaşmaya varılmıştı ve İsrail Kabinesi varılan anlaşmayı onayladığını açıklamıştı. Anlaşmada en önemli olan ve öne çıkan husus 2005’e kadar bir Filistin devletinin kurulacağıydı. Ama bunun nasıl olacağı ise her zaman olduğu gibi yine bir muamma olarak kalmıştır. Bunun en açık kanıtı, İsrail’in “yol haritası”nı kabul etmesine karşın almış olduğu tavırdır. İsrail hükümeti, her zaman olduğu gibi Filistin yönetiminin “teröre karşı savaş açmasını” istemektedir. 14 maddelik bir çekince koyan Şaron hükümeti, Filistin güvenlik birimlerinin feshedilmesini, yeni bir Filistin Yönetimi’nin oluşturulmasını, izleme mekanizmasının ABD’nin idaresine bırakılmasını, bölgesel Filistin devletinin askeri güçten tamamen arındırılmasını ve tüm giriş çıkışların, hava sahasının kontrolünün İsrail’in elinde olmasını istemişti. Haziran başında Şaron ile Abbas’ın görüşmesi sonrasında yayınlanan bildiride “terörist örgütlerin dağıtılması, teröristlerin tutuklanması ve kanun dışı silahlara el konulması” gerektiğinden söz ediliyordu. Siyonist İsrail devletinin nasıl bir çözüm istediği yeterince açık değil mi?

Aslında öncelikle anlaşılması gereken Yahudi yerleşim yerlerinin ve Filistin toprakları dışında BM kamplarında yaşayan, sınır ülkelerine göç eden milyonlarca Filistinlinin akıbetinin ne olacağıdır? Kudüs’ün Statüsü ne olacaktır? Ama bu konularda somut hiçbir şey söylenmiyor. Nerdeyse tüm “yol haritaları” aşamalı bir devletten söz etti bugüne kadar. Ancak, aşamaların sorunsuz birbirini takip etmesi için Filistin’deki direnişin bastırılması ve kontrol altına alınması gerekiyor. ABD ve İsrail’in her zaman isteği bu olmuştur. Filistinli örgütler kısa bir süreliğine de olsa ateşkes ilan etmelerine rağmen, İsrail Filistin halkını katletmeye devam etmiştir. Uzlaşma sağlanamayınca, masa başına oturan diplomatlara “yeni”, “çok yeni” (!) haritalar hazırlamak düşüyor.

İsrail egemen burjuvazisi, milliyetçi sağ kesim, askerler, din adamları ve yerleşim yerlerinde bulunanlar şiddetle bir anlaşmaya karşı çıkıyorlar. Olay, İsrail egemenleri için tamamen sınıfsaldır ve onlar bu dürtülerine göre hareket ediyorlar. Uzun yıllardır, silah sanayiindeki kapitalistler, devletin sürekli silahlanması sonucunda kârlarına kâr katmaktadırlar. İşin bir diğer boyutu Filistin’den sağlanan ucuz işgücüdür. Milliyetçi sağ kesim ve din adamları savaşla birlikte elde ettikleri ayrıcalıkları yitirmek istemiyorlar. Generaller adeta savaş zengini olmuş ya da savaş sayesinde önemli ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Yahudi yerleşimciler ise genellikle İsrail’de edinemedikleri ayrıcalıklara, Filistin topraklarına yerleştiklerinde kavuşuyorlar. Yerleşimciler İsrail’in en yoksul ve alt kesimlerini oluşturuyor. Filistin topraklarına geldiklerinde ise İsrail hükümeti onlara ayrıcalıklar sunuyor. Yani Siyonist İsrail devleti, yoksul halkı ezilen başka bir halka karşı kullanıyor. Durumu tersine çevirecek işçi sınıfı ise örgütsüz ve önderliksiz.

Gelinen aşamada, olayların çok hızlı geliştiği ve birçok değişikliği beraberinde getirdiği, emperyalistlerin her müdahalesinde çözümsüzlüğün derinleştiği ortaya çıkmıştır. İsrail, sürekli askeri operasyonlarla Filistin halkına karşı terör estiriyor ve katlediyor. İsrail şiddeti sonucunda birçok şehirde Filistinli militanlar intihar saldırıları düzenleyerek intikam almaya çalışıyorlar. Çatışmaların şiddetlenmesi sonucunda “yol haritası”nın görüşmecisi olan Mahmut Abbas istifa etmek zorunda kalmıştır. Abbas’ın yerine geçen Ahmet Kurey her ne kadar “yol haritası”nı takip edeceğini söylüyorsa da ortada harita falan yok. Kurey, İsrail’e şirin gözükmek için olsa gerek, Aralık ayı içinde Mısır’da 13 Filistinli örgütle görüşüp ateşkes yapmalarını önerdi. Buna karşın İsrail, Filistinli işçiler İsrail topraklarına geçmesinler diye tüm sınır boyunca tecrit duvarları yükseltmeye devam ediyor. 150 kilometresi inşa edilen tecrit duvarına bugüne kadar tam 9 milyar dolar harcanmış bulunuyor. Demek ki “yol haritası”nın üzerinde duvarların yükselmesi hiç de kötü bir şey değil, yeter ki İsrail kapitalistlerinin ceplerine dolarlar aksın! Olan ise Filistinli emekçilere olmaktadır. Çünkü binlerce işçi ve köylünün işi duvarların arkasında kalmaktadır. İsrail egemenleri Filistin halkını yalnızca ulusal boyunduruk altında tutmuyorlar, aynı zamanda sınıfsal bir savaş yürüterek emekçileri açlığa mahkûm ediyorlar.

Şimdilerde ise AB etiketli olduğu gün gibi ortada olan bir “Cenevre Girişimi” Filistin halkına dayatılmak istenirken, İsrail’den de lütfedip yumuşak davranması bekleniyor. Bu planın başında Sivil Toplum Örgütlerinin olduğu öncelikle öne çıkartılıyor. İsrail ve Filistin STÖ temsilcileri adına eski İsrail Adalet Bakanı Yossi Beilin ve Filistin eski Enformasyon Bakanı Yaser Abed Rabbo plana önderlik ediyor. “Cenevre Girişimi” İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesini, Kudüs’ün bölünmesini, göç etmiş Filistinlilere geri dönme hakkı verilmesini öngörüyor. Ancak bu son maddenin müzakere edilebilmesi için nedense 2005’in beklenmesi gerekiyormuş?! Ama İsrail böyle bir planı tanımayacağını aynı günlerde açıkladı. Şaron ve ekibi bu plana şiddetli karşı çıkışlar yaptılar. Almanya ve Fransa kendi yol haritalarını böylelikle sunarken, emperyalist hegemonya savaşının diplomatik alanı dışına çıkıp İsrail’e yüklenemiyorlar; isteklerini “demokrasi ve insan hakları” şemsiyesi altına saklıyorlar. Zira İsrail üzerinde keskin bir politika uygulamak, aynı şekilde Ortadoğu’ya sert müdahale etmek demektir. Bu ise ABD emperyalizmi ile keskin bir virajda, Ortadoğu içlerinde burun buruna gelmeleri anlamına gelir. Bunu göze almaları ise şimdilik mümkün gözükmüyor. AB ülkelerinde “İsrail kötü bir devlettir” yollu anketler yayınlatıyorlar ve dirilmesi için BM’nin ruhuna dua okumaya devam ediyorlar.

Emperyalistlerce dayatılan bu “yol harita”larının sayısını hatırlayan var mı? Son birkaç sene zarfında kaç “harita” emperyalistlerin diplomasi masalarında çürüyüp gitti? Daha 2000 yılının sonuna doğru ve henüz ikinci intifada başlamadan az önce, ABD başkanı Clinton, zamanın İsrail Başbakanı Ehud Barak’ı ve Yaser Arafat’ı bir araya getirmişti. Camp David’de yapılan bu görüşmelerde birçok karar alındı, ama bu kararları İsrail devleti uygulamadığı gibi, şimdinin Başbakanı Şaron, Mescid-i Aksa’ya giderek provokasyonda bulunmuştu. Arkasından ise Filistin halkının direnişi geldi. O günlerde Camp David görüşmelerinden bir devlet çıkartacaklarını ileri sürüyorlardı emperyalistler, bugün ise bu plana göre kurulmuş olması gereken devletin yerinde yeller esiyor. Üstelik Camp David zirvesinde alınan kararlar Oslo görüşmelerinde varılan anlaşmadan geri adım atmayı içeriyordu. Emperyalizmin diplomasi masalarında bir ulus-devlet inşa etmek, kumar masalarında kaybettikçe oynama isteği artan “babayiğit” kumarcıyı hatırlatıyor insana!

11 Eylül sonrasında en çok konuşulan planlardan birisi de Suudi Arabistan petrol egemenlerinin ABD’ye yaranmak için ortaya sürdükleri ve ABD’nin onayını aldıkları “Suudi Girişimi”ydi. Karikatürcüler bu planla epeyce dalga geçmiş ve alay konusu yapmışlardı. ABD bir elinde tuttuğu “barış güvercini”ni havaya bırakıyor ama öteki elindeki kartalı da (İsrail) güvercinin üzerine salıyordu. Bu plan vesilesiyle Arap egemenleri oldukça ileri gitmişlerdi oysa: İsrail’i tanıyacaklardı ve İsrail de 1967 sınırlarına geri çekilecekti. Ama adı belki de hiç duyulmamış olan “Mitcheel Planı” gibi, Suudilerin girişimi de emperyalist hegemonya mücadelesinin tozu içinde kaybolup gitti. Belki de emperyalistlerin Filistin veya ezilen uluslara getireceği özgürlüğün en iyi tasvirini Suudi Girişimiyle dalga geçen karikatürler oluşturuyor. Emperyalistler bir taraftan halklara sözde bir özgürlük –güvercin– veriyorlar, sonrasında ise kartalı üzerine saldırtıp parçalatıyorlar ya da duruma göre kartalın güçlü pençeleri arasında can vermeden yaşamasına izin veriyorlar.

İki farklı çözüm

Ortadoğu ve Filistin sorunu tam bir yüzyıldır dünya kamuoyunun gündemindedir. Filistin sorunu, emperyalistlerin bölgede pazarlar üzerinde yürüttükleri hegemonya savaşıyla iç içe geçmiş ve tam anlamıyla bir kangrene dönmüştür. Sorunun içine birçok ülke burnunu sokmakta ve kendi çıkarları doğrultusunda Filistin soruna müdahale edebilmektedirler. Dolayısıyla sorun emperyalist hegemonya mücadelesinin dışında düşünülemez.

Ortadoğu’nun tarihi öneminden yeniden söz etmeye gerek yok. Ortadoğu, Kuzey Afrika’dan Pasifiklere kadar uzanan bir alanı etkileyen, pazar ve petrol yataklarının yer aldığı bir bölgenin adıdır. Uzun yıllardır her emperyalist ülke kendi çıkarları için yapay olarak oluşturulmuş Arap devletlerinden birini desteklemekten geri kalmadı. Ancak SSCB’nin çökmesiyle birlikte çok geniş bir alan açıldı ve Arap yarımadası bu açılan bölgenin anahtarı niteliğindedir.

Ortadoğu emperyalist savaşın açık alanına dönüşmüştür. Bölgede yürüyen savaşın akıbeti Filistin sorunu için doğrudan doğruya belirleyici olacaktır. Örneğin ABD kendi lehine olmayan bir çözümü asla kabul etmeyecektir. Irak savaşı sürecinde İsrail’in Filistin bölgelerine girip katliam yapmasına ABD hem göz yumdu ve hem de Almanya-Fransa gibi emperyalist rakiplerden eleştiri geldiğinde İsrail’e sahip çıkıp desteklemekten geri durmadı. ABD, İsrail’e halen kredi vermektedir ve verilen son kredi miktarı 9 milyar dolardır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz “yol haritası”nın başarıya ulaşmamasının nedeni, nüfuz alanları üzerinde yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının hâlâ devam ediyor oluşudur. Elbette her ulus-devlet gibi İsrail de saldırgan politikalarından bir an olsun geri adım atmak istememektedir. Unutmayalım ki İsrail emperyalist savaşın taraftarlarından biridir. ABD’nin Ortadoğu’da egemenliğini yeniden tesis etmesiyle birlikte yeni bir “yol haritası” konacaktır Filistin halkının önüne. Ama tabii ki bu, bölgede bir statükonun oluşmasına bağlıdır ve statüko bozulduğunda sorunun yeniden ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.

Emperyalistlerin kendi çıkarları doğrultusunda dayattıkları “yol haritaları” asla Filistin halkı için nihai bir çözüm olamaz. Filistin sorununa, emperyalist sistem içinde burjuva bir çözüm bulunabileceği asla göz ardı edilemez. Fakat emperyalistler arası dengelerin değişmesi ile gelebilecek bir çatışma ve İsrail’in yeniden Filistin’i işgal etme ihtimali oldukça fazladır ve hatta bir gerçektir. Bundan dolayıdır ki Filistin’e barış emperyalistler tarafından getirilemez.

Aynı şey aslında tüm Ortadoğu halkları için geçerlidir. Çatışmaların kaynağında halkların cetvelle bölünmesi ve emperyalistlerin nüfuz alanları üzerinde yürüttükleri kavga yatmaktadır. Filistin halkı gibi yıllardır boyunduruk altında yaşayan halklardan birisi de Kürt halkıdır. ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle Kürdistan federe devletinden söz ediliyor ve büyük ihtimalle Irak bir federasyon olarak yeniden inşa edilecek. Komünistler, Kürt halkına “niye böyle bir şey istiyorsunuz” diyemez. Ancak bu çözümün kalıcı olamayacağını, emperyalistler arası çelişkiler keskinleşip dengeler bozulduğunda sorunun yeniden kaşınacağını ve halkların düşman güçler olarak karşı karşıya getirileceğini açıklamak komünistlerin asli görevidir. Örneğin Oslo süreci sonrasında kurulmaya çalışılan Filistin devletinin güme gitmesi emperyalistler arası çelişkilerin artmasının sonucudur. Burjuva bir çözüm çerçevesinde Kürtleri bekleyen akıbet de bundan farklı olmayacaktır. Tüm Ortadoğu halkları için adil bir çözümün ve kalıcı bir barışın yolu, işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkarak toplumsal devrimi başarıya ulaştırması ve siyasal iktidarını kurmasından geçiyor.

Ortadoğu’ya barışı ancak işçi sınıfı getirebilir. Bunun için öncelikle Ortadoğu’nun emperyalist savaş alanı olmaktan çıkartılması gerekiyor. İşçi sınıfı siyasal iktidarı almadan ise bu mümkün değildir. İsrail işçi sınıfı ile Arap işçi sınıfı ortak bir mücadele bayrağı altında birleşmek zorundadır. Buna karşın İsrail ve Türkiye işçi sınıfı Filistin ve Kürt halkının ayrılma hakkını tanımalı ve bunun için savaşmalıdır. Bölgedeki ulusların önyargısız bir arada yaşayabilmesi ancak ve ancak proletaryanın iktidarı fethetmesi ve Ortadoğu Sovyetler Cumhuriyetini kurmasıyla mümkündür. İşçi sınıfına ve uluslara gerçek özgürlüğü ancak proletaryanın kendi iktidarını, öz-yönetimini kurarak, Sovyetler Cumhuriyetinde birleşmesi sağlayabilir.

Akın Erensoy- 1 Ocak 2004, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.

Ortadoğu’da Filistin, Filistin’de Ortadoğu

Mahkûm edilmiş bir halkın seçimi!

Ezilen ve işgal altında İsrail süngüsüyle itile kakıla yaşayan Filistin halkı, 9 Ocakta, tepesine İsrail bombaları yağarken sandık başına gitti! Sermaye düzeninin sözcüleri, medya baronlarının uşağı burjuva yazar-çizer takımı Filistin’de seçimlerin “özgürce” yapıldığını ve oldukça “demokratik” bir seçim yaşandığını öve öve bitiremediler. Başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin sözcüleri Filistin’de seçimlerin “özgürce” ve “demokratik” yapıldığından dolayı memnuniyetlerini ifade ettiler. Onlara göre Araplar Filistin şahsında demokrasi sınavı veriyor. Emperyalist paylaşımın tam göbeğinde, İsrail süngüsünün gölgesinde yapılan “seçim” sonucunda Mahmut Abbas “Filistin Özerk Yönetimi Başkanı” seçildi. FKÖ genel sekreteri ve El-Fetih’in adayı Ebu Mazen lakaplı (Arap siyasi literatüründe ılımlı anlamına geliyor) Mahmut Abbas geçerli oyların yüzde 62,3’ünü alırken, bağımsız aday Mustafa Barguti yüzde 20’de kaldı. Seçimlere katılan 7 adaydan diğer 5’i pek bir varlık gösteremedi. Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesinden Taysir Halid, Filistin Halk Partisinden Bassam el-Salhi, bağımsız adaylar Abdülkerim Şubeyr, Saib Barakeh ve Abdülhalim el Aksar çok düşük oy aldılar.

Bir tarafta esir edilmiş bir halk, öte tarafta bu esir halkın üzerine bombalar yağarken yapılan “seçim”: Bu mu özgürlük ve demokrasi? İşgal altında ve özgürlüğü elinden alınmış, yaşadığı kentte dahi İsrail süngüsünün barikatlarına takılan bir halkın “özgürce” seçime gittiğini söylemek gerçekleri çarpıtmak ve Filistin halkıyla alay etmektir. Bugünkü “Filistin Özerk Yönetimi” Batı Şeria ve Gazze’yi kapsamasına karşın gerçekte geçerli hiçbir siyasi hükmü yoktur. Seçimlerin yapıldığı Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs tamamen birbirinden kopuktur. Gerek bu bölgelerin arasına gerekse kentlerin içine İsrail işgal gücü yerleşmiş bulunuyor. Filistin toprakları parçalara bölünerek, halk birbirinden kopartılarak yalıtılmıştır. Bu üç bölge ve şehirler arasında geçişler oldukça zordur. Batı Şeria’yı adeta bir labirente dönüştüren utanç duvarı Filistin’i açık bir cezaevine çevirmiştir. Aynı mahallenin insanları, akrabalar, sokaklarının –hatta evlerinin– ortasından geçen duvarla iki ayrı parçaya bölünerek iletişimleri kesilmiştir. Yaşanan dramı tahayyül etmek gerçekten de güç!

Üstüne üstlük Filistin halkının çoğunluğu sandık başına gidememiştir. Bu üç bölgede kayıtlı seçmen sayısı 1 milyon 757 bin olmasına rağmen sandık başına yalnızca %66 oranında bir kitle gitti. 8,5 milyon Filistinli topraklarının dışına sürülmüştür ve bunlardan yaklaşık 1,5 milyonu İsrail topraklarında yaşamaktadır. 8,5 milyon Filistinli seçme özgürlüğü tanınmadığı için seçime katılamamıştır. Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinliler İsrail kontrol noktalarından geçerek seçim bölgelerine ulaşamamış, ulaşanlara ise yapılmadık eziyet kalmamıştır. Doğu Kudüs’te 120 bin seçmen olmasına karşın, sadece 5 bin kişi oy kullanabilmiştir. Bu bile gerçeğin ne olduğunu açıklıyor.

Ortada ne bir Filistin devleti ne de bu devletin siyasi birliği, dolayısıyla da bağımsızlığı vardır. Yapılan seçimlerle, bir halk siyasi bağımsızlığını kazanarak kendi devlet başkanını seçmiş değildir, işgal altındaki bir halk, tüm engellemelere karşın mücadele iradesini ortaya koymuştur. Gerçeklerin çarpıtılarak ters yüz edilmesi ve sanki “seçime” gidenin işgal altında inletilen Filistin halkı değilmiş gibi sunulması, burjuva demokrasisinin ne denli ikiyüzlü olduğunu ortaya koymaktadır. Onlarca yıldır ezilen, katledilen, aşağılanarak dışlanan Filistin halkı bir savaş cehenneminde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Zor ve şiddet sermaye düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Emekçi yığınları sömürmekle kalmayan sermaye sınıfı, şiddeti hiçbir zaman yığınların tepesinden eksik etmez. Katil İsrail devleti ve onun destekleyicisi ABD emperyalizmi, Filistin halkına uygulanan şiddeti neredeyse “tanrının bir cezası” olarak sunma gayretindedir. Bunlara göre Filistin halkı “barbardır” ve sesini çıkartmazsa “kırbacı” yemeyecektir!

Filistin burjuvazisi ipleri eline almak istiyor

Seçimler Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlığına giden bir süreç olmamış, tersine, emperyalist güçlerin, İsrail ve Filistin burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda yoksul yığınların örgütlülüğünü dağıtarak pasifize edeceği bir sürecin ön hazırlığı olmuştur. Seçim öncesi dönemi, yaşanan tartışmaları ve ortaya çıkan adayları esas olarak belirleyen, burjuvazinin çıkarlarıydı. Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin burjuvazisi arasında yaşanan iktidar kavgası da tastamam bu amaç uğrunaydı. Esas olarak kavga FKÖ içindeki kesimler arasında yaşanmıştır. “Özerk Yönetim” ya da “devletçik” dolayımıyla elde edilen ayrıcalığı korumaya yönelen FKÖ içindeki kesimler karşı karşıya geldiler. Arafat’ın boşluğunu doldurmaya çalışan ve “devletçik” içinde öne çıkan hâkim burjuva kesim, esas olarak bu boşluktan yararlanarak hareketin kontrolünü tam olarak ele geçirmek istemektedir. FKÖ içerisindeki silahlı grupların etkisi kırılmak istenirken, politik arenadaki etkilerini yitirmek istemeyen bu silahlı kesimler buna direnmişlerdir. Hâkim burjuva kanat, El-Fetih içerisindeki “genç ve duygusal” kesimlerin kendi çıkarlarını baltalamasına izin vermek istemiyor. Nitekim El-Fetih içerisindeki sivri çıkışlar bastırılmış, silahlı mücadeleyi savunan örgütler şimdilik ekarte edilerek uzlaşmacı Filistin burjuvazisi Mahmut Abbas önderliğinde öne çıkmıştır.

Silahlı mücadeleyi savunan gruplar son süreçte güçsüzleşerek Filistin’de yürüyen mücadelenin önderliği için verilen kavganın dışında kalmışlardır. Örneğin Hamas’ın önde gelen birçok lideri geçtiğimiz yıl öldürülmüş ve ağır kayıplar veren Hamas daha uzlaşmacı bir çizgiye çekilmiştir. 2004’ün son günlerinde yerel seçimlere katılan ve hatta 7 belediye başkanlığı kazanan Hamas, El-Fetih’in kendisiyle ortak bir politika belirlemediğini gerekçe göstererek seçimleri İslami-Cihat ile birlikte boykot etme kararı aldı. Fakat esas mesele El-Fetih’in Hamas’la işbirliğine yanaşmaması değildir. Esasında Hamas uzlaşmaktan ve sürecin içinde yer almaktan yanadır. Ama karar mekanizmalarında da daha fazla yer almak istemektedir. Gerek Hamas gerekse diğer silahlı mücadeleyi savunan gruplar Abbas ile anlaşmaktan geri durmayacaklarını ortaya koymuş bulunuyorlar. Gerçekte hâkim Filistin burjuvazisi Hamas’ın henüz kendisi için faydalı olabileceğine inanmamaktadır. Zira Filistin burjuvazisi İsrail ile uzlaşmanın önündeki gerçek engel olarak intifadayı gördüğünden, bir an önce yoksul yığınların denetlenerek mücadelenin bastırılmasını ve emperyalist güçlerin ortaya koyduğu “Yol Haritası”nın izlenerek “çözüme” gidilmesini istemektedir. Bu amaçla silahlı gruplar bastırılıp silahsızlandırılarak denetim altına alınmak isteniyor. Hâkim Filistin burjuvazisi bu grupların elindeki silahları alarak tüm siyasi gücü kendi elinde toplamak istemektedir. Bu gruplara önerdiği ise silahsız birer siyasi partiye dönüşmeleridir.

FKÖ’nün karşısında seçimlere bağımsız aday olarak katılan eski Filistin Komünist Partisi üyesi Mustafa Barguti’ye gelirsek, Barguti esas olarak Abbas çizgisinden farklı olmayan bir program ileri sürdü. Kendi ifadesiyle söylersek “çok garip, çünkü bu seçimlerdeki bütün adaylar barış yanlısı. Öyleyse, birini diğerine tercih etmenin sebebi nedir?” Böyle diyerek hem şaşkınlığını ve hem de programının içeriğinin diğerlerinden hiç de farklı olmadığını ortaya koymuş oldu. Seçimlere katılan bütün adayların programı “barış” üzerine kuruludur. Ezilen ve işgal altındaki bir halkın önüne “barış” hedefinin konması, fakat bu “barış”a hangi yolla varılacağının söylenmemesi ve intifadaya son verilmek istenmesi mevcut köleliğin devamı anlamına gelmektedir. Oysa “barış” yapacak olan Filistin halkı değildir, Filistin halkına savaş açan İsrail devletidir. Filistin halkı kendi kaderini tayin hakkını istemektedir. Seçimlere katılan tüm adaylar Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını elde edecek bir mücadele hattı yerine, İsrail ile uzlaşmayı ve İsrail’e daha fazla teslim olmayı önlerine koymuşlardır. Buna karşın İsrail ezen-egemen bir ülkenin tipik inkârcı, şoven ve küstah yaklaşımıyla sorunu zamana yaymak, Filistin halkını moral açıdan çökertip örgütlülüğünü dağıtarak sindirmek istemektedir. TC Kürt halkına ne yapıyorsa, katil İsrail de Filistin halkına aynı şeyleri yapıyor. Filistin emekçileri proleter devrimci bir önderlikten yoksun olduğu için ABD ve İsrail’in desteğini almış Abbas veya AB’nin desteğini alan Barguti’nin arasında bir tercih yapmak zorunda kalmıştır. Temelde ise hem Abbas ve hem de Barguti mücadeleyi bastırmak ve sorunu uluslararası güçlerin desteğine havale ederek çözme peşindedirler.

Arafat’ın ölümü ile birlikte Abbas El-Fetih içerisinde öne çıkartıldı. Filistin burjuvazisi, emperyalist güçler ve İsrail de ağırlığını Abbas’dan yana koydu. Böylelikle Abbas FKÖ genel sekreterliğine getirilerek Filistin’in yeni lideri ilan edildi. Hemen sonrasında ise El-Fetih ve “Özerk Yönetim” içerisinde bir temizliğe gidildi. Burjuvazinin esas amacı El-Fetih içerisindeki mücadeleci öğelerin dağıtılması ve mutlak bir kontrolün sağlanmasıdır. Örneğin El-Fetih’in silahlı kanadı olan (yeni adıyla) Şehit Arafat Tugaylarının dağıtılmasını ve asker veya polis içerisinde eritilmesini istemektedir burjuvazi. Daha 2003’de “Yol Haritası” gündemde iken Ahmet Kurey 13 grupla Mısır’da görüşerek ateşkes yönünde bir anlaşma yapmıştı. Gelinen aşamada, Abbas ile silahlı gruplar halen görüşüyorlar ve bu gruplar Abbas’ın isteklerine kısmen de olsa cevap vermiş gözüküyorlar. Filistin burjuvazisi çatlak seslerin bastırılması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdır.

Filistin burjuvazisi ve emperyalist güçlerin bu uğurda Abbas’ı desteklemesi anlaşılmaz değildir. Uzun yıllardır ılımlı bir politikacı görüntüsü veren ve intifadaya karşı olan Abbas (kendisi aynı zamanda bir burjuvadır ve çeşitli yolsuzluklara bulaşmış olduğuna dair pek çok suçlama vardır), meselenin masa başı görüşmelerle, uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde, yani diplomasi alanı içinde kalınarak çözülmesinden yanadır. El-Fetih’in kurucu ana kadrosunda yer alan Ebu Mazen, FKÖ içinde her zaman ılımlı kanadı temsil etti. 1993 Oslo sürecinde FKÖ içinde başlayan tartışmada Arafat’ın yanında yer aldı. Bu tartışmada, El-Fetih’in lider kadrosundan önemli isimler İsrail ile anlaşmaya karşı çıkmış ve Arafat ile birlikte Filistin’e dönmemişlerdi. El-Fetih’in kurucularından geriye yalnızca Abbas kalmıştır, geri kalanların çoğu ise suikastlarda öldürülmüşledir.

Abbas’ın seçim programının omurgasını, intifadaya son verilmesi, silahlı grupların dağıtılması ve İsrail ile görüşmelerin derhal başlaması oluşturuyordu. Abbas, seçim programında Başkenti Doğu Kudüs olan ve sınırları 1967 savaşı öncesi sınırlarla çizili bir Filistin devletinden vazgeçmeyeceklerini açıklamasına karşın bunu nasıl başaracağını kitlelere söylememiştir. İsrail işgali altında inletilen Filistin halkı işsizliğin, açlık ve sefaletin kucağına itilmiş bulunuyor. Filistin’de işsizlerin oranı %60 civarında iken, yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı %65 düzeyindedir. Abbas, yoksul kitlelerin duyarlı yönlerine seslenerek açlık ve sefaleti bitireceğini, herkese aş vereceğini, demokratik sürecin önünü açacağını vaat etmiştir. Her vesile ile intifadanın bitirilmesi gerektiğini söyleyen Abbas, ezilen Filistin halkına boş hayaller pompalamaktan geri durmamıştır.

Abbas, yoksul Filistin halkına susmayı öğütlerken İsrail bombaları onlarca insanın ölümüne neden oluyordu aynı günlerde. Seçimler öncesinde ve sonrasında onlarca Filistinli katledildi. Batı Şeria’da seçimler öncesinde 7 çocuğun öldürülmesi üzerine İsrail’e “Siyonist düşman” diyerek tepki gösteren Abbas, tez zamanda söylediklerini yalayıp yutmuş ve Şaron’a uzlaşma çağrısında bulunmuştur: “Seçimlerin ardından İsrail ile müzakerelere derhal başlayacağız. Ariel Şaron seçilmiş bir lider, kendisiyle müzakere edeceğiz. Masaya yol haritasını koyacağız ve bunu tamamen yürürlüğe koymaya hazır olduğumuzu söyleyeceğiz” diyen Abbas her vesileyle diyalog ve müzakere çağrısı yapmıştır. Seçimlerden sonra şu açıklamayı yapan Abbas, Filistin burjuvazisinin, İsrail ve emperyalist güçlerin yüzünü kara çıkartmayacağını ortaya koymuş bulunuyor: “Silahlı mücadele olan küçük cihat sona ermiştir. Şimdi, bağımsız Filistin devletinin kurulması ve vatanımızın inşası anlamındaki büyük cihat başlıyor. Bu zaferi Yaser Arafat’ın ruhuna ve halkımız ile şehitlerimize armağan ediyorum.” Bu zaferin neyin zaferi olduğu belli değildir! Son on beş yılda Filistin halkı bu inşa sözleriyle ve sözde zaferle defalarca kandırılmıştır. Sonuçsa yine esaret, katledilme ve sindirilme olmuştur.

Yeni bir dönem mi?

Arafat’ın ölümü sonrasında yeni bir dönemin başladığı yönünde söylemler başta emperyalist güçlerin sözcüleri olmak üzere İsrail ve Filistin burjuvazisi tarafından da sıkça telaffuz edilmeye başlandı. Yeniden umutlar dağıtıldı ve “çözüm” yönünde demeçler verildi. Fakat “çözüm” için adım atması gereken tarafın ezen-egemen İsrail devleti değil de Filistin olduğu açıklandı. Başta ABD olmak üzere emperyalist güçler ve İsrail devleti seçime giren adaylardan beklentilerini açıkladılar. Onlara göre işbaşına gelecek “yönetim” reformlar yapmalı, demokratikleşmenin önünü açmalı, “terörist” örgütleri dizginleyerek ve kontrol altına alarak bastırmalı, emekçi yığınları susturarak intifadaya bir son vermeliydi! Eğer bunlar istisnasız yapılırsa ve gerçekten de söz konusu “yönetim” samimiyetini ve kararlılığını pratikte ortaya koyarsa “barış” masasına oturulacaktı!

ABD ve İsrail, Filistin burjuvazisine seslenerek ondan akıllı olmasını ve elindeki “devletçiği” koruması gerektiğini, aksi takdirde, gerçekte hiçbir hükmü bulunmayan “Özerk Yönetim”i de elinden alabileceği tehditlerinde bulundu. ABD emperyalizmi Ortadoğu’da yürüyen hegemonya savaşını baltalamayacak ve emekçi yığınları dizginleyecek bir “iktidar”ın işbaşına gelmesini istiyordu. Katil Şaron’un danışmanlarından Zalman Şoval İsrail’in işgal ettiği topraklar sorununa değinirken; “ille de hepsini almak istiyorum diye bastırırsan, sonunda hiçbir şey almayabilirsin. Tarih bunun örnekleriyle dolu” diyerek Filistin halkına susup boyun eğmesi gerektiğini öğütlüyordu. Abbas’ın seçilmesinden sonra Amerikan tekelci sermayesinin sözcüsü The New York Times şunları yazıyordu: “Filistinliler İsrail ile bir barış anlaşmasını geciktirdikçe daha fazla toprak kaybedeceklerdir.”

Seçimler öncesinde yaratılmaya çalışılan iyi niyet havası ve “yeni dönem” umutları gerçekte ABD emperyalizminin ve İsrail devletinin planlarının hayata geçirilmesine dönüktü. Filistin halkından ise söz konusu plana boyun eğmesi isteniyordu. Ancak emperyalist güçler ve İsrail devleti Filistin halkının mücadelesini bastırma ve kontrol altına alma işini esas olarak Filistin burjuvazisine havale etmiş bulunuyor. Hatırlanacağı gibi bu amaçla, 2003 yılı içerisinde ABD ve AB stratejistlerinin kaleminden çıkmış “Yol Haritası”nı uygulamak üzere, başkan Yaser Arafat’ın zoraki rızasıyla, Mahmut Abbas “Başbakan” olarak atanmış ve Şaron ile görüşmeye başlamıştı. Lakin Abbas intifadayı durduramadı ve İsrail Abbas’ı başarısız bularak görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine Abbas istifa etmiş ve yerini Ahmet Kurey’e bırakmıştı.

Bu “yeni dönemde” Filistin halkı kendi kaderini özgürce tayin mi edecek, yoksa Filistin burjuvazisinden sürekli tavizler kopartan İsrail, Filistinli örgütleri dağıtarak, kitleleri pasifize ederek ve meseleyi sürece yayarak çürütme-asimilasyon politikası mı izleyecek? Hakikaten de “yeni bir dönem” açılabilir fakat bu dönemin kimin çıkarlarına hizmet edeceği ve Filistin sorununa “çözüm” getirmeyeceği açıktır. Son süreçte yaşanan olaylar pompalanan hayalleri parçalayıvermiştir. Seçim sürecinde Gazze’den ve Batı Şeria’dan çekileceğini ve Abbas ile görüşeceğini açıklamasına karşın Şaron, Filistinli örgütlerin bombalama eylemleri sonrasında Abbas ile görüşmelerin kesildiğini ve Abbas’ın “terörist” örgütleri durdurmakta başarısız kaldığını açıkladı. 1 milyon 300 bin kişinin yaşadığı Gazze’ye tüm yiyecek, giyecek ve ilaç girişleri yasaklanmakla kalınmadı İsrail tankları eşliğinde operasyon yapıldı.

ABD emperyalizmi ve İsrail, Filistin burjuvazisinin tüm adımlarına karşın heyecana kapılmaması gerektiğini öğütlüyor. 10 Ocak’ta The Guardian’a bir demeç veren Şaron’un sözcüsü Rannan Gissin, “Batı Şeria’dan geniş çaplı bir çekilmenin olmayacağını, bundan kimsenin şüphesi olmaması gerektiğini” açıklamıştır. Yine Şaron’un danışmanlarından Zalman Şoval benzeri bir açıklama yaparak hayal peşinde koşmamak gerektiğini söylemiştir. Şoval’a göre “gerçek test için tek yol var: Mahmut Abbas’ın şiddeti kontrol etmek için etkili adımlar atması…” gerekiyor: “Kassam füzeleriyle havan topu atışlarının derhal durdurulması… Bunu yapabilirse, biz de mahkûmların bir kısmını serbest bırakırız. İkinci aşamada da Filistin saflarındaki farklı silahlı grupların tek bir komuta altında birleştirilmesi… Kimileri, bu ikisinin yüzde yüz gerçekleştirilmesini talep ediyor İsrail tarafında. Kimileri daha gevşek… Gerçek, ikisinin ortasında. Ama Mahmut Abbas eğer bu iki noktada etkili adımlar atabilirse, Amerika’nın desteği sağlanır ve değişik seviyelerde İsrail-Filistin görüşmeleri başlayabilir.” İsrail burjuvazisi ne istediğini bilmekte ve bunu her vesilede dile getirmektedir. Onlara göre adım atması ve taviz vermesi gereken taraf Filistin’dir. Şimdilerde Şaron hükümetine giren ve büyük beklentilere neden olan İsrail İşçi Partisi Lideri Şimon Peres de benzeri bir açıklama yaparak İsrail burjuvazisinin Filistin sorununa bakışındaki politik bütünlüğünü ortaya koymuş oldu. Ona göre de adım atması gereken taraf Filistin: Abbas üzerine düşen rolü oynamalıdır, “terörist” örgütleri dağıtarak yetkiyi elinde toplamalıdır!

Anlaşılacağı üzere yıllarca ezilen ve boyunduruk altında tutulan Filistin halkının susması ve tüm yaşananları sineye çekmesi isteniyor. “Yeni dönem”le kastedilen Filistin halkının Filistin burjuvazisi tarafından dizginlenerek kolunun kanadının kırılmasıdır. Filistin burjuvazisinin Abbas üzerinden ne kadar başarılı olacağını ise önümüzdeki aylarda göreceğiz.

Ortadoğu’da Filistin, Filistin’de Ortadoğu

Filistin meselesi daha önceleri de yazdığımız üzere sıradan bir ezilen ulus sorunu çerçevesini aşarak genelleşmiş ve emperyalist hegemonya savaşının içine yerleşmiştir. Bu bakımdan Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı Ortadoğu’daki diğer sorunlarla iç içe geçerek Ortadoğu’yu kapsayan bir meseleye dönüşmüştür. Bunun nedeni, Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından bir paylaşım alanına çevrilmiş olmasıdır. Ortadoğu emperyalist ülkelerin hiç durmaksızın kapıştıkları bir alandır. Ne Ortadoğu Filistin sorunundan ne de Filistin Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan bağımsızdır.

ABD emperyalizmi Ortadoğu’daki çıkarlarını garanti altına alacak ve bölgeyi hegemonyası altında yeniden tesis edecek stratejiler geliştirmektedir. ABD’nin karşısında Ortadoğu’da direnmeye ve siyasi etkisini korumaya çalışan AB, Filistin sorununda kendi başına bağımsız bir politika izleyememekte, onca demokrasi nutuklarına karşın mesele İsrail’e gelince nazik Avrupalı pozlarına girmektedir! Avrupalı emperyalistler de Filistin sorununa gerçek ve kalıcı bir çözüm bulamazlar. Avrupalı emperyalistler için esas mesele ABD karşısında kendi çıkarlarını Ortadoğu’da garanti altına alabilmektir.

ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve emperyalist paylaşımı Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya (Büyük Ortadoğu Projesi) kadar genişletmesi Ortadoğu’yu tam anlamıyla bir cehenneme çevirmiştir. ABD emperyalizmi Irak’tan sonra şimdi de İran ve Suriye’ye saldırma planları yapmaktadır. ABD ve İsrail sözcüleri İran’ın nükleer silah üretmek üzere olduğunu ve eğer önlenemezse kısa süre zarfında nükleer silah sahibi olacak İran’ın kendilerine saldıracağını(!) söylüyorlar. Bu filmi Irak’a açılan emperyalist savaş öncesinde de izlemiştik. O günlerde, ABD emperyalizminin sözcüleri Irak’ı dünyayı kana bulayacak silahlara sahip olmakla suçlamışlardı. Fakat bugüne kadar geçen süre zarfında Irak’ta hiçbir şekilde kitle imha silahı izine rastlanamadı!

Gözü dönmüş Amerikan tekelci mali sermayesi çılgınca bir savaşa hazırlanmıştır. Bush’un ikinci kez seçilmesi ve daha seçilir seçilmez dünyayı tehdit etmesi, geleceğin nelere gebe olduğunu gözler önüne sermektedir. Dünyayı kan ve gözyaşına boğan sermaye düzeninin bu maskaraları, onca yaşanan şey karşısında pişkince yalan söylüyor ve hâlâ özgürlükten dem vurabiliyorlar. Bush ikinci kez seçilmesi vesilesiyle yaptığı yemin töreninde dünyanın en karanlık köşesine “özgürlük” götürene kadar savaşacaklarını açıklamıştır. Bush’a göre “dünyada barışın gelişmesi için tek umut özgürlüğün tüm dünyada genişlemesidir. Özgürlük olmadan adalet sağlanamaz, insanların özgür olmadığı yerlerde insan hakları bulunamaz. Dünyanın birçok bölgesinin otoriter rejimler altında, nefretten beslenen ideolojilere açık olduğu sürece, en korunaklı sınırların bile güvenliği sağlanamaz. Yarım yüzyıldır ABD kendi özgürlüğünü, uzak sınırları gözleyerek savunuyor. Bütün dünyada otoriter rejimler altında umutsuzluk içinde yaşayanlara sesleniyorum; ABD, çektiğiniz eziyeti görmezden gelmeyecek ya da size baskı yapanları affetmeyecek. Siz özgürlüğünüz için ayağa kalktığınızda biz de sizinle birlikte duracağız.”

Zalim ve zorbaların düzeni kapitalizmin sözcüleri, özgürlük gibi insanlığın ancak sömürüsüz bir toplumda kavuşacağı ülkülerle alenen alay etmektedirler. Biz Marksistler biliyoruz ki eğer burjuvalar özgürlükten söz ediyorlarsa, orada sermaye özgürken, işçi sınıfı ve ezilen halklar sermayenin kölesi haline getirilmiştir. Burjuva sınıfların ağzında özgürlük, ticaret ve sermayenin özgürlüğü; sermayenin işçi sınıfını sömürme özgürlüğü anlamına gelir. Balkanlarda, Somali’de, Afganistan’da, Irak’ta yüz binlerce insanın öldürülmesi, Felluce’de seyreltilmiş uranyum mermileri içeren nükleer silahların kullanılması, Guantanamo ve Ebu Garip’te yaşanan işkenceler; işte emperyalistlerin sağlayacağı özgürlük budur! Bu demektir ki ABD emperyalizmi dünyanın en ücra köşesine egemenliğini yayana ve buralarda tekelci finans-kapitalin çıkarlarını garanti altına alıncaya kadar savaşacaktır. Eğer yarım yüzyıldır ABD emperyalizmi kendi özgürlüğünü uzak sınırlarını gözetleyerek koruyorsa bu demektir ki, dünyada yarım yüzyıldır Amerikan finans kapitalinin hükümranlığı söz konusudur. Eğer Amerikan tekelci mali-sermayesinin sözcüsü Bush “özgürlük olmadan adalet sağlanamaz” diyorsa, bu, ABD emperyalizminin boyunduruğu altına girmezseniz tepenize bomba yağdırmaktan geri durmayacağız anlamına gelir. Daha önceki emperyalist savaşlar ve egemen sınıfların çıkarları için yaşanan her savaş, ne hikmetse özgürlüğün korunması amacıyla yapılmış ve milyonlarca insan bu uğurda ölüme gönderilmiştir! Bu uğurda emperyalist hegemonya savaşı son sürat devam etmektedir!

Kavranması gereken, Filistin meselesinin Filistin’le sınırlı bir sorun olmadığıdır. Filistin burjuvazisi korkakça, küçük çıkarları için ne kadar uzlaşmacı bir çizgiye çekilirse çekilsin, Ortadoğu’da yaşanan emperyalist paylaşım savaşına bağlı olarak şekillenecektir Filistin sorunu. Ortadoğu’da nüfuz alanları için kavga eden emperyalist güçler, Filistin sorununu kendi çıkarları çerçevesinde ele almaktan geri durmayacaklardır. Denge kimin lehine sağlanırsa sağlansın, Filistin toprakları Ortadoğu’nun özgünlüğünden dolayı emperyalistlerin kapışma alanı olmaktan çıkmayacaktır. Emperyalist dengelerle şekillenecek bir Filistin devleti, dengeler bozulduğunda yeniden sorun olmaya devam edeceğinden, asla kalıcı ve adil bir çözüm sağlanamayacaktır.

Ortadoğu’da kan gövdeyi götürürken ne Filistin sorunu çözülebilir ne de Ortadoğu’daki despotik baskıcı burjuva rejimler ortadan kalkabilir. ABD emperyalizminin yıkımına uğrayan Irak ve tehdit edilen Suriye ile İran, Ortadoğu’nun gelecekte nasıl şekillendirileceğini ortaya koymaktadır. Kafalarına süngüler dayanarak, tankların gölgesinde seçime götürülen Filistin ve Irak halklarına özgürlüklerini bu maskaraca demokrasi oyunları veremez. Gerçekte tek çözüm, proletaryanın tüm Ortadoğu’yu devrimle tutuşturması ve bölgedeki emperyalist paylaşım kavgasına böylelikle son vermesinden geçer. Tüm Ortadoğu’da yaşanacak bir devrimle kurulacak Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu en başta Filistin ve Kürt halkının özgürlüğünü garanti altına alarak, tüm halkların boynuna vurulan kapitalist boyunduruğu kırıp atacaktır. Filistin halkına bağımsızlık ve ayrı devlet kurma hakkı! Emperyalist güçler Ortadoğu’dan dışarı! Kahrolsun Siyonist İsrail burjuvazisi! Barış, özgürlük, kardeşlik işçiler savaşırsa gelecek! Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri için mücadeleyi yükseltelim!

Akın Erensoy- 29 Ocak 2005, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.

Filistin Seçimleri ve Hamas’ın Yükselişi

Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü!

Filistin’de 25 Ocakta yapılan seçimleri Hamas’ın kazanması dünya ölçeğinde geniş yankı uyandırmış bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki başta ABD ve İsrail olmak üzere, Avrupalı emperyalistler ve bölgenin despotik rejimleri bu düzeyde bir sonuç beklemiyorlardı. Emperyalist temsilciler şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. Hamas’ın seçimlerden zaferle çıkması Filistin’de El-Fetih liderliğinde oluşturulmuş statükoyu sarsmakla kalmadı, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist hegemonya kavgasına yeni bir boyut kazandırarak pek çok olasılığı da gündeme taşıdı. Filistin’deki seçimlerin aynasına yansıyanlara bakarak şu tespitleri yapmak mümkün:

Birincisi, burjuva demokrasisi, emperyalist-kapitalist çıkarların üzerini örten bir kılıf, egemenlerin diktatörlüğünü meşrulaştıran bir araçtır. İkincisi, seçim sonuçları ve bilahare patlayan karikatür krizine Müslüman kitlelerin verdiği tepki dünya ölçeğinde işleyen patlayıcı dinamiklerin muhtelif biçimlerde dışavurumudur. Üçüncüsü, bir kez daha görüldü ki Filistin direnişi Ortadoğu’daki emekçi kitleler için aynı zamanda bir vicdan meselesi niteliğindedir. Dördüncüsü, Filistin sorununda bu noktaya gelinmesi, sanıldığının aksine Hamas’ın uzlaşmaz ve anti-emperyalist oluşundan kaynaklanmıyor. Beşincisi, seçimler, öteden beri sıradan bir ulusal sorun veya “Filistin-İsrail çatışması” olmanın sınırlarını aşmış olan Filistin sorununun, Ortadoğu’yu merkez alan ve dünya ölçeğinde yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının konusu olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.

Emperyalist-kapitalist merkezlerin seçim sonuçlarına verdiği tepkiler tam anlamıyla bir sahtekârlık örneğidir; burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünün resmidir. Sonuçlar belli olunca tez elden, Hamas’ın “terörist” bir örgüt olduğu hatırlatıldı ve muhatap alınmayacağı açıklandı. ABD emperyalizminin ve İsrail’in başını çektiği, AB’nin ise onları izlediği bir dizi açıklamanın özeti şu: “Hamas silahları bırakmalı, İsrail’i tanımalı ve denileni harfiyen yerine getiren uzlaşmacı bir çizgiye gelmelidir.” Aksi takdirde “Filistin Yönetimi”ne yapılan tüm yardımlar kesilecek ve Filistin halkı kaderiyle baş başa bırakılacak. Nihayetinde ABD emperyalizmi yardımları durdurmakla kalmadı, verdiği yardımları geri de istedi. İsrail, daha kapsamlı ambargo uygulayacağını açıkladı ve Filistin’e gitmesi gereken vergi fonlarını kesti. ABD, AB ve İsrail, Filistin halkının boynundaki boyunduruğu biraz daha sıkma gayretindedir.

Oysa emperyalist temsilciler daha düne kadar “demokrasi” ve “özgürlüğü” dillerinden düşürmeyerek Ortadoğu’ya demokrasi getirecekleri nutukları atıyorlardı. Seçimlerden Hamas’ın zaferle çıkmasıyla birlikte yüzlerindeki o yalancı gülücükler silinip gitti. Kadife eldivenin altındaki demir yumruğu Filistin halkına göstermekten bir nebze olsun geri durmadılar. Öyle ki Bush ve Almanya Başbakanı Merkel, histeri krizine tutulmuşçasına Hamas’a esip gürlediler ve İsrail’i tanıması için tehditler savurdular. Hatta Merkel, histeri krizinin derinleşmesinden ötürü olsa gerek Hamas’ı Hitler’e bile benzetti. Görülüyor ki “özgürlük” ve “demokrasi” havarisi kesilen ABD emperyalizmi, sadece emperyal çıkarları söz konusu olduğunda demokrasiyi savunmaktadır. Pek demokrat geçinen ve hatta demokrasinin beşiği (!) olarak kendini emekçi kitlelere yutturmaya çalışan burjuva Avrupa, yücelttiği burjuva demokrasisi çerçevesinde “tecelli eden” Filistin halkının iradesini yok saymaktadır.

Zira kapitalist düzendeki demokrasi, burjuvazinin egemenliğini ezilen kitlelere kabul ettirmesi için kullandığı bir araçtır. Diktatörlüğün meşrulaştırılması için yalnızca bir araç! Eğer burjuva demokrasisi, emperyalist-kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda bir sonuca yol açmayarak ezilen kitlelerin politik arenaya girişinin veya isteklerinin tezahürü olmuşsa, o zaman pek “özgürlük sever” “pek demokrasi sever” emperyalistler, seçim kazanmış bir partiyi tez elden “terörist” ilan etmekte duraksamazlar. Filistin seçimleri vesilesiyle bu gerçek bir kez daha kanıtlandı.

Emperyalistlerin öncelikle derdi demokrasi veya özgür seçimler değil, kimin iktidara geldiğidir. Nitekim ABD emperyalizmi Hamas’ı “terörist” ilan ederken kendi hegemonyası altındaki El-Fetih’e seçimlerde kullanması için 2 milyon dolar yardım yapmaktan geri durmamıştır. Hamas’a dönük tecrit kampanyasının altında çeşitli faktörler olmakla birlikte, esas etmenlerden biri El-Fetih’i iktidara taşıyacak yeni bir seçim kararı aldırmaktır. Bu meyanda belirtelim ki Rusya ve Türkiye’nin Hamas’ı kabul etmiş olması bu ülkelerin demokrasi aşığı olmalarından dolayı değildir; yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında kendilerine alan açmaya dönük politik manevradır. Kaldı ki Türkiye’nin Hamas ile görüşmesine ABD de göz yummuştur.

Hamas’ın zaferinin anlamı

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki birbirinden kopuk, duvarlarla çevrili, işgal altındaki topraklarda, İsrail silahlarının gölgesinde bir seçim yapılmıştır. Esarete mahkûm edilmiş bir halkın “özgürce” seçimlere gittiğini söylemek düpedüz dünyayla alay etmektir. Zira Filistin halkı özgür olmadığı gibi, ortada bağımsız bir Filistin devleti de yoktur. Sadece, İsrail işgali altında olan ve her an tankların ve buldozerlerin paletleri altında ezilerek dağıtılabilecek sözümona bir “Filistin Yönetimi” söz konusudur. Nitekim İsrail’in Hamas’ı muhatap kabul etmeyeceğini açıklaması, yardımları kesmesi ve Batı Şeria ile Gazze arasındaki geçiş noktalarını kapatarak vekillerin tek bir parlamentoda toplanmasının önüne geçmesi bu gerçeğin çarpıcı bir yansımadır.

Fakat her şeye karşın Filistin halkı seçimlere giderek işgale karşı direniş iradesini ortaya koymuştur. Hamas’ın seçimleri kazanması on yıllardır boynuna boyunduruk vurulan, işgal altında ezilen ve hor görülen Filistin halkının derinlerde biriken öfkesinin bir dışavurumudur kuşkusuz. Belirttiğimiz üzere Filistin seçimlerinin ortaya koyduğu sonuç ve karikatür kriziyle sokağa dökülen yığınların öfkesi, esasında dünyanın her yerinde huzursuz ve kaygılı olan işçi-emekçi kitlelerin yaşadıkları koşullara tepkisinin bir ifadesidir. Bu bakımdan oldukça önemlidir. Ancak kitlelerin yaşadıkları koşullara öfkelenmesi ile bu öfkenin örgütlü başkaldırı biçiminde kapitalist düzeni alaşağı edecek bir devrime dönüşmesi apayrı şeylerdir.

Genel olarak baktığımızda son dönemde Ortadoğu’daki emekçi kitlelerin çeşitli vesilelerle tepkilerini ortaya koyduğunu görüyoruz. Ortadoğu, emperyalist savaş tarafından tam anlamıyla cehenneme çevrilmiştir ve çevrilmektedir. Bununla birlikte, yıllardır devam eden Filistin ihtilafı Ortadoğu’daki Arap kitleler için kanayan bir yaradır. Savaş, işgal, despotik rejimlerin nefes dahi aldırmayan baskısı, açlık ve yoksulluğun pençesine düşen işçi-emekçi yığınları yaşadıkları koşullara isyan etmeye zorluyor. Lakin işçi-emekçi kitlelerin tepkisini örgütleyerek kapitalist düzenin temellerine akıtacak bir devrimci parti olmadığı için, yığınların gelişen tepkisi siyasal İslamın yükselişine can veriyor.

Ne yazık ki Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde anlamlı sayılabilecek ne bir işçi hareketi ne de devrimci hareket var. Bunun bir sonucu olarak, toplumsal kurtuluş fikrinin ve mücadelesinin yerini İslamcı hareketler doldurmaktadır. İran, Irak, Mısır ve Suudi Arabistan’da son dönemdeki seçimleri radikal İslamcılar kazanmış veya bu partiler anlamlı ölçüde oy almışlardır. İran’da emekçi kitleler seçimlerin ikinci tura kalmasını sağlayarak diplerde meydana gelen huzursuzluğu dışa vurmalarına karşın, ne yapacaklarını bilemediklerinden daha faşizan bir rejimi savunan ve Humeyni’nin takipçisi olan Ahmedinecat’ı seçmişlerdir. İşgal altındaki Irak’ta Şii ve Sünni İslamcı partiler oyların yarıdan fazlasını almayı başarırken, Hamas’ın uzantısı olduğu Müslüman Kardeşler örgütü Mısır seçimlerinde Mübarek despotizminin tüm baskılarına ve anti-demokratik uygulamalarına rağmen emekçi kitlelerden önemli ölçüde oy almıştır.

Hamas’ın seçimleri kazanmasıyla bir kez daha görüldü ki, Ortadoğu’da radikal İslam genel olarak yükselişe geçmiş bulunuyor. Önümüzdeki dönemde, bölgenin despotik rejimlerinin baskıcı kabuğu kırıldığı ölçüde, muhtemelen kitleler siyaset arenasına daha aktif giriş yapacaklar ve radikal İslamcı partilere yöneleceklerdir. Hamas ve Müslüman Kardeşler bu yükselişi yedekleyen partiler olarak öne çıkıyorlar, çıkacaklardır. Fakat yanılsamalara mahal vermemek gerekiyor; İslamcı partileri kurtuluş umudu olarak gören Ortadoğu’daki emekçilerin sandığının aksidir gerçek.

İki gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Birincisi, tüm İslamcı partiler –Hamas ve Müslüman Kardeşler de dahil– kapitalist sömürü düzeninin bir parçasıdırlar. Onların amacı kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldırarak sömürüsüz bir dünya kurmak değil, İslami temellere oturmuş, siyasal olarak şeriatla yönetilen (İran gibi) rejimler kurmaktır. Hamas’ın amacı işgalden kurtarılmış Filistin’de şeriat rejiminin egemen olduğu bir kapitalist devlet yükseltmektir.

İkincisi, genel olarak Amerikan karşıtlığının anti-emperyalizm sayılmasıdır. Türkiye solu da dâhil genel olarak dünya solu, Irak’ta yürüyen Amerikan karşıtı direnişi anti-emperyalizm olarak selamlamakla kalmamış, gelişen her anti-Amerikancı hareketi bu kategoriye atarak onların kuyruğuna takılmıştır. Nitekim Hamas’ın zaferi sonrasında anti-emperyalizm bayrağının Filistin’de yeniden dalgalandığı yazıldı çizildi ve Hamas bu bağlamda selamlandı. Ancak biliyoruz ki, anti-emperyalizm dünya kapitalist sistemini hedef alan devrimci Marksist bir perspektiftir ve ne Hamas anti-emperyalisttir ne de sanıldığı gibi emperyalistlerle uzlaşmaktan kaçmaktadır.

FKÖ/El-Fetih’in çöküşüne giden yol

Yaklaşık kırk yıldır Filistin halkının resmi temsilcisi, Arafat önderliğindeki FKÖ/El-Fetih idi ve Oslo süreciyle başlayan tüm anlaşmaların altında bu örgütün imzası vardı. 1993’te başlayan ve bugünkü “Filistin Yönetimi”yle sonuçlanan Oslo Anlaşmasının hedefi bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ancak gelinen aşamada ortada bir Filistin devleti olmadığı gibi, İsrail’in gömdüğü Oslo Anlaşmasının üzerinde otlar yeşermiş bulunuyor. Oslo sürecinden sonra İsrail, Filistin topraklarını işgal etmeye ve Yahudi yerleşim alanları açmaya devam etmiştir. 2000 yılında yapılan, Oslo Anlaşmasının revize edilmesinden başka bir şey olmayan ve İsrail’e yeni tavizler veren Camp David zirvesinden de bir sonuç çıkmamıştır. Baskı ve şiddet çözümsüzlükle birleşince Filistin halkı ikinci intifadayı (ayaklanma) başlatmıştır.

2003 yılına gelindiğinde emperyalistler “Yol Haritası” adıyla sözümona yeni bir plan ileri sürdüler. ABD emperyalizminin mimarlığını yaptığı, AB, Rusya ve BM’nin de desteklediği “Yol Haritası”nın en temel hedefi 2005 yılına kadar bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ancak 2006’nın ortalarına doğru ilerlerken ortada ne bir Filistin devleti var ne de “Yol Haritası.” Bu yıllar içinde pek çok harita ve plan üretildi ve çöpe atıldı; fakat Filistin halkının üzerine kurşun yağmaya devam etti, binlerce insan öldürüldü ve evleri İsrail buldozerleri tarafından başlarına yıkıldı. İsrail, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim bölgelerinin etrafını duvarlarla çevirerek Filistin topraklarını adacıklar haline getirerek birbirinden kopardı. Böylece Filistin topraklarının çeşitli yerlerinden duvarlar geçiyor, bu duvarlar/surlar Filistin halkının hem birbiriyle hem de İsrail ile ilişkisini kesiyordu. İsrail’de çalışan binlerce işçi işsiz kalarak açlığa terk edilirken, Filistin halkı kendi topraklarında dolaşamayarak tecrit hayatı yaşamaya mahkûm ediliyordu.

1993’te Oslo Anlaşmasıyla oluşturulan “Filistin Yönetimi” baştan aşağıya Filistin Ulusal Özgürlük Hareketinin (El-Fetih) kontrolünde inşa edildi. Ortada bir devlet olmamasına karşın kısa zamanda bürokratik bir aygıt oluştu ve bu aygıt El-Fetih tarafından fethedildi. Aslında “Filistin Yönetimi” tarihi bir gerçeğin trajik biçimde de olsa doğrulanmasıdır. Daha devlet bile olmadan ortaya çıkan burjuva bürokratik aygıt, tez zamanda çürümüş ve diğer burjuva devletlere benzemiştir. Filistin’e akan paralara bu aygıta yerleşen El-Fetih üst bürokrasisi el koyarken, zamanla ekonomik ve siyasi ayrıcalıkların oluşması kaçınılmaz olmuştur. Ortaya çıkan devletçikle iç içe geçen, çıkarları onunla bütünleşen El-Fetih’in önemli bir kesimi giderek mevcut durumu, yani siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarını savunmaya başlamıştır. Bu durum, eşyanın tabiatına uygun bir sonuç doğurmuş ve bu kesimler İsrail karşısında daha fazla uzlaşmacı bir çizgiye evrilmişlerdir.

2004 yılının sonlarına doğru Arafat’ın ölümü kuşkusuz önemli bir dönemeçti. Filistin kurtuluş mücadelesiyle özdeşleşen Arafat, tüm tutarsızlıklarına rağmen kitleler tarafından destek görüyordu. Esasında kitlelerin Arafat’ı sahiplenmeleri ve beklentileri onun daha fazla taviz vermesinin de önüne geçiyordu. Arafat’ın sahneden çekilmesi hem El-Fetih üst bürokrasisini hem de Filistin burjuvazisini rahatlatmıştır. Filistin burjuvazisi parçalı da olsa bir devlete sahip olmak istediğinden, ortaya çıkan devletçiği başından itibaren sahiplenmiş ve El-Fetih’i desteklemiştir. Ebu Mazen (Mahmut Abbas) önderliğinde öne çıkan hâkim Filistin burjuvazisi, emperyalistlerin ileri sürdüğü “Yol Haritası”nı canlandırmak amacıyla onların tüm isteklerini yerine getirmeye çalışmıştır. İntifada bitirilerek emekçi kitleler kontrol altına alınırken, silahlı örgütlerin denetime sokulması ve hatta silahlarını bırakması yönünde baskı uygulanmaya başlanmıştır. 2005’in başlarında El-Fetih içerisindeki genç ve “duygusal” kesimlerin kontrol altına alınması, birçok silahlı örgütün İsrail’e karşı ateşkese zorlanması ve Hamas’ın ateşkes ilan etmesi bu dönemin ürünüdür.

Sonuç olarak, yolsuzluklara gömülmüş, İsrail karşısında sürekli tavizler veren, mücadele yerine uzlaşmayı seçen El-Fetih, Filistin emekçileri nezdinde tüm itibarını yitirmiştir. Bütün bu yaşananlar ulusal kurtuluş mücadelesinin ateşinde pişmiş Filistin halkını zamanla Hamas gibi radikal İslamcı örgütlere kaydırmıştır.

Hamas’ın yükselişi

Bugün Filistinli yoksul kitlelerin umudu haline gelen Hamas (Hareket el Mukaveme el İslamiye – İslami Direniş Hareketi), birden bire peyda olmadı. Nasıl ki ABD emperyalizmi, zamanında Bin Ladin ve Taliban’ı yarattıysa, Hamas’ın bağlı olduğu Mısır kökenli Müslüman Kardeşler örgütünü de bir dönem desteklemişti. 1987’de Müslüman Kardeşler’in Filistin örgütü olarak kurulan Hamas, anlaşılacağı üzere ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” projesinin ürünüdür. SSCB’yi çökertmek isteyen ABD emperyalizmi, “soğuk savaş”ın kızıştığı ‘70’li yıllardan başlayarak İslamcı hareketleri desteklemiş, serpilip gelişmeleri için her türlü yardımı yapmıştır. Nasır’ın ölümünden sonra iktidara gelen ve ABD’nin nüfuzuna giren Enver Sedat, Müslüman Kardeşler’i Mısır’a bizzat kendisi davet ederek Ortadoğu düzeyinde örgütlenmesi için imkân ve olanak yaratmıştır.

Bu yıllarda Filistin’de başlayan ulusal direniş ve FKÖ’nün eylemleri Arap halkları arasında büyük bir sempatiyle karşılanıyordu. SSCB’den de destek alan FKÖ, milliyetçi-sol, ulusal kalkınmacı bir anlayışa sahipti. Kitlelerin sola sempati duyması ve anti-Amerikancı temellerde yükselen Arap milliyetçiliği gerek ABD’yi gerekse nüfuzundaki despotik rejimleri tedirgin ediyordu.

ABD emperyalizmi ve İsrail, FKÖ’ye karşı Hamas’ı desteklemeye başladılar. 1987’de başlayan birinci intifada sırasında kurulan Hamas geniş kitlelere rahatça ulaşabilme imkânı buldu. FKÖ “terörist” olarak ilan edilip yasaklanırken, Hamas’ın önü açılmaktaydı. Hamas, İsrail’in herhangi bir yasaklamasıyla karşılaşmadan Şeyh Ahmet Yasin önderliğinde rahatça örgütlenebiliyordu. Nitekim bugün Gazze’de güçlü olmasının nedeni o dönemde hiçbir engele takılmadan örgütlenebilmiş ve kök salmış olmasındandır. Oslo görüşmeleri sürecinde dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin Hamas’ı desteklediklerini itiraf edecekti.

Fakat SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle dünyadaki tüm siyasi dengeler değişti. “Yeşil kuşak” projesinin ürünü İslamcı örgütler boşa çıkmakla kalmadılar, ABD’ye cephe alarak bulundukları ülkelerde burjuvazinin çeşitli kesimlerini temsil eder hale geldiler. Bu meyanda ulusal kurtuluş hareketleri de SSCB’nin çökmesiyle merkezsiz kalmış ve burjuva doğalarına uygun olarak emperyalistlere yanaşmaktan geri durmamışlardır. O güne kadar Arafat önderliğindeki FKÖ’yü “terörist” addeden ABD ve İsrail, Filistin halkının temsilcisi olarak onunla masaya oturmaktan geri durmayacaktı.

İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmemesi ve Yahudi yerleşim bölgelerini genişletmesi, Batı Şeria’nın duvarlarla parçalanarak halkın tecrit edilmesi, “Yol Harita”larının boşa çıkması, kısacası Filistin sorununun çözümsüz kalarak kangrenleşmesi Hamas’ı iktidara taşıyan bir kaldıraca dönüşmüştür. El-Fetih’in uzlaşmacı çizgisi her geçen gün daha da belirginleştikçe, Hamas yoksul kitleleri kazanmak amacıyla militan söylemini sertleştirmekteydi. 2000 yılında başlayan ikinci intifada sırasında militan bir direniş sergileyen Hamas, onlarca “feda eylemi” (intihar eylemi) yaptı. Bu militan çizgi, kitlelerce sempatiyle karşılanmakla kalmadı, Hamas’ın Filistin halkının önderliğini kazanmasına da yol açtı. Denilebilir ki, zamanında FKÖ’nün oynadığı rolü 2000’lerden sonra Hamas oynamaya başlamıştır.

Bununla birlikte, Hamas’ı iktidara taşıyan temel etmenlerin başında, yoksul kitlelere yardım ederek onlarla dayanışma içinde olması geliyor. Hastaneler, okullar, spor kulüpleri, çocuk yuvaları açması, evleri yıkılan, çocukları İsrail tarafından öldürülen ailelere yardım yapması, yoksulluğun pençesinde kıvranan işçi-emekçi yığınları Hamas’a yönlendirmiştir. Filistin halkı, oluşan devletçik üzerinden kendine iktidar olanağı yaratıp bürokratik aygıtla iç içe geçerek çürüyen, yolsuzluklara gömülen El-Fetih karşısında, militan bir direniş çizgisi izleyen ve kitlelerle iç içe yaşayarak dayanışmacı bir pratik sergileyen Hamas’ı tercih etmişlerdir. Fakat bu durum, kitlelerin Hamas’ın şeriatçı düşüncelerine oy verdikleri anlamına gelmiyor.

Sonuçlar ve olasılıklar

Emperyalist hegemonya kavgasının yeni boyutlar kazanarak dünya siyasal konjonktüründe değişiklikler meydana getirdiği bir süreçte Hamas’ın seçimleri kazanması, Filistin sorununda pek çok olasılığı gündeme taşımış bulunuyor. Öyle gözüküyor ki, Filistin sorununda yeni bir perde açılmış bulunuyor. Ancak bu Hamas’ın İsrail devleti karşısında uzlaşmaz, kararlı tutumundan değil, bilâkis, Filistin ihtilafının her zamankinden daha fazla emperyalist hegemonya kavgasının bir konusu haline gelmesinden kaynaklanıyor. Hamas’a da manevra alanı yaratan bu gerçekliktir. Açılan süreç zayıf bir olasılıkla bağımsız bir Filistin devletiyle sonuçlanabileceği gibi, tüm Ortadoğu’yu içine alan bir savaşın başlangıcı da olabilir.

Hamas’ın zaferi Filistin’de oluşmuş tüm siyasi statükoyu parçalamakla kalmadı, El-Fetih aracılığıyla Filistin halkını ve dolayısıyla da “sorunu” kontrolünde tutan ABD emperyalizmini de zora soktu. ABD, AB ve İsrail, Hamas’a şiddetle tepki gösterip muhatap almayacaklarını açıklarken, Rusya Hamas’ı muhatap almaktan geri durmamıştır. Bilahare Türkiye ve İran Hamas’ı davet ederek görüşmelerde bulunmuştur. Tüm bu ülkelerin niyeti Hamas üzerinden Ortadoğu merkezli yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında kendilerine yer açmaktır kuşkusuz. Önümüzdeki dönemde Çin, Rusya, İran eksenli bir “cephe”nin Hamas’a sahip çıkarak Filistin üzerinden ABD’yi çelmelemeye girişmeleri muhtemeldir.

Ortadoğu’da anti-Amerikancı temellerde siyasal İslam’ın yükselmesi ve karikatür kriziyle oluşan İslami dalga yukarıda saydığımız etmenlerle birleşince Hamas’a beklenmedik ölçüde bir manevra alanı sunmaktadır. Önümüzdeki süreçte AB içinde çözülmelerin olması ve Hamas’ı muhatap alanların çıkması pek muhtemeldir. Ayrıca Latin Amerika’da ABD karşıtı popülist sol iktidarların varlığı da dikkate alındığında Hamas’ın manevra alanının genişlediği görülecektir. Hamas’ın ABD ve İsrail karşısında uzlaşmaz gözükmesinin nedeni budur; yoksa Hamas’ın gerçekten uzlaşmaz ve hatta anti-emperyalist olduğu tezi doğru değildir.

2004 sonunda gerçekleştirilen belediye seçimlerine katılan ve 2005 Ocağında yapılan başkanlık seçimlerini takip eden günlerde ateşkes ilan eden Hamas, böylece hem ABD ve İsrail’e hem de Filistin burjuvazisine düzene entegre olmak istediğinin ilk işaretlerini vermiş oluyordu. Hamas, son seçimlerde oldukça ılımlı bir çizgiye gelmiş bulunuyor. Seçimler süresince yapılan propaganda oldukça inceltilmiş bir çizgi üzerine oturtulmuş ve düzenle bütünleşme mesajları verilmiştir. Her ne kadar İsrail’i tanımayacağını ve direnişe devam edeceğini seçim propagandası olarak ileri sürmüşse de, “İsrail’i denize dökeceğiz” söylemi kullanılmamıştır.

Bu inceltilmiş politik manevra seçim zaferinin akabinde daha somut bir görünüm kazanmıştır. Ne İsrail’i tanıyacaklarını ne de silah bırakacaklarını açıklayan Hamas liderleri, gelinen aşamada İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilerek 1967 sınırlarını tanıması koşulunu ileri sürmeye başlamışlardır. 1967’de İsrail’in işgal ettiği topraklar hem BM tarafından hem de “Yol Haritası” tarafından Filistin devletinin sınırları olarak tanınıyor. Hamas önünde açılan manevra alanını, kendini meşrulaştırmak ve İsrail’i uluslararası düzeyde sıkıştırmak üzere kullanmak istemektedir.

Önümüzdeki günlerde ABD emperyalizminin Hamas ile görüşmesi sürpriz olmayacaktır. Türkiye’nin Hamas ile görüşmesine ABD’nin tepki göstermemesi ve “ne konuşulduğu, hangi mesajların verildiği” önemlidir açıklaması dikkat çekicidir. ABD’nin doğrudan Hamas’a cephe alarak onu tecrit etme ve kendi zeminine çekme planı, görüldüğü üzere, oluşan siyasal dengeler nedeniyle tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Diğer taraftan ABD’nin muhatap almadığı bir Hamas’ın hükümet etmesi zor görünmektedir. Bu gerçekliği bilen Hamas liderleri bir taraftan önlerinde açılan manevra alanını kullanmaya çalışırken, öte taraftan da yumuşama mesajları vererek ABD ve İsrail tarafından muhatap alınmanın zeminini döşüyorlar.

Gerçekten de karmaşık, iç içe geçmiş pek çok olasılık gündeme gelmiş bulunuyor. Ancak görülen net bir gerçek var: Emperyalist hegemonya kavgasının dengelerinden bir Filistin devleti çıksa da (ki bu Filistin halkının meşru hakkıdır), emperyalistler, halklar arasında kardeşliği, barış ve huzuru sağlamaya muktedir değillerdir. Ezilen yığınlar için gerçek çözüm, ulusal sorun ile toplumsal kurtuluş hedefini birbirine bağlayan bir mücadele perspektifiyle kapitalist düzeni alaşağı etmektir. İsrail ve Filistin sorununu nihai olarak çözecek, “İsrail’i denize dökmek lazım” gerici yaklaşımını boşa çıkartarak halklar arasında kardeşliği ve barışı sağlayacak tek çözüm, bir proleter devrimle Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasıdır.

Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Mart 2006’daki 12 nolu sayısında yayınlandı.

Hamas ve Hizbullah Anti-Emperyalist mi?

Anti-emperyalizmi şu ya da bu emperyalist ülkeye yahut o ülkenin politikalarına karşı çıkmak olarak kavrayan dünya sosyalist hareketinin bir bölümü, Irak’ta ve Afganistan’da ABD karşıtlığı üzerinden yükselen direnişi tez zamanda anti-emperyalizm ilan etmişti. Öyle gözüküyor ki, solun anti-emperyalist olarak değerlendirdiklerinin sayısı artmaktadır. Nitekim Hamas, Hizbullah ve genel olarak İslamcı güçler de anti-emperyalist ilan edildiler ve selamlandılar. Onlara göre emperyalizm karşıtı cephe genişliyor ve “ezilen halkların anti-emperyalist cephesi”(!) mümkün hale geliyor. Oysa Hizbullah, Hamas ve genel olarak İslamcı güçlerin sözde emperyalizm karşıtlığı anti-Amerikancılık ya da anti-Batıcılıktan öte bir anlam ifade etmiyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya kavgası bugün esas olarak İslam coğrafyasında yoğunlaşıyor ve Hamas’ı, Hizbullah’ı, İran’ı ve genel olarak İslamcı güçleri hedef alıyor. İşte İslamcı güçlerin ABD emperyalizmiyle özdeşleştirdikleri bir emperyalizm karşıtlığını savunmalarının nedeni budur.

Tarih, burjuva milliyetçi önderlerin ve örgütlerin kendi ulusal çıkarlarını güvence altına almak veya emperyalist güçlerle pazarlık gücünü artırmak üzere, kitleleri milliyetçilik zemininde seferber etmesinin ve sahte bir emperyalizm karşıtlığına soyunmasının örnekleriyle doludur. Bunu en canlı şekilde, Chavez örneğinde görüyoruz. Chavez, kırmızı gömlek ve yukarıya kalkmış yumruk eşliğinde anti-emperyalizmden dem vurup duruyor. Chavez’in kitleleri etkileyici yöntemini Ahmedinecad da tutmuş olacak ki, son Venezuela ziyaretinde Chavez ile birlikte sıkılı yumruk eşliğinde “emperyalizm karşıtı” nutuklar attı: “Venezuela ve İran, Amerikan egemenliği ve emperyalizmden uzak bir şekilde, birlikte çalışıp gelişebildiklerini göstermiştir.” Elbette asıl vahim olan, solun bu sahtekârlıklara kanması, prim vermesi ve bilinç bulanıklığı yaratmasıdır. Bu durum, aslında işçi hareketinin ne denli büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu da gösteriyor. Bu tehlikenin farkında olarak, işçi sınıfının sahip olması gereken Marksist bakış açısını tekrarlamak ve gerçek anti-emperyalizmin anti-kapitalizm olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.

Anti-emperyalizm anti-kapitalizmdir

Son dönemdeki sıcak gelişmeler karşısında alınan politik tutumlar da ortaya koyuyor ki, dünya solunun bilinci bir hayli bulanıktır. Fakat alınan her politik tutumun ve izlenen her politik taktiğin somut bir karşılığı vardır. Geçmişte izlenen yanlış politikalar işçi sınıfına büyük bedeller ödetti. Kendi yolunda ilerlemesi ve kapitalist dünya düzeninin defterini dürmesi gereken işçi sınıfı, Stalinizm eliyle, “ulusal demokratik cephe” formülleriyle defalarca hedefinden saptırıldı ve şu ya da bu ülke burjuvazisinin peşine takıldı. Ancak öyle gözüküyor ki, tarihten pek ders alınmış değil. İşçi sınıfı bir kez daha, bu kez adı Chavez, Ahmedinecad ve Nasrallah vs. olan burjuva liderlerin ve burjuva güçlerin peşine takılmaya çalışılıyor.

Marksizmin anti-tezi anlamına gelen Stalinizm, devrimci Marksizmin en temel teorik açılımlarını ve politik yaklaşımlarını tahrif etmiştir. Çarpıtılan temel meselelerden biri de emperyalizm konusuydu. Kapitalizmin 19. yüzyıldan sonraki aşaması olan emperyalizm, ekonomik temellerinden kopartılarak, gelişmiş ülkelerin dış politikalarına ya da daha az gelişmiş ülkeler üzerindeki siyasi üstünlüğüne indirgendiYapılan tahrifata bir teorik temel de bulundu. Bu teoriye göre sömürgecilik ile emperyalizm aynı şeydi; sömürge ülkeler bağımsızlıklarını kazanmış ve ulus devletlerini kurmuşlardı, ama emperyalistler bu ülkeleri ekonomik mekanizmalarla kendilerine bağlayarak sömürmeye ve bu yolla sömürgeleştirmeye devam ediyorlardı! Yani klasik sömürgecilik bitmiş, onun yerini ekonomik bağımlılığa dayalı “yeni sömürgecilik” almıştı! Emperyalistler IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar aracılığıyla ekonomik bağımlılığı derinleştirerek ve çeşitli askeri anlaşmalar yaparak bu ülkeleri yeniden “gizlice işgal” etmiş ve sömürgeleştirmişlerdi!

Meselenin “yeni sömürgecilik” ve “gizli işgal” biçiminde ortaya konması, siyasi bağımsızlığını çoktan kazanmış kapitalist ülkeler için bile ulusal sorun icat edilmesini beraberinde getirerek, işçi sınıfının önüne, varolan sınıf ayrımını gölgeleyecek bir engel dikilmektedir. Türkiye ve benzeri kapitalist ülkeler de bu kategoride değerlendirilmektedir. Bugün orta ölçekteki Venezuela, Suriye ve İran gibi kapitalist ülkelerin veya Hizbullah ve Hamas benzeri örgütlerin anti-Amerikancı tavırlarının anti-emperyalist ilan edilmesi de bu yanlış kavrayışa dayanmaktadır. Öyle ya, emperyalizm eşittir sömürgecilikse, bu ülkeler emperyalist ABD’ye kafa tutarak aslında sömürgeciliğe karşı çıkıyorlar ve anti-emperyalizm yapıyorlar! Kavrayış tam olarak bu. Solun bu çarpık tutumunu burjuvazinin “ulusalcı” kesimi de tepe tepe kullanmaktadır. Örneğin, AB’ye karşı olan statükocu-devletçi burjuva kesimlerin kimi sözcüleri ülkenin satıldığını, sömürge haline getirildiğini, AB yetkililerinin “müstemleke valisi” olduğunu vaaz edip duruyorlar. Böylelikle görüyoruz ki, küçük-burjuva milliyetçiliği ile burjuva milliyetçiliği aynı çizgide buluşabiliyorlar.

Hizbullah’ın anti-emperyalist olduğunu ilan etmekle hızını alamayan kimi çevreler, 1979 İran devrimini de anti-emperyalist ilan ediyorlar. Oysa İran’da kapitalist sisteme son verilmiş ve emperyalist-kapitalist sistemden kopulmuş değildir. Her ne kadar ABD tekelleri İran’dan dışarı atılmışlarsa da, zamanla bu tekellerin yerini Alman ve Fransız tekelleri doldurmuştur. Bugüne yürüyen süreçte burjuvazi petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynakların üzerine basarak palazlanmış, tekelleşmiş ve İran sermayesi mali sermaye sentezine ulaşmıştır. Ekonomik olarak güçlenen İran, bugün emperyalist hegemonya kavgasının orta sıklet bir dövüşçüsüdür; nükleer silahlara ulaşma ve bölgede hegemon güç olma arzusu bunun somut kanıtıdır. ABD emperyalizmine cephe almakla kapitalist sistemin dışına çıkılamayacağının ve anti-emperyalist olunamayacağının en somut örneğini ise belki de Venezuela oluşturuyor; “devrimci” pozlar takınan Chavez, Çin ve Rusya gibi ülkelerle ilişkilerini derinleştirirken, Avrupalı emperyalistlerle de pek çok anlaşmanın altına imza koymuş bulunuyor.

“Kapitalizm, tek bir dünya pazarında somutlanan ve irili ufaklı tüm kapitalist ülkeleri kucaklayan, uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten bir dünya sistemidir.”[1] Yani bir kapitalist ülkenin dünya ekonomisinden koparak bağımsızlaşması ve mali sermayenin etki alanının dışına çıkması söz konusu olamaz. Bununla birlikte altı çizilmesi gereken bir başka mesele, emperyalizmin kapitalizme dışsal bir olgu olmadığıdır. Unutmayalım ki, kapitalizmin emperyalizm aşamasında sermaye, tekelci mali sermaye biçiminde karakterize olur. Elbette Amerikan ve Alman menşeli devasa tekellerle, Türkiye, İran veya Venezuela menşeli tekeller arasında genel olarak önemli bir çap farkı vardır; lakin özünde kavga büyüklü küçüklü bu tekeller arasında yürür. Türkiye veya İran tekelci sermayesinin emperyalist ülke tekelci sermayesi karşısında boyun eğmesi birincilerin sömürüldüğü, ikincilerin ise sömürdüğü anlamına gelmez. Sömürülen işçi sınıfıdır; güçler oranında paylaşılan ise dünya işçi sınıfının yarattığı toplam artı-değerdir.

Emperyalist tekellerin gittikleri ülkelerde çeşitli yöntemlere başvurarak veya kendi devletlerinin gücünü kullanarak ekonomik ayrıcalıklar elde etmeye çalışmaları, hatta bu ülkelerin iç işlerine karışarak kendi çıkarları için siyasi yönlendirmelerde bulunmaları mali sermayenin rekabetçi doğasındandır.

Emperyalizm, kapitalizmin gelişmiş hali olduğuna göre, anti-emperyalizm özünde anti-kapitalizm olmak zorundadır. Emperyalizmi kapitalist dünya sistemi olarak görmemek ve kapitalist ülkelerin ABD ve İngiltere gibi şu ya da bu emperyalist güce ulusal çıkarları çerçevesinde “tavır” almasını anti-emperyalizm katına yükseltmek işçi sınıfı için ölümcül bir politikadır.

Dik tut, karışmasın bayraklar!

Anti-Amerikancılığı anti-emperyalizm olarak değerlendirenler, bugün Hamas, Hizbullah ve genel olarak İslamcı güçlere dönük kuyrukçu ve oportünist bir politika izliyorlar. Bunlar kendi güçsüzlüklerini onların gücüyle örtmeye çalışıyorlar. Onlara göre Ortadoğu’da yürüyen savaşta kalın çizgi, ABD’nin yanında olmak veya Hizbullah’ın yanında olmak biçiminde çiziliyor. Bunlar Irak’ta, Filistin’de ve Lübnan’daki direnişi, dünya halklarının ABD emperyalizmine karşı savaşının bir ifadesi olarak görüyorlar. Onlara göre “sosyalist” Chavez ile İslamcı Ahmedinecad da, Amerikan saldırganlığına (dolayısıyla da emperyalizme) karşı omuz omuza veriyor.

Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de Hizbullah ve Hamas üzerine övücü yazılar döşeniyor, bu örgütlerin sanıldığı gibi gerici olmadığı ve emperyalizme karşı savaştığından dem vuruluyor ve koşulsuz desteklenmeleri gerektiği ileri sürülüyor. Avrupa’da karnavalcı kimi sol çevreler, İslamcı güçlerle “savaş karşıtlığı” temelinde sarmaş dolaş olmuşlar ve bayrakları karıştırmışlardır. Türkiye’de de durum farklı değil. Hatta İslamcı çevrelere yönelik bir sempati yaratma gayreti, sahte bir röportaj yayınlamaya kadar vardırıldı ve küçük bir skandalla sonuçlandı.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile yapıldığı ileri sürülen ve Evrensel gazetesinde de yayınlanan, fakat düzmece olduğu sonradan kanıtlanan bu röportaj üzerinden başlayan tartışma, bağımsız sınıf çizgisinin ne denli dışına düşüldüğünün kanıtıdır. Evrensel gazetesi, röportajın gerçek olmadığını ileri sürenleri, “Ortadoğu’da gelişen anti-emperyalist mücadeleyi görmemek” ile ve “laikçi solcu” olmakla itham etti. İtham edilenlerden bazıları ise Hizbullah’ı gerici olarak görmediklerini ileri sürüyor ve yayınladıkları Hizbullah’ı öven yazıları da kanıt olarak gösteriyorlardı.

Nasrallah ile röportaj yaptıklarını ileri sürenler, gönüllerinden geçeni Hizbullah liderine söyletivermişler. Konuşturulan sanki şeriatçı Nasrallah değil de, enternasyonalizmi ilke edinmiş devrimci bir partinin lideri! Bu düzmece röportajda Nasrallah Che Guevera’yı ve Deniz Gezmiş’i bolca övüyor, onlar gibi savaşçı kahramanlara ihtiyaç duyulduğunu ileri sürüyor, Chavez’i selamlıyor ve hızını alamayarak sosyalist hareketin dünya ölçeğindeki örgütsüzlüğüne değiniyor. Nasrallah, “din düşmanlığını” bir kenara bırakın diyor ve sosyalistleri emperyalizme karşı ortak cepheye çağırıyor.

Kendi düşüncelerini Hizbullah üzerinden meşrulaştırmak isteyenlerin siyasi meşrebi başka bir tartışmanın konusudur; sözde röportajın ileri sürdüğü ise bildiğimiz küçük-burjuva milliyetçiliktir. Türkiye solunun büyük bir bölümünün malûl olduğu bu siyasal yaklaşımın kaynağı Stalinizmdir. İşçi sınıfının uluslararası anti-kapitalist mücadele perspektifinin karşısına şu ya da bu kapitalist ülke veya örgütleri kapsayan sözümona anti-emperyalist cephe perspektifi dikilmiştir. Dergilerde bu sakat bakış açısı propaganda ediliyor, mitinglerde buna uygun sloganlar atılıyor ve kızıl bayrakların yanında burjuva Lübnan devletinin bayrağı taşınabiliyor.

Bayraklar karışmakla kalmamış, ilginç kombinasyonlar da oluşmuştur. Bu küçük-burjuva sol çevreler anti-Amerikacılık üzerinden Kemalistlerle de söylemde yan yana gelmişlerdir. Statükocu-devletçi burjuva güçler içinde yer alan ve kendilerini “ulusal dalga”cı olarak adlandıran Kemalistler, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkarken sahte bir anti-emperyalizm söylemine sarıldılar. Bunlar da söz konusu sol çevreler gibi, Türkiye’nin gizlice işgal edildiği ve sömürgeleştirildiği yaygarasını koparıyorlar. Sol yelpazenin bir de “laiklik” hassasiyeti ağır basan kesimi var ki, TKP ve benzerleri bu kategoriye girmektedir. Bu noktada, Kemalistlere daha fazla yaklaşan bu çevreler, Hamas ve Hizbullah’ı, anti-kapitalist olmadıkları gerçeğinden dolayı değil, kendi Kemalist-laikçi önyargılarından dolayı anti-emperyalist olarak değerlendirmiyorlar. Bunlar örneğin İslamcı çevrelerin geldiği savaş karşıtı mitinglere katılmıyorlar.

Görüldüğü üzere, pek çok şey iç içe geçmiş bulunuyor. Belirtmek gerekiyor ki, İslamcı çevrelerin savaş karşıtı mitinglere katılması başka şeydir, bu çevrelerle siyasal ittifak yapmak, Hizbullah ve Hamas gibi örgütleri anti-emperyalist ilan etmek ve cephe kurmaya kalkmak daha başka şey. Ne İslamcı hareketlerle sarmaş dolaş olmak ne de İslamcı çevrelerin kortejinde savaşı protesto etmek isteyen kitleleri “laikçi” bir yaklaşımla miting alanlarına sokmamak doğrudur. Avrupa ve Türkiye solunun bir kesimi Hamas ve Hizbullah’a hak etmedikleri anti-emperyalizm misyonu biçerken, diğer bir kesimi de bu tip örgütleri “terörist” olarak görme eğilimindedir. Bu iki yaklaşım da kabul edilemez. Bu tip örgütlerden ne anti-emperyalizm beklenmeli ne de emperyalistlerin ağzıyla konuşarak onları “terörist” ilan etmeli; işçi sınıfı kitlelerine gerçekleri açıklamak gereklidir. Hamas ve Hizbullah bulundukları ülke burjuvazisinin bir parçası ve hatta ordusu olmayan burjuvazinin silahlı örgütleridir ve kapitalizmle bir sorunları yoktur.

Hizbullah’ı kuran ve yönlendiren İran burjuvazisidir. Ortadoğu’da nüfuz alanını genişletmek isteyen İran burjuvazisi, mollalar önderliğinde ümmetçiliği birleştirici siyasal bir söylem olarak kullanmış ve özellikle Şii’lerin yaşadıkları bölgelerde etkin olmaya çalışmıştır. Ümmetçi söyleme göre İslam devrimi yayılacak ve her yerde Allah’ın kanunları (şeriat hukuku) geçerli hale gelecek! Şeriat hukuku kapitalizme karşı olmadığı gibi, kapitalizmi tasfiye edemeyeceğinin somut kanıtını bizzat İran’ın kendisi ortaya koymuştur. İran’da kapitalist düzen yerli yerinde kalırken, başa geçen mollalar şeriat kanunlarıyla toplumu baskı altına almış ve işçi-emekçi kitleleri korkunç bir sömürüye tâbi tutmuşlardır. Taliban’ın Afganistan’da kitleleri nasıl bir karanlığın içine sürüklediği ise herkesin malûmu.

Zaten ne Hamas’ın ne de Hizbullah’ın kapitalizmi tasfiye etme gibi bir programı var! Bu tip örgütler bulundukları ülkelerde burjuvazinin şu ya da bu kesiminin çıkarlarını ifade ediyorlar. Lübnan’da Şii burjuvazisinin temsilcisi olan Hizbullah’ın, temsil ettiği kesimin çıkarlarını İran burjuvazisinin çıkarlarına bağladığı ve kader birliği yaptığı oldukça net bir durumdur. Keza Hamas’ın durumu da farklı değildir. Sonuç olarak, Hizbullah, Hamas ve diğer İslamcı güçlerin emperyalizme karşıyız söylemi, bir bütün olan emperyalist-kapitalist dünya sistemine karşı olmayı kapsamıyor; esasen anti-Amerikancılık anlamına geliyor. Dünya kapitalist düzenini hedef almayan her türlü sözümona emperyalizm karşıtlığı, şu ya da bu emperyalist ülkeye karşı olmanın çerçevesinin dışına çıkamaz.

İşçi sınıfının perspektifi kapitalizmi alt etmek ve siyasal iktidarı ele geçirmektir. Devrimci perspektiflerin çarpıtılması, “ulusal burjuva cephe”lerin anti-emperyalist olarak gösterilmesi ve burjuvazinin siyasi hegemonyası altına girilmesi işçi sınıfı için ölümcül derecede tehlikelidir. Devrimci uyanıklığı elden bırakmaması gereken komünistler, işçi sınıfı kitleleri içinde bağımsız sınıf perspektifini hâkim kılmalı ve yığınları gerçek anti-emperyalizm olan anti-kapitalizm çizgisine çekmelidirler. Geçmişte düşülen ve bedeli ağır olan hatalara bir daha düşülmesine izin verilemez! Bayrakların karıştırılmasına, hedeflerin saptırılmasına geçit yok! Herkes kendi yoluna!

Utku Kızılok, ilk kez Marksist Tutum dergisinin 1 Ekim 2006’daki 19 nolu sayısında yayınlandı.

[1] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Y., s.40