Berlin Duvarının yıkılması ve ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların çökmesi, dünyadaki siyasi dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisiydi. Nitekim kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve hegemon gücü olan SSCB’nin de çökmesiyle birlikte, uluslararası siyasi dengeler altüst oldu. Emperyalist ideologların deyişiyle, artık “yeni bir dünya düzeni”yle karşı karşıyaydık. Ancak bu hiç de iddia edildiği gibi, “sınıf mücadelesinin sona erdiği” ve neoliberalizmin kendi bayrağını ebedi bir şekilde göndere çektiği bir dünya olmayacaktı.
19. yüzyılın sonunda bir üst aşamaya (emperyalizm aşamasına) sıçrayan kapitalizm, 1914’te emperyalist güçler arasındaki kıran kırana rekabetin ekonomik, siyasal ve sosyal ifadesi olan emperyalist savaşın patlak vermesiyle birlikte bir yeniden paylaşım dönemine girmişti. Birinci Dünya Savaşı, 1917 Ekim Devrimiyle sonuçlandı ve bu devrimin ürünü olarak kurulan SSCB dünya emperyalist ekonomisinden koptu. Ancak emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım sorunu çözülemedi. Bu paylaşım kavgası İkinci Dünya Savaşıyla devam etmiş olsa da, bu kez Çin Devriminin gerçekleşmesi ve Doğu Avrupa’nın bütünüyle SSCB’nin hegemonyası altına girmesiyle, emperyalist sistemden büyük bir parça daha kopmuş oldu. Böylece emperyalist-kapitalist sistemin yanında, kendisini bu ilişkilerin dışına çıkartan rakip bir blok oluşmuştu. İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan bu yeni durum, aslında emperyalist-kapitalist ilişkilerin tüm dünya ölçeğinde yayılmasını ve kapitalist işbölümünün bu ölçekte örgütlenmesini engellemişti.
1990’lı yıllara gelindiğinde ise yetmiş yıllık parantez kapanıyor ve dünya bir bakıma 1917 Ekim Devrimi öncesine dönüyordu. Bürokratik Stalinist rejimlerin gümbürtüyle çökmesi, tüm ülkelerin kapılarının kapitalist dünya ekonomisine sonuna kadar açılmasına neden oldu. Böylece bir dönem boyunca emperyalist güçlerle bürokratik rejimler arasında paylaşılmış olan dünya, şimdi haritaların hızla değişmesine ve emperyalizmin zafer çığlıklarına sahne oluyordu. Yıllar yılı dünya işçi sınıfına sosyalizm olarak yutturulan bürokratik diktatörlükler, birkaç gün içinde yerle yeksan olmuş ve bu ani çöküş milyonlarca insanda şaşkınlık yaratmıştı. Bunu fırsat bilen emperyalizmin propaganda mekanizmaları derhal harekete geçmiş ve tüm dünyayı ideolojik bir bombardımana tutmuşlardı. Emperyalistlerin bu ideolojik saldırı dönemi pek çok insanın kafasında sosyalizm inancının çökmesine neden oldu. Kendini SSCB’ye ve resmi sosyalizm anlayışına adapte etmiş olan dünya sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu, bu tarihsel çöküş karşısında derin bir bunalımın içine yuvarlanarak, gerek ideolojik ve gerekse örgütsel anlamda tam bir kaosa girdi.
Emperyalizmin ideologlarına göre, sosyalizmin çöküşüyle birlikte tüm çelişkiler ortadan kalkıyor ve kapitalizmin önündeki engeller temizleniyordu. Bu ideologların söylediklerine bakılırsa, kapitalizmin önünde dünyayı “çelişkisiz ve uyum içinde” yeni ufuklara taşıyacak olan “yeni bir dünya düzeni” olanağı açılıyordu. Dönemin ABD başkanı baba Bush, bu düzeni “yeni dünya düzeni” olarak ilan ediyordu. Francis Fukuyama ve Samuel Huntington da, döneme uygun yeni bir ideoloji geliştirdiler. Fukuyama’ya göre bu yeni dünya düzeninde çelişkiler artık ortadan kalktığı için sınıf mücadelesi de ölmüştü! Artık tarihin sonu gelmişti! İşçi sınıfı eski işçi sınıfı değildi! Komünizm ölmüştü ve nihai zaferi kazanan yeni liberal düzen olmuştu vb. Fukayama’nın zıttı şeyler söylediği sanılan Huntington ise, tam tersine onu tamamlıyordu. Ona göre, artık sınıf mücadelesi olmayacaktı. Bunun yerini, küreselleşen ve zenginliğin bollaştığı dünyada, “medeniyetler arası çatışmalar” alacaktı. Bu temelde, içine girilen yeni tarihsel dönem aslında medeniyetlerin savaştığı bir dönem olacaktı. Gelişmiş Batılılarla geri kalmış Doğuluların savaşı! Geri kalmış cahil Doğulular, Batıya saldıracak, Hilal ile Haç savaşacaktı!
SSCB ile sosyalizm yanılsamalı bir şekilde kitlelerin bilincinde özdeşleşmişti. Kendilerini sosyalizm olarak yutturan Stalinist rejimlerin çöküşü, bunun karşısında Marksistlerin güçsüzlüğü ve ideolojik mevzilerin kaybedilmesi, meydanı emperyalizmin ideolojik propagandalarına bıraktı. Bu ortamda emperyalistler, kendi aralarındaki çelişkileri de “yeni dünya düzeni” palavrasının ardına gizleyerek bir süre gözlerden uzak tutabildiler. Tüm burjuva yorumcular şu nakaratı yineliyorlardı: “Büyük devletler arasında bir nükleer savaş tehlikesi ortadan kalktı. Silahlanma yarışı ve savaşlar bitti.” Ekonomik alanda ise bilişim sektörünün gelişmesinden hareketle teknolojik devrim ve küreselleşme sayesinde üretkenliğin artacağı, düşük enflasyonlu hızlı bir büyüme dönemine girileceği, işsizliğin makul bir düzeye çekileceği iddia ediliyordu. Böylece bu dinamik onlarca yıl sürecek, dünyaya akıl almaz bir refah gelecekti! Fakat daha sonra gelişen siyasal ve toplumsal olaylar, dünya kapitalist sisteminin çelişkileri nasıl ortadan kaldıracağını ve dünyaya nasıl refah getireceğini birbiri ardı sıra patlak veren bölgesel savaşlarla gösterdi!
SSCB’nin çökmesiyle ABD ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi olarak “tek kutuplu” dünyada hegemonyasını kurarken, diğer taraftan ortaya çıkan bu yeni durum, diyalektiğin yasası gereği kendi karşıtını doğurmaya başladı. Bir zamanlar, bir yanda ABD’nin öbür yanda SSCB’nin hegemon olduğu iki kutuplu dünyada rakip emperyalist güçler, Sovyet blokunun varlığı nedeniyle kendi aralarındaki çelişkileri törpülemek zorunda kalıyorlardı. O dönemde Avrupa Birliği ülkeleri ve Japonya, ABD’nin rakibi olmalarına karşın onun dümen suyuna girmek zorundaydılar. Fakat Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra oluşan tek kutuplu dünyada emperyalist kamp içindeki çelişkiler hızla su yüzüne çıktı. Bu güçler arasındaki hegemonya savaşı bazen örtülü bazen açık olarak yaşanmaya başladı. Böylece, dünyada hegemonyasını kurup emperyalist piramidin tepesine oturduğunu varsayan ABD için de tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Aslında SSCB’nin çökmesiyle eski dengeler tamamen bozulmuş, diğer emperyalist güçler de ABD ile rekabet içinde yeni pazarlara ve petrol havzalarına gözlerini dikmişlerdi.
SSCB’nin çöküşünden sonra dünyanın tamamının kapitalist ekonomiye açılması, emperyalist güçlerin önüne şu fırsatları çıkardı: 1) Uçsuz bucaksız Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa topraklarının kapitalist sisteme entegrasyonu ve bu yeni pazarlarda hâkim olma, 2) Orta Asya ve Kafkasya petrollerinin ele geçirilmesi. Ortaya çıkan bu yeni durum, emperyalistlerin iştahını kabartıyordu. Kendi aralarında çekişmeye başlayan emperyalist güçler, birbirlerine karşı üstünlük sağlayabilmek için bölgesel ekonomik güçler oluşturmaya giriştiler. Bu süreçte Meksika’nın da dahil edilmesiyle 1994’te ABD güdümlü Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) oluşturuldu ve AET “Avrupa Birliği”ne (AB) dönüştü. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) yine bu süreçte (1995) emperyalistler arası anlaşmazlıkları gidermek için kuruldu. Verili koşularda bu oluşumlar içinde belirleyici olan ABD, Japonya ve Almanya’dır. Kavga, dünya pazarına kendi sermayelerini akıtmak isteyen bu emperyalist metropoller arasındaki kavgadır. Farklı uluslardan tekellerin rekabeti kaçınılmaz olarak emperyalist devletlerin de rekabetidir. 1970-1980’lerde emperyalist güçler arasında örtük bir biçimde yürüyen hegemonya savaşı, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yeni biçimler almaya başladı.
Yeri gelmişken burada küreselleşmeye ve ulus-devlete de değinmek isteriz. Emperyalist ideolojik propagandanın argümanlarından biri olan “ulus-devlet ortadan kalkıyor” söyleminin büyük bir balon olduğu bugünkü çatışmalar ortamında daha bir açığa çıkmaktadır. Kapitalizmin küreselleşmesinin anlamı ulus-devletin ortadan kalkması değildir. Kapitalist ilişkilerin küreselleşmesi, sermayenin tüm dünyada serbestçe dolaşabilmesi için önündeki engellerden kurtulmaya çalışması anlamına gelir. Fakat ekonomik ilişkiler küreselleşse bile kapitalizm son tahlilde ulus-devlet üzerine oturan bir sistemdir. O nedenle ulus-devletin aşılması, aslında kapitalist sistemin aşılması, dünyada yeni bir sosyo-ekonomik formasyonun işlemeye başlaması demektir. Kapitalizm var olduğu sürece, dünya pazarında rekabet eden sermaye grupları sırtlarını güçlü ulus-devletlere yaslamaksızın kendilerini güvende hissedemezler. Öte yandan, karşılıklı rekabet temelinde oluşan ekonomik birlikler kendi içinde de çatışma, çelişki ve hiyerarşiyi taşıyan bölgesel ya da kıtasal birliklerdir. Bu birlikler dünya pazarında nüfuz alanlarını genişletebilmek için kıran kırana bir mücadele sergilerlerken, aynı ekonomik birlik içindeki farklı ulus-devletlerin arasındaki (örneğin AB içinde Fransa ve Almanya) mücadele de sona ermemektedir. Unutulmamalıdır ki kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişir. Bu nedenle gerek birlik hiyerarşisinde, gerekse emperyalist piramidin dizilişinde her zaman yer değiştirmeler olur. Bu durum kapitalist sistemin mantığına uygundur, onun doğası gereğidir.
İşte bundan dolayı, bu yer değiştirmelerde altta kalmamak ve gerekli pazarlara daha fazla nüfuz edebilmek için büyük emperyalist güçler sürekli silahlanır ve kendi askeri güçlerini oluştururlar. Soğuk savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı savaşmak için kurulan ABD güdümlü NATO, aynı yıllarda sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratmak için de savaşmıştır. Soğuk savaşın bitmesiyle NATO, ABD’nin elinde Amerikan sermayesinin vurucu gücü olarak kalmaya devam etmiştir. Diğer yandan, “Avrupa Güvenlik Savunma Politikası (AGSP)” çerçevesinde AB sermayesinin vurucu silahlı gücünün oluşturulması düşünülmektedir.
Bir zamanlar ABD’nin müttefiki[1] olan İran’da bir devrim yaşanması ve ardından mollalarla ABD’nin çıkarlarının ters düşmesi, ABD’nin Saddam Hüseyin’i silahlandırmasına neden olmuş ve bu da Irak’ın İran’a savaş açmasıyla sonuçlanmıştı. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşı mollaların eline büyük bir koz verip İran’da tüm muhaliflerini bertaraf etmelerine ve mutlak diktatörlüklerini kurmalarına yararken, Saddam da bu savaştan silahlanarak çıkmıştı. Eline topladığı silahlarla kendine güveni artan Saddam, daha sonra Kuveyt’i “paldır küldür” işgal etti. SSCB’nin çökmesi sonucu eski dengelerin bozulduğu ve diğer emperyalistlerin ABD’nin rolünü daha fazla sorguladığı bu dönemde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi, sıkışan ABD için can simidi rolü oynadı. Emperyalist piramidin tepesindeki ABD, 1991’deki Körfez Savaşında bölgeyi askeri olarak kontrol altında tutma amacını güttü. ABD emperyalizmi, Körfez Savaşı aracılığıyla uzun süreli bir planı gerçekleştirmenin temellerini atarken, Ortadoğu’ya askeri olarak yerleşip Arap devletlerinin tümüyle kendi dümen suyuna girmesini sağladı ve böylece bölgede dört adet askeri üs kurdu. ABD’nin bölgede üstün konuma gelmesinin amacı, diğer emperyalist rakiplerine gözdağı vermekti. Onlara emperyalist dengelerin hâlâ kendi lehine işlediğini göstermek istiyordu. Ayrıca ABD, Kafkasya’ya bir ön kapı aralamak ve buradan Orta Asya petrollerine ve pazarlarına ulaşmak için Balkanlarla Orta Asya arasında muazzam stratejik öneme sahip bir gedik açtı.
1992’de Balkanlar’da savaş başladığında Birinci Dünya Savaşı üzerinden tam 78 yıl geçmişti. Fakat aradan geçen bu süre zarfında değişen pek de bir şey olmamış gibiydi. Tarih, 78 yıl önce savaşan ülkeler ve destekçilerini bir biçimde yine karşımıza çıkarmıştı. Emperyalistler Balkanlar’da çıkarları için yüz yüze kapışmak yerine, yıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamış insanları milliyetler temelinde bölüp onların arkalarına saklanarak ve onları savaştırarak kendi aralarındaki kozlarını paylaştılar. ABD soğuk savaş stratejisinin bir uzantısı olan ve yeni politikasıyla da bütünleşen Müslüman Boşnakları destekledi. Almanya ve İtalya, Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi Hırvatları destekledi. Rusya ise tarihsel Slav birliği temelinde Sırbistan’ı. Fransa bölünmeye karşı çıkıp Sırpları desteklerken, dengeler değiştiğinde Fransa’nın tavrı da değişti. Yugoslavya parçalanıp her ülke kendi bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Bosna Hersek’teki üç ulustan insanlar 1992’den 1995’e kadar Avrupa’nın göbeğinde birbirlerini öldürdüler. Batılı devletler ve BM vaaz verip müdahale etmedi. Niye? Çünkü savaşan güçlerin arkasında farklı çıkarlara sahip emperyalist devletler vardı. Müdahale, emperyalistlerden kimin kazanacağı veya pazarlıklarda bu emperyalistlerin söz hakkı netleşmeden yapılmadı.
Balkanlarda yaşanan savaş, bize göre emperyalistlerin dünya ölçeğinde yürüttükleri kendi aralarındaki hegemonya savaşının bir kesitiydi. Birbirlerini boğazlayan dünkü kardeş uluslar, kendilerini destekleyen emperyalistlere tamamen muhtaç hale gelip, umutlarını onlara bağlamaya başladılar. Uzun yıllar süren savaş, köklü düşmanlıklar oluşturdu. Artık emperyalistlerin müdahale zemini de oluşmuştu. 1995’te ABD öncülüğünde Dayton anlaşması yapıldı ve Bosna Hersek üçe bölündü. Bölgeye NATO aracılığıyla ABD, “Acil müdahale gücü” aracılığıyla da İngiltere, Fransa ve Almanya yerleşti. Ancak bu ABD için yeterli olmamıştır. ABD, Balkanlarda kalabilmek ve bölgeye iyice yerleşmek için başka yollar aramaya yönelmiştir. 1995’te ABD dışişleri bakanı Warren Christopher, “olaylar yeni bir stratejik durumun ortaya çıkmasına neden olabilir” diyordu. ABD emperyalizmi için bu stratejik durumlar hiç bitmedi. ABD, hegemonya yarışında Kosova’da provokatörlüğe soyundu. Kosova Arnavutlarını önce Sırplara karşı sonra da Makedonya’ya karşı kışkırttı. Oysa Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) lideri İbrahim Rugova, 1992’de Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmiş ancak o zamanlar “büyük satranç tahtası”nda rolü olmayan Kosova, emperyalist devletler tarafından desteklenmemişti. Miloseviç Kosova’nın bağımsızlığını tanımamış, Dayton anlaşmasını düzenleyen ABD de bu anlaşmada Kosova’yı gündeme dahi almamıştı. Çünkü o zamanlar Miloseviç, emperyalistler için düzen koruyucuydu ve bu onların işine geliyordu.
Fakat daha sonra birden bire derhal iktidardan uzaklaştırılması gereken “halkların düşmanı”, “kasap”, “diktatör” oluverdi! Niye acaba? Miloseviç, NATO’nun Kosova’yla ilgili “barış anlaşmalarını” uygulama bahanesiyle dayattığı askeri çözümü kabul etmedi. Rambouillet anlaşması denilen anlaşmaya göre ne Kosova’ya bağımsızlık tanınıyor ne de Kosova’nın Arnavutluk’la birleşmesi öngörülüyordu. Bu anlaşmanın 8 ve 10. maddelerine göre, NATO personeli, araçları, gemileri, uçakları ve teçhizatları Yugoslavya Federal Cumhuriyetinin (YFC) hava ve deniz ulaşım sahalarından sınırsız olarak yararlanabilecek, geceyi geçirme hakkına, askeri manevra hakkına, üs hakkına sahip olacaktı. YFC yetkilileri NATO güçlerine öncelik tanıyıp bütün ihtiyaçlarını ülke çapında gidermek zorundaydı. NATO uçakları hiçbir vergiye tâbi tutulmadan uçabilecek, inip kalkabilecekti. Aynı şekilde limanlara uğrayan NATO gemilerinden de hiçbir vergi ya da masraf alınmayacak, operasyonlar için kullanılan araçlar, gemiler ve uçaklar hiçbir izne, lisans, kayıt işlemine ya da ticari sigorta işlemine zorunlu tutulmayacaktı.”
Yugoslavya bu anlaşmayı kabul etmeyince üzerine aylarca bomba yağdı ve Miloseviç pes etti. Utanmaz bir NATO yetkilisi, “Yugoslavya ekonomisini tahminen ortaçağ düzeyine geri götüreceklerini” açıklayabilmiştir. ABD Kosova Savaşıyla birlikte Yugoslavya’yı önce yerle bir etti, sonra da yeniden yapılanması için müteahhit firmalarını gönderdi. Savaşın sonucunda bölgeye tam 50 bin ABD askeri yerleşmiştir. Ayrıca, biri Kosova’ya olmak üzere Balkanlar’a dört adet ABD üssü yerleştirilmiştir. Peki, böylece ABD nereye varmak istiyordu? Bunun cevabını dönemin başkanı Clinton’un enerji bakanı Bill Richardson veriyor: “Bu Amerika’nın enerji güvenliğine, bizim değerlerimizi paylaşmayanların stratejik gedikler açmalarını önlemeye ilişkindir. Bu yeni bağımsız ülkeleri Batıya yakınlaştırmaya çalışıyoruz. Onların başka bir rotaya girmek yerine Batılı (siz ABD diye okuyun!-AE) ticari ve siyasi çıkarlara bel bağlamalarını istiyoruz. Hazar’da esaslı siyasi yatırımlar yaptık ve hem boru hattı haritasının ve hem de siyasetin istediğimiz yönde çıkması bizim için çok önemlidir.”[2]
ABD ve İngiltere, Balkanlar’ı tamamen kendi çıkarları temelinde düzene sokmak istediklerinden, Kosovalı Arnavutları silahlandırıp Makedonya’ya karşı savaş açtırmışlardır. Almanya ve AB ise Makedonya’nın yanındadır. Nitekim AB, Doğu Avrupa’yı kaybetmemek için bu ülkelerle üyelik görüşmelerini başlatmış ve Balkanlar’ı kıskacına almıştır. Bulgaristan’ın Burgaz limanını Arnavutluk’un Adriyatik kıyılarındaki Vlori’ye bağlayan AMBO Trans-Balkan boru hattı projesini kontrol eden İngiliz-Amerikan konsorsiyumu, Avrupa’nın rakip petrol devleri Total-Fine-Elf’in katılımını dışlamaktadır. ABD’nin asıl amacı, boru hattı koridoru üzerindeki stratejik kontrolünü güçlendirmek, AB’nin rolünü zayıflatmak ve rakip Avrupalı şirketleri yaklaştırmamaktır. Kavga çok büyüktür. Hazar petrollerine ulaşmak ve onları hem Avrupa’ya taşımak hem de dünyaya pazarlamak büyük çatışmalar gerektiren bir olaydı. Afganistan’a açılmış savaşla bu çatışma biraz daha şiddetlendi ve kanlı bir yola girildi. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya üzerinden Orta Asya hattına, şimdi Afganistan’dan gelen bir yol daha eklenmiştir. Bu hat boyunca kesişen noktalarda, ABD askeri olarak şimdilik daha avantajlı gözüküyor.
SSCB’nin mirasçısı Rusya birkaç yıl öncesine nazaran şimdi daha güçlü gözükmektedir. 11 Eylül öncesi ABD’yle düşman kamplarda olan Rusya, şimdi ABD’ye yakınlaşmış gözüküyor. Bunun böyle olup olmadığının irdelenmesini ilerleyen bölümlere bırakıp 11 Eylül öncesine dönelim.
Kafkasya ve Orta Asya’da kontrolü elinde tutmak isteyen Rusya, SSCB’nin dağılmasının hemen ardından Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) oluşturmuştur. Ancak ABD bu bölgeye müdahale etmek ve NATO aracılığıyla Rusya’nın etkisini kırmak istemektedir. Burada ABD’nin müttefiki Türkiye’dir. Emperyalist piramidin üst basamaklarına tırmanma hayalindeki Türkiye burjuvazisi, hedefini Çin Seddi’ne kadar genişletmiştir. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya üçgeninin ortasında bulunan Türkiye, emperyalist merkezlerin gözdesi durumundadır. Türkiye’nin özlemleriyle ABD’nin bu tarihsel müttefik üzerinden Kafkasya’ya müdahale etme planı örtüşmektedir. Rusya’ya zaman zaman kafa tutmaya çalışan Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldavya (GUAM) bir araya gelerek bir anlaşma imzalamışlardı. Bu ülkeler ABD’yle flört edip NATO’ya göz kırparken, NATO’ya üye olmak istediğini açıklayan Gürcistan, Rusya’nın kışkırttığı Abhazlarla iç savaşa sürüklenmiştir. Keza yine ABD ile Ermenistan arasında yapılacak bir boru hattı anlaşmasının gerçekleşmesini istemeyen Rusya, 1999’da Ermenistan parlamentosunu bastırmış, parlamento başkanını öldürterek bu anlaşmayı iptal ettirmiştir. Aynı günlerde ABD’nin tek kutuplu dünya özlemine Şanghay İttifakı oluşturularak cevap verilmiştir. Bu ittifak içindeki devletler Rusya, Çin, Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan’dır. Ayrıca Hindistan ve İran’ı da bu oluşum çerçevesinde sayabiliriz (Daha sonra Şanghay İşbirliği Örgütü adını aldı). Çin yıllık yüzde 10’lara varan büyüme oranıyla Asya’nın devi olmuştur. Hindistan da son yıllarda yüksek bir büyüme oranı sergilemektedir ve bu iki ülkenin elinde de nükleer silahlar mevcuttur. Şanghay’da basın açıklamasında bulunan dönemin Rusya başkanı Yeltsin, “Anlaşılan Clinton dünyada tek başına yaşadığını zannediyor. ABD ve NATO eksenli tek kutupluluğa karşı çok kutupluluğu destekliyoruz” demiştir.
Evet, emperyalist sistemin eski dengeleri çoktan bozulmuştur. SSCB’nin çökmesiyle birlikte verili dengeler rayından çıktı ve şimdi emperyalist merkezler durumu kendi lehlerine çevirerek, yeni dengeleri rayına oturtmak istiyorlar. Dengelerin yeniden değişmesi, silahlanma ve savaş demektir. ABD, 1972’de SSCB’yle yapmış olduğu anti-balistik füze anlaşmasını uzun yıllardır bozmaya çalışıyordu. 1999’da canlanan tartışmalar Bush’un iktidara gelmesine kadar sürmüştür. Bush iktidara gelir gelmez ABF’yi bozacağını söylemiştir. 11 Eylül saldırısı tam bir fırsat olmuş ve ABD 14 Aralık 2001’den itibaren ABF anlaşmasından çekilmiştir. 1999’daki tartışmalarda Çin, Rusya, Fransa ve Almanya ABD’ye çok sert tepki göstermişlerdi. Çin dışişleri bakanına göre ABD’nin bu tutumu “uluslararası stratejik dengeleri bozacak yeni bir silahlanma yarışı” demekti. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, “balistik füzelere karşı savunma anlaşmasının sorgulanması, tüm dünyada istikrarsız bir ortam yaratacaktır” demiştir. Aynı Chirac, bir Ortadoğu gezisi sırasında verdiği bir mülakatta şöyle demiştir: “Avrupa olarak sahip olduğumuz ekonomik ve askeri güç oranında Ortadoğu siyasetine müdahale edeceğiz. Bölgeye ilişkin politikalarımız, var olan güçler dengesini ters yüz edeceğinden ürken ABD-İsrail ikilisini ciddi olarak rahatsız ediyor ve bu ikilinin oluşturduğu engellere çarpıyor: Apar topar ve emrivaki olarak egemenliklerini dayatıyorlar.”
Peki, bu anlaşmazlıkların çözülmesinin yolu nedir? Bu sorunun yanıtı bellidir, çünkü Birinci ve İkinci Dünya Savaşının anlamı ne idiyse bu hegemonya boğuşmasının anlamı da odur. Anti-balistik füze anlaşmasının bozulması, Afganistan’da başlayan savaş ve hızlı silahlanma emperyalistleri hangi yola sokmuştur? 11 Eylül saldırısı bir tesadüf müydü acaba?
Kapitalist ekonominin bir canlanıp bir durması, herhangi bir devletin ya da burjuva iktidarının yanlış politikalar uygulamasından kaynaklanmaz. Bu durum kapitalist sistemin doğası gereği, onun işleyiş yasasıdır. Marx’ın belirttiği üzere kapitalist ekonomi yaklaşık her on yılda bir aşırı üretim krizine girer. Ancak uzun zamandır kapitalizmin bağrında biriken büyük çelişkiler, periyodik krizleri aşıp geçen bir nitelik kazanmıştır. Kapitalist dünya ekonomisinin yüz yüze geldiği kriz, işçi sınıfını da büyüyen bir işsizlik ve yoksullukla yüz yüze getirmektedir. Emperyalist kapitalist sistemin mekanizmaları genelde bu şekilde işler ve bir kısır döngü biçiminde, geçmişte yaşananları yeniden üretir. Eğer işçi sınıfı bu kapitalist mekanizmaya müdahale edip tarihin akışını değiştirmezse, sistem bir biçimde krizden çıkış yolu bulur ve yoluna devam eder. Ancak krizini aşmış görünen ve büyümeye başlayan kapitalist ekonomi daha sonra, bu kez eskisini kat be kat aşan yeni bir krizle sarsılmaya başlar.
İkinci Dünya Savaşından sonra tarihinin en parlak büyüme dönemini yaşayan kapitalizm, 1970’lere gelindiğinde bir yavaşlama içine girmişti. Aslında 1970’lerde başlayan bu genel eğilim halen sonlanmış değildir. Kapitalist aşırı üretim, pazarların şişmesi ve doyumu, kâr oranlarındaki düşüş sarmalı, borsalardaki derin istikrarsızlık kapitalist ekonomiyi çalkantılı bir işleyişe sokmuştur. 1980’lere damgasını vuran neoliberal politikalar işte böyle bir dönemin ürünü oldu. Reagan-Thatcher ikilisinin demir yumruk politikaları bu dönemde işçi sınıfının tepesine biniyordu. O güne kadar Keynesçi politikalar uygulayan burjuvazi, kâr oranları düşmeye başladığında bu politikalardan vazgeçip işçi sınıfına saldırmaya, sosyal hakları tırpanlamaya, eğitimden sağlığa kamu harcamalarını kısmaya, devlet işletmelerini özelleştirerek sermayeye aktarmaya yöneldi. Kâr oranlarındaki düşüşü engellemek isteyen neoliberal politikalar, işçi sınıfına esnek çalışma sistemi denen yarım ücretle çalışmayı ve tensikatları dayattı. Ancak kapitalist sistem işçi sınıfına yönelik bu saldırılara rağmen yine de krizinden kurtulamadı.
1990’ların sonuna gelindiğinde dünya kapitalist ekonomisine ilişkin göstergeler yine derin bir istikrarsızlığa ve durgunluğa işaret ediyordu. Üretimdeki düşüş sürekli tensikat/işten atma demekti ve ABD ve Avrupa’da milyonlarca işçi sokaklara atıldı. Finans sermayeyi elinde bulunduran tekeller, gerek kendi devletlerine borç vererek gerekse dünya borsalarına yatırım yaparak inanılmaz kârlar elde ettiler. Japonya’nın kamu borcu 1990’larda GSMH’nin yüzde 69’u iken, 2000’li yıllarda bu oran %128’e kadar yükseldi. ABD dış ticaretinin verdiği açık ise 2000 yılı itibariyle 475 milyar doları buldu. Neredeyse tüm Amerikan şirketleri cari işlemlerinde açık vererek borçlu duruma düştüler.
Ekonominin bir kez daha krize girmesi, 10 zengin ülkede 100 milyon insanın yoksulluk sınırı altında yaşamasına neden olmuştur. Yoksullukla varsıllık arasındaki uçurum iyice derinleşmektedir. En zengin %20’lik nüfus dünya zenginliğinin %80’ine el koyarken, en yoksul %20’lik nüfus dünya zenginliğinden %1 oranında yararlanmaktadır. Burada birkaç çarpıcı örnek vermek istiyoruz. Bu örnekler kapitalizmin ne olduğunu ve emekçileri ne hale getirdiğini çok iyi açıklamaktadır. Dünya nüfusunun %10’u açlık çekerken, 11 milyon çocuk her yıl gerekli olan birkaç dolarlık tıbbi yardımı alamadığı için ölüyor. “Fırsatlar ülkesi” ABD’de 1990’ların birinci yarısında yoksulluk sınırında yaşayan insanların sayısı 38 milyondu (nüfusun %14’ü). Bu rakam 1997 verilerine göre %18’e yükseldi. ABD’de işsizlik %5,5 civarındayken, Avrupa’da bu rakam %15’lere yakındır. ABD’li üç zenginin serveti en yoksul 48 ülkenin GSMH’sinden daha fazladır. İşte dünyadaki eşitsizliğin genel tablosu.
Kapitalizm üretim araçlarını sürekli yenilemek zorundadır. Marx’ın belirttiği gibi burjuvazi üretim tekniğini sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz. Üretim araçlarını yenilemeyi başarıp krizden çıkan, yeni bir atılım yapan ve böylece yüksek kârlar elde eden şirketler ya da emperyalist güçler, daha sonra karşılarında aynı teknolojiyi uygulayan başka rakipler bulurlar. Bundan dolayıdır ki bir dönem için belirli bir pazara hâkim olan ülkenin pazar payı daralmaya ve sonuçta üretimi düşmeye başlar. Kriz kapıdan çıkıp pencereden içeri girmiştir. Kriz, pazarı daraltır ve rakip devletlerin rekabeti için kavganın alt zeminini döşer. Şimdi artık önemli olan ne zaman, nerede, hangi biçimlerde kapışılacağıdır. Bu kapışma, tarafların biri lehine çözülmek zorundadır. Eşitsiz ve bileşik gelişen kapitalizmde, emperyalist merkezler yorulmadan birbirlerinin üzerine çıkmanın savaşını verirler. Bu çerçevede ABD ekonomisini düşünürsek durum biraz daha netleşmiş olur. ABD ekonomisi dünya ekonomisinin motorudur. ABD bu konumunu ve pazarlarını yitirmek istemiyor. ABD ekonomisi 1995’te bilişim sektörünün gelişmesiyle birlikte 6 yıl boyunca ortalama %4 civarında bir büyüme yakalamıştı. Bu gelişmenin sonucunda dokuz milyon insan enformasyon sektöründe istihdam edilmeye başlanmıştı.
Son yılların büyüyen sektörü olması ve diğer sektörlerin de bu sektöre bağlanma ihtiyacından dolayı ABD ekonomisi içinde bileşim sektörünün ağırlığı ve etkisi son derece artırmıştır. Bu sektördeki muhtemel bir çöküş, ardından tüm ekonomiyi aşağıya doğru çekecektir. Diğer bir sorun da şudur: Pazarın doyması, genel olarak ekonominin resesyona girerek krize sürüklenmesi derin bir altüst oluşu da beraberinde getirecekti. Enformasyon teknolojisinin gelişiminin yavaşlaması, istihdam edilen milyonlarca işçinin tensikata uğraması ve bu sektöre bağlı üretim birimlerinde yaşanacak çöküntüler, ABD ekonomisini muazzam derecede bir krizle ve sosyal patlamalarla karşı karşıya getirebilecekti. Bu tehlikeyi sezen uyanık burjuva iktisatçılar şu uyarıyı yapıyorlardı: “Eninde sonunda yeni ekonomik boom’u yeni bir ekonomik iflâs takip edecek gibi görünüyor. Bir resesyon ve borsa çöküşü pek çok insanın beklediğinden daha derin olabilir.”[3] Nitekim enformasyon sektöründe çöküşler olmaya, büyüme durmaya ve tensikatlar yaşanmaya başlanmıştır. ABD ekonomisinin büyüme oranı şimdi %1’e kadar düşmüştür. Faiz oranlarının %1’lere kadar çekilmesi de ekonomiyi canlandıramamaktadır. Dünya ekonomisi derin bir krize sürüklenmektedir ve emperyalist güçler hızla kamplaşmaya gitmektedir. Hegemonya yarışında ABD ekonomisini tehlikeler beklemektedir.
Ekonomileri hızla büyüyen Çin ve Hindistan, ellerinde nükleer silahlar tutuyorlar. Rusya ise kapitalist düzene entegre olmayı başararak ekonomik büyümeye geçmiştir. Fakat Avrupa ekonomisi durgunluk içindedir. Almanya, ekonomisinin resesyona girdiğini açıklamıştır. Japon ekonomisi zaten on yıldır toparlanamamaktadır. Sıfır kredi uygulanmasına rağmen tüketim artmamakta, Japon ekonomisine yeni kan akışı sağlanamamaktadır. Japon sermayesinin elinde tam 250 milyar dolar fazlalık vardır ve nereye yatıracağını bilmiyor. Son bir yıl içinde sekiz kez faizleri indiren ABD merkez bankası iç pazarı canlandıramamışken, Japonya’nın son zamanlarda sözü edilen bir devalüasyona gitmesi, ihracatı genel olarak otomotiv ve bilgisayara dayanan ABD’nin büyük bir darbe yemesi anlamına gelir. Bu durum ABD ekonomisi için büyük bir tehlikedir. ABD, dünyanın jandarması olarak kalmak ve ekonomik çöküntüye uğramamak için yeni kararlar almak zorundaydı. Bill Clinton, 1999’da ABD’li çiftçilerle yaptığı bir görüşme sırasında bu kararlardan söz etmişti: “ABD’nin nüfusu dünyanın yüzde 4’ünü oluşturuyor. Oysa ABD yurttaşları dünya zenginliklerinin yüzde 22’sinden yararlanıyor. Bu dengenin devam etmesi, hatta lehimize değişmesi için yeni kararlar almamız şarttır.”
11 Eylülde uçaklar gökdelenlere dalış yaptığında CNN, “Amerika saldırı altında” başlığıyla duyuru yaptı. Nasıl olmuştu acaba, ABD’ye saldırı nasıl düzenlenebilmişti? Kimse gözlerine inanamadı. Dünya emperyalizminin baş aktörü “saldırı altındaydı.” Bu olayın yaşanması temelde insanları ikiye bölse de, haberin emperyalist medyada veriliş tarzı, aslında saldırıyı kimin gerçekleştirmiş olduğu veya bu saldırının kimin çıkarına işlendiği sorularını genelde unutturdu. Birinci algılayışta, “saldırı altında olmak” cümlesi ABD’yi mazlumlaştırıyor ve ABD emperyalizminin suç dosyalarını sanki bir anda insanların kafasından siliyordu. İkinci algılayışta ise, ABD’nin “saldırı altında” olması ve bunu açıklaması, kısacası bu duruma düşmesi sevindiriciydi. Yineleyelim, haber kurgusu bir kez böyle kurulunca sorgulama bir kenara bırakılıyor, ABD yetkilileri ve medyası ne açıklıyorsa iki taraf için de doğruymuş gibi kabul görüyordu. Aslında ABD medyası, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda haberleri önce bir prizmadan geçiriyor, dezenformasyona uğratıp bize gönderiyordu. İşin bu kısmı gerçek bir ideolojik savaştı. Ve içine girilen bu yeni dönemde bu tarz bir saldırı kampanyasının asıl hedefi dünya işçi sınıfıydı. Peki, o halde 11 Eylül saldırısı gerçekte kimin işine geliyordu?
Amerikan medyası 11 Eylül olayını takiben saldırıyı kimin gerçekleştirdiği sorusunu ön plana çıkardı. ABD yetkilileri hemen basının karşısına geçip saldırının nereden geldiğini açıkladılar: Bu Usame Bin Ladin’in işiydi! Olayların dizilişinde sanki bir askeri tatbikat yapılıyormuş ve herkes sırası geldiğinde rolünü oynayacakmış havası vardı. Örneğin, nasıl olmuştu da CIA’nın bu saldırıdan haberi olmamıştı? Ladin ve ekibi bütün istihbarat birimlerini nasıl atlatabilmişti? İstihbarat birimlerinin genelde “terörist” gruplar içine uzandığı ve hatta bu grupların pek çoğuyla birlikte çalıştığı bilinir. Ayrıca istihbarat örgütlerinin birbirleriyle ilişkisi vardır ve örneğin Alman veya Fransız istihbaratının haberdar olduğu bir olaydan CIA da haberdardır. Üstelik CIA daha 1999’da Ladin’i uydulardan takip etmeye başlamıştı (burada CIA-Ladin ilişkisinden söz etmeyeceğiz; nasıl olsa herkes biliyor). Saldırı sonrasında sözde uçak kaçıranların ve onları tanıyıp destekleyenlerin fotoğrafları yayımlandı. Oysa uçak kaçırıp intihar etti denilenlerin bazıları ülkelerinde yaşıyor bulundu. Bu beceri ve çabukluk, uçak kaçırmalardan haberi olmayan CIA için bir çelişki değil miydi? Ya da CIA’yı atlatan cihatçı militanlar o kadar aptal mıydılar ki, içinde Arapça yazılar, hatıra defteri, uçak kaçırma krokilerinin olduğu bir çantayı havaalanında bıraksınlar? Bu soruları çoğaltmak mümkün lakin buna gerek yok.
Şurası çok açık ki bu tarz eylemler CIA’dan habersiz olmuyor. 11 Eylül saldırısı ne bir tesadüf ne de yalnızca Ladin’in işidir. Ayrıca tarihte 11 Eylül saldırısına benzer birçok olay mevcuttur ve işin altından emperyalistler çıkmıştır. 11 Eylülün bu derece ses getirmesinin nedeni gerek emperyalizmin krizi ve hegemonya savaşı, gerek enformasyon teknolojisinin tüm dünyayı küçük bir “köy” haline getirmesi, gerekse de kulelerde ölen binlerce insanın üzerinde yükselmek isteyen ABD emperyalizminin çığırtkanlığıdır. Öyle ya da böyle bu saldırı, krize giren ve hegemonyası sarsılan ABD emperyalizmi için sonsuz fırsatlar sunmuştur. Tarihsel olarak bu tip saldırılardan sonra ABD emperyalizmi hegemonya yarışında hep öne geçmiştir. ABD emperyalizminin hegemonya savaşında benzer iki örneği hatırlatabiliriz; 1898 Maine saldırısı ve 1942 Pearl Harbor saldırısı.
Örneğin bunlardan birisi olan Maine saldırısının hikâyesi ilginçtir. 1898’de Havana Limanında Maine adında bir Amerikan savaş gemisi batar. ABD basını bunun bir İspanyol sabotajı olduğunu iddia eder. Böylece 25 Nisan 1898’de ABD, İspanya’ya savaş ilan eder. Küba’nın işgali ve İspanya’nın yenilgisiyle biten bu savaş, tüm Karayipler ve Orta Amerika’nın ABD’nin eline geçmesini sağlar. Uzun yıllar sonra ortaya çıkan belgeler, Maine’nin ABD tarafından batırıldığı yönündedir. Pearl Harbor’dan söz etmeye gerek bile yok. 11 Eylül saldırısı bir tesadüf müydü diye sormuştuk. Aslında bu olayın hiç de tesadüf olmadığını, 2004 yılında ABD başkanlık seçimlerine katılacak olan Lyndon La Rouche’un satırları gösteriyor:
“Mali kriz içindeyiz. ABD, Carter’den beri kötü yönetiliyor. Sistemimiz iflas etmiş durumda. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık sistemimizin tamamı, altyapı ve sanayimiz çöküş halinde. Halkın %80’i dar gelirlilerden oluşuyor. Bunların durumu 1977’dekinden çok daha kötü. IMF ve hâlihazır politikalar devam ettiği, Wall Street federal rezervi mevcut hâkimiyetini sürdürdüğü sürece ABD’de kimse kendisi için bir tırmanma beklemesin. Böyle giderse belki Bush bile başkanlık süresini tamamlayamadan çekilmek zorunda kalabilir. Çöküş kendini bir anda hissettirmez; kötü politikalar devam eder ve aniden gelir. Öte yandan Asya’da yeni oluşumlar var. Rusya, Çin, Hindistan, hatta bunlarla birlikte Japonya yeni oluşumlar içinde. Şanghay işbirliği örgütü kuruldu. Burada, Çin’den başlayıp, Asya’dan Avrupa’ya uzanacak ulaşım hatları üzerinde çalışıyorlar. Güneydoğu Asya ülkeleri benzer tarzda işbirliği planlıyorlar. Asya’da çok büyük bir nüfus var. Biz de Güney ve Kuzey Kore’yi barıştırıp, buradan başlayacak bir ulaşım hattıyla Sibirya üzerinden Avrupa’ya bağlanabiliriz. Bu hattaki ve diğer ülkelere borç değil, kredi vererek onları kalkındırabilir ve bu şekilde mallarımıza daha geniş ve zengin pazarlar açabiliriz. … Fakat böyle dönemlerde dünya savaşları çıkarılır.”
İşte özellikle burası çok önemlidir. Emperyalist sistem krizler ve savaşlar sistemidir. Dünya ekonomisinin eşzamanlı krize girmesi emperyalist burjuvaziyi çılgına çevirmiştir. Paylaşılan pazarları yeniden paylaşmak için kapışmaya hazırlanmaktadırlar. Dünya işçi sınıfının bilincini bulandırarak emekçi kitleleri yeni emperyalist savaşlara çekebilmek için bu haksız savaşları, “özgürlüklere saldırı karşısında savunma”, “barbar olan ulusları uygarlaştırmak”, “dünya terörizmine karşı açılmış bir savaş” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa bu masalların arkasında emperyalizmin krizi ve hegemonya yarışı yer almaktadır. Bu durum yeniden bir paylaşım ve yeni bir savaş demektir. Hegemonyanın yeniden sağlanabilmesi için emperyalist savaş kaçınılmazdır. La Rouche, hegemonya yarışında ortaya çıkan emperyalist blok oluşumlarını şöyle açıklıyor:
“Birinci Dünya Savaşını Asya’daki benzer oluşumların önünü kesmek için İngiltere çıkarttı. Önce Balkanları tutuşturdular, sonra dünyayı. İkinci Dünya Savaşını aynı maksatla Almanlar çıkardı. Şimdi ABD ve İngiltere içindeki güçler –Brzezinski bunlara dâhildir– Asya’daki oluşumları engellemek için dünya savaşı çıkartmak istiyorlar. Ağustos bunun için en uygun aydır. Bu savaşın adını da Batı ile İslamın savaşı koyacaklar.”
La Rouche, Ağustos diyordu, Eylülde saldırı oldu. Herhalde, emperyalizmin nasıl işlediğini bilen biz Marksistler için bu adam bir kâhin olmasa gerek. La Rouche’un söyledikleri kehanet değil, emperyalizmin anayasasında yazan şeylerdir. La Rouche saldırı sonrası yapılan bir mülakatta ise şunları söylüyor: “11 Eylül hadisesi bir makyaj operasyonudur ve tam da uluslararası mali ve parasal çöküşün yaşandığı dönemde yapılmıştır. Bunu yapanlar, katiyen ABD dışındaki güçler değildir. Başka ülke insanları kullanılmış olabilir. Fakat bunu yapanlar, ABD içindeki güçlerdir.”[4]
İkiz Kuleler çöktüğünde, yoksul ülkelerin emekçilerinin pek çoğu olaya şöyle bakmıştı: “ABD ektiğini biçti”, “ABD’nin sembolleri yerle bir oldu”, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.” Batılı emekçi sınıfların pek çoğu ise saldırıyı CNN’in verdiği haberler doğrultusunda algılayarak emperyalistlerin durduğu noktada duruyordu. Emperyalist ideolojik cephe kalınca örülmüştü ve işçi sınıfı bağımsız sınıf tavrı gösteremediği için bu cephede gedikler açılamadı. Dünya işçi hareketinin gerilediği, devrimci mevzilerin kaybedildiği dönemlerde genellikle meydan düzen sahiplerine kalır ve onlar emekçi sınıfın kafasını istedikleri gibi bulandırırlar. Biz elbette bu saldırının basit ve bireysel bir terör saldırısı olduğuna inanmıyoruz. Öte yandan, Marksistler bireysel terörizmi eleştirirler. İşçi sınıfını maceracı ideolojilerden kaçınması için bilinçlendirmeye ve onun dünya genelinde politik örgütlenmesini sağlamaya çalışırlar. Marksistler bilirler ki işçi sınıfının mücadelesini dışarıda bırakan tüm bombalar güçsüzdür.
Saldırı ve kulelerin çökmesi ABD’ye bir zarar vermediği gibi, ABD emperyalizminin işini de kolaylaştırmıştır. ABD’de ve Batıda işçi sınıfının bilinci bulandırılarak, kendi sınıf kardeşleri olan yoksul ve Müslüman ülkelerin işçilerine düşman edilmeye çalışılmıştır. Saldırının ardından çeşitli Batı ülkelerinde, Doğulu işçilere saldırılar başlamış ve kimileri öldürülmüştür. Olay, emperyalist medya tarafından bir medeniyetler savaşı, İslamın Batıyla çatıştığı bir savaş olarak lanse edilmiştir. Amerikalı egemenler milliyetçiliği kışkırtarak, tüm halkı “saldırı altındaki” ABD’nin etrafında toplanmaya çağırmaktadırlar! Dünya ekonomisinin resesyona girdiği bir dönemde saldırı, ABD emperyalizmi için yeni fırsatlar doğurmuştur. Örneğin 1999’da Seattle’da başlayıp tüm dünyada gelişen “küreselleşme karşıtı” eylemler, bu bahaneyle engellenmeye çalışılmaktadır. İşçi sınıfının sosyal hakları kısıtlanmaya, demokratik hakları hiçe sayılmaya başlanmıştır. Gericilik dalga dalga yayılırken, Bush yönetimi yargısız infaz kanunları çıkartarak “cadı avına” başlamıştır. Anti-balistik füze kalkanı kurmak ve silahlanma yönünde kararlar almak isteyen ABD emperyalizmi, saldırı öncesi bunları hayata geçiremezken, saldırı sonrasında her istediğini yapmakta meşru bir zemin bulmuştur. ABF kalkan projesi hayata geçirilmiş, ABD senatosu silahlanmaya 40 milyar dolar para ayırmıştır. ABD, kendi çıkarlarıyla çakışmayan ülkeleri “terörist” ilan edivermiştir. 50 ülke bu kapsama girmektedir. Saldırı öncesi NATO’nun büyümesine karşı çıkan diğer emperyalist ülkeler, saldırı sonrasında NATO anlaşmasının 5. maddesinin işletilmesine karşı çıkamamışlardır.
Saldırıdan sonra genel olarak dünya üzerinde kaynağı belirsiz bir “terörizm heyulası” dolaştırılmaya başlandı. Yaratılan bu heyula, emperyalist ideolojinin diğer faktörleriyle de birleşerek dünya üzerinde gerici bir Demokles kılıcı rolü oynamaktadır. Dezenformasyon sayesinde ABD ve Avrupa emperyalistleri, dünya emekçi sınıflarına karşı ideolojik bir savaş yürütüyorlar. Bugün “terörizm” motifi bu ideolojik savaşın en güçlü ayağı olmuştur. Yeni dönemde, nerede ABD’nin çıkarlarıyla ters düşen bir sivrilik görülürse, bu “sivrilik”, yaratılan terörizm bahanesiyle ezilmek istenmektedir. ABD’de ve Avrupa’da işçi sınıfı yıllarca, yaratılan SSCB düşmanlığıyla sindirilmişti. Emperyalist propaganda, ABD’yi ve Batılı emperyalist devletleri “hür dünya”, SSCB’yi ise saldırgan ve “terörist” olarak lanse etmişti. 11 Eylül saldırısından sonra ABD emperyalizmi yine özgürlük savunucusu olarak boy göstermeye başladı. Bush “dünya üzerinde tüm kötülüğü kazıyacağız, terörizmi bitireceğiz” yolunda açıklamalar yaptı. Şimdi, “şeytanın imparatorluğu SSCB” propagandasının yerine “uluslararası terörizm” propagandası ikame ediliyor.
Tarih hep ironilerle doludur. Geçmişte SSCB için ABD ve Batı, ABD ve Avrupa içinse SSCB “terörist” ve özgürlük düşmanıydı. Bugünse yine “iyiler” ve “kötüler” var. George Orwell’ın kulakları çınlasın. 1984 adlı eserinde belki de tam bugünü anlatıyordu. Soyut bir düşman ve her an saldırıya uğrayabilecek, insanlığın savunucusu olan özgür bir ülke! Aslında böyle bir ülke yoktu. Ve şimdi de düşünmek gerekiyor: Her an özgürlüklere saldıracağı söylenen, sürekli büyük ekranlarda gösterilen bu kaynağı belirsiz terörist “düşman” da, halkı uyutarak yanına çekmeye çalışan emperyalist propaganda merkezlerinin bir uydurması olmasın? Şimdi şeytan ilan edilen ve dünya üzerinde dolaştığı söylenen bu terörizm düşmanı nerededir acaba? Anavatanı var mıdır? Yoksa insanların hayal dünyasında böyle bir umacı sürekli yaşatılmak mı istenmektedir?!
İşin gerçeği şu ki, SSCB’nin dağılması ABD’nin “hür” dünya savunusu rolünü ortadan kaldırdı. Ancak hayali düşman yaratmakta ABD’nin üzerine yoktur. ABD 1990’larda ortaya çıkan boşluğu, Saddam, terörist devletler ve “yeni dünya düzeni”nin özgürlük savunuculuğu propagandasıyla doldurmaya çalıştı. ABD istese Saddam’ı deviremez miydi? Peki, niye devirmedi? Çünkü o zaman hegemonya yarışında ABD emperyalizmine bahane oluşturacak malzeme ortadan kalkmış olurdu. Saddam, ABD için bulunmaz bir nimetti. Afganistan savaşı sonrasında “dünya terörizmine karşı mücadele” bu kez kimin üzerinden devam edecek dersiniz?
Emperyalist hukuk, meşruluğunu politik, ekonomik ve askeri olarak baskın olanın gücünden alır. Hukuk egemen olanın hukukudur. Suçlu ise hep egemen olanın çıkarlarıyla örtüşmediğinde ortaya çıkar. ABD, Vietnam’da ve Kore’de savaştığında, 1960’lı yıllarda Endonezya’da milyonlarla ifade edilen komünistlerin öldürülmesinde, 1986’da Libya’yı bombaladığında, 1953’te İran’da, 1973’te Şili’de darbe yaptığında meşruluğunu hep egemen olmaktan alıyordu. Egemen olan yaptığında haklı oluyor, egemenlik zoru meşrulaştırıyor!
Ladin ve Taliban kimin beslemesidir? Ladin, ABD onu SSCB’ye karşı kullandığında “özgürlük savunucusu”, ABD’ye karşı döndüğünde ise birdenbire terörist oluveriyor. ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissinger saldırıdan sonra şu açıklamayı yaptı: “Her kim ki teröristlere destek sağlar, finanse eder yahut teröristlere ilham verir, bunlar, en az terörist kadar suçludur.” Kissinger bu sözleri Afganistan, Irak vb. için söylüyor. Ama aslında çok güzel bir şekilde ABD’yi tarif etmiş olmuyor mu? Evet, bu denilenler doğrudur ve ABD dünyada emperyalist terörün başıdır. Kapitalist sistem var oldukça terörizm de var olacaktır. Her ülke, terörizmi kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyecektir. Şu anda müttefik gözüken ülkeler, çıkar yolları ayrıldığında birbirlerini terörist ilan etmekten çekinmeyeceklerdir. Bu bir güçler ilişkisidir. Güçler değiştiğinde ilişkiler de değişir.
Eski CIA başkanı R. James Woolus, Irak’a müdahale konusunu tartıştığı bir yazısında şöyle diyor: “Türkiye’ye Kuzey Irak’ta istikrar garantörlüğü rolü vererek ve buradan petrol kaynaklarına geçiş imkânı sağlayarak (sorun) çözülür. Bu kolay olmayacak, ama eğer kararlı olursak gücümüzü de aşmamakta. Türkiye ve Umman denizindeki uçak gemilerinden harekete geçerek hava gücümüzü deniz kıyısı bulunmayan Afganistan’a karşı yaptığımızdan daha hızlı ve yıkıcı şekilde kullanmamızı sağlayacak sortiler yapabiliriz.” Yazının biraz sonrasında bakın ne yumurtluyor: “Hedefimizin ne olduğu konusunda en ufak bir şüphe olmamalı: Irak’a demokrasi getirmek.”[5] İşte emperyalistler özgürlük ve demokrasiyi böyle getiriyorlar. Afganistan’da binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan savaşın adı da “sürekli, kalıcı özgürlük” değil miydi?
11 Eylül saldırısından sonra tüm emperyalist ülkeler ABD’nin yanında olduklarını açıklayıp matem havasına girerek timsah gözyaşları döktüler. Herkes şunu söylüyordu: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Zahir bu doğruydu ve Avrupalı emperyalistler bunu çok iyi biliyorlardı! 1990’da ortaya çıkan dengesizlik nihayet çözümlenecekti. Fakat durum Birinci Dünya Savaşı öncesinden pek de farklı değildir. Farklı olan, savaşın daha şiddetli ve başka araçlarla devam etmesinin yollarının bulunmuş olmasıdır. Altın kemeri elinde bulunduran ABD, kendine yaklaşmak ve kemeri elinden almak isteyen diğer emperyalist rakiplerini görüyor; onlara üstün gelmenin yollarını arıyor. 11 Eylül saldırısı gerek ABD, gerekse diğerleri için bir fırsat olmuştur. Diğer güreşçiler de saldırı sonrasının gürültüsü içinde güreş alanına inmişlerdir.
ABD saldırı sonrasında büyük bir avantaj ve prestij yakalamıştır. Bu prestij sayesinde, işine gelmeyenleri terörist ilan ederken ve dengeleri kendi lehine çevirmek için stratejik alanlarda belirleyici olmak üzere harekete geçerken, diğer emperyalist güçler şimdilik seslerini çıkartamıyorlar. Avrupa emperyalizmi büyük bir matem havası içinde diplomasi kanallarını kullanarak ABD’ye sınır çizmeye çalışmaktadır. Avrupa bir taraftan diplomasi yapıp ABD’nin yanında gözükürken, arkasından ABD’nin altını oyup onun prestijini yok etmeye yönelmiştir. Amaç ABD’nin yakaladığı saygınlığı ve üstünlüğü kullanarak istediği yere saldırıp ganimete tek başına konmasını engellemektir. Avrupalı emperyalistler, ABD’nin müdahale ettiği yerlerde tek başına davranmasını kesinlikle istemiyorlar. Almanya’nın Afganistan saldırısına asker göndermek istemesi boşuna değildir. Nitekim Almanya Afganistan’a gidecek sözde “barış” gücünün komutanlığı için İngiltere’yle çekişmektedir. AB saldırıyı hemen kendi çıkarları için kullanmış ve terörizme yeni bir tanım getirirken, Avrupa Ordusunun kurulması için atağa geçmiştir. Avrupa ABD’ye destek verirken “ama” ve “ancak”ları da yükseltmiştir.
Daha 12 Eylülde Financial Times şöyle yazıyordu: “Ancak başkan Bush’un misillemeden önce durup düşünmesi, müttefikleriyle birlikte hareket ederek vuracağı hedefleri ve zamanlamayı tartışması gerekir.” Almanya Başbakanı, “riske evet maceraya hayır” derken, Fransa Cumhurbaşkanı, “Desteğe evet. Ama, müdahalenin boyutu ve içeriğini tartışmak şartıyla” demekteydi. 14 Eylül tarihli L’Express adlı Belçika gazetesinde şu satırlar yer alıyordu: “Dünyanın kulağı olan Avrupa bundan böyle daha çok sorumluluk üstlenecek. Bundan böyle kendi güçsüzlüğünü örtbas etmek, zayıflıklarını kapatmak ve güçsüzlüklerine çare bulmak için Amerika’ya bel bağlamayacak. Avrupa’nın iradeli ve cesur olmasının zamanı geldi.” 14 Eylül tarihli Le Monde: “Hedef olarak gösterilen Bin Ladin, yıllarca CIA tarafından eğitilerek Ruslara karşı kullanıldı. Bu tutum akıllara ‘acaba teröristin iyisi ve kötüsü mü var’ sorusunu getiriyor.” Alıntıları uzatmanın bir anlamı yok. Bu açıklamalar “ittifak” hakkında çok açık bir fikir veriyor. Hegemonya yarışında ABD henüz kesin bir üstünlük kurmuş değildir. Diğer emperyalist güçler artık ABD’nin jandarmalığını tanımak istemiyorlar. 11 Eylül saldırısı ile Afganistan’a saldırı arasında tam bir aylık süre vardır. Bu bir aylık süre zarfında tüm emperyalist devletler birbirlerinin arkasından numaralar çevirmeye başlamış, çıkarlar yeniden gözden geçirilmiş, kartlar yeniden karılmıştır.
ABD ve diğer emperyalistler için Afganistan’ın önemi nedir? Afganistan; Çin, Hindistan ve Rusya’nın ortasına sıkışmış jeopolitik önemi olan bir ülkedir. ABD’nin amacı Afganistan üzerinden Orta Asya petrollerine ulaşmak, buradaki petrolleri hem Uzak Doğuya pazarlamak hem de Hint Okyanusu üzerinden Batıya taşımaktır. Ulusötesi Amerikan şirketi UNOCAL, Taliban’la bir anlaşmaya varmıştı. Taliban Afganistan üzerindeki –özellikle şu an ABD’nin müttefiki olan Kuzey bölgesindeki– tüm toprakları ele geçirecek ve Kuzey bölgesine boyun eğdirecekti. Ancak Taliban başarısız oldu ve proje ortada kaldı. Ne oldu bilinmez! Birden bire ABD ile Taliban’ın çıkarları uyuşmamaya başladı.
ABD çoktandır yapmak istediğini yaptı ve Afganistan’a ulaşmayı başardı. Kısa zamanda Afganistan’a giren ABD askerleri, kamplar kurmaya başladı. ABD’nin asıl amacı kısa zaman zarfında Afganistan’da bir üs kurmaktı. Böylelikle Körfez Savaşıyla Ortadoğu’da açılan gedik ve sonrasında Balkanlarda genişletilen hat, Afganistan’la birlikte güçlendirilmiş oluyor. ABD, petrol pazarlarını bir üçgen içine alıyor. ABD’nin Afganistan’a girmesi önümüzdeki süreçte başka çatışmaların da olacağının göstergesidir. ABD Ortadoğu, Balkanlar ve şimdi de Afganistan’a askeri üsler yerleştirmekle, bu çatışmayı göze almıştır. Emperyalist dengelerin kendi lehine devam etmesi için ABD, dünyayı askeri olarak kuşatma politikası güdüyor.
Bölgede çok ciddi güç haline gelen Çin, Rusya, Hindistan ve Japonya, ABD’nin burunlarının dibine sokulmasına neden seslerini çıkartmıyorlar? Rusya hariç diğer üçlünün ne yapmak istediği şu an belli değildir. Rusya ise Afganistan’a binlerce asker ve silah göndermiştir. Kuzey İttifakını Taliban’a karşı silahlandıran Rusya’dır. Kendi bölgesine çeki düzen veren Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) içinde ABD ve NATO ile flört eden ülkelerin kulaklarını çekip, kendi inisiyatifi dışında gelişen bu flört girişimlerinin önünü kesmek istiyor. Eğer ABD ve NATO’yla yakınlaşma olacaksa buna karar verecek ve işleri yürütecek güç Rusya olmalıdır.
Biz gizli görüşmelerde neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Ancak emperyalist dünya sisteminin geldiği yer ve ekonomik kriz şunu gösteriyor: Bir savaş olacaksa, bu, terörizme karşı açılmış bir savaş değil, bizzat emperyalistlerin kendi arasında olacak bir savaştır. Savaşın şu an için açık cephelerde ve birebir emperyalistler arasında cereyan etmemesi bizleri yanıltmamalıdır. Onlar pekâlâ yoksul ülkeler üzerinden savaşabilmektedirler. Balkanlar bunun çok iyi bir örneğidir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, dönem 1914’e çok benzemektedir ve emperyalistler arası saflaşma devam etmektedir.
Afganistan’daki işgalin tamamlanmasının ardından ABD’nin ortaya koyacağı yeni hedefler, kimin kiminle hareket ettiğini daha fazla netleştirecektir. ABD yönetimi şimdilik Irak’a saldırı planları kuruyor ve bunu sık sık açıklıyor. Ama burada akıllara bir soru takılıyor. ABD Saddam’a müdahale eder mi? Ederse nasıl bir strateji geliştirmektedir? Çünkü Saddam yerli yerinde kaldıkça ABD, Suudi Arabistan ve bölgedeki dört üssü terk etmez. Eğer Saddam giderse ABD askerlerinin ve üslerinin Ortadoğu’da varlık nedeni ortadan kalkmış olacaktır. Bu durumda gerek AB ve diğer emperyalist devletlerin, gerekse Arap devletlerinin ABD’ye Ortadoğu’dan çıkması yönündeki baskıları artacaktır. ABD Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya hattında diğer emperyalist kutuplar karşısında hiç de avantajlı olmayan bir duruma düşecektir. Bundan dolayıdır ki ABD Irak’a müdahale ederse, bunu hem Saddam’ı devirip bölgede kalıcı olmaya devam etmek için yapacaktır hem de Irak petrollerine doğrudan ulaşacaktır. ABD bölgede kalıcı olmanın yollarını döşüyor ve bahaneler stratejisi geliştiriyor. İsrail’in yeniden Filistin halkını katletmeye giriştiği ve Filistin’i yeniden işgal ettiği savaşa ABD’nin destek vermesi bu planın bir parçasıdır.
Sonuç olarak bizleri ilgilendiren kapitalist sistemin gideceği yöndür. Kapitalist sistem krize girdiğinde ve kriz derinleşip uzadığında, daha önce oluşmuş bulunan emperyalistler arası güç dengeleri altüst olur ve bir hegemonya krizi yaşanmaya başlanır. Bu da emperyalist güçler arasındaki rekabetin kıran kırana geçmesini ve bir savaş ortamının oluşmasını gündeme getirir. Ekonomik kriz ve sistemin zora girmesi, bir savaş ve düzende kırılmalar yaşanması olasılığının artması demektir. Savaş dönemleri dünya işçi sınıfının bilincinin burjuva propaganda mekanizmaları tarafından çarpıtıldığı dönemlerdir. İşçi sınıfının enternasyonal mücadele geleneğine ve dünya devrimi düşüncesine bağlı kalan Marksistlerin görevi, bir an önce devrimci mevziler kazanabilmek için, dünya çapında bir proleter devrimci enternasyonali hızla inşaya girişmektir. Dünya işçi sınıfına, bu savaşın emperyalist bir savaş olduğunu ve gerçek düşmanın sermaye ve onu elinde tutan her milliyetten burjuvazi olduğunu, ancak bu enternasyonal açıklayabilir. Düşman dışarıda değil, içerdedir. Marksistler genel olarak savaşa karşı değil, emperyalist savaşa karşıdırlar. Enternasyonalist komünistler savaşa karşı tutum alırken, bunu kapitalist düzenin devamı için yapmazlar. Onlar emperyalist savaşı içeride burjuvaziye karşı savaşa çevirme ve sermayenin iktidarını devirme şiarıyla hareket ederler. Gelecek ya sosyalizmdedir ya da dünyanın emperyalist sistem elinde tamamen barbarlaşmasıdır.
Akın Erensoy-16 Aralık 2001, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.
“Emperyalizm fırtınalı, sıçramalı, felâket ve çatışmalarla yüklü karakterde bir dönemdir.” (Lenin)
Afganistan’ın işgal edilmesinin ardından dünya kamuoyu aylardır ABD’nin Irak’a müdahalesi ile meşgul ediliyor ve savaş tamtamları çalınıyor. Emperyalist piramidin tepesindeki konumu sarsılan ABD, eski konumunu yitirmemek ve tıkanan ekonomisinin önünü açmak için sağa sola saldırıyor. ABD’nin saldırgan tutumu, nüfuz alanlarının paylaşımı için çatışan emperyalist devletleri durdukları çizgiyi netleştirmeye zorluyor. Bir kez daha diplomasi burjuva demokrasisinin siyasi araçlar bölümüne kaldırılıyor ve onun yerini silahların zoru alıyor.
11 Eylül saldırısı sonrasında “terörizme karşı mücadele” bahanesiyle ve kendisine görünmez düşmanlar(!) icat ederek yeni bir savaş dönemi başlatan ABD emperyalizmi, giderek görünen düşmanlara yöneliyor. Emperyalistlerin ekonomik çıkarlarının gizlenmesi ve emekçi sınıfların paylaşım savaşına alet edilmesi için geliştirilen “küreselleşme ve barış”, “sonsuz kapitalizm” masallarının yanına şimdi de “demokratik hür dünyanın korunması” masalı ekleniyor. Anti-demokratik yasaların yürürlüğe girdiği, ekonominin askerileştirildiği militarist bir sürecin önü açılıyor. Emperyalistler arasında geçmişte var olan geçici denge çatırdayarak parçalanıyor, çelişkiler ve çatışmalar açıkça sergileniyor. Tarihin ve sınıflar mücadelesinin “sonunu getiren” kitabın yazarı Fukuyama başta olmak üzere, çeşitli stratejist, yazar ve akademisyenler, “Amerika’nın ve Avrupa’nın dünyayı algılayışları arasında derin bir uçurum olduğundan” söz edip eski “tarihsel ittifakın” tuzla buz olmasına ağlaşıyorlar. Umarız tanrı emperyalist ayin korosunun yakarışlarını duyar!
ABD’nin yüksek askeri gücü ve silah yığınağıyla, dünya pazarındaki üstünlüğünün sarsılması bir çelişki oluşturuyor. ABD, bu makasın daha da açılmasını durdurmak, ekonomik düzlemde gerileyen konumunu askeri süper güç politikasıyla düzeltmek için çaba sarf ediyor. Durgunluğa giren Amerikan ekonomisi peş peşe iflâslarla sarsılmaktadır. Nitekim ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Morton Abromowitz gerçekliği şöyle açıklıyor. “Bush, … uluslararası finans piyasalarında sorunların salgına dönüşmesi, ABD ekonomisindeki durgunluk ve yavaşlamanın tekrarlanması, büyük şirket skandalları ve borsanın düşmesi gibi tehlikelerle karşı karşıya.” Böylelikle Amerikan rüyası da sona yaklaşıyor. Dünya üretimindeki payının gerilemesi, azalan kâr oranları ve sermayenin kendini yeniden bir üst seviyede üretmesi zorunluluğu, ABD’yi yeni pazarlar bulmaya itiyor. ABD’nin tıkanan genişletilmiş yeniden üretim sürecinin önünü açması, yeni yatırım alanları oluşturması gerekiyor. Özetle, bu koşullarda tıkanan ekonominin önünün açılması “süngünün” müdahalesini dayatmaktadır. ABD şimdi var gücüyle yeni savaşlara hazırlanıyor ve kârların realize edilebileceği silah sanayiine hız veriyor. Nitekim 11 Eylül sonrası en çok değer kazanan hisse senetleri silah sanayiidir. Lenin’in “savaş korkunç kârlar demektir” sözü durumu olduğu gibi özetliyor.
İçinde bulunulan tarihsel ortamda, ABD’nin nüfuz alanlarına sızan ve kendine yer açmaya çalışan AB’nin, en başta da Almanya’nın girişimleri emperyalist güçler arasındaki rekabeti kızıştırmaktadır. Avronun doları dengelemesi, doların uluslararası dolaşımda tek hâkim para birimi olmasına son vermiş ve AB’nin hâkim olmaya çalıştığı ekonomik nüfuz alanlarında çelişkiler şiddetlenmiştir. ABD sıkıştığı tüm cephelerde kırılmaları, geriye düşüşleri durdurmak ve eski hegemonyasının devamı için süreci geri döndürmeye çalışıyor. Bu amaçla, saldırgan, gerici ve savaş yanlısı silah tekelleriyle iç içe geçmiş bir yönetimi iş başına getirmiştir. 11 Eylül saldırısı bu yönetimin politikalarına nesnel zemin hazırlamış ve gerici emperyalist güruh harekete geçmiştir. Bush yönetiminin, daha çok enerji, silah otomotiv, uzay, havacılık şirketlerinden gelen ve Pentagon’la, muhafazakâr ve ırkçı kesimlerle yakın ilişkiler içinde olan bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz.
Amerikan devleti sermayenin çıkarları doğrultusunda iç ve dış pazarlarda sermayenin tıkanıklığına müdahale ediyor, çözüm arıyor. Ekonominin militarizasyonu, sermayenin tıkanıklığına kaldıraç olacak yönde düzenlenirken, savaş düzeni alan ABD yönetimi sivil hayatı da militarize edecek politikalar geliştiriyor. ABD yönetimi, 1 milyon kişinin CIA ajanı olması yönünde programlar geliştiriyor; toplumu tamamen güvensizleştirip ve atomize edip kendine bağlamak istiyor. Yoğunlaşmış ekonomi olan politika başka araçlarla devam ediyor ve savaş tamtamları çalınıyor.
ABD’nin Afganistan çıkartması, emperyalist hiyerarşideki hegemonik konumunu korumaya yönelik bir stratejidir. Irak’a yönelik saldırı planı da bu strateji içinde ikinci adımı oluşturuyor. Çünkü “söz konusu olan Irak’tan çok daha büyük bir şey: Uluslararası sistemin ve bunun içinde en güçlü ülke durumundaki ABD’nin rolünün nasıl bir karakteri olduğu”dur. Bu sözler, şahinlerin yanında yer alan eski ulusal güvenlik danışmanı Brezinski’ye aittir. Bu sözler önümüzdeki sürecin nelere gebe olduğunu ve savaşın nasıl bir karakterde olacağının özetidir.
AB ve ABD arasında, bugün için siyasal bir gerilim ve diplomatik düzeyde bir çatışma yaşanıyor. AB içindeki Almanya ve Fransa; İran, Irak, Suriye ve Libya üzerinden Ortadoğu’ya nüfuz etmeye çalışıyorlar. Irak petrollerini TOTAL-ELF işletiyor. İran petrollerini Almanya kontrol ediyor. Bu ülkelerin iç pazarına hâkim olan yine bu ülkelerdir. ABD bu ülkeleri şer mihverine kaydederken, 17 Haziranda Lüksemburg’da toplanan AB Dışişleri Bakanları İran’la tarihi bir işbirliği ve ticaret anlaşması kararını onayladılar. Daha önceleri gizliden yürüyen anlaşmaların artık açıktan ve AB kararları olarak yürütülmesi oldukça anlamlıdır. Çükü bu kararlar, eski tarzda ABD’nin arkasından gidilmeyeceğine dair verilmiş bir mesajdır. İran, AB ile ilişkilerini Kafkasya’ya taşıyor, Almanya ve Rusya arasında bağlantılar kuruyor.
ABD’nin Rusya’nın tarihsel arka bahçesi olarak gördüğü alanlarına göz dikmesi, Rusya’yı Irak operasyonunda ABD’nin karşısında konuşlandırıyor. Rusya, Irak’la 40 milyar dolarlık bir anlaşma yapacağını açıklamış ve ABD’yi uluslararası kararlara uymamakla suçlamıştır. Rusya Dışişleri Bakanı, “Irak’a askeri müdahale sorunları içinden çıkılmaz hale getirmekle kalmaz, Ortadoğu’yu da karıştırır” diyerek tüm bölgeyi içine alan bir savaş olasılığını vurguluyor. Rus petrol şirketleri uzun yıllardır Irak petrol yataklarında söz sahibidir. Ayrıca Rusya yıllardır Irak’a silah satmaktadır ve bu anlaşmayla silah satışı devam edecektir. Rusya 40 milyar dolarlık bir anlaşma yaparken ABD’nin müdahalesi yalnızca Irak’a değil, Rusya’ya ve aynı ölçüde AB’ye açılmış bir “savaştır.”
ABD, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Batı Avrupalı “müttefiklerinin” Ortadoğu’da artık rakip unsurlara dönüştüğünü gördüğünde, bölgeyi bu güçlerden yalıtma gerekliliğini hissetmeye başlamıştı. Birinci Körfez Savaşı, ABD’nin Avrupa’nın potansiyel gelişmesine karşı bir meydan okuma ve öne alınmış bir tahakküm kurma mücadelesiydi. 1993’te Pentagon “stratejik engelleme inisiyatifi” diye bilinen bir rapor yayınlandı: “ABD, yeni dünya düzeninde kazanmış olduğu tek süper güç konumunu sürdürmeli ve garanti altına almalı. Bunun için de dünyanın herhangi bir yerinde kendisine rakip olabilecek diğer bir süper gücün ortaya çıkmasına izin vermemelidir… Bu amaçla, birincisi, uygulayacağı politikalar ile potansiyel rakiplerini bölgesel ve küresel olarak dünyada daha önemli bir rol oynama hevesinden vazgeçirmeli, ikincisi de, herhangi bir devletin ya da devletler grubunun [siz AB veya Çin, Rusya diye okuyun] karşı koyamayacağı bir yetenekte bir askeri gücü muhafaza etmelidir.”
Ancak ABD’nin öngörüsü yeni rakip güçlerin ortaya çıkması anlamında doğrulanırken, bu rakip unsurların bastırılarak tahakküm altına alınması amacı gerçekleşememiştir. Körfez Savaşıyla öne aldığı, “rakiplerini geriletme” stratejisi de işe yaramamıştır. Almanya ve Fransa, AB aracılığıyla Doğu Avrupa ve Balkanları içine çekmiştir. Her iki ülke de Latin Amerika’da nüfuz alanları oluşturmaya başlamış; Ortadoğu’da Libya, Irak, Suriye ve İran’ı kendine yakınlaştırmış, Afrika’ya el atmış, Kafkasya’ya İran üzerinden sızmaya çalışırken bir taraftan da petrol yataklarının kontrolü için anlaşmalar imzalamıştır. Bu arada, Asya Pasifik’e burunlarını sokmaktan da geri durmamışlardır. Öte yandan Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’da kontrolü eline almış ve yeniden hegemonik bir güç olarak şekillenmiştir. Çin eşsiz büyük pazarıyla süper bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Japonya, o dönemde dünya üretimindeki payının artışına koşut olarak ekonomik üstünlüğü ele geçirmeye çalışırken, silah teknolojisinin bazı dallarında üstünlük kazanmış ve askeri olarak yeniden örgütlenmeye başlamıştır.
ABD’nin emperyalist piramidin tepesindeki konumu sallanırken, diğer emperyalist güçler daha yukarılara doğru tırmanmaya çalışmaktadır. ABD bu süreci geri döndürmek için tüm saldırganlığıyla yükleniyor. Hegemonyasını pekiştireceği stratejik hat Irak’tır. 11 Eylül saldırısını bahane olarak kullanarak savaşa hazırlanan ABD, Irak’ı önceleyen ve bölgeyi istikrarsızlaştırıp yeniden kendi egemenliği altına almayı amaçlayan bir plan çerçevesinde, İsrail’in Filistin’i işgal etmesini onamış ve desteklemiştir. Ancak bu süreç asıl olarak Irak üzerinde yoğunlaşmıştır.
ABD, tahakkümünü diğer emperyalistlere kabul ettirmek için uzun bir savaş tasarlarken, her bölgede kendi askeri gücünü devreye sokarak nüfuz alanlarının denetimini sağlamak istiyor. ABD’nin Büyük Okyanustaki kuvvetlerinin komutanı Denis Blair, tasarılarını açıklarken şunları söylüyor: “Asya’dakiler de dâhil olmak üzere diğer ülkelere eşgüdümlü ve açık bir eylem uygulayacağız.” Bu sözlerin anlamı ABD’nin savaşı göze aldığı ve emperyalist rakiplerine karşı açık tavır alacağı, planlarından geri dönmeyeceğidir. Böylelikle Körfez Savaşının ikinci perdesi açılmaktadır. ABD’nin uzun vadeli, kapsamlı ve nüfuz alanlarında kesin sonuç alıncaya kadar uzatacağı sürekli bir savaş hali başlamıştır. Kuşkusuz hegemonya yarışında kırılmalar ve geriye düşmeler devam ederken, İkinci Körfez Savaşı 11 yıl öncesinde olduğu gibi sonuçlanmayacaktır.
11 yıl öncesinden farklı olarak, bugün iki kutuplu dünyadan yeni çıkılmış bir konjonktür yok. Şimdi, yeni pazarlar üzerinde emperyalistler arası çelişki ve çatışmalardan doğan, bölgesel savaşlarla yüklü, her emperyalist gücün daha fazla nüfuz sahibi olmak istediği bir konjonktür söz konusudur. Aradan geçen 11 yıl içinde emperyalistler arası çelişki ve çatışmalar yoğunlaşarak devam etti. Bu çatışmalar, ekonomik, askeri ve siyasi örgütlenmeler bağlamında yeni arayışlarla karakterize oldu. Bugün çelişkilerin daha açıktan sergilenmesinin nedeni de bu tip yeni oluşumların varlığıdır. Emperyalist hegemonya yarışı yoğunlaşarak bir üst seviyede cereyan ederken, sonuçları da aynı ölçüde yoğunlaşarak yansıyacaktır: Savaş, emekçilerin birbirine boğazlatılması, kentlerin tahrip olması, ekonominin çökmesi, ekolojik dengenin tamamen bozulması ve insanlık için büyük bir yıkım… Bu bağlamda 11 yıllık süreç içindeki değişiklikler oldukça önemlidir ve 1991’deki konjonktür artık geride kalmıştır. Şimdi süreci etkileyen etmenler çok çeşitli ve karmaşıktır. ABD’nin İkinci Körfez Savaşı, Birinci Körfez Savaşının bir benzeri olmayacaktır, olamayacaktır.
ABD, İkinci Körfez Savaşını Irak’ın kitle imha silahları üretiminin durdurulması (sanki kendisi üretmiyor!) gerekçesine dayandırmaktadır. Saddam’ın ne kadar tehlikeli olduğunu yazan Savunma Politikası Kurulu Başkanı Richard Perle, Irak’a müdahalenin mutlaka yapılacağını söylüyor. “Yaşamsal kaynakların” denetim altında tutulması bahanesiyle geliştirilen “hür dünyanın korunması”, “globalizm”, “terörizme karşı savaş” söylemi emperyalistlerin ideolojik propagandasının ayaklarını oluşturuyor. Perle, 1939’da “demokratik ülkelerin” Hitler’e karşı zamanında müdahale etmeyerek düştükleri hataya, Saddam karşısında düşmemeyi öneriyor, demokrasi havarisi kesiliyor. ABD’nin “yaşamsal kaynaklarına” tıkaçlar konurken, akıllarına birdenbire demokrasi geliyor, kitle imha silahlarının üretimine karşı çıkıyorlar! Fakat ABD’nin “yaşamsal kaynaklar”ına rakip olarak ortaya çıkan AB ve diğer güçler hiç de Perle’nin diplomatik ataklarını yutmuyor. Tam tersine ABD’nin önüne meşruiyet sorununu çıkartıyorlar. Böylelikle ABD’nin tüm bahaneleri boşa çıkarken, “Irak’ın silah üretiminin kontrolünü BM temsilcilerine açmadığı” yönündeki iddiaları da tutarlılığını yitiriyor.
1991 Körfez Savaşında BM Güvenlik Konseyinin onayını alan ABD, bugün AB’nin BM içindeki etkisiyle sıkışmış durumda. ABD’li yöneticiler sık sık BM’yi yani aslında AB’yi eleştiren açıklamalar yapıyorlar. Irak’ın kimyasal silah üretiminin denetimini BM yeniden üstlendi. Irak’ın BM denetçilerine kapılarını açma hamlesinin arkasında Almanya ve Fransa var. Ayrıca AB, ABD’nin saldırgan ve keyfi tutumunu denetim altına almak için, onun karşısına dünya kamuoyunun gözünde meşru olan araçları dikiyor. Bu bağlamda “Uluslararası Ceza Mahkemesi”ni kuran ve destekleyen Avrupa Birliğidir. ABD, UCM’nin kurulmasını veto etti ve mahkemenin kurulmasını engellemeye çalıştı. UCM savaş suçlularını yargılamayı hedeflerken, ABD kendi askerlerinin UCM’de yargılanmasını istemiyor. AB’nin amacı ABD’yi savaş suçlusu durumuna düşürüp meşruiyetini sorgulamaktır. Böylelikle ABD’nin demokrasi havariliği boşa çıkartılmış olacak ve AB kendine daha fazla alan açacak, hesap bu. Brezinski bu konuda şunu söylüyor. “ABD, demokratik bir koalisyonun liderliğini yapmak yerine, tecrit tehlikesiyle yüz yüze.” Fakat savaşın açık bir hâl almasıyla tüm bu diplomatik ataklar ve demokrasicilik anlamını yitirecektir. Şimdilik, savaşı bu kavramların altına saklama oyunu devam ediyor.
Müttefiklerini netleştirmeye çalışan ABD’nin yanında emperyalist ülke olarak sadece İngiltere konumlanmış gözüküyor. Tarihsel ortak çıkarlara sahip bu iki emperyalist ülkenin işbirliği şöyle özetlenmektedir: “İngiltere planları yapar, ABD müdahalede bulunur.” Ancak ABD’de birçok eski yönetici, müttefikler netleşmeden savaşın başlatılmasına karşı çıkıyorlar. Çünkü aşağıya iniş sürecini geri çevirmeye çalışan ABD, savaşla birlikte şimdiki konumunu da tamamen yitirebilir. Brezinski, içine düştükleri sıkışmışlığı çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. “Fakat savaş çok ciddi bir iştir ve dinamik sonuçları – özellikle böyle karışık bir bölgede–- hiçbir zaman ön görülemez.”
ABD’nin Irak’a müdahalesine başta AB olmak üzere, Rusya, Japonya ve Çin de karşı çıkıyor. ABD’nin diplomatik manevralarının işe yaramayacağı oldukça açık. Her şeye rağmen Irak’a bir müdahale olacaksa, bu, ABD’nin daha geniş coğrafyayı kapsayacak ve uzun sürecek bir savaşı göze aldığının kanıtı olacaktır. Irak’a müdahale militarist sürecin hızlanmasını, emperyalist ekonominin militarizasyonunu, yeni ittifak arayışlarını ve keskin dönüşleri, hızlı kamplaşmaları beraberinde getirecektir. Birinci Dünya Savaşının öncesindeki yerel savaşları ve bu savaşların üzerine oturan dünya savaşını hatırlatan süreç, 11 yıl sonra yeniden işliyormuş gibi gözüküyor. Lenin’in Emperyalizm çalışmasında belirttiği gibi, “ne tür biçimler altında sağlanırsa sağlansın, ister biri diğerine karşı bir emperyalist koalisyon oluştursun veya bütün emperyalist güçleri bünyesinde toplayan genel bir ittifak olsun, bunlar, savaşlar arasındaki bir «ateşkes»ten başka bir şey değildir kesinlikle. Barışçıl ittifaklar savaşların zeminini hazırlar ve zamanı geldiğinde de savaşlar çıkar.” 85 yıl sonra emperyalizmin işleyiş yasaları Lenin’i doğrulamaya devam ediyor.
11 Eylül’ün üzerinden bir yıl geçti. Binlerce insanın cesedinin üzerine basan ABD, Afganistan’da emperyalist çıkarları için bu binlerce ölüye yenilerini kattı. Dünya emperyalist sisteminin kudurganlığı insanlığı tehdit ediyor. 1990’da başlayan yerel savaşlarda milyonlarca insan öldü ve sakat kaldı. ABD İkinci Körfez Savaşına hazırlanıyor. Bir kez daha emperyalist paylaşım savaşıyla karşı karşıyayız. Tüm insanlık kültürü ve birikimi, gelecek sınıfsız toplumu hazırlayacak nesnel güçler, emperyalist sistemin mantıksız, çılgın, anarşik yapısına kurban edilemez. Dünya işçi sınıfının ve dünya komünistlerinin omuzuna insanlığın kurtuluşunun ağır yükü binmiştir.
Savaş, emperyalist sistemin anarşik doğasından kaynaklanan ve tekrar edip duran bir olgu olarak kendini gösteriyor. Lenin’in de dediği gibi, emperyalistler savaşı hainliklerinden değil, ulaştıkları birikim düzeyinin devamı ve kâr için yapıyorlar. Savaşa karşı Marksist tutum, 1917’de Bolşeviklerin önderliğinde Rus işçi sınıfının aldığı tutumdur. Komünistlerin görevi “savaşa hayır” sloganlarıyla yetinmek değil, emperyalist savaşa karşı sınıf savaşımını yükseltmektir. Kapitalist sistem ortadan kalkmadan savaşlar asla son bulmayacaktır. İnsanlık emperyalist savaşla yok olma tehlikesinden ancak emperyalist kapitalist sistemi yok ederek kurtulabilir.
Akın Erensoy-1 Ekim 2002, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.
Dünya üzerinde uzun bir çatışma ve istikrarsızlık dönemi kendi yolunu açıyor. Emperyalist sistemin çelişkileri derinleşiyor ve dayanılmaz çelişkiler sistemin her köşesinde çeşitli şekillerde patlak veriyor. Kriz ve savaş kitlelerin gündeminde ve bilincinde giderek daha fazla yer tutuyor. Bu durum kimi yerlerde devrimci durumların ortaya çıkmasını sağlarken, kimi yerlerde ise bizzat savaş ve yıkım olarak kendini açığa vuruyor. Latin Amerika’da devrimci durumlar, ABD ve Avrupa’da savaş karşıtı gösteriler, işçi sınıfının kazanımlarına dönük saldırılar, Ortadoğu ve Kafkasya’nın barut fıçısına dönüşmesi, içinde yaşadığımız sistemin ve dönemin gerçek karakteristik özelliğini ortaya koymaktadır.
Emperyalist savaş, birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi büyük güçler arasında doğrudan bir savaş biçiminde yürümüyor. En azından şimdilik böyle yaşanmıyor. Bunun yerine bölgesel savaşlar üzerinden yürüyen bir dolaylı savaşlar silsilesi söz konusu. Emperyalist paylaşımın konusu olan bölgeler tüm istikrarsızlıklarıyla emperyalist ülkelerin hegemonya savaşına sahne oluyor. İşte Ortadoğu bu bölgelerin başında geliyor. ABD’nin 20 Mart 2003’te başlattığı savaşla Irak’ı işgal etmesi ve son bir sene içinde dünya üzerinde yaşananlar da bunu göstermektedir.
Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya uzanan sınırları içine alan Büyük Ortadoğu Projesiyle ABD emperyalizmi, bu bölgeleri ortak bir plan etrafında yeniden ve kendi çıkarları çerçevesinde yapılandırmak istiyor. Böylece söz konusu bölgeleri yeniden ve baştan aşağıya kendi siyasal hegemonyası altında tesis etmiş olacaktır. Bölgenin temel iktisadi-siyasal-sosyal özellikleri hemen hemen aynıdır. Ancak BOP sınırları içinde, şu an iktidarda bulunan burjuva güçler ABD’nin müdahalelerine karşıdırlar.
ABD emperyalizmi, ideolojik söylemini de Ortadoğu’nun yeniden “demokratikleştirilmesi”, “statükocu düzenlerin yıkılması” ve “özgürlüğün gelmesi” gibi temalarla oluşturmaya çalışıyor. BOP yepyeni bir proje olarak sunulurken, emperyalist ülkeler ve bölgedeki ülkeler de bu projeyi tartışmaya başlamışlardır. Ancak BOP’un hayata geçirilmesi için Haziran ayında yapılacak G-8 ve NATO zirvesi beklenecektir. Yani emperyalistler bu zirvede paylaşım pazarlığı yapacaklardır. Emperyalist ülkeler bu paylaşım pazarlığında daha fazla söz sahibi olmak amacıyla kendi planlarını hayata geçirmeye, bölgedeki olaylara daha fazla dâhil olmaya, müttefik devletler kazanmaya çalışıyorlar. Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Güney Asya’da bir dizi olay gelişiyor. Irak’ta ve İspanya’da patlayan bombalar, Filistin’de düzenlenen suikastlar ve halk kitlelerine karşı İsrail’in yürüttüğü savaş, Kosova’da patlak veren çatışmalar, Gürcistan’da yaşanan istikrarsızlık, Güney Asya’da Çin’in homurdanması ve ABD’yle dalaşması Büyük Ortadoğu’nun paylaşımında taraf olanların mevzilenme süreçlerinin bir ifadesi olarak gelişiyor.
Aslında emperyalistlerin Ortadoğu’ya ilişkin bu tarz planları hiç de yeni değildir. Ortadoğu, yaklaşık bir yüz yıldır bu sorunlarla içli dışlıdır. Ortadoğu her dönem emperyalistler için yeniden ve yeniden bir paylaşımın konusu olagelmiştir. SSCB’nin tarih sahnesinde olduğu dönem boyunca paylaşım mücadelesi asgari düzeyde kalmış ve esas olarak Sovyetler Birliği’nin bu bölgedeki etkisi zayıflatılmaya çalışılmıştır. Yine de emperyalistler Ortadoğu’ya ilişkin planlar geliştirmekten geri durmamışlardır. Yeni olan, bu planların hayata geçirilebileceği daha elverişli nesnel bir zeminin varlığıdır.
Berlin Duvarı yıkıldığında o güne kadar var olan dengeler altüst olmuş; eski iki kutuplu ve iki ekonomik formasyona sahip dünya düzeni çökmüş, emperyalist dengeler rayından çıkmıştı. Artık “yeni bir dünya” mevcuttu: Kapitalizmin tüm dünyada hâkim olduğu ve hükmünü sürdüreceği bir düzen! Ancak bu “yeni dünya düzeni”, sözde sosyalist dünyanın kapitalizme entegre olmasıyla sınırlı değildi. “Yeni dünya düzeni”, emperyalist kapitalist sistemin hegemon gücü ABD’nin rakipsiz kalması ve hâkimiyeti demekti. O güne kadar emperyalist ülkeler, SSCB’nin varlığından dolayı aralarındaki çelişkileri belirli düzeylerde bastırmış, ABD önderliğinde bir blok oluşturmuşlardı. SSCB’nin çökmesi ile birlikte ABD bir anda rakipsiz kaldı. ABD, hükmünü ilelebet icra edebilmek amacıyla diğer emperyalist ülkelerin kendisine karşı rakip güçler olarak gelişip, emperyalist bir kamp oluşturmaması için yeni stratejiler geliştirdi ve iki kutuplu dünyada mevcut stratejilerle uyumlu olmuş Avrupalı emperyalistleri bu sayede bertaraf etmeyi planladı. ABD emperyalizmi tüm dünyadaki rakiplerine karşı borusunu öttürmek, kapitalist dünyaya yeni bir düzen vermek, emperyalist hiyerarşiyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek, yapılandırmak istiyordu.
1990’ların başı emperyalistler için eski iki kutuplu dünyanın “sosyalist” coğrafyasını kapitalizme entegre etmek, bu yeni yatırım alanlarını ve pazarları paylaşmaktı. ABD emperyalizmi her ne kadar dünyada tek hegemon güç olarak kalmışsa da, kadir-i mutlak olmamıştır. Kapitalist eşitsiz ve bileşik gelişme yasası, emperyalistlerin gelişimini ve siyasal nüfuz alanlarını da belirlemiştir. Ortaya çıkan yeni iktisadi-siyasal dünya konjonktürü ABD’nin karşısına yeni rakipler çıkartacak şekilde işlemiştir. Diğer emperyalistleri ABD’nin arkasında hizaya sokan iki kutuplu dünya dengeleri ortadan kalktığında, Avrupalı emperyalistlerin önüne çekilen bent de kalkmış oldu. Alman ve Fransız emperyalist sermayeleri hızla Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’a aktılar ve buralarda rakiplerine karşı üstünlük elde ettiler. Ortadoğu ve Kafkasya Almanya ile Fransız sermayesinin hücumuna uğradı, bu ülkeler bu bölgelerde kendi siyasi nüfuz alanlarını açıktan oluşturmaya giriştiler.
ABD emperyalizmi bir taraftan tek hâkim güç olma konumunu sürdürmek isterken, öte taraftan da dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tesis etmek istiyordu. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini bahane olarak kullanıp Ortadoğu’ya savaş yoluyla müdahalenin ve yeniden yapılandırmanın ilk perdesini açan ABD’nin temel stratejisi, yeni bir rakip emperyalist gücün küresel düzeyde karşısına çıkmaması, çıkacak olanların şimdiden etkisizleştirilmesi, bu zeminin ortadan kaldırılması yönündeydi. Birinci Körfez Savaşı rakip emperyalist ülkelere karşı gözdağı vermek amacıyla bir anlamda erken başlatılmış bir savaştı. ABD emperyalizmi “yeni” dünyanın düzenine bir yön verirken petrol kuşağı olan ama aynı zamanda geniş doğal kaynakları ve sermayenin yeniden üretimine olanaklar sunan geniş yatırım ve pazar alanlarına sahip bu coğrafyaya özel bir önem verdi, burayı yeni bir adla tanımladı: “Güneybatı Asya.” Yani bugünkü Büyük Ortadoğu’nun 1990 sonrası ilk versiyonu. Emperyalist ülkelerin strateji merkezlerinde yeni planlar yapan burjuva stratejistler, petrol kuşağı olan ve Kuzey Afrika’dan (Fas, Tunus, Mısır) başlayarak Ortadoğu’ya (Suudi Arabistan, Irak, İran) ilerleyen ve geniş SSCB topraklarından (Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan, Kazakistan ve diğerleri) geçerek Güney Asya’ya (Afganistan, Endonezya, Çin) kadar uzanan bu hatta “Güneybatı Asya” adını vermişti. Aslında bu projenin en yaygın adı “Avrasya Stratejisi”dir. Şüphesiz önemli olan nüfuz alanlarına ne ad verileceği değildir.
Güneybatı Asya ya da Büyük Ortadoğu bir coğrafyadan çok benzeri ekonomik ve siyasal özelliklere sahip, kapitalizme entegre edilecek yeni yatırım alanları ve pazarları, dolayısıyla da yeniden emperyalist paylaşımın üzerinde yürüyeceği petrol ve doğalgaz kuşağını ifade etmektedir. İki kutuplu dünyada, Kuzey Afrika’dan sınır alıp yatay geçişle Kafkasya uçlarına kadar uzanan bölgedeki Ortadoğu ülkeleri SSCB ile ABD önderliğindeki emperyalist kamp arasında denge durumundan istifade etmekteydiler. Bu coğrafyada kapitalist üretim ilişkileri ve ulus-devletler yer almasına karşın yatırım alanları yeterince kullanılamamış, genişletilip derinleştirilemeyen pazarlar gerçek potansiyellerinin gerisinde kalmış, sermayenin yeniden üretimi sınırlı düzeylerde gerçekleşmiş, bölgede kapitalizm az gelişmişlikle karakterize olmuştur. Siyasal olarak totaliter ve askeri diktatörlüklerin yaygın olduğu Kuzey Afrika ve Arap devletlerini ABD emperyalizmi Sovyetlere karşı kendi yanına çekmeye çalışmış, SSCB’ye karşı giriştiği kuşatma stratejisinden ötürü mevcut gerici siyasal yapıları desteklemiştir. Komünizm korkusu karşısında siyasal İslamı beslemiş ve palazlandırmıştır.
Aynı şekilde SSCB, uluslararası düzeyde yürüyen mücadelede Cezayir, Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerle ilişkilere girerek, bu ülkelerin başında bulunan milliyetçi önderleri yanına çekerek nüfuz alanını geniş tutmaya çalışmıştır. Devletçi kapitalist ekonomi ve bu ekonomik düzen üzerinde yükselen sivil-asker bürokrasi, ayrıcalıklarını korumaya geçtiğinde SSCB gibi bir alternatifle karşılaşmıştır. Ya da bu alternatif, baskıcı rejimler eşliğinde devlet kapitalizminin hüküm sürdüğü bu ülkelerdeki ayrıcalıklı bürokrasiyi cesaretlendirmiştir. Bu ülkelerdeki egemenler ile SSCB’nin çıkarları örtüştüğünde, Sovyet bürokrasisi bu ülkelerin izlediği yola özgün bir isim de taktı: “Kapitalist olmayan kalkınma yolu.” Başında milliyetçi önderlerin bulunduğu sivil-asker bürokrasi, geniş küçük-burjuva yığınlar, burjuvazinin devlet destekli kesimi kendi çıkarlarını “devletçi sosyalizm” olarak ifade etmekten geri durmamıştır. Fakat SSCB bu ülkeleri Doğu Avrupa’daki gibi kopyaları yapamazken, bu ülkeler de böyle bir şeye yanaşmamışlardır. Uluslararası konjonktür böylesi bir dönüşüme izin vermezken, bu ülkelerdeki burjuvazinin iç iktidar mücadelesine göre siyasal yönelimler de değişime uğramıştır. Mısır’da Nasır, Irak’ta Abdülkerim Kasım saf dışı kaldığında, bu ülkeler ABD emperyalizmi şemsiyesi altına girdiler. Cezayir’de ise ABD’nin desteklediği İslamcı örgütlerin başlattığı uzun bir iç savaş yaşandı.
İki kutuplu dünyanın çökmesiyle birlikte eski dengeler tepe taklak olmuş, SSCB ile ABD arasında sıkışıp kalan Afrika ve Arap ülkeleri eski rollerini kaybetmişlerdir. Böylelikle kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız petrol ve doğalgaz kuşağı, benzeri ekonomik ve siyasal özellikler taşıyarak emperyalist sistemin derin entegrasyon ve yeniden paylaşım alanına girmiştir. BOP’un savunucularının iddialarına göre ABD, bölgedeki devletlerin statükocu yapısına son vererek buraları modernleştirecek, liberalizmi ve demokrasiyi getirecek! Oysa tüm bu argümanlar emperyalistlerin bu bölgeleri kapitalist ekonomiye derinden entegre edebilmelerinin ve hegemonya alanları oluşturabilmelerinin siyasal/ideolojik ifadesinden başka bir şey değildir. Modernizmden kastedilen bölgenin tam anlamıyla kapitalizme entegre edilmesidir, pazarların tüm potansiyelinin kullanılmasıdır. Özetle Büyük Ortadoğu Projesi kapitalizmin içine düştüğü krize ve ABD emperyalizminin nüfuz alanlarının kendi hegemonyası altında yeniden tesis edilmesine bir yanıt olarak geliştirilmiştir.
ABD’nin Afganistan’a açtığı savaş ve Ortadoğu’ya doğru ilerlettiği emperyalist sefer, derinleşen ekonomik kriz ve dünya çapında siyasal istikrarsızlığın hâkim olmaya başladığı bir atmosferde gerçekleşti. ABD emperyalizmi elinde tutuğu savaş makinesini yeni bir savaşa koşmadan, böylelikle dengeleri yeniden kendi lehine çevirmeden üstünlüğünü sürdüremezdi. ABD ve İngiltere’nin başlattığı savaş mevcut dengeleri altüst etmiş, emperyalistler arası çelişkileri derinleştirmiştir.
Irak’a açılan savaş birinci yılını doldurdu. Bugünkü siyasal gelişmeler bir sene öncesinden farklı işliyor. Dünya kapitalizminin kriziyle emperyalistler arası siyasal kriz birbirini tamamlayan, koşullandıran diyalektik bir gelişim olarak tezahür ediyor. Her yerde emperyalistler arası kapışma ve bu kapışmanın yerel aktörlerine rastlanıyor. Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Güney Asya’da önemli gelişmeler oluyor. Yapılan hamlelerin cevabı çabuk geliyor. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında paylaşımın konusu olan, kendi devletlerini kuramamış ve dolayısıyla da siyasal bir aktör olamayan eski sömürgeler ve SSCB’ye dâhil olmuş devletlerin bir kısmı, artık bugünkü dünya konjonktüründe kendi çaplarında bölgesel rollere soyunmuş bulunuyorlar. Bunlar kendi kapitalist ulus-devletlerini kurarak siyasal bir aktör durumuna geldiler. Gelişen orduları, silahlı güçleri ve burjuva sınıflarıyla emperyalist hegemonya mücadelelerine dâhil oluyorlar. Emperyalist savaşın alanı genişledikçe nüfuz alanları üzerinde yer alan devletler ve bu devletler içinde burjuvazinin bir kesiminin çıkarları hangi tarafla örtüşüyorsa o yöne geçerek saf değiştiriyorlar. Aslında bu olgu sürecin ne denli çok yönlü ve karmaşık olduğunu gösteriyor.
Örneğin Gürcistan’da yapılan darbe ile birlikte Gürcistan bir taraftan ABD’nin nüfuz alanına girmiştir. Buna karşın, Gürcü burjuvazisinin bir kesiminin çıkarları ABD ile örtüşürken diğer bir kesiminin çıkarları ABD ile ters düşmekte ve Rusya, Almanya, Fransa gibi ülkelerle kesişmektedir. Gürcistan’a bağlı küçücük özerk bölgeler, Rusya’nın arkasına saklanarak siyasi dengeleri değiştirebilecek stratejik alanlarda yeni çatışmalara temel hazırlıyorlar. Bu durum emperyalist savaşın çelişkili, girift yapısını ortaya koymaktadır.
Güney Asya’da derinden işleyen bir gelişme söz konusudur. Rusya ve Çin, Çin ve Fransa ortak çıkarlar temelinde bir araya geliyorlar. Çin ile Fransa arasındaki yakınlaşmaya özellikle dikkat çekmek gereklidir. Zira Fransız burjuvazisi Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun ziyaretiyle coşmuş, 2004 yılını “Çin Yılı” ilan etmekle kalmayıp Eyfel Kulesini kırmızı ışıkla aydınlatılarak kendisine jest yapılmıştır. Çin ile yapılan ticaretin onlarca milyar dolar olduğu hatırlanırsa, Fransız egemen sınıfının neden coştuğu ve Hu Jintao’yu neden jestlere boğduğu da anlaşılır. Çin ve Fransa her alanı kapsayan bir işbirliğine vardıklarını açıklamışlardır. Aynı günlerde Rusya, Çin ve Hindistan’ında içinde yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü ve Bağımsız Devletler Topluluğu bu yıl içinde (2004) Kazakistan’da ortak bir askeri tatbikat yapma kararı almışlardır. Ayrıca Moskova’da gerçekleşecek toplantılarla savunma konuları tartışılacaktır.
ABD emperyalizmi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere her yere müdahale ediyor ve buralardaki ülkeleri ehlileştirmeye çalışıyor. Irak’ın işgalinden sonra Suriye ve İran’ının sıkıştırılması karşılığını bulmuş gözüküyor. Suriye egemen sınıfı ve İran burjuvazisinin bir kesimi ABD ile uzlaşmak peşindedir. Yıllardır emperyalistlere atıp tutan anti-emperyalist(!) Libya lideri Kaddafi ABD karşısında yelkenleri suya indirmiştir. Ortadoğu’da Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerin başında bulunan ve çıkarlarını mevcut düzenin devamında bulan egemenler, ABD’nin müdahalelerine karşı durmaya çalışıyorlar. İçeride gelişebilecek hareketlere karşı duran bu yönetimler, muhaliflerini bastırmaktan da geri durmuyorlar.
Tüm bu gelişmeler emperyalist savaşın yatağını genişletirken, yeni olayların kıvılcımları da çakılıyor. Kosova’da başlayan etnik çatışma, Kilise ve Camilerin yakılması, Sırp ve Arnavut halklarının meydan muharebesi şeklinde birbirini boğazlaması emperyalist çatışmanın bu bölgeleri bir kez daha, yeniden savaş alanına çektiğini gösteriyor. BM ve NATO güçleri ne hikmetse çıkan olayları durduramadıklarını(!) açıklıyorlar. Kosova’da başlayan olaylar bir kez daha Balkanlar’a yayılabilir ve başlayan çatışmalar halklar arasında kanlı hesaplaşmalara neden olabilir. Şurası açık ki emperyalist sistem krizdedir ve her yerde istikrarsızlık üretmektedir.
Kriz ve istikrarsızlık İspanya’da patlayan bombalarla kendini açığa vururken, emperyalist savaşın akışını da değiştirmektedir. Bağdat’ta, İstanbul’da, Erbil’de (Hewler), Moskova’da, Madrid’de bombalar patlıyor ve bu bombaların geride bıraktığı ölülerin sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Savaş sürecinin bir parçası olarak gelişen bu saldırılar, sermayenin kitleleri dehşete düşürmesine ve kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmesine hizmet etmektedir. Tüm ülkelerin egemen sınıflarına göre “dünya üzerinde bir terörizm heyulası” dolaşıyor! Kimdir, amacı nedir, hangi sınıfın çıkarlarını ifade ediyor bilinmiyor! “Terörizm” insanüstü, insansız, bir takım canilerin öldürmekten zevk almasının ürünü gibi sunuluyor. Oysa bu saldırılar emperyalist savaşın yeni bir biçimi, yöntemi olarak gelişen olgunun bizzat kendisidir. Yüzlerce insanın ölümüne neden olan saldırılar emperyalist-kapitalist sistemin artan çelişkilerinin, çatışmaların ve emperyalistler arasında yürüyen hegemonya savaşının görünmeyen, dipten gelen dışavurumundan başka bir şey değildir.
Patlatılan bombaların ortaya çıkardığı dehşet, emperyalist bir kampın, bölgedeki ülke devletlerinin ya da bu ülke burjuvalarının bir kesiminin çıkarlarını yansıtan yeni bir savaş tarzıdır. Şimdilik düzenli ordu ve açık cephelere genişletilmeyen emperyalist paylaşım, bu şekilde sürdürülmektedir. Hegemonya savaşının bu yöntemi, altta derinde yürüyen bir kavganın, üstte ise burjuva kesimlerin çıkarlarının savaş diplomasisine uyarlanmasıdır. Büyük Ortadoğu sınırlarına giren ülkelerin bir kesim burjuvazisi ABD’ye karşı cephe alırken, paylaşımın aktörü olan emperyalist ülkeler ile yakınlaşmaktan da geri durmuyorlar. Örneğin Suudi Arabistan burjuvazisinin bir kesimi El-Kaide’yi desteklemekten ve onu finanse ederek kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmiyor. Ortadoğu ve Orta Asya’da bu tarz onlarca örgüt var ve bu örgütler giderek burjuvazinin düzenli ordusu biçiminde olmasa da, savaş örgütlerine dönüşüyorlar. Emperyalist hegemonya kavgasına açıktan dâhil olmaya cüret edemeyen burjuva kesim ya da devletler emperyalist hegemonya savaşının taraflarının birinin yanında yer alarak ve bu tarz savaş örgütlerini devreye sokarak gelişmelerin dışında kalmamaya çalışıyorlar. Bu tarz savaş örgütleri önümüzdeki yıllarda yürüyen emperyalist hegemonya savaşına daha çok bağlanacak, bu örgütler yürüyen kavgada manipüle edilecek ve bu tip saldırılar savaşın doğrudan bir parçası olarak, rakip devletlerin çıkarlarını baltalamak amacıyla kullanılacaktır. Bu tip saldırılar toplumda infial, korku, güvensizlik yaratacak ve emekçi sınıflar egemen sınıfların peşine takılmaya çalışılacaktır. Emperyalist çelişkiler derinleştikçe savaş alanı genişleyecektir.
Irak savaşı sırasında karşı karşıya gelen ve gerçekte emperyalist paylaşımın iki ana tarafını temsil eden ABD ile Almanya arasında son günlerde bir yakınlaşma(!) gözlemleniyor. Almanya Başbakanı Schröder Şubat ayında ABD’yi ziyaret etti ve Bush ile görüştü. Schröder BOP’a karşı olmadıklarını açıkladı. Ortak açıklama metninin başlığı dikkat çekicidir: “21. Yüzyılda Alman-Amerikan Birliği.” Yapılan açıklamada, “Avrupa ve ABD olarak, Ortadoğu’daki devletler ve halklarla birlikte çalışıp adil hedeflere ulaşılması ve barış içerisinde yan yana yaşamın sağlanması için gerçek bir ortaklık kurmalıyız. Avrupa olarak, Yakın ve Ortadoğu’daki dost ve müttefiklerimizle birlikte bu çabalarımızı yakından paylaşıp kararlaştırarak, G8’ler, AB-ABD Zirvesi ve hazirandaki NATO Zirvesinde, bölgede gerekli olan reformlar için reaksiyon göstermek ve somut öneriler üzerinde çalışmamız gerekiyor” deniyor. (Başbakanlık Açıklaması, 27.02.2004)
Yapılan bu açıklamaya karşın gerçek pazarlığın henüz daha bitmediği ortaya çıkıyor. Asıl pazarlıklar G-8 ve NATO zirvesinde yapılacaktır. Nitekim pazarlıklara oturan ABD ve AB sözcüleri de bu yönde açıklamalarda bulunmuşlardır. ABD Dışişleri Bakanı Powell, “Haziranda yapılacak G-8, ABD-AB ve NATO zirvelerine doğru Büyük Ortadoğu girişimi üzerinde işbirliği için büyük fırsat ve imkân görüyoruz” açıklamasını yapmıştır. Emperyalist çelişkilerin şiddetlendiği bir dünyada bu yakınlaşma çabası, olsa olsa geçici olabilir. Böylesi yakınlaşma arayışlarına bakarak ABD ve Almanya önderliğinde AB’nin ortak çıkarlar etrafında bir araya geldiğini ileri sürmek saflık olacaktır.
Alman egemen sınıfları ABD ile pazarlığa girerek, onun Ortadoğu’da sıkışmasından yararlanarak nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. Bu bir savaştır ve her savaşta olduğu gibi hegemonya savaşında da, düşman güçler geçici anlaşmalar, ateşkesler yapmaktan çekinmezler. Zira böylesi bir “ateşkes” durumu her iki düşman kamp için de yararlı olacaktır. Savaşa aktif olarak girmiş taraf kısmi tavizler vererek cephe hattında soluklanmaya, ordularını yeniden düzenlemeye, yeniden organize ederek dinlendirmeye, silahlarını tamir etmeye ve moral açıdan savaş gücünü diri tutmaya çalışarak yeni saldırılar için strateji geliştirir. Diğer taraf ise düşmanın zayıflığından yararlanarak ondan tavizler koparmaya, düşmanının gücü karşısında kendi gücünü toplamaya, savaş makinesini geliştirip düşman kampını yakalamaya, ordularını eğitmeye ve düşmanının açıklarını beklerken savaş stratejileri geliştirmeye yani zaman kazanmaya çalışır. Olan tastamam bu yöndedir. ABD ordusu uzun bir dönemdir yeni bir yapılanma içindedir. Güçlerini daha geniş alanlara yaymış olan ABD, yeni dönemde ordularını kalıcı merkezlerde toplayarak, ordunun harekât kabiliyetini ve vuruş gücünü artırmak istemektedir. Açık denizlere yayılmış Amerikan ordusunun yeni bir plan dâhilinde belirli stratejik merkezlerde toplanması amaçlanıyor.
Yeni bölgelere müdahale etmekten geri durmayan Alman emperyalizmi ise 2004’ün ilk aylarında ordusunu modernizasyona tabii tutacağını açıklamıştır. Alman ordusu etkin müdahale kabiliyeti olan bir aygıta dönüştürülmek istenirken, bu geliştirilecek yeni silahlarla tamamlanacaktır. Olayların gelişiminin ifadesi budur. Alman emperyalizmi gelişecek olaylara hazırlanmak için kapsamlı adımlar atmaktadır. Öyle ki, Alman ve Fransız emperyalistleri Avrupa Birliği projesi bağlamında yeni değişimlere gitmeyi hedefliyorlar. Çünkü emperyalist hegemonya savaşının alanı genişlemektedir ve buna göre örgütlenmiş askeri-siyasal bir yapı söz konusu değilse paylaşımda belirleyici olmak zordur. Bu kapsamda bir taraftan AB’ye bir düzen vermeye çalışan Almanya, öte taraftan da egemenlik alanını genişletecek askeri-siyasi örgütlülüğü artıracak bir tutum içine girmiştir. Schröder’in son bir ay içinde onlarca ülkeyi ziyaret etmesi Alman emperyalizminin gerçek arayışını ortaya koymaktadır. Schröder Türkiye’ye de geldi ve birdenbire “Almanya ile Türkiye’nin stratejik müttefik” olduğunu ilan etti. Alman gazeteleri Türkiye’nin AB’ye alınmasını hararetli bir şekilde savunmaya giriştiler. Berliner Zeitung’a açıklamalarda bulunan Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, uzun süre savunduğu “çekirdek Avrupa” fikrinden vazgeçtiğini açıklamıştır. Fischer’e göre “Küçük Avrupa tasarımı öyle kolay işlemiyor.” Kuşkusuz bu açıklamalar egemen sınıfların niyetlerinin Fischer nezdinde dışavurumudur. Fischer, Türkiye’ye ilişkin ise şu açıklamaları yapmıştır: “Dünyadaki çatışmalar sadece, ‘kıtasal büyük düzenlemeler’le önlenebilir. Rusya, Çin, Hindistan ve tabii ki ABD yeteri kadar büyük. Biz Avrupalılar, yakın işbirliğiyle birlikte büyüyüp büyümeyeceğimiz, bir ağırlığa sahip olup olmayacağımız sorusu ile karşı karşıyayız. Bu çerçevede Türkiye boyutunu görmeliyiz.” (Berliner Zeitung)
ABD ve Almanya’nın kısa bir dönem için yakınlaşması ve birbirlerinden tavizler koparmaları mümkündür. Ancak emperyalist ülkeler arasındaki şiddetli ve uzlaşmaz kapitalist çelişkilerin üzerinin örtülmesi ve çelişkilerin çözümünün ertelenmesi ne emperyalistler arası rekabetin durulmasını ne de onları savaş alanlarında boğazlaşmaya iten kapitalizmin doğasından gelen kriz ve çöküşleri engelleyebilir. Bu yakınlaşma, uçsuz bucaksız yatırım ve pazar alanları üzerinde kendi çıkarları peşinde koşmaktan başka gayesi olmayan emperyalistleri zıt ve düşman varlıklar olarak yan yana getirmekten, böylelikle nihai hesaplaşmayı ertelemekten başka işe yaramayacaktır. Bu yan yana oluş çelişkili ve çatışmalı, her an birinin diğerine üstün geleceği hamlelerin bekleneceği gergin ve yıpratıcı, bir bu kadar da çelişkilerin yoğunlaşacağı ihtilaflı bir süreç olacaktır.
ABD emperyalizmi projenin hayata geçirilmesi için önüne bir 15 yıl koymuştur. 11 Eylül sonrasının jargonuyla söylersek, savaş 15 yıl sürecektir. ABD’nin projeyi uygulayabilmesi hiç de kolay olmayacaktır. Emperyalistler arası süren rekabet ve hegemonya mücadelesinin yanı sıra bölgedeki kapitalist ülkelerin derinden işleyen engellemeleri, karşı çıkmaları söz konusu olacaktır. Birçok çelişki, çakışan ve ayrışan etmen, gelişmeler üzerinde etkili olacaktır. Bu öğeler kimi zaman yan yana duracak, kimi zaman kısmi anlaşmalara gidilirken ilk fırsatta süreç tersine çevrilmeye, denge bozulmaya çalışılacaktır. Çatışmalar, anlaşmalar, saf değiştirmeler ve yeniden boğazlaşmalar ve nihayetinde emperyalistler arası açıktan cephe savaşı bu dönemin karakteristik eğilimini oluşturmaktadır.
ABD, projeyi uygulayabilmek amacıyla bölgeye ilişkin her müdahalede bilinmedik, keskin ve ani dinamiklerle karşı karşıya gelecektir. Birçok devletin sürece karışması, bu devletlerin burjuvalarının kendi iç mücadeleleri, karşı çıkmaları, alttan ve derinden yürüyen karşı koyma istekleri, kimi zaman açıktan ve emperyalist devletlerin bir kesiminin yanında emperyalist savaşın bir parçası olmaları; bütün bunlar süreğen savaşın görünümleri olarak gelişecektir. Bu dinamiklerin harekete geçmesi süreci baltalayan, gerilere düşüren, çatışmaları kimi zaman alevlendirip kimi zaman gerileten ve kısmi “barış” dönemlerinin yanında bambaşka faktörlerin de devreye girmesiyle sonuçlanacaktır.
Öyle ya da böyle bölgedeki emekçi yığınlar yukarıdaki gelişmelere bağlı olarak olayların dışında kalamayıp çatışmaların içine sürüklenecektir. Emekçi yığınlar çatışma, kan ve barut kokan bu büyük coğrafyada ayağa kalkmaktan, siyasal alana müdahale etmekten geri durmayacaktır, duramayacaktır. Eğer kitleler devrimci bir önderlikten yoksun kalırlarsa burjuvazinin çeşitli kesimlerinin arkasından gidecektir. Ancak her şeye rağmen şurası çok açıktır ki, işçi sınıfı gelişen olayların dışında bağımsız, izleyen ve edilgen konumda kalamayacaktır. Artan sınıf çatışmaları ve yükselen sınıf mücadelesi emperyalistler arası hegemonya savaşının ne yönde ilerleyeceğini belirleyen tarihi bir etmen olacaktır.
Emperyalist savaşın ve emperyalist sistemin geleceğini belirleyecek olan temel faktör, bizzat sınıf mücadelesi ve proletaryanın devrimci hareketidir. Irak Savaşı sırasında milyonlarca emekçi sokaklara dökülerek ABD emperyalizmine öfkelerini dile getirdiler. Dünyanın her köşesinde kendiliğinden de olsa ve başında bir devrimci önderlik bulunmasa da milyonlarca işçi ABD’nin Irak’a açtığı savaşa karşı çıktı. Aslında ABD emperyalizmine karşı duyulan tepki her ne kadar bilinçli bir ifadeye kavuşturulmuş değilse de, kapitalizme duyulan öfkenin bir yansımasıydı. Savaşın birinci yıldönümünde yine milyonlarca emekçi dünyanın her köşesinde sokaklara dökülmekten, ABD emperyalizmini protesto etmekten geri durmadı. Bu da gösteriyor ki, emekçi yığınların tepkisi bir dönemle sınırlı değildir. Dünya sınıf hareketinde yeni bir canlanma söz konusudur. İşçi sınıfı savaş gösterilerinin dışında da ve özelikle Avrupa’da uzun bir süredir tepkisini ortaya koyuyor. Avrupa’da işçi sınıfının kazanımlarına dönük saldırılar birçok ülkede kısmen de olsa geri püskürtüldü. Fransa’da gelişen emekçi kitlelerin tepkisine İngiltere ve Alman emekçileri de ortak oluyor.
İspanya’da patlayan bombalardan sonra 11 milyon insanın sokaklara çıkması dikkate alınması gereken bir olgudur. Gelişen hareketlere burun kıvırıp küçümsemek Marksistlere değil, anarşistlere özgü bir tutumdur. Bugün “terörizm”e ve savaşa karşı sokakları zapteden milyonlar yarın çelişkiler derinleşip sınıf çatışmaları arttıkça kendi çıkarları için mücadele bayrağını yükselteceklerdir. Ve işte o gün geldiğinde, bugün emekçileri kendi paylaşımlarına alet etmek amacıyla sokağa çağıran burjuvazi kaçacak delik arayacaktır. Yeter ki işçi sınıfının başında devrimci bir önderlik olsun!
Büyük Ortadoğu sınıf çelişkilerinin keskinleşmesinin yanında, halkların totaliter devletlerin mengenesinde sıkıldığı ve ezilen ulusların baskılanmasıyla karakterize olmaktadır. Ortadoğu ve Asya halkları, emekçi yığınları yoksulluk, sefalet, açlıkla boğuşmaktadır. Irak işgal altındadır. Yoksul Irak halkı ABD emperyalizmi tarafından horlanmakta, aşağılanmakta, potansiyel suçlu görülmekte, sürekli katliamlar yapılmaktadır. Irak emekçi yığınları işsizlik, açlık ve kaosa sürüklenmiştir. Filistin ve Kürt halkları özgürlükleri için yıllardır mücadele bayrağını ellerinden bırakmıyor. Filistin halkının başlattığı intifada tüm bölgeyi ateşleyecek ve devrimci bir yükselişe sürükleyecek güçtedir. Gerici despotik Arap yönetimleri Filistin halkının militan mücadelesi karşısında sıkışmış durumdadırlar. Üzerine bastıkları toprağın çekilmesinden korkan bu gerici rejimler, Filistin halkının militan mücadelesini manipüle etmek, ehlileştirmek istiyorlar.
Sonuç olarak, emekçi yığınların bu kan ve barut atmosferinde ayağa kalkması ezilen ulusların emekçi kitlelerinin hareketinin proletaryanın mücadelesiyle birleşmesi Büyük Ortadoğu’yu bir devrimci buhran sürecine itecektir. Büyük Ortadoğu sonuna kadar devrim, karşı-devrim anaforuna çekilecektir. Şurası açık ki dünya tarihi yeni bir döneme girmiştir ve genişletilmiş emperyalist paylaşım olan Büyük Ortadoğu Projesi ancak proletaryanın devrimci iktidarıyla parçalanabilir.
Akın Erensoy- 5 Nisan 2004, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.
Medeniyetler çatışması ve uluslararası terörizm derken, uluslararası siyasal literatüre yeni bir kavram daha sokuldu: Ilımlı İslam! Bu kavramlaştırma üzerinden gerek Türkiye’de gerekse uluslararası düzeyde İslamın ılımlılaştırılması ve demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışılıyor. Ilımlı İslam projesinin model ülkesi olarak ise Türkiye ve Malezya sunulmaktadır. AKP’nin yeniden iktidara gelmesi ve cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi Amerika ve Avrupa basınında İslamın zaferi olarak yankı bulurken, Türkiye İslam ile demokrasinin bağdaştığı ılımlı İslam ülkesinin cisimleşmesi olarak sunuldu. Oysa AKP’nin yeniden iktidara gelmesinin ne ılımlı İslam ile ne de İslamın zaferiyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Batı basını, aydınlar ve hatta kimi Marksistler yaşananları İslamcılar ile laiklerin çatışması biçiminde değerlendirdikleri için, Türkiye’nin özgünlüğünü ve burjuvazi içinde yaşanan iktidar kavgasını da kavrayamıyorlar.
Daha baştan belirtmek gerekiyor ki, ılımlı İslam kavramı da aynı medeniyetler çatışması kavramı gibi emperyalist ideolojik merkezlerde, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşı kitleler nezdinde haklılaştırmak amacıyla üretilmiştir. Ilımlı İslam kavramı ve onun etrafına yığılan argümanlar, İslamın yıkıcı bir içerikle dolu olduğu, terörizmden beslendiği, Batı medeniyeti ve değerlerini yok etmek istediği ve dolayısıyla da ehlileştirilmesi gerektiği tezi üzerine kuruludur. İslamın bu şekilde şeytanlaştırılması Batılı emperyalist güçlerin yaratmaya çalıştıkları dış-düşman öcüsüyle doğrudan bağlantılıdır. Geçmişte komünizm şeytanlaştırılmış ve her an saldırmaya hazır, dehşet verici bir dış-düşman imgesi yaratılmış ve bu yolla geniş kitlelerin zihinleri esir alınıp emperyalist saldırganlık meşrulaştırılmak istenmişti. Bugün bu ihtiyacı İslam düşmanlığıyla karşılamak istemekteler.
Bir başka yönden ise, bir zamanların anti-semitizminin yerini adeta İslam düşmanlığının almış olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. İslam düşmanlığı özellikle El-Kaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere saldırmasından sonra alabildiğine tırmandırıldı. Öyle ki emperyalist ideolojik merkezler dört bir koldan Müslümanları “cahil, barbar, aklı kıt ve şiddet uygulamaktan şehvet duyacak kadar cani” şeklinde betimlemekte ve Batılı işçi-emekçi kitlelerin zihnine de böyle bir tablo yerleştirmek istemekteler. “Müslümanların fareler gibi üreyerek Avrupa’yı kirlettiği” ırkçı söylemi eşliğinde yürütülen “Avrupa’nın İslamileştirilmesini durdurun” kampanyaları, aşağılamanın boyutlarına örnektir. Beri taraftan da Irak’ta, Afganistan’da ve Filistin’de yaşanan zulme veya İslam dinine dönük hakaretlere –karikatürlere– tepki gösteren Müslüman kitlelerin haklı öfkesi, savaş arabasına ideolojik bir silah olarak yüklenmiş medeniyetler çatışması gibi safsataların doğruluğuna delil olarak gösteriliyor. Böylece ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş bir anda Batı medeniyetini ve değerlerini koruma kisvesine büründürülerek aklanmış oluyor!
Esasında toplumların yapay, kültürel temellerde bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin farklı medeniyetlerin çatışması biçiminde örtülmesi yöntemi hiç de yeni değildir. Tarih, Hıristiyanlık ya da İslam adına yapılan, ama gerçekte egemen güçlerin çatışmasından başka bir şey olmayan nice cihat kaydetmiştir. Dolayısıyla, kapitalizm altında gerçek çelişkilerin toplumun sınıflara bölünmüş olmasından değil de, değişik uygarlıklara bölünmüş olmasından kaynaklandığını iddia eden ve böylece sınıflar mücadelesi unsurunu bertaraf etmeye çalışan emperyalist güçlere karşı uyanıklık bir an olsun elden bırakılmamalıdır.
Tarih gösteriyor ki, bugüne değin tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve onları söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için muhtelif ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan Haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa aslında bu savaş, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen sınıflarının ticaret yollarını ele geçirmek üzere giriştikleri çıkarlar savaşıydı. O dönemde Müslümanlar İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi, Doğu’nun ticaret yollarını ve limanlarını ele geçirmekle kalmamış, Avrupa ve Bizans egemenlerini de tehdit etmeye başlamışlardı. Dönemin Avrupalı egemen sınıfları feodal beyler ve Kilisenin ruhban sınıfı bu tehdidi savuşturmak ve esas olarak da yeni topraklarla birlikte ticaret yollarını ele geçirmek amacıyla 1095’te –iki yüz yıl sürecek– Haçlı seferlerine start verdiler. Yoksul köylü kitlelerini sonu belli olmayan meçhul bir savaşa ikna edebilmek için, İslamın barbar olduğu ve Hıristiyanlığı yok etmek istediği biçiminde, din üzerinden propaganda yürütülüyordu. Bunun yanı sıra, İslam şeytanlaştırılıyor ve bir din olarak kabul edilmeyerek sapkın damgası basılıyordu. Dönemin ünlü aydınlarından Dante, meşhur İlahi Komedya’sında İslam peygamberini cehennemde, “ayrılıkçı bir düzenbaz” olduğu için bedeni sürekli parçalara ayrılan birisi olarak betimliyordu. Öyle ki, Dante hızını alamamış, eserinde İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Müslüman bilginlerini de cehennem cezasına çarptırmıştı. Dante’nin bu tutumu, dönemin egemen sınıflarının İslamı şeytanlaştırma arzusunun doğrudan bir yansımasıydı.
Bu dönemde, yani hemen Haçlı seferlerinin sona ermesiyle başlayan süreçte Batılı egemen sınıfların Doğu’ya olan ilgisi daha da artmıştır. Bu ilgi elbette nedensiz değildi: Birincisi, Haçlı seferleri beraberinde ticari ilişkileri de geliştirmiş, Venedik, Cenova ve Fransa’nın liman kentleri ile Mısır, Suriye ve tüm Doğu âlemine uzanan bir ticaret ağı örülmüştü. Dolayısıyla Doğu ticari çıkarlar açısından büyük önem kazanmıştı. İkincisi, feodal beylikler çözülüp yerlerini merkezi krallıklara bırakmaya başlarken, ticaret ile birlikte yeni bir sınıf, burjuvazi de gelişmeye başlamıştı. Bu iki durum Batılı egemen sınıfları bir kez daha Doğu’yu ele geçirme planları kurmaya itiyordu. Dahası Haçlı seferleriyle görülmüş olan Doğu uygarlığının ürünlerinin tanınması ve taşınması niyeti de vardı. Söz konusu faktörlerin itkisiyle 1312’de Viyana’da toplanan Kilise Şûrası Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması ve dillerinin öğrenilmesi için kürsüler kurulması kararını aldı. Kilise Şûrasının böyle bir karar almasıyla birlikte Batı’da Şark’ın incelenmesi akademik meslek düzeyine yükselecek ve bir Doğubilimi dalı doğacaktı.
18. yüzyıla gelindiğinde Doğubilimi ya da Batı dillerindeki adıyla Oryantalizm, Şark’ı, ekonomik, siyasal, sosyolojik, kültürel, dinsel ve askeri yönleriyle incelemiş, Batılı egemen sınıfların sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir Şark imajı yaratılmıştı. Araştırmacıların neredeyse tamamı Şark’ı düşman olarak gösteriyor ve Doğu uygarlıklarının birikimini yok sayıyorlardı. Tarihsel gelişim çizgisinden kopartılmış, soyut ve Oryantalist uzmanların tahayyüllerinden yeniden yaratılmış bir Şark söz konusuydu. Çizilen tasvire göre Şark kimi yönleriyle ilginç, egzotik, ama aynı zamanda barbar, kültürel olarak geri, cahil bir coğrafya idi. Hintliler, Çinliler ve özellikle de şeytanın zürriyeti olmakla itham edilen Müslümanlar aşağılanıyor, hor görülüyorlardı. Yayınlanan kitaplarda Şark insanına dair bitmez tükenmez, akla hayale sığmaz aşağılayıcı öyküler anlatılıyordu.
Hindistan, Çin ve Ortadoğu’nun bir bölümünün sömürgeleştirilmesiyle birlikte Doğu’ya ilgi daha da artacaktı. Örneğin, 1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon Bonaparte’ın gemisinde bir Şark uzmanı takımı da yerini almıştı. 1800’lü yılların ilk yarısından başlayarak Amerika ve Avrupa’da pek çok Şark Derneği kurulmuştu; akademilerin yanı sıra bu dernekler de araştırmalar yaparak konferanslar veriyorlardı. Yayınlanan kitaplarda ve konferanslarda aşağılayıcı nitelemeler tekrarlanıyor, Şark’ın bilim adamı çıkartamayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini yönetemeyecekleri, uygarlaştırılmaları gerektiği fikri, daha inceltilmiş yöntemler kullanılarak kanıtlanmaya çalışılıyordu. Neredeyse tüm burjuva aydınlar bu ırkçı koroya kaptırmışlardı kendilerini. Victor Hugo’dan Flaubert’e kadar pek çok aydın, romanlarında Şarklıları küçümsüyor ve cinsellikten başka şey düşünmeyen şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde betimliyorlardı. Buna mukabil, Batı gelişmiş üstün bir medeniyetin ve kültürün temsilcisiydi ve dünya Batı’nın üstünlüğünü ve egemenliğini kabul etmeliydi!
Batı’nın sömürgeci devletleri ise Oryantalizmin sunduğu bu ideolojik zemini, Hindistan, Mısır veya Çin’in işgalinin adeta Tanrı buyruğu olduğunu kanıtlamak için kullanıyorlardı. 1910’da Avam Kamarasında, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour yukarıdaki tezi şöyle dile getiriyordu: “Her şeyden önce olgulara bakın. Batılı uluslar, tarihte ortaya çıkar çıkmaz, kendilerine özgü erdemler edinip … kendi kendini yönetme yetilerinin ilk ilkelerini … sergilediler… Genel deyişle ‘Doğu’daki Şarklıların tüm tarihine bir göz atın, kendi kendini yönetmenin izine rastlayamazsınız.”[6] Mısır’ı yirmi beş yıl yöneten Lord Cromer ise, Bağımlı Irkların Yönetimi adlı makalesinde ve Modern Mısır adlı kitabında Şarklı halkların ya da “bağımlı ırkların” kendileri için neyin iyi ya da kötü olacağını anlayacak bir zekâ düzeyinden yoksun olduklarını ileri sürüyordu. Bu sebeple Doğu’nun sömürgeleştirilmesi gayet olağan ve hatta Şarklı ulusların istediği bir şeydi! Bu görüş öylesine yaygındı ki, İngiliz emperyalizmini aşıp Doğu’da sömürgeler elde etmek isteyen Fransız emperyalizminin kimi ideologları şunları yazabiliyordu: “Fransa’nın Şark’ta yapacağı çok şey var, çünkü Şark Fransa’dan çok şey bekliyor. Dahası Fransa’nın yapabileceğinden fazlasını istiyor ondan; mümkün olsa, bütün geleceğini seve seve Fransa’nın ellerine bırakırdı.”[7] Güya Fransa, İngiltere ve Almanya karşısında Şark’ta maneviyatı, adaleti ve ideali temsil ediyordu.
Balfour’a göre Mısır İngiltere’nin boyunduruğuna girmekle birlikte ihya olmuş, “mali ve ahlâki refah bakımından Şark ulusları arasındaki” eşsiz konumuna yükselmiştir. Şarklı ulusların yönetiminin İngiltere’nin elinde olmasının onlar için büyük bir kazanç olduğunu ileri sürüyordu Balfour. Yani her şey kendilerini idare etmeyi başaramayan Şarklılar içindi! Nitekim Napolyon da Mısır seferinin gerekçesini Şark’a bir “yararlı Avrupa” örneği sunmak, yerli halka mükemmelleşmiş bir uygarlığın nimetlerini kazandırmak ve onların yaşayışlarını daha tatlı kılmak biçiminde sunmuştu. Fakat gerçekte Şark halkları ünlü Lawrence’ın –İngiltere’nin Ortadoğu’daki ajanı– deyimiyle “ölü bir İngiliz çocuğu kadar değerli değildi.” Şark’a uygarlık götüren İngiltere’nin amme hizmeti vermediğini Balfour şöyle açıklıyordu: “Onlar için Mısır’da olsak da, sırf onlar için orada değiliz, genelde Avrupa için de oradayız.” Fransız emperyalizminin temsilcileri ise daha açık sözlüydüler: “Bizim artık şarkta olmayacağımız, diğer büyük Avrupa devletlerinin orada olacağı gün, Akdeniz’deki ticaretimiz, Asya’daki geleceğimiz, güney limanlarındaki faaliyetlerimiz açısından her şey sona erecek. Ulusal zenginliğimizin en verimli kaynaklarından biri kuruyacak.”[8]
Toparlarsak, Oryantalizm Batılı sömürgeci güçler için yol açıcı bir rol üstlenmiştir; araştırmalar yapılmış, Şark dilleri öğrenilmiş, sömürgeci güçler için sadece ideolojik argümanlar değil, strateji de üretilmiştir. Örneğin Napolyon Mısır seferine çıkarken bölge hakkındaki tüm bilgisi Oryantalist uzmanların kitaplarına dayanıyordu ve stratejisini de –işgali Müslüman kitlelere benimsetmek için İslam adına savaştığını ilan etmişti– bu bilgi üzerine kurmuştu. Belirtmek gerekiyor ki ideoloji üreten bu tür merkezler egemen güçler için daima önemli olmuştur. Birinci Emperyalist Savaşın dünyayı sardığı 1914’de Lord Curzon, Şark araştırmalarının İngiltere için ne ifade ettiğini özlü bir şekilde dile getiriyordu: “İmparatorluk için büyük bir mecburiyettir. Bana sorarsanız, Londra’da böyle bir okulun kurulması İmparatorluğun zorunlu teçhizatının bir parçasıdır.”[9] Nitekim Curzon’un arzusu gerçek olacak ve Londra Üniversitesinde Şark ve Afrika Araştırmaları Okulu kurulacaktı. Görüldüğü üzere, savaş yalnızca silahlarla yürütülen bir şey değildir; savaşın gerçek amacı olan maddi çıkarların üzerini adeta bir kutsallık halesiyle örtecek ve kitleleri savaşa ikna edecek ideolojik bir temele de ihtiyaç vardır.
İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin kapitalist sistemin hegemon gücü haline gelmesiyle, ideolojik üretim merkezleri bu emperyalist gücün emrine girdi. Soğuk Savaş yıllarında öncelikli hedef olarak SSCB şeytanlaştırılacak, Kore’ye, Vietnam’a ve Latin Amerika’ya yönelik emperyalist saldırganlık komünist dış-düşman öcüsüyle meşrulaştırılacaktı. Bunun yanı sıra İsrail’in kurulması ve büyük enerji yataklarının denetim altına alınması meselesi, ABD emperyalizmi için Ortadoğu’yu da vazgeçilmez kılıyordu. Oryantalist ideologlara göre “Amerikalıların, Yakındoğu’da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı mücadele eden güçleri daha yakından tanıması” gerekiyordu. Böylece Amerika Şark Derneğinin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve denetimiyle Ortadoğu Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmalar Birliği (MESA), Ford Vakfı, Hudson Enstitüsü, Pentagon ve üniversitelerdeki diğer araştırma bölümleri gibi pek çok ideolojik üretim merkezi eklendi.
ABD’nin emrine giren Oryantalizm kendi alanında daha da yetkinleşmiş, İslam ve Şark tarihine ilişkin ciltlerce kitaptan oluşan bir külliyat piyasaya sürülmüştür. Amerikalı Oryantalistler daha önceki geleneğe, yani İslamı ve Şark’ı aşağılama ve küçümseme geleneğine aynen devam etmişlerdir. Pek çok kitap tek yanlı, eksik ve hatta çarpıtmalarla doludur. Bu kitaplar okullarda öğrencilere okutularak taze beyinler ırkçı fikirlerle doldurulmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de ders kitaplarında Müslümanlar küçümseniyor, Arap dilinde her iki kelimeden birinin şiddet içerdiği öne sürülüyor ve Ortadoğu insanının tek amacının İsrail’i yok etmek olduğu anlatılıyor. Bu meyanda belirtmek gerekiyor ki, kitlelerin kuşatılması ve aldatılmasında film endüstrisi ve medya da büyük bir görev üstlenmiştir. Batı değerlerini yok etmek isteyen cani Müslüman “terörist” imgesi, daha 1970’lerden itibaren kitlere zerk edilmeye başlanmıştı. İsrail zulmünü dünyaya duyurmak için uçak kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanları, Batı değerlerini yok etmek isteyen “Müslüman teröristler” olarak sunulurken, bu konuyu işleyen filmlerde Amerikalı kahramanlar, her zamanki gibi “teröristlere” hadlerini bildiriyor ve uygar dünyayı canilerden kurtarıyordu!
11 Eylül’den sonra ise “terörist Müslüman” propagandasına daha da hız verilmiştir. İslamın terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. Geçen ay CNN’de 11 Eylül vesilesiyle, Din Savaşları adlı bir dizi belgesel yayınlandı. Belgeseli sunan CNN muhabiri heyecanlı bir üslupla, Müslümanların terörizm tutkusunu ya da terörizmden şehvet duyduklarını kanıtlamaya çalışıyordu. Bu amaçla Filistinli militanların intihar etmesiyle kana bulanmış İsrail sokaklarını, ölü ve acı çeken insanları kitlelerin gözüne sokmaya çalışıyordu. Lakin her nedense, İsrail’in onlarca yıldır Filistin halkına reva gördüğü tarifsiz zulme değinmedi bile. Başta CNN ve Fox gibi televizyon kanalları olmak üzere, sayısız radyo ve gazete, kitleleri “uluslararası terörizm” korkusuyla kuşatmış bulunuyor. Ne yazık ki, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilemediği koşullarda bu korku propagandası kitleler üzerinde etkili de oluyor. Bununla birlikte, yüzlerce yıldır derinden derine işlenen, geri ve cahil Doğu’nun kültürlü ve üstün Batı uygarlığını yok etmek istediği yalanı da bu korku propagandasının maya tutmasında oldukça etkili olmaktadır. Gerçekten de burjuva ideolojisinin etkisinde kalan Amerikalı ve Avrupalı kitleler, Doğu halklarına tepeden, küçümseyici bir gözle bakmakta, kendilerinin üstün ve ayrıcalıklı olduğu vehmine kapılmaktalar.
ABD’deki ideolojik merkezlerin en temel özelliği, Amerikan emperyalizminin gündemine aldığı güncel siyasal meseleler hakkında tarihsel-ideolojik kanıtlar bulmak, bulamadıkları durumda ise tarihsel olayları istedikleri gibi kurgulayarak yeniden yazmaktır. Şark ve İslam tarihi üzerine yazılmış pek çok kitapta bunu görmek mümkün. Özellikle 11 Eylül’den sonra yazılan ve güncel gelişmeleri tarihin belirli dönemlerindeki olaylarla ilişkilendiren kitaplarda bu keyfilik daha çarpıcı görülür. Bu bağlamda yazılmış, İslam ile terörizmin ilişkisi, İslamın “içyüzü”, Arap ve Müslüman tehlikesi gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan sayısız kitap Amerika’da kitapçı raflarını doldurmaktadır. Örneğin önde gelen İslam uzmanı Bernard Lewis, Haşşaşiler adlı kitabında Hassan Sabbah ile Bin Ladin arasında bağ kuruyor ve İslamda “terörizmin” bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Lewis’e göre geçmişteki şiddet dalgası yol almaya devam etmiş ve günümüzdeki taklitçilerine yeni öfke, yeni kavga araçları sağlamıştır.[10] ABD emperyalizminin uluslararası terörizm öcüsüyle kitlelerin akıllarını başından alıp düşünmelerinin ve gerçekleri görmelerinin önüne geçerek İslam düşmanlığını kışkırttığı bir dönemde, Lewis gibilerinin bu tür kitaplar yazması tarihçi merakından kaynaklanmıyor olsa gerek! Çok açık ki yapılmak istenen, şiddet ve “terörün” Müslümanların doğasından geldiğini kanıtlamak ve sürekli bir dış-düşman öcüsüyle korkutulmuş kitlelerdeki İslam düşmanlığını pekiştirmektir.
Amerika’da Pentagon, Dışişleri, CIA gibi devlet kurumlarıyla, petrol, silah, havacılık, finans tekelleriyle, film endüstrisiyle iç içe geçen söz konusu ideolojik merkezler, kendilerini “düşünce kuruluşu” olarak adlandırıyor ve ABD emperyalizmi için muhtelif ideolojik argüman ve hatta askeri strateji üretiyorlar. Yeri gelmişken, Yeşil Kuşak veya Büyük Ortadoğu gibi projeleri, tarihin sonu, medeniyetler çatışması ve ılımlı İslam gibi ideolojik safsataları söz konusu ideolojik merkezlerin ürettiğini, kışkırtıcı ambalajlara sararak emperyalist yönetimin denetiminde piyasaya sürdüğünü hatırlatalım. Esasında içerideki çelişkileri bastırmak üzere imal edilen bir dış-düşman olarak İslam, sanki tarihsel bir kaçınılmazlıkmış gibi sunulan medeniyetler çatışması safsatasının içine oturtulmakta ve böylece de daha ikna edici hale getirilmektedir. İlk kez 1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından ortaya atılan medeniyetler çatışması safsatasına göre dünya, “birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din tarafından” ayrılan 7-8 kültüre bölünmüştü ve savaşlar da bu kültürler-uygarlıklar arasında yaşanacaktı.
“Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni… ‘Batı ve diğerleri’ arasındaki çatışma ve Batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği karşılıklar olacak gibi görünmektedir” diyordu Huntington. “Kültürleri ve güçlerinden dolayı Batı’ya dâhil olmak istemeyen veya olamayan ülkeler” Batı’ya karşı “ekonomik, askeri ve politik” güç birliği oluşturmaktaydılar ve “bu işbirliğinin en dikkat çeken biçimi Batı’nın çıkarlarına, değerlerine ve gücüne meydan okumak üzere ortaya çıkan Konfüçyüs-İslam bağlantısı”ydı. Yani yeni düşman sadece İslam değil, aynı zamanda yükselen güç Çin’di de. Ve elbette ABD de “Konfüçyüsçü ve İslami devletlerin askeri güçlerinin büyümesini sınırlamak, doğu ve güneydoğu Asya’da Batının askeri kapasitesinin azaltılmasını yavaşlatmak ve askeri üstünlüğünü muhafaza etmek” zorundaydı. Pentagon’un önde gelen ideologlarından Thomas M. Barnett, söylenenleri daha açık hale getiriyor: “Asya’da Kuzey Kore ile savaşa ve Çin’in Tayvan’a karşı saldırganlığını caydırmaya hazırız. Terörizme karşı küresel savaş nedeni ile Amerika, Afrika içinde her yerde savaşa hazır olmasına rağmen, İran Körfezine sadece Irak için değil aynı zamanda İran, Suriye ve Suudi Arabistan’a da kalıcı değişimi getirene kadar girdiğimiz için, kendimizi oralarda [Afrika ve Asya’da] göstermek istemiyoruz.”[11]
Esasında ılımlı İslam projesi çalışmaları da ABD emperyalizminin 1990’lardan sonra dünyayı yeniden şekillendirme ve egemenliğini tesis etme planlarının yapıldığı tarihe kadar uzanıyor. SSCB’nin çökertilmesi için Yeşil Kuşak projesi kapsamında radikal İslamcı hareketleri bizzat silahlandıran ve besleyen ABD, zamanla kendi denetiminden çıkan bu güçlerin, paylaşım alanlarında karşısına bir engel olarak çıkmaması için onlara karşı alternatifler geliştirmeye başladı. Bu bağlamda, yukarıda sözünü ettiğimiz ideolojik merkezler çeşitli raporlar hazırlayarak stratejiler geliştirdiler. Tarihin sonu tezinin üreticisi Fukuyama ve şimdiki Dışişleri Bakanı Rice gibi ideologlarıyla tanınan ve önemli ideolojik merkezlerden biri olan Rand Corporation 1990’da yayınladığı raporlarda, radikal İslamcılara karşı ABD’nin denetimine girecek ılımlı güçlerin desteklenmesini öneriyordu. Bilahare pek çok ideolojik merkez bu tür raporlar yayınlayarak önerilerde bulunacaktı. 2003’te yayınlanan “Demokratik İslam Raporu”nda da benzeri önerilere yer verildi. Böylece ılımlı İslam, medeniyetler çatışması safsatasının da bir parçası olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında emperyalist savaş arabasına koşuldu.
İki yıl önce ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Amerikan Gazete Editörleri Derneğinde ılımlı İslam üzerine konuşurken Türkiye’de güçlü bir İslamcı partinin iktidarda bulunduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Böylece, daha ılımlı siyasi güçleri bulup, İslam ile demokrasi arasında doğru ilişki kurabilen, her ikisine de hizmet eden kurumları oluşturabilen, bütün insanlara hoşgörülü bir demokratik süreç ortaya çıkabilir.” Son olarak da Türkiye’deki tartışmaları alevlendiren açıklamayı eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook yaptı: “11 Eylül’den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslam demokrasileri istiyor. İşte sadece iki örnek var, Türkiye ve Malezya…”
Emperyalist saldırganlığın yeni şemsiyesinden başka bir şey olmayan ılımlı İslam projesinin yukarıda ifade ettiğimiz yönleriyle birlikte somut üç hedefi bulunuyor. Birincisi, İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas eksenini çökertmek için başlatılacak savaşın meşrulaştırılmasıdır. Bilindiği üzere ABD emperyalizmi uzun bir dönemdir İran’a savaş açmanın zeminini döşüyor ve bu uğurda İran’ın “kitle imha silahları” ürettiği iddiasını da bir gerekçe olarak kullanıyor. Ancak bu gerekçe, İran’daki çıkarlarının baltalanmasını istemeyen diğer emperyalist güçler saldırıya karşı çıktığından ve Irak’ta nükleer silah bulunmadığının ortaya çıkmasından ötürü bir nebze yıpranmış bulunuyor. Yani ABD emperyalizmi İran’a saldırmak için daha başka meşru gerekçeler de üretme peşindedir. İşte ılımlı İslam bu noktada ABD’nin elinde bir argümana dönüşebilmektedir: “Terörü destekleyen İran” şeytanlaştırmasıyla Amerika ve Avrupa kamuoyu savaşa ikna edilmeye çalışılıyor. 11 Eylül’ün yıldönümü vesilesiyle Avrupa’da yapılan İslam karşıtı ırkçı gösteriler ile Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak üzere Amerika’ya giden Ahmedinecad’ı basının “şeytan karaya indi” başlıklarıyla karşılaması ve protestoların düzenlenmesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ezcümle önümüzdeki süreçte “terörizmle beslenen İslam”ın ılımlılaştırılması ve demokratikleştirilmesi adına, ABD emperyalizminin ılımlı İslam şemsiyesi altında İran’a savaş makinelerini sürmesi şaşırtıcı gelmemelidir.
İkinci hedef, BOP çerçevesinde bölgenin iktisadi ve siyasi dönüşümüne karşı çıkmayacak ve emperyalist sisteme derinlemesine entegre edilmesine öncülük yapacak güçlerin yaratılmasıdır. Üçüncüsü ise, bu güçlerin ABD emperyalizminin müttefiki, daha doğrusu onun denetiminde olması ve BOP’a karşı çıkan radikal İslamcı güçleri bastırmasıdır. Yani iddia edildiği gibi amaç bölgenin demokratikleştirilmesi değil, Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan bölgelerde ABD’nin egemenliğini tesis etmek için payandalar yaratmaktır. Tersini düşünen varsa Irak’ta “özgürlük ve demokrasinin” nasıl tecelli ettiğine bakmalıdır. Kaldı ki, radikal İslamı ılımlılaştıracağını iddia eden ABD ile geçmişte Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde İslamcı örgütlerin radikalleşmesinin önünü bizzat açan ve El-Kaide’nin yaratılmasına imkân sunan, onları destekleyen ve SSCB’ye karşı kullanan aynı ABD’dir. Keza bugün ABD’nin Ortadoğu’daki en iyi müttefiklerinden biri, İslamı en yobaz biçimde yorumlayan Vahabilik esaslarına göre kurulmuş, şeriatla yönetilen, alabildiğine gerici Suudi Arabistan’dır. Sanırız başka söze hacet yoktur!
Buradan Türkiye’deki tartışmalara gelirsek, seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini de önleyemeyen darbeci güçler, Holbrook’un ılımlı İslam açıklamasıyla adeta çöl ortasında vaha bulmuş gibi, iktidar savaşını sürdürmek için ona sarıldılar. Basının da fişteklemesiyle bir anda “Türkiye şeriata gidiyor, Malezya oluyor” fırtınaları koparılmaya başlandı. Fakat statükocuların ve Kemalist elitlerin kitleleri bu tarzda, yani şeriat öcüsüyle korkutması olayı yeni değildir. Daha geçen yıllara kadar korku propagandasının merkezinde İran vardı. “İranlaşıyoruz”, “şeriat geliyor” korkusuyla kitleleri esir almaya çalışan darbeci güçler ve Kemalist elitler, anti-demokratik uygulamaları ile yıllarca halkın ensesinde boza pişirdiler. Altını kalınca çizmek gerekiyor ki, ABD nasıl ki uluslararası terörizm öcüsüyle yığınların akıllarını başından alarak savaşı meşrulaştırmaya çalışıyorsa, aynı şekilde, statükocu-devletçi güçler de şeriat korkusuyla kitlelerin aklını başından alıp onları iktidar kavgasına yedeklemek ve bunu laiklik bahanesiyle meşrulaştırmak istiyorlar. Ancak tüm çabalara rağmen geniş halk kitleleri bu korku propagandası tarafından esir alınamamıştır. Dolayısıyla “şeriat geliyor” vaveylası bir türlü gelmeyen kıyamet alametlerine yeni bir tanesinin daha eklenmesinden başka şey değildir. Oynanan “Malezyalaşıyoruz” parodisi de “İranlaşıyoruz” parodisi gibi alkışsız sona erecektir.
Medeniyetler çatışması ya da ılımlı İslam gibi, dünya işçi sınıfını medeniyet, din ya da kültür farklılıkları üzerinden bölmeyi ve böylece birbirine düşmanlaştırmayı ve kendi arkalarına yedeklemeyi hedefleyen emperyalist-kapitalist güçlere karşı uyanık olunmalıdır. Şu çok açık ki, bu noktada özellikle Batılı komünistlere ve işçi sınıfına büyük görevler düşüyor. Batılı işçi sınıfı ve onun öncüleri olan komünistler, başta Müslümanlar olmak üzere Doğu halklarının aşağılanmasına, hor görülmesine karşı şiddetle mücadele etmeli ve bir burjuva tuzak olan Batılıların üstün kimseler olduğu böbürlenmesini yıkarak dünya işçi sınıfının kardeşleşmesinin önünü açmalıdırlar. Eğer Batılı komünistler burjuva ideolojisine karşı gerekli uyanıklığı gösterip mücadele yürütmezlerse ve hatta onun etkisinde –Fransız sosyalistlerinin başörtüsü yasağını desteklemesi gibi– kalırlarsa, bu, gerçekten de uluslararası işçi sınıfı için bir felâket olur.
Buna mukabil, Doğu’nun komünistleri ve işçi sınıfı da uyanık olmalı ve kendi egemen sınıflarının oyununa gelmemelidir. Zira Doğulu egemen kapitalist güçler de, işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskı ve sömürüyü devam ettirmek ve emperyalist paylaşım sofrasında kendilerine yer açmak üzere giriştikleri manevraları gözlerden ırak tutmak için, “tüm kötülüklerin müsebbibi Batıdır” yollu bir demagojiye başvurmaktalar. Batıyı şeytanlaştıran ve kendilerini sözümona anti-emperyalist ilan eden İslamcı kapitalist güçler buna örnektir. Ve ne yazık ki, Ortadoğu’nun despotik yönetimleri altında inleyen emekçi kitleler başka bir çıkış göremedikleri için söz konusu İslamcı güçlere bir umut olarak sarılmaktalar. Oysa İslamiyetin ardına saklanan Doğu’nun bu sermaye güçleri de, aynı Batılı güçler gibi, halkları din ve kültür temelinde bölerek kendi egemen çıkarları için savaştırmak istiyorlar. Yani Batılı komünistlere düşen görev ne ise Doğulu komünistlere düşen görev de odur: Burjuvazinin oyunlarını boşa çıkartmak ve uluslararası işçi sınıfının birliğini sağlamak!
Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Ekim 2007’deki 31 nolu sayısında yayınlandı.
ABD emperyalizminin Irak’ta başlattığı emperyalist savaşın üzerinden iki yıl geçti. 19 Mart 2003’ün şafağı sökmek üzereyken ABD savaş makineleri Irak halkının üzerine bombalar yağdırmaya başlamıştı ve bu aynı zamanda gelecekte yaşanacak büyük savaşların da habercisiydi. Bu iki yıl içinde birçok şey değişmekle kalmadı, daha büyük değişimlerin de öncülleri yaratıldı. Yangın bir yandan tüm Ortadoğu’yu sarma yolunda sıçrama yapmış, diğer yandan da hem emperyalistler arası güç dengelerindeki sarsıntıyı daha ileriye taşımış hem de yerel ve bölgesel güçler planında önemli değişimler yaşanmıştır.
Tüm bu sürecin başlangıç noktası emperyalistler arası tepişmedir ve tetiği çeken de SSCB’nin çöküşüyle birlikte oluşan yeni dünyada hâkimiyetini koruma ve güçlendirme telaşında olan ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizmi ya elindeki tarihsel fırsatı kullanacak ve gücünü koruyacak veya İngiliz emperyalizminin yaşadığı sonu yaşayacak, emperyalist hiyerarşideki konumu ve siyasi nüfuzu zayıflayacaktı. ABD emperyalizmi tarihsel gidişata ön alarak müdahale etmeyi seçmiştir. Unutmamak gerekir ki dünya burjuvazisinin yaşadığı deneyimler yok olup gitmemekte, tarihsel deneyimler burjuvazinin kolektif bilincine kaydedilmektedir. Bugüne kadar yaşanan tüm savaşlar ve iki büyük emperyalist savaş, ABD emperyalizmine muazzam bir deneyim sunmaktadır. Bu deneyimler, ABD emperyalizmine, “rakiplerin güçlenmeden onların gelişmesini durdur” yaklaşımının ne derece hayati olduğunu öğretmiştir. ABD emperyalizmi, daha rakip emperyalist ülkeler onun karşısına dikilecek güce ulaşmadan, “önleyici vuruş” hamleleriyle rakiplerini bertaraf etmek istemektedir. Burada ABD esas olarak elindeki muazzam askeri güce dayanarak hareket etmektedir.
ABD emperyalizminin dünyayı şekillendirme operasyonu uzun yıllara yayılacak bir savaş anlamına geliyor. Dünyanın baştan aşağı bir değişime uğraması ve “yeni bir dünya düzeninin” kurulması amacıyla ABD emperyalizmi uzun soluklu planlar hazırlamakla kalmamış, bunu hayata geçirecek askeri gücü de devreye sokmuştur. Nitekim bunu ifade eden de bizzat şu an savaşı yürüten Bush ve şürekâsı olmuştur. Bu ekibin önde gelenlerinden Rumsfeld, “Gerekirse savaş 15 yıl sürecek” demiştir. Amerikan tekelci finans-kapitali savaş programının uygulanması için Bush önderliğindeki Cumhuriyetçilere ikinci kez yetki verirken, Demokratlar şimdilik iç muhalefeti önlemekle görevlendirilmiştir. ABD finans oligarşisi savaş programını uygulayacak bir hükümeti işbaşına getirmekle kalmamış, bu hükümeti faşizan eğilimler taşıyan unsurlarla da donatmıştır. Bush, yetkilerini ilahi güçten aldığını söyleyecek kadar ileri giderken, ABD’de anti-demokratik yasalar çıkarılmakta, işçi sınıfına saldırılar adım adım ilerlemekte, toplum müthiş bir korku atmosferi içine sokularak tam anlamıyla terörize edilmektedir.
ABD, nüfuz alanları üzerinde tek başına egemen olma hakkını istemekle kalmıyor, aynı zamanda, diğer emperyalist ve yerel güçlerin nerede ve nasıl yer alacağını da belirlemek istiyor. Bu, gerçekten de dünyanın jandarmalığına soyunmaktır. Fakat diğer emperyalist güçlerin ve dünyadaki sınıf mücadelelerinin buna izin verip vermemesinden bağımsız olarak, ABD emperyalizminin böyle bir amaçla başlattığı savaş büyük altüst oluşlara yol açacak bir değişime neden olacaktır, oluyor.
Bu amaçla geliştirilen ve Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan Büyük Ortadoğu Projesinin hayata geçirilmesi için verilen emperyalist mücadele nelerin olabileceğine delildir. Petrol ve doğalgaz yataklarının yanı sıra, geniş yatırım alanları ve büyük bir pazar da oluşturan bu devasa bölgedeki emperyalist kapışma, bölgeyi barut fıçısına döndürmüş bulunuyor. ABD emperyalizmi giriştiği savaşta küçümsenmeyecek mevziler kazanmıştır. Afganistan’da kısa zamanda gelen “zafer” ile rüzgârları arkasına alan ABD emperyalizmi soluğu Irak’ta almıştı. Irak’ın işgali ile birlikte ABD’nin arkasına aldığı rüzgârlar yavaşlamış olsa da, bu sadece bir duraklamadan başka bir şey değildir. Bununla birlikte, ABD emperyalizmi Irak’taki egemen sınıflarla anlaşmaktan ve kimi sivri çıkışları bizzat yine Iraklı egemen sınıflarca bastırmaktan geri durmamıştır. Mukteda Sadr’ın cüppesi, büyük Şii burjuvazisi tarafından çekilivermiştir. Sünni kesimlerin ve esas olarak da eski Baas Partisinde çıkarlarını ifade eden Sünni kesimin direnişi sürmesine karşın, bu direniş ilerici talepler ileri sürmediği gibi, genelleşerek bir ulusal düzeye de yükselememiştir. İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık olduğundan ABD emperyalizmine karşı öfkesini ya bastırmış ya da gerici Şii ve Sünni burjuvazisinin kuyruğuna takılmıştır.
ABD emperyalizmi, içerde Iraklı egemen sınıfları susturmak ve direniş odaklarının elini zayıflatmak, uluslararası düzeyde ise meşruiyet zeminini güçlendirmek amacıyla Irak’ta uzun süredir ertelenmekte olan seçimlerin önünü açmıştır. Seçimlerin yapılması ve bunun tüm dalaverelere rağmen gerek diğer emperyalist ve bölgesel güçler tarafından genel olarak onaylanması gerekse de Kürtler ve Şiilerin bizzat sürecin parçası olan yerel güçler tarafından benimsenmesi, uluslararası arenada ABD’nin elini güçlendirmiş bulunuyor. ABD emperyalizmi işgale uluslararası bir meşruiyet sağlamıştır. Böylelikle Irak’ın, “BOP” çerçevesinde, ABD emperyalizminin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasında bir dönemeç noktasından geçilmiştir.
Meselenin bir başka yanı ise ABD emperyalizminin demokrasi havarisi pozlarına girmesidir. BOP çerçevesinde girişilen topyekûn savaş, kimi alanlarda doğrudan doğruya silahların konuşması ile kimi alanlarda ise ilgili ülkede oluşturulan bir muhalefet dalgasının mevcut iktidar üzerine basınç uygulamasıyla ve siyasi dengeleri ABD lehine değiştirmesiyle sonuçlanmaktadır. ABD emperyalizmi dünyadaki siyasi hükümranlığını koruyabilmek amacıyla ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. Savaş, işgal, kendi çıkarlarını ABD’nin çıkarlarıyla örtüştüren burjuva kesimlere mali kaynaklar aktarılması veya “terörist” yöntemlerin kullanılması da dâhil olmak üzere bir dizi araç devreye sokulmuştur.
Rusya’nın geleneksel nüfuz alanlarına girmekten geri durmayan ABD, başarı da sağlamış bulunuyor. Gürcistan ve Ukrayna’da ABD emperyalizminin akıttığı mali kaynaklarla harekete geçirilen ve örgütlenen kitleler, Rusya yanlısı iktidarların devre dışı kalmasını sağlamıştır. Geçerken belirtmek gerekir ki oluşturulan hareket suni bir zemin üzerinde, orta ve büyük burjuva kesimlerin oluşturduğu bir muhalefet dalgasıdır. ABD emperyalizmi nüfuz alanları üzerinde duran ve kendi denetiminde olmayan ülkeleri hegemonyasına almak amacıyla mali kaynaklar akıtmakla kalmıyor, harekete önderlik edecek kadroları da bizzat Washington’da, akademilerde yetiştiriyor. Ortadoğu ve Kafkasya’da ortaya konan ve şimdilerde diğer birçok ülkede gündeme getirilen iç muhalefetin örgütlenmesi taktiği, emperyalist hegemonya savaşının bir yönteminden başka bir şey değildir. ABD, emperyalist hegemonya savaşının bir parçası olan bu “halk” hareketlerine “kadife”, “turuncu” veya “gül” devrimi diyerek bilinçleri de bulandırıyor. Aynı yöntem şimdilerde Lübnan’da ve Moldova’da devreye sokuluyor. Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi bahanesini kullanan ABD emperyalizmi, içeride örgütlediği mülk sahibi sınıfların öncülüğünde kitleleri Suriye’ye karşı kışkırtmakta ve Hariri suikastını Suriye’nin üzerine yıkarak savaşı yaymanın bir kaldıracı olarak kullanmak istemektedir.
Fakat bir gerçek var ki ABD emperyalizmi giriştiği savaşta, rakipleri karşısında daha elverişli bir konum elde etmiş bulunuyor. ABD’nin giriştiği emperyalist savaş dünyayı sarsmakta ve bugüne kadar var olan statükoları bozmaktadır. ABD’nin sistematik olarak bindirdiği basınç nedeniyle, birçok Arap devleti kendisini ABD’nin isteklerine cevap verecek şekilde yeniden organize etmeye başlamıştır. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkeler BOP çerçevesinde ABD emperyalizminin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyorlar. Suriye, Lübnan’daki askeri birliklerini geri çekme kararı almak zorunda kalıyor. Bu ülkelerdeki kastlaşmış siyasi yapıları yıkarak, kendi denetiminden çıkmayacak ve kapitalist gelişmenin derinleşmesinin önünü açacak yeni siyasi yapılar oluşturmak istiyor ABD. Nitekim Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde sözümona burjuva parlamenter rejime geçmek için “reformlar” yapılıyor. Libya’nın asi çocuğu Kaddafi çoktan Bush’un dostu oluverdi. İran ve Suriye, ABD emperyalizminin namlusunun ucunda. Uzak Asya’da Çin ile ABD karşı karşıya. Orta Asya’da Kırgızistan gibi ülkeler ABD’nin “devrimler” kuşağında yer alıyor.
Ancak savaş, tüm dengeleri yıkmakla kalmaz, istemeden de olsa yeni gelişmelerin de önünü açar. ABD’nin bu bölgelere dengeleri değiştirmek üzere girmesine, diğer rakip devletler de sessiz kalmıyorlar elbette. Almanya ve Fransa gibi emperyalist devletler, ABD’nin peşinden koşmaya, ona yetişerek onu engellemeye çalışıyorlar. Emperyalistler arası yürüyen bu kavga tüm diğer kapitalist ülkeleri saflaşmaya itiyor. Öyle ki, ABD’nin bindirdiği basınca AB bile dayanamamakta ve Birlik içerisinde çatlaklar oluşmakta. Almanya ve Fransa AB içeresindeki ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmakta zorluk çekiyorlar.
Irak’ta 30 Ocakta yapılan seçimler yürüyen emperyalist hegemonya savaşına ve bölgedeki dengelere yeni bir boyut getirmiş bulunuyor.[12] Seçimlerin galibi Şiiler gözükürken, Kürtler aldıkları oyla denge hesaplarında belirleyici bir konum elde etmiş durumdalar. Esasında şimdiki tartışma, bir tarafta seçimlerle birlikte daha fazla uluslararası onay gören bir Irak’ın ABD emperyalizmine sunacağı avantajları, gelişecek beklenmedik olayların nasıl etkileyeceğine yöneliktir. Kerkük ve Sünni faktörü belirsizliği tetiklemekte ve gelecekteki bir iç savaşa ortam hazırlamaktadır. İç savaş ve direnişin yayılması genel bir hâl alırsa, bu kuşkusuz dengeleri değiştirecek ve ABD’nin planlarını zayıflatırken diğer emperyalistlerin daha avantajlı bir konuma yükselmesine neden olacaktır. Ancak şimdilik, ABD Irak seçimlerinden uluslararası politik arenada güçlenerek çıkmış ve bunu hedef tahtasındaki Suriye ve İran’a daha fazla basınç bindirerek ortaya koymuştur.
Kuşkusuz Irak’taki seçimler yeni belirsizlikleri de beraberinde getirmektedir. Şii Arap grupların tüm Irak’a sahip olma isteği ve Sünni Arapların eski rolüne soyunmaları iç çatışma potansiyelini her zaman canlı tutacaktır. Ancak ABD dünyada hükümranlığını icra edebilmek amacıyla bir an önce Irak’ta düzen istemektedir. Şii burjuvazi, İran modelini kopya etmek veya Irak’ı İran’la ittifaka sokmak gibi bir niyeti olmadığını açıklamıştır. Önde gelen Şii liderlerden Adil Abdül Mehdi’nin Amerikan CNN’e çıkıp söyledikleri tam olarak bunlardı. Yanı sıra, “bir Şii hükümeti veya İslami bir yönetim istemediklerini” ısrarla belirtti. Oyların yüzde 48’ini alan Şii ittifakının lideri Abdül Aziz Hekim, “milli birlik hükümeti” çağrısı yaptı. Unutmamak gerekiyor ki Şiiler bugünkü durumlarını ABD emperyalizmine borçlular. Burjuvazi için önemli olan din-iman değil, sermayesini nasıl çoğaltacağıdır.
Bununla birlikte seçimler, Irak’ta yürüyen direnişin muhtevasına ilişkin tartışmalarda, direnişi “anti-emperyalist” olarak niteleyen anlayışların yanlışlığını bir kez daha açığa çıkartmış bulunuyor. Sünni Arap burjuva kesimlerin bir bölümü iktidardan dışlanırken, bir başka kesimi ise iktidar nimetlerinden faydalanmak amacıyla işgalci ABD emperyalizmiyle uzlaşmıştır. İşte kimi sol kesimler tarafından anti-emperyalistmiş gibi sunulan bu direnişi örgütleyenler, iktidardan dışlanan bu Sünni kesimlerdir. Bunlar eski güzel günlere geri dönmek isteyen ve iktidar ayrıcalıklarını Irak’ın diğer egemen güçleriyle paylaşmak istemeyen gerici kesimlerdir. İşgale ve işgalcilerin işbirlikçilerine karşı mücadeleleri ve direnmelerini güdüleyen tek faktör budur. Kapitalizmle en ufak bir sorunu olmayan ve varlıklarının temelini bu sisteme dayandıran bu kesimlerden anti-emperyalizm beklemek ne yazık ki solun geniş kesiminin hâlâ üstünden atamadığı bir illettir.
Şiiler ise tamamen işgalci gücün Irak’taki varlığının omurgasını oluşturacak bir pozisyon almış bulunuyorlar. Mukteda Sadr’ın başlattığı direniş, Şiilerin iç mekanizmaları yoluyla kontrol altına alınarak susturulmuştur. Sadr da, diğer Şii kesimler gibi, Şii seçim bloğuna katılarak ABD’nin ülkedeki varlığını fiilen de, resmen de tanımış bulunuyor. Böylelikle, Mukteda Sadr gibilerin işgalci ABD emperyalizmi ile çıkarları örtüştüğü vakit susuverdikleri bir kez daha görülüyor.
Seçimler elbette her kesim için başka anlamlar ifade ediyor. Kürt halkı hâlâ boyunduruk altında ve Sünni Araplar gibi Şii Araplar da Kürtlerin özgürlüğüne karşılar. Bununla birlikte, seçimler Irak’ın diğer bölgelerinden farklı olarak Kürt halkı için bağımsızlık özleminin dile getirildiği bir referanduma dönüşmüştür. Kürt kitleler artık kendi kaderlerini tayin etmek istemektedirler. Fakat başta Türkiye olmak üzere İran ve Suriye Kürt halkına karşı birleşmiş bulunuyor. Bu üçlü, Kerkük merkezli bir bağımsız veya federe Kürdistan devletinin, bugüne kadar ezerek egemenlik altına aldıkları Kürt kitleler için moral ve motivasyon sağlayarak örnek teşkil etmesini istemiyorlar. Kürt meselesi, Kürt halkından bağımsız olarak, uluslararası bir anlam kazanmış ve hegemonya savaşının kozlarından birine dönüşmüştür. ABD ile Türkiye arasında bugünlerde yaşanan krizin gerçek nedeni ise yine Kürtler ve Kerkük meselesidir.
Kürt partileri, Kerkük’ü kurulacak Kürdistan federe devletinin başkenti yapmak isterken, Sünni Araplar, Şiiler ve Türkiye şiddetle bu isteğe karşı çıkıyor. Kürt partileri Irak devletinde başbakanlık ya da cumhurbaşkanlığı düzeyinde görevler almak istiyorlar.[13] Kurulacak Meclisin atadığı hükümet, Irak Anayasasını hazırlayarak 15 Ekimde referanduma sunacak. Buna karşın üç vilayet referanduma hayır derse, seçimler geçersiz sayılacak. Kürtlerin elinde, kâğıt üzerinde de olsa, böyle bir koz var gibi gözüküyor. Ancak olayların nasıl gelişeceğini zaman gösterecektir.
Bir Kürdistan devletinin kurulması bölgedeki dengeleri köklü bir biçimde değiştirecek dinamikleri harekete geçirecektir. Bunu bilen bölge devletleri şiddetle bir Kürt devletine karşı çıkıyorlar. Türkiye, İran ve Suriye’nin amansızca bir Kürt devletine karşı çıkmasının nedeni, bölgedeki dengelerin değişmekle kalmayacağı ve hesap edemedikleri dinamiklerin de harekete geçeceğidir. Kuşkusuz Kürt burjuvazisi de, Kürt yığınları mücadeleye sevk ederek kendine yönelecek bir mücadelenin önünü açmak istemiyor. Öyle görünüyor ki, Filistin sorunu gibi Kürdistan meselesi de, yürüyen emperyalist hegemonya savaşının gidişatına göre şekillenecektir bu koşullarda. Bu koşullarda diyoruz çünkü bölgedeki işçi sınıfı örgütsüz ve dağınık durumda ve enternasyonalist devrimci bir önderliğe ne yazık ki sahip değil. Koşullar tersine çevrilecekse bu, işçi sınıfının mücadeleye girerek tüm toplumsal sorunlara neşter atmasıyla olacaktır.
Diğer durumda, nasıl ki geçmişte İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’da cetvelle ulus-devletler yaratarak bu devletleri kendi nüfuzuna aldıysa, ABD de federal bir yapıya büründürdüğü Irak “ulus-devlet”inin bileşenlerini birbirlerine karşı kullanarak kendini merkeze koymak isteyecektir. Bu federal yapının bileşenlerini birbirlerine karşı koz olarak kullanmaktan ve onları kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Bu bağlamda, ayırt edilmesi gereken önemli bir nokta var; ABD emperyalizmi Arap halkını mezhep temelinde bölerek karşı karşıya getiriyor. Araplar, Irak’ta geçmişten beri ezen-egemen ulus durumundadır. Kürtler ise ezilen bir ulus olma konumundan, federatif bir yapı sayesinde devletin “ortağı” konumuna yükseliyorlar. Fakat ulusal sorun böylelikle çözülmüş olmuyor. Kürt halkı kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanma hakkına sahip olmuş ve bu kararı özgür iradesiyle karara bağlamış değildir. Yani boynuna vurulan boyunduruk sadece gevşetilmiş durumda. Bu federe devlet ise emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden şekillenmektedir. Federatif bir yapı içinde ABD emperyalizmi gerektiğinde Arapları Kürtlere karşı kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Elbette bunun tersi de geçerlidir. Ancak Kürt halkının öfkesi ezilen bir halkın taleplerini yansıtırken, Arapların şovence tutumu tahakkümü sürdürme arzusundan başka bir şey değildir.
Bu durum Filistin halkı için de geçerlidir. ABD ve İsrail kendi “Yol Haritalarını” Filistin halkına dayatmakta, Filistin halkının üzerine bombalar yağarken bir tercihte bulunmaları istenmektedir. Şarm el-Şeyh’te başlatılan “barış” görüşmeleri onca şişirilmesine karşın, Filistin halkına susmak ve çaresizce boyun eğmekten başka bir şey sunmamıştır. Geçenlerde ise Filistinli örgütlerin bombalama eylemleri sonucunda İsrail tüm görüşmeleri durdurduğunu açıklamıştır. Filistin burjuvazisinin korkakça davranmasına ve tüm uzlaşma çabasına karşın İsrail ve ABD emperyalizmi bildikleri yoldan dönmüyorlar. Demek ki Filistin ve Kürt halkının boynuna vurulan boyunduruk kırılmadan ve ulusal sorun çözülmeden halklar arasında bir barış ve kardeşliğin oluşması mümkün değildir. Hele bunu emperyalist çıkarları temelinde halkları birbirine karşı sürekli kışkırtan ABD emperyalizmi hiç yapamaz. Halklar arasında gerçek bir kardeşliği, barışı ve birliği sağlayacak olan tek şey, hem Ortadoğu’da hem de dünyada işçi sınıfının siyasal iktidarı alarak başlatacağı toplumsal bir devrimdir.
ABD emperyalizminin başı Bush, İncil’den ayetler okuyup, yıldızlardan vahiy geldiğini söyleyerek savaş naraları atmıştı Ocak ayındaki Başkanlık yemini konuşmasında. Tüm dünyayı savaşla tehdit eden Bush, ABD emperyalizminin önümüzdeki dönemde nasıl bir politika izleyeceğini de ortaya koymuştu: Daha aktif ve savaşkan bir politika! Irak’a ilk kez “özgürlük” geldiğini açıklayan Bush, “Birliğin Durumu” konuşmasında “özgürlük tarihinde çok önemli olaylara tanık oluyoruz” diyerek ABD’nin Ortadoğu ve diğer nüfuz alanları üzerinde kazandığı başarılara değiniyordu. Suriye, İran ve Kore’yi tehdit etmekten geri durmayan tekelci finans-kapitalin bu kaba mümini, İncil’den alıntılar yaparak süsledi “özgürlük” çağrısını: “Ve bu gece İran halkına diyorum ki, kendi bağımsızlığınız için mücadele ettiğiniz sürece, Amerika da yanınızda olacaktır.”
ABD’nin Iraklı yoksul yığınların yanında nasıl olduğunu biliyoruz. Bush’un konuşması sonrasında, yeni Dışişleri bakanı Condoleezza Rice Ortadoğu’yu dolaşırken, savaş boruları daha bir gür çalmaya başladı. Rice Ortadoğu ve Avrupa’yı gezerek ABD emperyalizminin girdiği yoldan dönmeyeceğini anlatmıştır. Aynı günlerde ABD emperyalizminin tüm sözcüleri Suriye ve İran’a yüklenerek, iki sene önce Irak’ta nasıl bir oyun tezgâhladılarsa yine buna benzer bir oyunu sahneye koymaya başladılar. İran ve Suriye nükleer silah bulundurdukları, “demokratik” olmadıkları, “terörist” hareketleri destekledikleri gerekçesiyle “terörist” devlet ilan edilerek savaş ortamı yaratılmaya çalışılıyor. ABD emperyalizmi, İran’ı ve Suriye’yi sıkıştırmak amacıyla AB ülkelerine baskı uygulamaktan da geri durmamıştır. Nitekim Rice, Ortadoğu ve Avrupa turunu bitirmeden iki gelişme yaşandı. İran ve Suriye, ABD’nin baskılarına karşı ortak cephe kurduklarını açıkladılar. Bundan birkaç gün sonra ise Lübnan eski başbakanı Refik Hariri öldürüldü.
Hariri’nin öldürülmesi ne tesadüftür ki ABD emperyalizminin savaşı yaymak istediği bir süreçte meydana gelmiştir. Bilâhare, ABD emperyalist sözcüleri Suriye’yi Hariri’yi öldürmekle suçlayarak topyekûn bir yaylım ateş başlatmışlardır. Suriye’nin Lübnan’da bulundurduğu 14 bin askerini çekmesini isteyen ABD, konuyu diplomasi alanına da taşıyarak BM’den Suriye’ye baskı uygulamasını istemiştir. Gerçek olan bir şey var ki, Hariri suikastı ABD ve İsrail’den başka kimsenin işine gelecek cinsten değildir. Nitekim bu suikasttan sonra ABD emperyalizmi Lübnan’da örgütlediği muhalefeti sokaklara dökmekle kalmamış, emperyalist hegemonya savaşına böylelikle meşruiyet yaratarak Almanya, Fransa ve Rusya’yı İran ve Suriye’nin üstüne gitmeleri için sıkıştırmıştır da. Bu amaçla bir dizi uluslararası görüşmeler başlatılmış ve demir yumruğun üzeri burjuva diplomasisinin kadife kumaşıyla örtülmüştür. Aynı günlerde NATO zirvesi vesilesiyle Bush Avrupa’yı gezerek Avrupalı emperyalistlere ne kadar kararlı oldukları mesajını vermiştir. Bush Slovakya’da Putin ile görüşerek İran pazarlığı yapmış ve Moldova gibi ülkelere “kadife” devrim çağrısında bulunmuştur.
ABD emperyalizmi bastırdıkça hem AB ülkeleri hem de Rusya bunalıyor, terliyor. Sadece bu ülkeler değil elbet. ABD’nin savaşkan politikaları tüm bölgeyi bir ateş çemberi içine almaktadır. Ortadoğu ve Kafkasya tam anlamıyla barut fıçısına dönmüştür. İran ve Suriye ABD emperyalizmi karşısında Almanya, Fransa ve Rusya’yla ittifak yapmaya çalışıyor, fakat bu ülkeler kendi dertlerine düştüklerinden nüfuz alanlarını nasıl kurtaracaklarını bilmiyorlar. Aynı şekilde bölgede sıkışan diğer bir ülke de Türkiye’dir. Irak savaşında ABD’ye istediği desteği istediği boyutlarda vermeyen TC, şimdi bunun vebalini çekiyor. ABD, “küçük kardeşinin” yaptığı hatayı burnundan fitil fitil getirmekten geri durmuyor. 1 Mart tezkeresine evet diyerek savaşa aktif olarak katılıp Irak içlerine girerek bir Kürt devletinin oluşmasını önleyemediğinden, TC, şimdilerde uluslararası bir sıkışıklığın içine düşüvermiştir. ABD, İran’a savaş açarken Türkiye’yi yanında görmek istiyor. Eğer buna yanaşmazsa, Kürt devletini tanıyacağı tehditlerini savuruyor aba altından. Kürt ve Kıbrıs sorunları Türkiye burjuvazisinin ayağına takılmaya devam ediyor. Türkiye egemenleri korkunç bir sıkışmışlığın içinde debelenip duruyorlar. Eğer İran’a savaş açılır ve TC bu savaşa aktif ya da pasif destek olursa, bu içeride beklenmedik tepkilerin oluşmasıyla sınırlı kalmayacak ve belki de patlamalar gerçekleşecek. AKP hükümeti, Rice geldiğinde şikâyet edip, yakınmıştır. Kerkük merkezli bir Kürdistan devletine karşı çıkan TC, ABD’nin İran ve Suriye dayatması karşısında dizini dövüyor.
İçinden geçtiğimiz durum, emperyalist savaşın daha da alevlendiğini göstermektedir. ABD emperyalizminin dayatmaları ve nüfuz alanları üzerinde aktif baskısı yeni bir harmanlanma yaşanmasına neden olabilir. Önümüzdeki süreçte bölge devletleri, AB ülkeleri, Rusya ve Çin yeni kararlar almak zorunda kalacaktır. İran ile nükleer atıkların depolanması için anlaşma yapan Rusya, ABD’nin baskısı sonucunda anlaşmayı askıya almıştır. Fakat bunun yanında Rusya İran’a nükleer silah üretecek malzeme satmaya devam ediyor. Aynı şekilde Rusya Suriye’ye silah satmayı da sürdürüyor. Çin ile İran arasında silah ve enerji anlaşmaları yapıldı kısa süre önce. Öyle anlaşılıyor ki emperyalist ülkeler arasında önümüzdeki dönemde nüfuz alanları üzerinde yeni pazarlıklar yapılmaya devam edilecek. Ancak bu anlaşmalar veya ittifaklar kapitalizmin krizini, dolayısıyla da çelişkilerini çözerek emperyalist hiyerarşiyi şekillendirmeye yetmeyeceğinden yaşanan çatışma sadece ertelenmiş olacaktır. Derinden derine işleyen süreç ve bu süreci değişime zorlayan üstyapıdaki baskı yeni gelişmelerin önünü açacaktır.
Akın Erensoy- 11 Mart 2005, ilk kez Marksist Tutum (marksist.net) sitesinde yayınlandı.
ABD’nin işlerinin Afganistan’da ve Irak’ta istediği gibi gitmemesi; savaşın yürütülme biçimine ve izlenen taktiklere dair Amerikan burjuvazisi içinde bir “çatlağın” oluşması ve ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in istifa etmesi; ABD’nin Irak’taki durumunu tespit etmek üzere oluşturulan Irak Çalışma Grubu’nun yayınladığı rapordan sonra çekilme tartışmalarının yaşanması, dünya sosyalist hareketinin büyük bir kesimince Amerikan emperyalizminin yenilgisi biçiminde yorumlandı. Beri yandan Kongre seçimlerini az farkla da olsa Demokratların kazanması ve Cumhuriyetçilerin kaybetmesi de Bush ve şürekâsının yenilgisi olarak telakki edildi ve bu “yenilgi” Amerikan emperyalizminin yenilgisiyle özdeşleştirilmeye çalışıldı.
Ne var ki ABD emperyalizmi yenilmediği gibi, dünyayı yıkıma sürükleyebilecek emperyalist savaş daha yeni başlıyor. Unutmayalım ki, emperyalist savaşın kaynağında, dünya ekonomisinin uzun bir dönemdir krizde olması ve emperyalist güçlerin nüfuz ve yatırım alanları üzerinde yürüttükleri hegemonya kavgası yatmaktadır. Dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen şey de işte bu nesnel zemindir. Savaşın, bugünden farklı olarak daha hangi biçimlere bürüneceğini ve nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmek güç. Lakin bugün dar bir bölgede yürüyen sıcak savaş, giderek dünyayı bir anafor gibi etkisine almakta ve tüm verili siyasal dengeleri sarsarak savaşın büyümesinin yolunu açmaktadır. Nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı kesin çizgileriyle belirleninceye kadar savaşın süreceği aşikârdır.
Nitekim dünya burjuvazisi kendisini her yönüyle böyle bir savaşa hazırlamaktadır. Bu hazırlık evresinde üç temel nokta öne çıkıyor. Birincisi, her büyük emperyalist savaş öncesinde olduğu gibi bugün de, emperyalist-kapitalist güçler arasında bir saflaşma ve kutuplaşma yaşanmaktadır; ancak harmanlanma henüz tamamlanmış ve ana kutuplar kesin biçimde ortaya çıkmış değildir, bu süreç devam etmektedir. İkincisi, savaş makineleri yıkıcı ve yok edici silahlarla yenilenmekte ve ordular savaş düzenine sokulmaktadır. Silahlanma yarışının hızlanması önümüzdeki süreçte savaşın nasıl bir karaktere bürüneceğini de ortaya koymaktadır. Üçüncüsü, içeride işçi-emekçi kitleler devlet terörüyle baskı altına alınmaya, militarist kültürle ve milliyetçilik zehriyle bilinçleri bulandırılarak savaş cephelerine gönderilmeye hazır hale getiriliyorlar. İşçi sınıfını ve devrimci hareketi hedef alan faşizan yasaların hayata geçirilmesi ve burjuva demokrasisinin sınırlarının daraltılarak burjuva olağanüstü rejimlerin temellerinin döşenmesinin nedeni, bu süreçte doğabilecek bir emekçi isyanlarına karşı hazırlıktır.
İçinden geçtiğimiz dönemin siyasal eğilimlerine ilişkin bu tespit asla bir karamsarlığa ve kaderciliğe yol açmamalıdır. Doğada olduğu gibi toplumda da her eğilim kendi karşıtını bağrında taşır. Bir taraftan kapitalizmin derin çelişkiler içine yuvarlanması ve savaşın baş göstermesi, öte taraftan da sınıf mücadelesinin giderek yükselmesi bunun kanıtıdır. İşçi sınıfının önderlerinden Lenin bir keresinde şöyle demişti: “Savaşlar devrimlerin anasıdır.” Her büyük savaş toplumu derinden etkiler ve kitlelerin verili yaşamını altüst ederek onları olayların içine çeker. Savaşsız bir kapitalizm arzulamak beyhudedir. Savaşı durdurmanın tek bir yolu var; ona karşı devrimci mücadeleyi yükseltmek ve kapitalizmi alaşağı etmek! Bundan ötürüdür ki Marksistler, savaş hakkında yanılsamalar yaratılmasına ve kitlelerin bilinçlerinin bulandırılmasına karşı mücadele yürütürler.
Irak savaşı öncesinde muazzam gelişmiş savaş makinesine güvenen Amerikalı emperyalistler, gittikleri her yerde karşılarında diz çöküleceğini ve hatta çiçeklerle karşılanacaklarını zannediyorlardı. Ancak evdeki hesabın tamı tamına çarşıya uymadığı gelinen kertede açığa çıkmış bulunuyor. Afganistan’da ve Irak’ta direniş kontrol altına alınamamış ve bu iki ülkede de asgari ölçüde istikrarlı rejimler kurulamamıştır. Böylece ABD emperyalizmi sıkışmaya ve tökezlemeye başlamıştır ki, bu durum, diğer alanlar için planladığı yeni saldırgan müdahalelerini zora soktu. Başladı başlayacak denen İran seferberliğinin gecikmesinin nedeni de budur işte. Keza nüfuz alanlarında doğan boşluk Rusya ve Çin’in elini güçlendirmektedir. Örneğin, geçtiğimiz aylarda toplanan, Chavez ve Ahmedinecad gibi liderlerin “anti-emperyalist” pozlar takındıkları Bağlantısızlar Hareketi’nin Amerikan karşıtı bir söyleme sahne olmasının başlıca nedenlerinden biri de, ABD’nin yaşadığı bu sıkışıklıktır.
İşte böyle bir ortamda Amerikan burjuvazisi ve onun savaş kurmayı yaşanan bu sıkışıklığı çözmek üzere harekete geçti. Demokratların ve Cumhuriyetçilerin en kıdemlileri kurulan Irak Çalışma Grubu’na alındı. Bu Komisyonun görevi ABD’nin Irak’taki durumunu tüm yönleriyle tespit etmek, yeni strateji ve taktikler geliştirmekti. Komisyonun başına Demokratların eski Dışişleri Bakanı Lee Hamilton’ın ve geçen günlerde istifa eden Rumsfeld’in yerine atanan James Baker’ın geçirilmesi burjuvazinin meseleye nasıl baktığını ortaya koyuyor. Zira söz konusu olan, bu iki partinin bugün temsil ettiği kesimsel çıkarlar değil ABD emperyalizminin genel çıkarlarıdır.
Komisyon Kongre seçimlerinden sonra raporunu yayınladı ve ABD’nin Irak’taki durumunu “çöküş”, “felâket”, “şok” sözleriyle betimledi. Amaç, şu anki Bush yönetimi üzerinde baskı kurmak ve onu kendi önerdiği stratejileri uygulamaya ikna etmekti. Bu sözlerin çekiciliğine kapılıp ABD’nin yenildiğini sanmak kaba bir yanlış olur. Sol liberallerin iddia ettiği gibi “maceranın sonuna” gelinmiş ve “ortak akıl” üstün gelmiş değildir. Sanki meselinin özü akıllılık veya akılsızlıkmış gibi, sol liberaller “aptal” Bush’un ve “maceracı” Cumhuriyetçilerin karşısına “akıllı” Demokratları çıkartıyorlar. Olguların içyüzüne bakmayıp, onları soyut yargılara göre değerlendirince bu tür zırvalar üretmek mümkün oluyor; savaşa sebep olan “aptallar” gidip “akıllılar” gelince savaş da son buluyor!
ABD emperyalizminin Ortadoğulu emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla yenilmesi elbette heyecan kasırgasına yol açacak ve sevinilecek tarihsel bir gelişme olurdu; ABD emperyalizmini yenen ve kapitalizmi alaşağı eden Ortadoğu devrimi, dünya devriminin yolunu açardı. Lakin gerçeklik ne yazık ki bu değildir. Irak ve Afganistan’daki direniş, kapsam, içerik ve hedefleri açısından anti-emperyalist değildir. Dolayısıyla tüm emekçileri seferber eden bir proleter devrim dışında, emperyalizmin Ortadoğu’dan def edilmesi mümkün değildir. ABD emperyalizmi için, bugün yürüyen savaş sadece bir Irak savaşı değil, nüfuz alanlarını ve pazarları tam bir denetim altına almak, diğer emperyalist güçler üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak hedefiyle yürütülen bir savaştır.
Gerek Komisyonun gerekse Demokratların önerdiği strateji ve taktikler ABD emperyalizminin bu savaşı kazanmasına dönüktür. Ne Komisyon ne de Demokratlar savaşın bitirilmesinden yanalar. Demokratların savaşa karşı olduğu ve hatta Irak’tan çekilmeyi savunduğu tezi koca bir yalandır. Demokratlar ve Komisyon, savaş sürecinde daha inceltilmiş yöntemlerin kullanılmasından, örneğin İran’a karşı farklı taktikler uygulanmasından, İran’ın Sünni Arap devletleriyle dengelenmesinden, Irak’ın bölünmesine karşı çıkılmasından ve en önemlisi de Avrupalı emperyalistlerin sürece dâhil edilmesinden yanalar. Özetle Demokratlar ve Komisyon, gerek cephede gerekse cephe gerisinde yaşanan dağınıklığa son vermeyi, orduları moral açıdan donatmayı ve en önemlisi de içeride işçi-emekçi kitlelerin yatıştırılması gerektiğini savunuyorlar. Yani iki adım ileri sıçramak üzere bir adım geri! Öyle gözüküyor ki, genel düzlemde Amerikan burjuvazisi bu stratejiyi benimsemiş bulunuyor. ABD emperyalizmi cephe gerisini toplayana kadar emperyalist savaşın gidişatında geçici bir yavaşlama olsa bile bu, savaşın sıçramalı bir şekilde gelişeceği gerçeğini perdelememelidir. Dünya sosyalist hareketi boş hayaller yayacağına işçi sınıfını, emperyalist savaşı burjuvaziye karşı iç savaşa çevirmek üzere örgütlemelidir.
Bir tarafta Avrupalı emperyalistlerin hayalini kurdukları, dünyaya hükmeden hegemon bir güç olarak AB fantezisi, öte tarafta ise verili gerçekler. Ulus-devletler topluluğu olan AB’nin ulusal çitleri yıkarak birleşik bir devlete dönüşmesi ve böylece baskın bir hegemon güç haline gelmesi gerçekten de bir fantezidir. Şu çok açıktır ki AB, bir ulus-devletin iç bütünlüğüne, dolayısıyla da manevra kabiliyetine sahip değildir ve asla bir ABD gibi davranamaz, davranamıyor.
Gerçekler dünyasına çarpan Avrupalı emperyalistler nesnel şartlara boyun eğmiş bulunuyorlar. ABD’nin her türlü aracı kullanarak paylaşım alanlarına akın etmesi karşısında bunalan AB, ABD’ye tavır almaktan vazgeçerek ve hatta ona yanaşarak onun açtığı yoldan gitmeye başlamıştır. BM’nin İsrail katliamı sonrasında Lübnan’a yerleşmesini büyük Avrupa gazeteleri “Avrupa Ortadoğu’ya yeniden döndü” başlıklarıyla verdiler. Oysa ABD ve İsrail istemeseydi AB’nin Ortadoğu’ya BM vasıtasıyla girmesi asla mümkün olmazdı. Bununla birlikte, emperyalist savaşın gidişatında beklenmedik pürüzlerin çıkması ABD emperyalizmini de AB ile işbirliğine mecbur ediyor. Öyle gözüküyor ki, ne kadar süreceği belli olmasa da ABD ile AB arasında belirli düzeylerde bir “ortaklaşma” söz konusudur. Elbette bu ortaklaşmanın karşılıklı ödünler temelinde oluşturulduğunu unutmamak gerek. Amerikan burjuvazisi Avrupalı dostlarını Büyük Ortadoğu Projesine dâhil ederken, Avrupalı emperyalistler de projenin hayata geçirilmesi için NATO içinde aktif görev alacaklardır. Geçtiğimiz günlerde Guardian gazetesine bir yazı yazan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, NATO’yu övüyor ve ne gerekiyorsa yapacaklarını belirtiyordu. Daha geçen seneye kadar Avrupalı emperyalistler kendi ordularını oluşturmak ve NATO’dan da aktif bir şekilde yararlanmak için hummalı bir çalışma yürütüyorlardı; gelinen kertede AB’nin kendi ordusunu oluşturma fikri şimdilik, fiilen bir kenara itilmiş görünüyor.
AB bağlamında konunun bir başka boyutunu ise Türkiye oluşturuyor. Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkasya’da bir koçbaşı gibi kullanılarak pazar ve yatırım alanlarının denetim altına alınması konusunda Avrupa burjuvazisi hem fikirdir. Bu meyanda, genç nüfusa ve ucuz işgücüne sahip Türkiye’nin Avrupa sermayesi için verimli bir yatırım alanı ve AB ekonomisi için bir gençlik aşısı olacağı özelikle belirtilmektedir. Paylaşım alanlarında hegemonya kuracak, ABD emperyalizmini, Rusya ve Çin gibi yükselmekte olan güçleri dengeleyecek bir AB ufkuyla hareket eden kesimler, Türkiye’nin uzun yıllara yayılan bir süreçte de olsa birliğe dâhil edilmesini istemekteler. Burjuvazisinin bu iştahlı kesimleri, AB’nin hedeflerine varması için cesur olması gerektiğinin altını çiziyorlar. Buna karşın, Almanya’da Angela Merkel, Fransa’da ise Nicolas Sarkozy’nin başını çektiği bir başka kesim, Türkiye’nin “imtiyazlı ortaklık” formülüyle dışarıda tutulmasını savunmaktalar. Onlara göre, Türkiye birlik içerisinde dizginlenemeyebilir ve böylece parçalayıcı bir faktöre dönüşebilir.
Hem AB’nin mevcut yapısını korumakta güçlük çektikleri, hem de Türkiye konusunda bir netleşmeye varamadıkları için emperyalistler, sorunu geleceğe havale ettiler. Aralık ayında AB, Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımadığı ve limanlarını açmadığı gerekçesini ileri sürerek kimi müzakere başlıklarını dondurdu ve kimilerini de sonuçlandırmayacağı kararını aldı. Bu noktada, bir hususun altını çizelim. Eğer emperyalistler Türkiye ile birlik sürecini geciktirmek istemeselerdi asla Yunanistan’ın ve Kıbrıs’ın kaprislerine aldırmazlardı. Türkiye uzun bir dönemdir Avrupa iç siyasetinin bir parçası durumundadır. Avrupa’nın burjuva siyaset esnafı Türkiye karşıtlığı üzerinden prim toplama peşindedir. İşsizlik ve yoksulluğun pençesinde kıvranan emekçi kitleler, Türkiye birliğe girdiğinde Avrupa’yı göçmen işçilerin kaplayacağı tehdidiyle korkutulmaya çalışılıyor ve yabancı düşmanlığı kışkırtılıyor. “Medeniyetler çatışması” bağlamında “şeytanlaştırılan İslam” da yabancı düşmanlığını kışkırtmak üzere bir motif olarak kullanılıyor. Aynı şekilde, AB konusu Türkiye burjuvazisini de dikey bölen bir konu olmaya devam ediyor. Burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı emperyalistlerin Türkiye’yi bölmek istediğini ileri sürerek milliyetçiliği yükseltmeye çalışıyor. Gerek Avrupalı gerekse Türkiyeli emekçi kitleler iki yönlü milliyetçi kışkırtmalara karşı uyanıklığı bir an olsun elden bırakmamalıdırlar.
ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş Ortadoğu’da yoğunlaştığından ötürü tüm dikkatler bu bölgeye çevrilmiş durumda. Lakin emperyalist hegemonya kavgası her bölgede giderek kızışıyor ve tüm güçleri aktif bir şekilde savaş hazırlığına itiyor. Emperyalist savaşı niteliksel olarak etkileyecek ve yönünü değiştirecek esas gelişmeler Asya’da yaşanıyor. Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan’dan sonra Kuzey Kore’nin de nükleer silahlara sahip olması ve bilahare Japonya’nın nükleer silahlara sahip olma arzusunu dillendirmesi gelecek kara günlerin habercisidir. Patlak verecek bir savaşın bir nükleer felaket doğurması işten bile değil. Cephaneliklerin birer müze olmadığı bir gerçek!
İkinci Emperyalist Savaşta yenilen Japon emperyalizmine bir dizi yaptırım uygulanmıştı. Dönemin müttefikleri olan ABD, SSCB ve İngiltere’nin aldırdığı bir kararla Japonya’nın düzenli ordu kurması ve nükleer silah geliştirmesi yasaklandı. Ülkeyi işgal eden ABD emperyalizmi, Japonya’yı gelecekte süper güç olamayacak mekanizmaları devreye sokarak baştan aşağı yeniden örgütledi. Anayasa, Japonya’nın savaşa girmesini yasaklayan pasifist bir içerikle oluşturulurken, okullarda okutulan ders kitaplarının muhtevası da Japonya’nın savaş suçlarını anlatmak zorundaydı. Ancak gelinen aşamada Japon burjuvazisi, Japonya’yı pasif bir konuma iten bu çerçevenin yırtılmasını istemektedir. Nitekim Japon emperyalizmi önündeki engelleri kaldırmak için çok yönlü bir hazırlık sürdürmeye başlamıştır. Kitlelerin bilincini milliyetçi bir ideolojiyle yoğurmak ve savaşa hazırlamak için, Japonya’yı savaş suçlusu gösteren müfredata son verildi ve onun yerine militarist bir müfredat geçirildi. Geçen aylarda başa geçen milliyetçi hükümet, pasifist Anayasanın değiştirilmesini, düzenli ordu kurulmasını (bunun için anayasanın 9. maddesi kaldırılmak isteniyor) ve nükleer silah üretilmesini savunmaktadır. Zira düzenli bir ordu ve geliştirilmiş silahlar olmadan, süper ekonomik güç olmanın kendisi emperyalist hegemonya kavgasında gereken üstünlüğü sağlayamaz. Emperyalistler arası çelişkileri son tahlilde silahların çözdüğünü unutmamak gerek.
Önümüzdeki süreçlerde emperyalist savaşın hangi safhalardan geçerek ilerleyeceğini Çin, Rusya, Japonya ve bir ölçüde Hindistan’ın tavrı belirleyecektir. Henüz kesin çizgileriyle ortaya çıkmış kutuplar olmasa da, bu yöndeki çeşitli arayışlar gelecekte nasıl bir saflaşmanın olacağının ipuçlarını vermektedir. Uzun bir dönemdir Rusya ve Çin belirli düzeylerde ABD ve İngiltere karşısında bir kutup görüntüsü çiziyorlar. Bu iki gücün şimdilik ABD’ye karşı aleni bir meydan okuması söz konusu değildir. Ancak nüfuz alanlarında ciddi bir karşı koyuş söz konusudur ve hatta Rusya, ABD’nin denetimine geçen nüfuz alanlarına yeniden dönmektedir. Afganistan savaşında ABD’nin basıncına dayanamayan Özbekistan ve Tacikistan, askeri üslerini ABD’ye açmak zorunda kalmışlardı. Gelinen kertede, Şanghay beşlisinde yer alan bu iki ülke, Rusya ve Çin’in direktifleriyle ABD’yi askeri üslerinden çıkartmaya başlamışlardır. Keza renkli “devrim”lerle ABD’nin nüfuzuna giren Ukrayna gerisin geri dönerken, Gürcistan Rusya’nın yoğun baskısıyla boğuşuyor.
Buna karşın ABD emperyalizmi, Çin, Rusya ve Hindistan’ın İran’ı da yanlarına alarak bir kutup oluşturmalarının, enerji kaynakları ve yatırım alanları üzerinde etkin olmalarının önüne geçme gayretindedir. ABD’nin amacı Rusya ve Çine karşı Japonya ve Hindistan’ı kendi eksenine çekmektir. Geçen yaz Hindistan’ı ziyaret eden Bush, ABD’nin Hindistan’a nükleer silahlarını geliştirmesi için teknoloji satacağını açıkladı. Süper güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendine manevra alanı yaratma deneyimi bulunan Hindistan burjuvazisinin Amerikan emperyalizmine dümen kırıp kırmayacağını şimdiden kestirmek güçtür. Fakat Rusya ve Çin’i kendisi için tehlike gören Japonya’nın durumu farklıdır. Nükleer silahlarla donanmış bir Japonya’nın Çin ve Rusya’ya karşı ABD’yle aynı cephede yer alması pek muhtemeldir. Olayların tamı tamına nasıl gelişeceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir; içinden geçtiğimiz süreç pek çok muhtemel gelişmeyi bağrında taşımaktadır. Ama Asya üzerinden esmeye başlayacak bir nükleer savaş fırtınasının ABD’yi de içine alan bir Pasifik savaşına dönüşmesi gerçekten de insanlığın yıkımı olur. Bu karmaşık tablodan işçi sınıfı açısından çıkan sonuç, yaklaşmakta olan tehlikenin farkına varmanın hayati bir önem taşıdığıdır.
ABD emperyalizminin “özgürleştirdiği” Irak’ta 650 bin insan ya savaşta ya da savaşın yol açtığı nedenlerden ötürü öldü. Sakatlanan ve evlerini terk edenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Irak’ta her gün bombalar patlıyor ve bu patlamalar sonucunda ortalama 70-80 insan parçalanarak ölüyor. Bugün Ortadoğu’ya hâkim olan manzara, önümüzdeki süreçte ateş çemberinin başka yerlere de sıçrayarak genişleyeceğini gösteriyor. Zira Irak’ta, Filistin’de ve Lübnan’da bir iç savaş olasılığı geçmiş günlere göre daha fazla gündemdir.
ABD emperyalizmi Irak’taki işgalini uluslararası düzeyde meşrulaştırmış ve belirli sınırları olan bir iktidar yaratmışsa da gerçek anlamda Irak’ta bir iç bütünlük kuramamıştır. Sünni Arap burjuvazisinin iktidardan dışlanması ve iktidarın esas olarak Şii Araplara bırakılması bugünkü sorunların zeminini döşemiştir. Fakat devlet bürokrasisine yerleşen ve milis güçleriyle geniş bölgeleri kontrol eden Şii Arap burjuvazisi, giderek ABD’nin kontrolünden çıktı ve belirli düzeylerde Şii İran’ın nüfuzuna girdi. Böylece ABD emperyalizmi, “şer ekseni” ilan ettiği ve hedef tahtasına oturttuğu İran’ı, istemeden de olsa Ortadoğu’da söz sahibi yaptı. Buna karşın, iktidardan dışlanan ve petrol gelirlerinden mahrum bırakılan Sünni Arap burjuvazisinin bir kesimi, hem ABD’ye hem de Şii Araplara karşı savaş yürütmektedir. Özetle ABD emperyalizmi, giderek denetiminden çıkan Şii Arap burjuvazisi ile bugünkü direnişin sözcüsü olan Sünni Arap burjuvazisinin arasında sıkışmakta, Irak’ta iç düzen sağlanamadığı için de diğer hedeflerine yönelememektedir.
Tekrarlarsak, Irak Çalışma Grubu, iddia edildiği gibi ABD’nin Irak’tan çekilmesini savunmuyor; tersine, inceltilmiş yöntemler kullanılarak Sünni Arapların “düzen” içine çekilmesini ve böylelikle Şii Arapların dengelenmesini, göreceli de olsa bir iç düzen kurulmasını ve ABD’nin sorunlar yumağından sıyrılarak diğer hedeflerine yürümesini savunuyor. Yani Şii Araplara karşı Sünni Arapları, Kürtlere karşı tüm Arapları ileri sür taktiği! Nitekim bu taktik gereği, Irak’ın üç federe devlete bölünmesine de karşı çıkılmaktadır. Şimdiki Irak Anayasasına göre üç vilayet bir araya geldiğinde federal bölgeler oluşturabiliyor. Gerek Şii Araplar gerekse Kürtler federal yapılanmayı savunuyorlar. Sünni Arap burjuvazisi ise, hem dar bir bölgeye sıkışıp kalacağı hem de petrol kaynakları tümüyle diğer devletlerin denetiminde olacağı için federal ayrışmaya karşı çıkıyor.
Esasında oldukça çelişkili bir manzara söz konusudur. Örneğin, Şii Arapların federe bir devlet kurmaları İran’ın bölgede nüfuz alanını genişletmesi demektir. Ancak Irak’ın federe devletlere bölünmesi, Kerkük’ü de içine alan bağımsız bir Kürt devletinin önünü açar ki, kendi Kürtlerine örnek teşkil edeceği için İran, Suriye ve Türkiye buna külliyen karşılar. Konu Kürtlerin bağımsızlığı olduğunda bu ülkeler kendi aralarındaki çelişkileri tez zamanda bir kenara itip domuz topu gibi birleşebiliyorlar. Amerikan savaş kurmayının bir bölümü, Kürt devletinin İran ve Suriye’nin de çıkarına olmadığını, eğer bir Kürt devleti istemiyorlarsa bu iki ülkenin Şii Arapları dizginlemesi gerektiğini ileri sürüyor. İşte İran ve Suriye’nin Irak’taki sürece dâhil edilmek istenmesinin altında böylesi bir karmaşık ilişkiler zinciri söz konusudur. Yoksa ABD emperyalizmi İran’ı hedef tahtasından çıkartmış değildir.
Öyle gözüküyor ki, ABD emperyalizmi son tartışmaları dikkate alarak iki yönlü bir planı devreye sokmuş bulunuyor. Birincisi, Irak’taki Şiileri Sünnilerle dengelemek ve ikincisi ise, İran’ı bölgedeki Sünni Arap devletleriyle kuşatarak baskı altına almak! 21 Aralıkta Sünni Arap devletlerini ziyaret eden Tony Blair (İngiltere eski başbakanı), söz konusu planı şu sözlerle ifşa etti: “İran’ın stratejik meydan okumasının farkında olmalıyız. İran bizi Lübnan, Irak ve Filistin’de köşeye sıkıştırmak istiyor.” Günler önce Arap devletlerinin İran’ın nükleer silah geliştirdiği bahanesini ileri sürerek, kendilerinin de nükleer teknoloji geliştirmek istediklerini açıklamalarını, Lübnan’da ve Filistin’de açıktan iç savaşın kışkırtılmasını İran’ı yalnızlaştırmayı amaçlayan bu plan çerçevesinde okumak gerekiyor.
Hatırlanacağı üzere İsrail bir ay boyunca Güney Lübnan’da taş üstünde taş bırakmamasına rağmen, İran ile kader birliği yapmış olan Hizbullah’a öldürücü bir darbe vuramadı. Hatta Hizbullah’ın daha da güçlendiğini ve kimi Hıristiyan grupları da yanına alarak Lübnan iç siyasetinde belirleyici olmaya başladığını söylemek de mümkün. Tam bu süreçte Hariri suikastı benzeri bir suikastla Sanayi Bakanı Pierre Cemayal öldürüldü ve suikast Suriye’ye yıkıldı. İç savaş kışkırtması benzeri bir şekilde Filistin’de de sürüyor. El-Fetih ile Hamas ortak bir hükümet kurmak üzereyken ABD ve İsrail sürece müdahale ettiler ve El-Fetih hükümet kurmaktan vazgeçti ve bizzat Mahmut Abbas’ın kışkırtmasıyla El-Fetih ile Hamas arasında çatışmalar başladı. ABD ve İsrail Hamas’ı yönetimden düşürmek ve El-Fetih’i başa geçirmek istiyorlar. Böylece İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas ekseni etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor.
Sürecin tam olarak nasıl gelişeceğini şimdiden kestirmek gerçekten de güç fakat buraya kadar ortaya konan tablo, Ortadoğulu emekçi kitleleri yine kan ve gözyaşının beklediğine işaret ediyor. Suudi Arabistan’ın ABD’nin direktifleri doğrultusunda Şiilere karşı Sünnileri desteklemek için Irak’a müdahale edeceği konuşulmaktadır. Beri yandan 2007’de Kerkük’ün statüsü nihai olarak tayin edilecek; yapılacak referandumu Kürtlerin kazanacağı kesin gibi. Lakin hem Arap devletleri hem de Türkiye Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesine şiddetle karşılar ve TC’nin Güney Kürdistan’a müdahale etmek istediği bir sır değil. Kısacası Irak’ta, Filistin’de ve Lübnan’da başlayacak bir iç savaşın nerede duracağı kesinlikle belli değildir. Bu ülkelerde başlayacak bir iç savaşın, emperyalistlerin de kışkırtmasıyla başını İran ile Suudi Arabistan’ın çektiği olası bir Sünni-Şii savaşına dönüşmesi Ortadoğu’nun yıkımına yol açar. Tek çıkış yolu var: Ortadoğulu işçi-emekçi kitlelerin birleşerek kapitalist düzeni alaşağı etmesi ve bugünkü yıkımın sorumlusu olan sömürücü egemen güçleri tarihin çöplüğüne göndermesi! İşte o vakit, uygarlığın beşiği Mezopotamya’da, bir zamanların cenneti olarak tasvir edilen ve fakat cehenneme çevrilen bu kadim topraklarda yeni bir uygarlık filizlenecektir. Savaşsız, sınıfsız ve de devletsiz bir uygarlık!
Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo, emperyalist-kapitalist sistemin insanlığı nasıl bir yıkıma sürüklediğini gözler önüne seriyor. Hızla yayılmakta ve dünyayı etkisine almakta olan emperyalist savaşı durduracak olan dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Ne var ki bu mücadelenin başarıya ulaşması için, burjuvazinin milliyetçi-yurtsever bilinç bulandırma operasyonuna karşı bağışık olmak ve ikircimsiz olarak proletaryanın enternasyonalist bayrağının altında toplanmak gerekiyor. Emperyalist savaşlarla birlikte dünya kapitalizminin canına okumanın gereğini de, işçi sınıfına bu bayrağı sunan devrimci bir uluslararası önderliğin inşası oluşturuyor.
Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Ocak 2007’deki 22 nolu sayısında yayınlandı.
Yukarıda görüldüğü üzere[14] 2007 başında uluslararası siyasetin eğilimlerine genel bir projeksiyon tutmuş ve işçi sınıfını bekleyen tehlikelere dikkat çekerek şu tespitte bulunmuştuk. Geride bıraktığımız 2007 yılı bu nesnel zemini daha da pekiştirmiş bulunuyor. Dünya ekonomisi genel durgunluktan çıkamadığı gibi, büyük bir krizin patlak verme olasılığı da her geçen gün artıyor. İşçi sınıfının sosyal kazanımlarına el konulması ve özellikle 1990’lardan sonra tüketici kredilerinin şişirilmesi, sınıf mücadelesinin gerilediği böyle bir ortamda burjuvaziye bir nebze de olsa soluk aldırmıştı. Ne var ki bu soluk aldırma, anlamlı bir yükselişe itilim vermemiş ve son 15 yıldır dünya ekonomisinin yaşadığı canlanmalar hep kısmi düzeyde kalmıştır.
ABD’deki “mortgage çöküşü” ile başlayan ve dünya piyasalarını etkisine alan sarsıntı, dünya ekonomisindeki nefessizliği bir kez daha göstermiştir. Şimdi başta ABD merkez bankası olmak üzere, emperyalist metropollerin merkez bankaları piyasalara yarım trilyon doların üzerinde para sürerek (yani batması gereken bankaları emekçilerden kesilmiş vergilerle bir süreliğine kurtararak), faizleri düşürerek krizi ertelemeye çalışıyorlar. Ancak tüm bu erteleme çabaları daha da büyük krizlerin mayalanmasına yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bizzat burjuva ekonomistler, önümüzdeki on yılların geride bıraktığımız yıllar gibi olmayacağının altını çiziyorlar.
Yine yaptığımız değerlendirmede, “bugün dar bir bölgede yürüyen sıcak savaş, giderek dünyayı bir anafor gibi etkisine almakta ve tüm verili siyasal dengeleri sarsarak savaşın büyümesinin yolunu açmaktadır” demiştik. Gerçekten de geride kalan bir yıllık zaman zarfında oldukça önemli gelişmeler olmuş, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın bir bölümü hariç tüm dünya, emperyalist sıcak savaşın yörüngesine girmiştir. Güney Asya’dan Afrika’ya, Doğu Avrupa’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya değin tüm bölgeler emperyalist hegemonya kavgasına sahne oluyor. Üçüncü Dünya Savaşı bir anlamda başlamıştır. Elbette savaşın, bugünden farklı olarak daha hangi biçimlere bürüneceğini ve nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmek güç. Lakin dünyanın yeniden paylaşımı kesin çizgileriyle belirleninceye kadar savaşın süreceği bir gerçektir.
Emperyalist güçler arasındaki ilişkilerin ve savaşın hangi yönde geliştiğinin öngörülmesi, devrimci işçi sınıfının mücadelesi ve izleyeceği politik taktikler açısından önem arz ediyor. Geride bıraktığımız yıl içinde konvansiyonel silahların sınırlandırılmasını içeren anlaşmalar çöpe atılmış ve silahlanma yarışı alabildiğine hızlanmıştır. Bu eğilim önümüzdeki süreçte savaşın nasıl bir karaktere bürüneceğini ortaya koymaktadır. Bu tabloyu emperyalist çürüme ve siyasal gericiliğin daha belirgin bir şekilde kendini dışa vurması tamamlamaktadır. Militarizmin ve milliyetçiliğin yükseltildiği, faşizan uygulamaların yaygınlaştığı bu dönemin karakteristik özelliklerini her yerde görebiliriz.
Geçen sene bu zamanlar ABD emperyalizminin Irak’taki durumu üzerine, her zamanki gibi tez canlı değerlendirmeler yapılıyordu. Irak Çalışma Grubu yayınladığı raporunda ABD’nin Irak’taki durumunu “çöküş”, “felâket” ve “şok” sözleriyle değerlendirmişti. Bu değerlendirmeden ve Demokratların Kongre seçimlerini kazanmasından hareketle ABD emperyalizminin yenildiğine ve maceranın sonunun gelindiğine kanaat getirilmişti. Oysa gerçeğin bu olmadığını, gelinen aşama ortaya koyuyor. ABD’nin amacı Irak’ta dört başı mamur bir düzen kurmak değil, nüfuz alanlarında mevziler elde ederek o büyük ve nihai hedefe yürümektir. Dolayısıyla da henüz nasıl biçimler alacağı ve ne gibi sonuçlar yaratarak biteceği belli olmayan emperyalist savaşın anlık ve yüzeysel bir değerlendirmesi, devrimci işçi sınıfının mücadelesine sağlam bir perspektif sunmayacaktır. Kaldı ki, ABD emperyalizmi Irak’ta kendi çıkarlarını garanti altına almış bulunuyor. Bugün Irak’ta yüzden fazla askeri üs kurulmuş durumda. Petrol alanları ve boru hatları, son derece güvenli hale getirilmiş olan bu askeri üsler tarafından korunuyor. Petrol alanları, üsler ve Bağdat’ta kurulan yeşil bölge dışındaki yerlerin kan banyosuna dönmesi ABD açısından ikincil önemdedir. Tam da bundan ötürüdür ki, ABD’nin gündeminde Irak’taki iç sorunlardan ziyade İran seferberliği vardır. ABD emperyalizmi ya da en azından petrol, silah tekellerinin ve İsrail’in desteklediği Bush yönetimi savaşı kısa vadede yayma çabasındadır. Bu maksatla Bush yönetimi ve İsrail, İran’a yönelik aynı Irak’takine benzer bir kampanya yürütüyor.
Kuşkusuz süreç pürüzsüz ilerlemiyor. CIA’nın da içinde yer aldığı 16 istihbarat örgütünün Aralık ayında yayınladığı ortak raporda, İran’ın 2003 yılında nükleer silah üretmeyi durduğu ve yeniden başladığına dair de bir emare bulunmadığı açıklandı. Tahmin edileceği üzere bu rapor, İran seferberliğinin bir an önce başlaması gerektiğini savunan burjuva kesimler ile İsrail’i oldukça rahatsız etti. Anlaşılacağı üzere, Amerikan burjuvazisi ve onun kurmay heyeti içinde, savaşın temposu ve izlenecek taktikler hakkında görüş ayrılığı yaşanmaktadır. Bush yönetiminin bir bölümü ve Demokratlar savaş makinelerinin İran’a sürülmesinde acele edilmemesini, gerek cephede gerekse cephe gerisinde yaşanan dağınıklığa son verilmesini, orduların yıpratılmamasını ve moral açıdan donatılmasını, askeri gücün heba edilmemesi gerektiğini savunuyorlar. Fakat Amerikan burjuvazisi ya da onun savaş kurmayı içinde taktiksel ayrılıklar yaşanması, sanılmasın ki İran’ı hedef olmaktan çıkartıyor. “İran’ı Ortadoğu’da ve dünyada yaptığımız her şeyde hesaba katmak zorundayız” diyen dışişleri müsteşarı Nicholas Burns şöyle devam ediyor: İran “2010’da, 2012’de ve büyük bir olasılıkla 2020’de de dış politikamızın merkezinde olacak.” Yani her ne kadar söz konusu rapor “İran nükleer silah üretmiyor” dese de, yarın, “İran yeniden nükleer silah programını uygulamaya başlamıştır” içerikli raporların hazırlanmayacağının garantisi yoktur.
Gerek Cumhuriyetçiler gerekse Demokratlar savaşın sürdürülmesi gereğinde hemfikirler. Nitekim Demokratlar bugün savaş karşıtı pozlara girmiyor ve hatta ABD’nin Bayan Clinton –Amerika’nın Thatcher’ı da deniyor– açıkça Irak’taki işgali ve savaşı savunuyor. Fakat 2008 seçimlerinde işçi-emekçi kitlelerin oylarını almak için, pekâlâ kuzu kılığına girmiş kurt misali, savaş karşıtı pozlara girebilir. Ancak Amerikan işçi sınıfı ne yazık ki, bu tür oyunları boşa çıkartacak örgütlülüğe ve önderliğe sahip değildir ve yoğun bir ideolojik bombardıman altındadır. Amerikan burjuvazisi “uluslararası terörizm” ya da “şeytanlaştırılmış İslam” kılığında yeni bir “dış düşman” imal etmeyi başarmıştır. Böylece Ortadoğu’yu kan deryasına çeviren emperyalist savaşını kitlelerin gözünde meşrulaştırabiliyor.
Geçtiğimiz dönemde de, emperyalist savaşın gidişatını etkileyecek esas gelişmelerin Asya’da ve Pasifik’te yaşandığına işaret etmiştik. Güney Asya’da ve Pasifik’te derinden derine bir silahlanma yaşanmakta, Japonya da dâhil tüm güçler olası bir savaşa hazırlanmaktalar. Nitekim Rusya, Atlantik kıyılarından Urallar’a dek asker ve ağır silah yığmayı kısıtlayan Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşmasından (AKKA) 12 Aralıkta çekildi. ABD’nin anti-balistik füze kalkanı anlaşmasını çöpe atmasından sonra Rusya’nın da, silahlanmayı sınırlayan anlaşmaları bozması, çok daha büyük bir kapışmaya hazırlanıldığının delilidir.
Emperyalist hegemonya kavgasının kızışması her geçen gün Rusya ile ABD’yi daha fazla karşı karşıya getiriyor. ABD’nin Polonya ve Çekya’ya füze savunma sistemi yerleştirme girişimine misilleme yapan Rusya, bu tür ABD tesislerini hedef sayacağını ve Avrupa sınırına füze yerleştireceğini açıkladı. ABD emperyalizmi Doğu Avrupa’ya yerleştirmek istediği sistemin hedefinin İran olduğunu açıklasa da, herkesin malûmu olduğu üzere esas hedef Rusya’dır. Şunu söylemek mümkün: Olası bir büyük savaşın iki tarafı olacaksa, bunun bir tarafında ABD emperyalizmi öteki tarafında ise Rus emperyalizmi yer alacaktır. Putin’i iktidarda tutmaya dönük arayışlar, rejimin alabildiğine totaliterleşmesi ve faşizan uygulamaların günlük hayata damgasını basması; içeride, devrimci yükselişi ezmek üzere gençlerin faşist yapılarda örgütlenmesi savaş hazırlığının bir parçasıdır.
Beri yandan, uzun bir dönemdir ABD ve İngiltere karşısında bir kutupmuş gibi hareket eden Rusya ve Çin’in ilişkileri, süreç ilerledikçe daha da pekişmektedir. Başını Rusya ve Çin’in çektiği Şanghay İşbirliği Örgütünün güçlenmesi ve NATO’ya benzer ve hatta ona alternatif bir aygıt kurması bu “blok”un askeri temelini oluşturmaktadır. Rusya ve Çin askeri açıdan güçlenirken ekonomik olarak da güçlenmekteler. Rus emperyalizmi özellikle de petrol ve doğalgaz satışından muazzam sermaye birikimi elde etmiş ve Rus tekelleri dünya pazarlarında boy göstermeye başlamışlardır. Çin emperyalizmi ise dünya mali sermayesinin azımsanmayacak bir bölümünü elinde tutan bir güç haline gelmiştir. Bu gücünü kullanarak, yani birçok ülkeyi borçlandırarak daha şimdiden nüfuz alanlarında ve özellikle de Afrika’da hâkim bir güç olarak yükselmektedir.
Açlık, yoksulluk ve türlü hastalıkların pençesinde kıvranan Afrika halkları, asırlarca sömürgeci güçlerin boyunduruğu altında acı çektikten sonra, şimdi de hegemonya kavgası veren güçler tarafından birbirlerine boğazlatılıyorlar. Sudan’da, Somali’de ve birçok ülkede iç çatışmalar ve katliamlar sürüyor. Özellikle de Çin ve ABD arasında muazzam bir kapışma yaşanmaktadır. Çin emperyalizmi Afrika’daki etkinliğini artırmak için kredi mekanizmalarını ve sermaye yatırımlarını kullanıyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl Afrika Birliğine 6 milyar dolarlık faizsiz kredi vermeyi taahhüt etmiştir. Çin emperyalizmi kredi mekanizmalarını daha etkin kullanmak için, elindeki mali sermayeyi kuracağı bir para fonuna aktarmaya karar vermiş bulunuyor. Böylece IMF’nin, dolayısıyla da ABD’nin karşısına daha güçlü şekilde dikilebilecektir.
Orta Asya ve Kafkasya’da ABD’nin “renkli devrim” dalgası geri püskürtülmüş; İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah üzerinden Çin ve Rusya Ortadoğu’ya daha fazla müdahale etmeye başlamışlardır. Yanı sıra, geçtiğimiz aylarda Çin’in nüfuz alanında olan Myanmar’daki iç sorunları kendi çıkarları için kullanmaya çalışan ve yeni bir “renkli devrim” denemesine girişen ABD ve ortakları da hedeflerine ulaşamamışlardır. Ancak Rusya ve Çin’in ABD ve İngiltere karşısında yükselen güçler olması işçi sınıfı açısından sevinilecek bir durum değildir. Bu güçlerin ABD emperyalizmine kafa tutması onların anti-emperyalist olmalarından değil, işaret ettiğimiz üzere dünyayı yeniden paylaşmaya niyetlenmiş emperyalist güçler olmalarından kaynaklanmaktadır. Bundan ötürüdür ki, özellikle de yoğun bir sömürü altında inletilen Çin ve Asya’nın işçi sınıfları yanılgıya düşüp gerçek düşmanı hedeften çıkartmamalılar. O düşman ki, ABD, Çin, Rusya emperyalizmi dâhil, dünya kapitalist sistemidir.
Avrupalı emperyalistlerin hayalini kurdukları o dünyaya hükmeden AB, öyle gözüküyor ki rüyalarda kalmaya devam edecek. Emperyalist hegemonya kavgasının yarattığı basınç içerideki gerilimi daha da arttırıyor ve mevcut birliği zayıflatan bir unsura dönüşüyor. Yeni AB anayasası, Fransa ve Kosova meselesi, çatırdama eğiliminin son süreçteki dışavurumlarıdır. Bilindiği üzere, AB anayasası 2005 yılında Fransa’da ve Hollanda’da halkoyuna sunulmuş ve reddedilmişti. Ortaya çıkan bu durumdan ötürü, anayasa diğer ülkelerde referanduma sunulmayarak rafa kaldırılmıştı. İşte 13 Aralıkta kabul edilen Lizbon Anlaşması bu anayasanın yerine geçecek. Lizbon Anlaşmasına göre AB’nin dış politikası tek merkezden, kurulan Dışişleri Konseyi Başkanlığı tarafından yürütülecek. Alınan bu karar, AB’nin siyasal birlik yönünde attığı önemli bir adımın ifadesi gibi gözükse de gerçek bu değildir. Yoğun pazarlıkların damgasını bastığı Lizbon Anlaşması oldukça karmaşık ve eski anayasaya göre daha ileri değil geri bir adımın ifadesidir. Ortak dış politika oluşturulabilmesi ve uygulanabilmesi için getirilen tüm üyelerin oybirliği şartı, çoğu durumda ortak karar alınmasını olanaksız hale getirecektir. Ortak bayrak ve marştan vazgeçilirken, kitlelerin vetosunun Birliği parçalayan bir etmene dönüşmemesi için anlaşmanın referanduma götürülmemesi de kararlaştırılmıştır.
ABD’nin her türlü aracı kullanarak paylaşım alanlarına akması karşısında AB’nin tutunamadığını ve tavır almaktan vazgeçerek onun açtığı yoldan ilerlemeye başladığını daha önce tespit etmiştik. AB’nin genel çizgisine hâkim olmaya başlayan bu tutum, Fransa’nın ana politikasının önemli bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Uzun bir dönemdir ekonomisi büyümeyen, en önemlisi de hegemonya kavgasında arzuladığı noktada olmayan; AB güçleri arasında Almanya’nın hâkimiyetinin artmasıyla, ABD ve İngiltere’nin ise paylaşım alanlarına silah zoruyla dalmasıyla dışlanan ve sıkışan Fransız emperyalizmi yeni bir arayışa girmiştir. Nihayetinde faşizan bir söylem kullanarak iktidara gelen Sarkozy, daha savaşkan bir politika izleyerek Fransız emperyalizmini bu dışlanmışlıktan ve sıkışmışlıktan kurtarmayı hedeflemektedir. Fransız burjuvazisinin –en azından bir kesiminin– Sarkozy’de cisimleşen yeni politikasının bir sonucu olarak, geleneksel ABD karşıtı, De Gaulle’cü çizgi şimdilik bir kenara bırakılmış ve emperyalist paylaşımdan pay kapmak için ABD’nin safına geçilmiştir. Sarkozy’nin Amerikalıları çok sevdiğini açıklamasının, “Atlantik ötesi yeni politika”nın ya da dışişleri bakanı Bernard Kouchner’in “İran savaşına hazır olmalıyız” beyanatının nedeni söz konusu değişimdir.
Fransız burjuvazisinin Sarkozy ile birlikte hayata geçirmeye çalıştığı diğer bir politika da Akdeniz Birliği projesidir. Olası Akdeniz Birliği, Türkiye, İspanya, İtalya, Yunanistan, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Mısır gibi ülkelerden oluşacak. Çok açık ki, böyle bir birlik girişimi AB içindeki çatışmanın ve çatırdamanın bir sonucudur. Fransız emperyalizmi, çoğunluğu eski sömürgelerinden oluşacak Akdeniz Birliğiyle kendisine özel bir nüfuz alanı –iç pazar gibi– yaratmayı hedeflemektedir. Nasıl ki Almanya Doğu Avrupa’yı yutarak buraları kendi “çöplüğü” haline getirdiyse, Fransa da Avrupa düzeyinde yapamadığını Akdeniz’de hayata geçirmeye ve Almanya’nın karşısına daha güçlü bir şekilde çıkmaya çalışmaktadır. Nitekim tam da böyle olduğu için Almanya Fransa’nın birlik girişimine, AB’ye alternatif olabileceği gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Bu noktada, Irak savaşı öncesinde var olan Almanya-Fransa ekseninin de şimdilik ortadan kalktığını vurgulamak gerekiyor. Fransa’nın aksine Almanya olası bir İran savaşına karşı çıkıyor. Bunun yanı sıra, enerji anlaşmaları üzerinden Rusya ile ciddi bir yakınlaşma söz konusudur.
AB’nin zaaflarını dışa vuran bir başka unsur da Kosova’dır. Emperyalist güçler, Balkan halklarını yıllarca birbirlerine boğazlattıktan sonra Yugoslavya parçalanmış ve ortaya pek çok ulus-devlet çıkmıştır. Şimdi bir kez daha Balkan halkları karşı karşıya getiriliyor. ABD’nin desteklediği Kosova Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmek isterken, Rusya’nın desteğini alan Sırbistan buna şiddetle karşı çıkıyor. Öyle gözüküyor ki, emperyalistler Kosova üzerinden kozlarını yeniden paylaşacak ve Balkanlar bir kez daha kan banyosuna dönecek. Buraya kadar çizdiğimiz genel çerçeve bile, AB’nin özgürlük, demokrasi ve barışı temsil ettiği propagandasının koca bir yalan olduğunu gözler önüne seriyor. Özgürlük, demokrasi ve barış dolu, müreffeh bir dünyayı AB benzeri emperyalist birlikler yaratamazlar. Yalnızca işçi sınıfı, üretici güçlerin önünde çoktandır bir engel haline gelen kapitalizme ve ulus-devletlere son verebilir. Avrupa’daki proleter devrimlerin hayat vereceği Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri, dünya devriminin de önemli bir kaldıracı olacaktır.
Ortadoğu halkları kan ve gözyaşı sarmalından kurtulamıyor. Emperyalist güçler Ortadoğu’yu tümüyle istikrarsızlığa sürükleyerek kendi planlarını hayata geçirmeye çalışırken, emperyal emellerinin bir parçası olarak Türkiye burjuvazisi de, sınır ötesine bombalar yağdırarak Kürt halkı dâhil, tüm bölge halklarına gözdağı veriyor. ABD emperyalizmi her ne kadar Irak’ta kendi açısından bir düzen –ya da düzensizlik– kurarak hedeflerine esas itibariyle ulaşmışsa da, Irak ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan istikrar kazanmış değildir. Gerek Şii Araplar gerekse Sünni Araplar kendi aralarında bölünmüş bulunuyorlar ve iktidar kavgası her geçen gün derinleşiyor. Keza Şii Araplarla Kürtlerin ittifakı da çatırdamaya başlamıştır. Bu yaşananlara Kerkük referandumunun altı aylığına ertelenmesini de eklemek gerekiyor. Önümüzdeki dönemde iktidar kavgasının alevlenmesi, Kerkük sorununun yeniden gündeme gelmesi ve bölge ülkelerinin de aktif müdahil olmasıyla Irak’taki siyasal ortam, daha da içinden çıkılmaz bir hale gelebilir.
Irak’taki iç kargaşanın daha da alevlenmesine yol açabilecek diğer bir önemli etmen de, ABD’nin Sünni Arap devletleriyle Şii İran’ı kuşatma projesidir. Bu proje Irak üzerinden örgütlenmektedir. İran, Şii Araplar, özellikle de bugünkü iktidara hâkim olan kesimler üzerinde küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Irak’ta Şiiler, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas üzerinden ve bir ölçüde Suriye üzerinden, İran, Ortadoğu’daki paylaşımda dikkate alınması gereken bir güç haline gelmiştir. Bu durumdan bir hayli rahatsız olan ABD emperyalizmi, Irak’taki Sünni Arapları sistem içine çekerek Şii Arapları; Sünni Arap devletlerini silahlandırarak da Şii İran’ı dengelemek istemektedir. Nitekim 2007’nin ilk günlerinden itibaren böyle bir plan devreye sokuldu ve Suudi Arabistan dâhil Arap devletleri, Sünni direnişçileri sistem içine çekmek ve Şiilerin siyasal iktidardaki gücünü kırmak amacıyla Irak’a daha fazla müdahale etmeye başladılar. Neredeyse tamamı Sünni olan 40 bin tutuklunun salıverilmesini içeren yasanın geçen ay Irak parlamentosunda kabul edilmesinin nedeni bu plandır.
Arap devletlerinin silahlandırılarak İsrail ile yakınlaştırılması; Filistin ve Lübnan’da ise iç çatışmaların kışkırtılarak İran’ın yalnızlaştırılması da planın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Nihayetinde plan çerçevesinde Arap devletleri ABD tarafından silahlandırılırken (Suudi Arabistan’a ve Körfez ülkelerine 20, Mısır’a 13, İsrail’e ise 30 milyar dolarlık silah satışı yapılmıştır), Filistin ve Lübnan ise derin bir iç krize sürüklenmiştir. ABD emperyalizmi Lübnan’da Sinyora hükümeti üzerinden İran yanlısı Hizbullah’ı silahsızlandırmaya ve ezmeye çalışıyor. Fakat Sinyora hükümeti başarılı olamamıştır. Tersine, Hizbullah ve kimi Hıristiyan grupların oluşturduğu ittifak, Lübnan’daki siyasal sürece damgasını basmaya başlamıştır. Gelinen aşamada, Lübnan cumhurbaşkanı istifa ettiği ve taraflar ortak bir isim üzerinde anlaşamadığı için, derin bir kriz yaşanmakta ve önde gelen isimlere dönük gerçekleştirilen suikastlar bu krizi beslemektedir.
Lübnan’da şimdilik başarılamayan iç savaş, Filistin’de hayata geçirilmiş bulunuyor. 2005’te ezici bir çoğunlukla seçimleri kazanan Hamas, ABD’nin, İsrail’in ve El-Fetih’in direnişiyle karşılaşmıştı. Baskıdan ve ekonomik ambargodan kurtulmak isteyen Hamas, 2006’nın sonlarına doğru El-Fetih ile ortak bir hükümet kurdu. Lakin ABD ve İsrail El-Fetih’in Hamas ile hükümet kurmasına karşı çıkarak sürece müdahale ettiler. Yıllardır ABD’nin yardımlarıyla ayakta duran ve üstelik Hamas’ın hükümete gelmesiyle iktidarı ve nimetlerini kaybetmek ile yüz yüze gelen Filistin Yönetimi/El-Fetih, bu müdahale üzerine ortak hükümetten çekildi ve çatışmalar başladı. El-Fetih’in tırmandırdığı çatışmalar geçen Haziran ayında doruğuna ulaştı ve Filistin Yönetimi fiilen bölündü: El-Fetih Batı Şeria’da, Hamas ise Gazze’de iki farklı hükümet kurdular. İsrail’in çepeçevre çevirdiği ve giriş çıkışı yasakladığı Gazze, tam anlamıyla yarı açık bir cezaevine dönüşmüş bulunuyor. Bir buçuk milyon Filistinli açlık, susuzluk ve hastalıktan kırılıyor.
İşte 27 Kasımda ABD öncülüğündeki Annapolis görüşmeleri böyle bir ortamda yapıldı. 17 Arap devletinin de katıldığı görüşmelerden, temennilerden öte hiçbir sonuç çıkmış değildir. Ne Kudüs’ün statüsü ne Filistin devletinin sınırları ve mültecilerin durumu ne de Yahudi yerleşim yerlerinin ne olacağına dair somut bir gelişme var. Üstelik İsrail, yeni yerleşim yerleri açma ve mevcut Filistin topraklarını da ilhak etme politikasına devam ediyor. Filistin üzerine kaleme aldığımız tüm yazılarda hep şunu tekrarladık: Filistin sorunu emperyalist hegemonya kavgasının derin bir parçası haline gelmiştir. Emperyalist kavganın dengelerinden bir Filistin devletinin doğması mümkünse de, bunun kalıcı barışı sağlayamayacağını somut yaşam gösterecektir. Son 15 yıla dönüp bakarsak, bu süreçte sayısız “barış” planının daha üzerindeki mürekkep kurumadan çöpe atıldığını görürüz. Nihayetinde Annapolis de onlardan biri olacaktır.
ABD emperyalizminin esas derdinin barış, özgürlük ve demokrasi olmadığı yeterince açıktır. ABD’nin elini attığı her yerden savaş ve diktatörlükler fışkırmaktadır. ABD’nin “demokrasi götürmeye” çalıştığı ülkelerden biri olan Pakistan da kan gölüne dönmüş bulunuyor. Yıllarca Pervez Müşerrefin askeri diktatörlüğünü destekleyen ABD, içerideki İslamcı hareketi bastıramayıp yıpranınca, Müşerref’i sıkıştırmaya ve “Pakistan demokrasiye geçmeli” çağrıları yapmaya başladı. Yurtdışında sürgünde olan Benazir Butto’yu ise Müşerref’in yerine hazırlamak üzere Pakistan’a getirtti. Daha Pakistan’a ayak basar basmaz düzenlenen ve 140 kişinin öldüğü suikasttan kurtulan Butto, 27 Aralıktaki saldırıdan kurtulamadı. Çok açık ki, Butto’nun öldürülmesi, yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının dışında münferit bir olay değildir. Butto’yu kimin öldürdüğü, karanlık güçlerin ne gibi planlar peşinde olduğunu anlamak bakımından önemliyse de, bundan esas olarak kimlerin faydalanacağına bakmak gerekiyor. Daha şimdiden “uluslararası terörizm”, “İslamcı terörizm” söylemine sarılan ABD emperyalizmi, Butto’nun ölümünü kendi çıkarları için kullanacaktır. Artan karışıklığı bastırmak ve nükleer silahlarını denetim altına almak bahanesiyle, önümüzdeki dönemde ABD askerleri Pakistan’a girerse hiç şaşılmasın!
Karanlık günlerin bulutları her geçen gün dünyayı daha fazla kaplıyor. Gerçeğe sırt dönülerek ondan kaçılamaz. Tek çıkış yolu var: bölgenin işçi ve emekçi sınıfları birleşmeli ve savaş, açlık, diktatörlük ve acı üreten kapitalizmi alaşağı etmeli. Emekçi kitleler kendi iktidarlarını, yani Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu’nu kurduklarında; barışa, demokrasiye ve müreffeh bir topluma giden yolun kapılarını açmış olacaklar.
Ekonomik kriz ortamlarında ve emperyalist savaşın gelişip yayıldığı dönemlerde sınıf mücadelesi unsurunu asla akıllardan çıkartmamak ve dolayısıyla da umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Zira ekonomik ve emperyalist yıkım, bünyesinde karşıt eğilimleri de barındırır. Her büyük ekonomik kriz ve savaş toplumu derinden sarsar, kitleleri uykusundan uyandırarak olayların içine çeker. Burjuvazinin hemen her saldırısının sınırlarını nasıl ki sınıf mücadelesinin düzeyi belirliyorsa, savaşın nasıl gelişeceğini ve nasıl boyutlar alacağını belirleyen temel etmen de sınıf mücadelesidir. Uluslararası ölçekte örgütlülüğün sağlandığı ve devrimci bir önderliğin yaratıldığı koşullarda işçi sınıfı, kimsenin şüphesi olmasın ki, burjuvazinin krizine devrimci bir çözümle cevap verecektir. Eğer Birinci Dünya Savaşında II. Enternasyonal işçi sınıfına ihanet etmeseydi ve uluslararası ölçekte kitleleri mücadeleye çağırsaydı muhtemelen emperyalist savaş bir proleter devrimle önlenebilecekti. Nitekim üç yıl gecikmeli de olsa, Bolşevikler Rusya’da işçi-emekçi kitleleri mücadeleye çekmeyi başardılar ve emperyalist savaş gerçek hedeflerine ulaşamadan bitti.
1990’lardan sonra burjuvazinin ideolojik bombardımanının merkezinde sınıf mücadelesinin bittiği yalanı yer alıyordu. Ama gelinen aşama burjuvazinin bu yalanını tuzla buz etmiş bulunuyor. İçinden geçtiğimiz süreç öylesine keskin çelişkilerle yüklüdür ki, her an her yerde beklenmedik patlamalarla kendini dışa vurabilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Latin Amerika’da peş peşe patlayan devrimci durumlar, Fransa’daki göçmen gençliğin isyanı veya karikatür krizleri vesilesiyle sokağa dökülen Müslüman kitlelerin öfkesi bu ani patlamaların ifadesidir. Emperyalizm çağında ve özellikle günümüz benzeri süreçlerde devrimci patlamalar en küçük bir kıvılcımdan dahi çıkabilir. Fakat esas eksiklik, kitlelere yol gösterecek ve işçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesine önderlik edecek bir devrimci önderliğin olmamasıdır. Tarihsel deneyimler de, Latin Amerika’daki devrimci durumların bir proleter devrimine doğru ilerlemeden sönümlenmesi de bu gerçeğe döne döne işaret etmektedir. Demek ki, uluslararası devrimci önderliğin yaratılması görevi esas mesele olarak önümüzde duruyor. Hedef değişmemiştir, görev de!
Utku Kızılok- ilk olarak Marksist Tutum dergisinin Ocak 2008’deki 34 nolu sayısında yayınlandı.
Yaklaşık on yıldır Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun denetiminde olan ve Sırbistan’dan fiilen kopan Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etti. ABD, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler ve Türkiye Kosova’nın bağımsızlığını tez zamanda tanıdılar. Böylece Balkanlar’da yeni bir ulus-devlet daha dünyaya gözlerini açmış oldu. Sırbistan burjuvazisi ise, tüm ezen ulus-devletlerin bildik tutumunu sergiledi: Kosova’nın bağımsızlık ilanına şiddetle tepki gösterdi ve kitleleri milliyetçilik temelinde sokağa döktü. Rusya ve Çin emperyalizmi de Sırbistan egemen güçlerine destek açıklayarak, Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıktılar ve Birleşmiş Milletler’e kabul edilmesinin önüne geçtiler. Şu tespiti yapmak mümkün: Yıllarca Sırbistan’ın boyunduruğu altında inletilen Arnavut halkının haklı istemlerinden bağımsız olarak, Kosova’nın bağımsızlık ilanı, 1990’lar boyunca akan kanın henüz kurumadığı Balkanlar’ı bir kez daha tutuşturabilecek yeni bir kıvılcımdır.
Kosova’nın bağımsızlık ilanı yalnızca Balkanlar’da değil, tüm dünyada büyük yankı uyandırdı ve denilebilir ki, pandoranın kutusunu açtı. Kosova, bağımsızlıklarını ilan eden ama hemen hiçbir ülke tarafından tanınmayan Güney Osetya, Abhazya, Dağlık Karabağ, Kuzey Kıbrıs gibi devletçiklere de emsal teşkil ediyor. Kosova’nın Batılı emperyalist güçler tarafından tanınmasının hemen sonrasında, Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya, Abhazya ve Moldova’dan ayrılmak isteyen Trans-Dinyester bölgesi, kendilerini egemen bir devlet olarak görmesi için Rus parlamentosuna başvurdular. Bilahare Dağlık Karabağ’da yeniden alevlenen çatışmalarda ondan fazla Ermeni ve Azeri askeri öldü. Daha da önemlisi, Kosova’daki Sırplar, Bosna-Hersek’deki Hırvatlar ve Sırplar, Hırvatistan’daki Sırplar ve Makedonya’daki Arnavutlar da, bölgedeki egemen güçlerce bağımsızlık yönünde kışkırtılmaya başlanmıştır. Sırbistan burjuvazisi daha şimdiden Kosova’nın Mitroviça bölgesinde yaşayan Sırpları harekete geçirmiştir.
Anlaşılacağı üzere pandoranın kutusundan, halklar için hiç de hayra yorulacak şeyler çıkmamıştır. Elbette bunun nedeni ezilen ulusal toplulukların, kendilerini ezen egemen güçlere karşı çıkmaları ve haklı istemlerini dile getiriyor oluşları değildir. Neden, hegemonya kavgasında üstün gelmeye çalışan emperyalist güçlerin, ezilen bu ulusal toplulukların haklı istemlerini istismar etmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları ve zaten alabildiğine karmaşık olan sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirerek köklü düşmanlıkların önünü açmalarıdır. Emperyalist güçlerin esas derdinin ezilen halkların davasına sahip çıkmak ve onları ezen ulusların boyunduruğundan kurtarmak olmadığı tarihsel ve güncel deneyimlerle sabittir. Balkanlar’da askeri üs gibi kullanacağı bir devletçik yaratmak amacıyla Kosova’nın bağımsızlığını teşvik eden, Çin’i sıkıştırmak için Tibet’e özgürlük isteyen ABD emperyalizmi, ne hikmetse, on yıllardır İsrail mezalimi altında inletilen Filistin’in ve 2002’den bu yana işgal altında tuttuğu Afganistan ve Irak halklarının bağımsızlık sorununu unutmaktadır.
Emperyalist odaklar, ezilen ulusal toplulukların haklı taleplerini kendi çıkarlarına alet etmekle kalmıyorlar; herhangi bir ulusal topluluğun ulusal istemle ayağa kalkmadığı yerlerde de, azınlık pozisyonunda yaşayan halkları kışkırtarak kendi denetimlerinde bir “ulusal sorun” yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin, ABD emperyalizminin İran topraklarında yaşayan Azerileri kışkırtarak bir “ulusal sorun” yaratmak istemesi bunun bir delilidir. Böylece emperyalistler hem gerçek ulusal sorunları hem de kendi yarattıkları “ulusal sorun”ları kullanarak, bu bölgelere nüfuz edebilecekleri bir siyasal ortam oluşturmak istiyorlar. Önümüzdeki süreçte, emperyalist güçlerin teşvik etmesiyle “anavatan” topraklarının dışında, kimi devletlerin egemenliği altında azınlık pozisyonunda yaşayan ulusal toplulukların bağımsızlıklarını ilan etmesi ve buna bağlı olarak pek çok mikro devletçiğin peyda olması söz konusu olabilir.
Hemen belirtelim ki, devrimci Marksistler bir ulusun diğer bir ulusu veya ulusları boyunduruk altına alarak ezmesine şiddetle karşı çıkarlar ve her ulusun kendi siyasal kaderini tayin hakkını savunurlar. Ancak bu ilkesel tutum, emperyalistlerin güdümünde şekillendirilen veya onların oyuncağı haline gelen “ulusal görünümlü hareketler”in destekleneceği biçiminde yorumlanamaz. Keza devrimci Marksizm, genel olarak küçük devletlerin kurulmasına ve işçi sınıfının bin bir ulusal çitle bölünmesine de karşı çıkar. Fakat yanlış anlamalara mahal vermemek için vurgulayalım: Devrimci proletaryanın genel olarak mikro devletlere karşı olması demek, boyunduruk altına alınan ve ezilen bir halkın mücadelesine ve haklı taleplerine karşı duyarsız kalması demek değildir. Eğer doğacak olan küçük devlet ulusal sorunun gerçek anlamda çözülmesine hizmet ediyorsa, devrimci işçi sınıfı böyle bir küçük devletin oluşumuna karşı tutum almaz.
Tam da yeri gelmişken hatırlatalım: Ulusal sorunun çözümü konusuna devrimci proletarya, somut durumdan hareket ederek yaklaşır ve ona göre bir siyasal tutum alır. Mesela tarihsel dönemi içinde çözülememiş ve geçmişten günümüze sarkmış İrlanda, Bask, Kürdistan ve Filistin ulusal sorunlarının çözümü ile Balkanlar’da Yugoslavya’nın, Kafkasya’da SSCB’nin dağılmasıyla alevlenen ve alabildiğine karmaşık bir hâl alan ulusal sorunun çözümü farklı temellerde gerçekleşebilir. Tüm ulusal sorunların benzeri biçimlerde çözülmesini sağlayacak bir sihirli değnek yoktur. Ulusal ihtilaflar konusunda işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunu ikincil plana iten politik tutumlar asla kabul edilemez. Unutmamak gerekiyor ki, birincil öncelik toplumsal kurtuluş mücadelesinin örgütlenmesidir ve bu bağlamda işçi sınıfı için ulusal sorun ikincil bir meseledir.
Bunu iki yönüyle sınırlandırarak vurgulayalım: Birincisi, ulusal sorunun çözülmesi için mücadele, demokrasi mücadelesinden bağımsız değildir. Nihayetinde bir halkın kendi kaderini tayin hakkının tanınması özü itibarıyla demokratik bir istemin karşılanmasıdır. Bu hakkın tanınması için mücadele yürüten işçi sınıfı da esasında demokrasi için mücadele yürütmüş olur. Lenin’in ifade ettiği gibi, ulusal ihtilafı da kapsayan bir demokrasi mücadelesi yürütmeyen işçi sınıfı, sosyalizm için mücadele yürütmesi gerektiğinin de bilincine varamayacaktır. İkincisi, ulusal sorunun çözülmesi, halkların birbirine olan önyargılarının kırılmasına yardımcı olacağı ve işçi sınıfının enternasyonalist birliğine giden yolu açacağı için, toplumsal kurtuluş mücadelesinin yararınadır. Bu nedenle de devrimci işçi sınıfı, “negatif” bir görevin yerine getirilmesi demek olan ulusal sorunun çözülmesinden yanadır ve tüm ulusal sorunlara da bu perspektiften bakar.
Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçisi egemen güçlerin müdahalesiyle Balkanlar, yaklaşık bir asırdan beridir tam anlamıyla içinden çıkılmaz sorunlar yumağıyla boğuşmaktadır. Bu niteliğiyle dünya siyasal literatürüne, bir de kendi adıyla anılan bir kavram kazandırmıştır: Balkanlaştırma! Bu kavram, halkların birbirine karşı kışkırtılarak bir bölgenin veya ülkenin dinsel, kültürel ve ulusal temellerde küçük küçük pek çok parçaya bölünmesi anlamına geliyor. Ne yazık ki, Balkanlar’da Balkanlaştırma son sürat devam ediyor.
Esasında sorunun evveliyatı Osmanlı’nın Balkanlar’da egemen olmasına değin uzanmakta. Osmanlı İmparatorluğu bölgede hâkimiyetini kalıcı kılabilmek amacıyla bir taraftan yoğun olarak bir arada yaşayan halkları dağıtmış, öte taraftan ise kendisine daima biat edecek ve onun Balkanlar’daki vurucu gücü olacak bir “halk-teba” devşirmiştir. Nitekim gerek Slav halklarının bir kesimini oluşturan Boşnaklar gerekse Kosovalı Arnavutlar o dönemde Müslümanlaştırılmış; esas olarak Sırpların yaşadığı Kosova’ya Arnavutlar yerleştirilmiş –Sırplar bugün de Kosova’yı “anavatan” olarak kabul etmektedirler– ve Sırplar ise sürülmüşlerdir. Bu durum, Balkanlar’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin başlamasıyla yeni çelişki ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vurmuştur. İşte emperyalistlerin 20. yüzyıl dönümündeki müdahalesi böylesi bir geçmiş zemin üzerinde vuku bulmuş, ulusal kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla ortaya çıkan yeni çelişkiler alabildiğine kaşınmış ve sorun içinden çıkılmaz bir hale getirilmiştir.
1912’de patlak veren Balkan savaşı birinci emperyalist savaşın da bir provası olmuştur. İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya gibi emperyalist güçler, Balkan halklarını birbirine kırdırarak kozlarını paylaşmışlardır. Gerek birinci ve ikinci Balkan savaşlarında gerekse Birinci Dünya Savaşında Balkanlar’da sınırlar yeniden çizilmiştir. Nihayetinde bugünkü sorunun temelini de bu savaşlarla çizilen sınırlar oluşturmaktadır. Sınırlar halkların çıkarları doğrultusunda değil de egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda çizildiği için, halklar paramparça edilmiş ve önemli bir kesim beş altı-devletin sınırları içinde kalmıştır. İç içe yaşayan halkların suni temellerde bölünmesi ve parçalanması, emperyalist kışkırtmanın daha kolay mayalanmasını da beraberinde getirmiştir. Balkanlar’ın Yugoslavya olarak tanımlanan bölgesi, yani bugünkü Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya’nın sorunların ve çatışmaların merkez üssü olagelmesinin nedeni de budur. Bosna-Hersek’te Sırplar ile Boşnaklar veya Hırvatistan’da Sırplar ile Hırvatlar ya da Kosova’da Arnavutlar ile Sırplar arasında başlayan bir çatışma, tez zamanda tüm bölgeye yayılabilmektedir.
Ne var ki Balkanlar, tarihsel husumetlerin son bulduğu bir döneme de tanıklık etmişti. Hitler liderliğindeki Nazi Almanya’sının Balkanlar’ı işgal etmesi üzerine başlatılan direniş hareketi tam da böylesi bir birliğin ve kardeşleşmenin ürünüydü. Hırvatlar, Sırplar, Boşnaklar, Makedonlar, Slovenler ve Karadağlılar, Yugoslavya Komünist Partisinin önderliğinde faşist işgale karşı mücadelede birleşmiş ve gerçekten de halklar arasında bir yakınlaşma ve kardeşleşme doğmuştu. Nitekim bu dönemde halkları birbirine karşı kışkırtan Sırp ve Hırvat milliyetçilerinin destek görmemesi bunun bir göstergesidir. Balkanlar’ın Yugoslav halkları, kendini bir komünist olarak sunan Tito’ya ve faşist işgale karşı savaşan Partizanlara derin bir bağlılık içindeydiler. Kurulan “sosyalist” Yugoslavya, o güne kadar acı ve gözyaşına gark olmuş Balkan halkları için umut ve kurtuluş olmuştu. Bu, içi boş bir umut da değildi. Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Bosna-Hersek ve Voyvodina, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti altında birleşmişti. Bu birleşme anayasal düzeyde oldukça ilerici bir içeriğe sahipti: İsteyen federal cumhuriyet referanduma giderek ayrılma hakkını kullanabilirdi. Keza merkezi devlet yönetimi de federal cumhuriyetlerden gelecek temsilcilerce, ortaklaşa idare edilecekti.
Ne var ki Yugoslavya bir işçi devleti değil, aynı Sovyetler Birliği gibi bürokratik bir diktatörlüktü. Kurulan devlet, ne geniş kitlelerin eseri olan bir işçi devriminin ürünüydü ne de işçi kitlelerinin her düzeyde yönetime katıldığı, doğrudan demokrasinin organları olan sovyetler biçiminde örgütlenmişti. Federal cumhuriyet daha baştan, bürokratik bir tarzda örgütlenmişti ve siyasal gücü elinde tutan da devlet mülkiyeti üzerinde yükselen bürokratik sınıftı. Dolayısıyla da faşizme karşı halkların ortak mücadelesinin ürünü olan olumlu düzenlemeler, bürokratik düzen yerli yerine oturup pekiştiğinde kâğıt üzerinde kaldı. Böylece halkların gönüllülük temelinde kaynaştırılması için yakalanan fırsat, bürokrasi tarafından harcanmış oldu. İçe kapalı, geri bir teknik ve geri bir ekonomi üzerinde yükselen bürokratik düzenin iç çelişkileri giderek keskinleşecek ve egemen bürokratik kesimler iktidar kavgasına tutuşacaklardı. Bu dönemden itibaren, Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon ve Sloven egemen bürokrasisi, halkları milliyetçilik temelinde kışkırtarak kendi çıkarlarının peşine takmaya çalıştı.
Bu rekabetten Sırp bürokrasisinin galip çıktığını söylemek mümkün. 1980’li yıllarda devlet aygıtına ve elbette orduya hâkim olan Sırplar idi. Bürokrasi ele geçirdiği devlet aygıtını, Yugoslavya’nın dağılmasını önlemek ve “Büyük Sırbistan”a dönüştürmek için kullanmaya başladı. Zira bürokratik düzenin artan çelişkileri ve kapitalizme doğru evrilmesi, emperyalist güçlerin Yugoslavya’ya müdahalesini hızlandırmış ve bağımsızlık sesleri yükselir olmuştu. Miloşeviç önderliğindeki Sırp bürokrasisi halkları zorla bir arada tutabilmek için, diğer milliyetler üzerindeki baskı ve şiddeti artırdı. 1974’te Kosova’ya özerklik tanınmasına rağmen, Arnavut halkı üzerindeki baskılar 80’li yıllar boyunca sürdü ve hatta Arnavutça eğitim veren üniversiteler kapatıldı. 1989’da ise Kosova’nın özerkliği kaldırıldı ve asimilasyoncu-milliyetçi Sırp politikasına hız verildi.
Ancak baskı ve şiddet politikası Yugoslavya’yı bir arada tutamayacaktı. 1989’da Berlin Duvarının çökmesi ve onu Doğu Avrupa’daki diğer bürokratik diktatörlüklerin izlemesi Yugoslavya’nın da sonunu getirdi. İkinci Dünya Savaşından yenik çıkmış Alman emperyalizmi, yeni nüfuz alanları yaratabilmek için Doğu Avrupa’nın üzerine atladı. Almanya’nın desteğini alan Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya 1991’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kendini Yugoslavya’nın mirasçısı olarak gören Sırbistan tez zamanda Hırvatistan ve Slovenya’ya savaş ilan etiyse de başarılı olamadı. Ama bu savaşta beş bin insan ölmüş, daha da önemlisi emperyalist güçler Birleşmiş Milletler üzerinden bölgeye yerleşmişlerdi. Balkanlar’da emperyalist paylaşım savaşı yeniden başlıyordu. 1992’de bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, emperyalist güç denemesi için muazzam bir ortam sunuyordu. Zira Bosna-Hersek Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklardan oluşmaktaydı. Tarihin cilvesine bakın ki, 78 yıl önce savaşan güçler, destekleyicileriyle birlikte yeniden karşı karşıyaydılar. Rusya Sırpları, Almanya Hırvatları, Türkiye ve onunla birlikte ABD Boşnakları desteklerken, Fransız emperyalizmi dengelere oynamaya devam ediyordu.
1912’deki Balkan savaşına gazeteci olarak katılan Troçki, Balkan Savaşları adlı eserinde, Avrupa’nın büyük devletlerinin Balkan halklarını nasıl önce birbirine kırdırdığına ve söz konusu halklar ve devletler zayıflayıp gerekli koşullar oluşunca da nasıl onları ekonomik ve siyasal nüfuzlarına aldıklarına değinir. 1990’lardaki üçüncü Balkan savaşında da durum aynen bu olacaktı. 1995’e dek Bosna-Hersek’te halklar birbirine boğazlatıldı ve koşullar oluştuğunda emperyalist güçler duruma müdahale ettiler. Dayton anlaşmasıyla Bosna-Hersek fiilen üçe bölündü: Boşnak-Hırvat federasyonu ile Bosna Sırp cumhuriyeti Bosna-Hersek devleti altında bir araya getirildi.
Tam da bu noktada önemli bir hususa değinmek elzemdir: 1992’de Arnavutların bağımsızlığı için mücadele veren UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) lideri İbrahim Rugova Kosova’nın bağımsızlığını ilan etti, amma velâkin Dayton planının mimarı olan ABD emperyalizmi bunu görmezlikten geldi. Zira bu dönemde ABD ile Sırbistan arasında bir anlaşma yapılmıştı. Rambouillet adı verilen anlaşmaya göre, NATO personeli, araçları, gemileri, uçakları ve teçhizatları, Sırbistan hava ve deniz ulaşım sahalarından sınırsız olarak yararlanabilecek, geceyi geçirme hakkına, askeri manevra hakkına ve üs hakkına sahip olacaktı. Ne var ki Sırbistan, sonradan Rusya ve Çin’in de desteğini alarak, bu anlaşmanın gereklerine uymadı. Balkanlar’da kendine gerekli yeri açamayan ABD emperyalizmi tez zamanda Kosova sorununa sarıldı ve UÇK’yı daha açıktan desteklemeye başladı.
UÇK, Kosova’nın özerkliğinin kaldırılmasından hemen sonra kurulmuş ve Sırbistan’a karşı silahlı mücadele başlatmıştı. İlk dönemler pek de dikkate alınmayan UÇK, ABD emperyalizminin Balkanlar’daki siyasal dengeleri bozmak ve kendi lehine yeniden kurmak üzere harekete geçmesinden sonra gelişip büyüdü. ABD ve İngiltere tarafından desteklenerek silahlandırılan UÇK, Sırbistan’a ve Makedonya’ya karşı silahlı saldırıya geçti. Bürokrasiden bozma Sırbistan burjuvazisi ise, ezilen bir halkın haklı istemlerini dikkate alarak emperyalistlerin oyunlarını bozmak yerine, Kosova nüfusunun %90’ını oluşturan Arnavut halkı üzerinde baskı ve şiddetini daha da artırdı ve on binlerce insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı.
Bu durum, gereken fırsatın doğmasını bekleyen ABD emperyalizminin ekmeğine yağ sürecekti. BM Güvenlik Konseyi’nin çağrılarına uymadığı gerekçesiyle NATO, 1999’da Sırbistan’ı bombalamaya başladı. 74 gün süren savaş sonrasında kolu kanadı kırılan Sırbistan, Kosova’dan çekilmeyi kabul etti ve Kosova’ya KFOR-Kosova Barış Gücü adıyla NATO kuvvetleri yerleşti. Kosova’nın sivil yönetimi ise Arnavutlara değil, BM Kosova Misyonu adı altında emperyalistlere bırakıldı. Böylece 1990’da açılan üçüncü Balkan savaşları perdesi, Yugoslavya’nın tamamen parçalanmasıyla, ortaya yeni devletlerin ve devlet adaylarının çıkmasıyla ve emperyalistlerin bölgeye yerleşmesiyle kapanmış oldu. Lakin Kosova’nın bağımsızlığının yol açtığı olaylar, Balkan halklarının trajedisinin bitmediğini ve belki de bir dördüncü savaş perdesinin açılmak üzere olduğunu ortaya koymaktadır.
Esasında Kosova, 1999’dan sonra Sırbistan’dan alınıp emperyalist güçlerin boyunduruğuna koşulmuştur. Nitekim yaklaşık on yıl “protektora”, yani “himaye altına alınmış topraklar” statüsünde BM’nin ve NATO’nun egemenliğinde kalan Kosova’nın bağımsızlık biçimi ve ortaya konan koşullar, bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. BM’nin Kosova özel temsilcisi Martti Ahtisaari önderliğinde, Sırbistanlı ve Kosovalı egemenler iki yıl pazarlık yürüttülerse de bir anlaşmaya varamadılar. Görüşmelerin çökmesi üzerine Ahtisaari, 2007’nin başında bir rapor yayınladı ve “denetimli” olmak koşuluyla Kosova’nın bağımsızlığını tavsiye etti. Yani Kosova resmi düzeyde bağımsız gözükmesine karşın, birtakım anlaşmalarla fiilen emperyalist güçlerin denetiminde olmaya devam edecekti.
Kosova’nın bağımsızlık ilanından sonra bu “denetimli bağımsızlık”ın ne demek olduğu daha da aydınlanmış bulunuyor. Kosova’da kalmaya devam eden NATO’nun yönetimi AB’ye devredilecek; bununla birlikte AB, Eulex Misyonu adı altında Kosova’ya iki bin kişilik polis gücü, yargı ve diğer devlet teşkilâtlarının örgütlenmesi için hâkim, savcı ve idari memurlar gönderecek. Beri taraftan ABD emperyalizminin Kosova’daki varlığını da unutmamak gerekiyor. ABD emperyalizmi Kosova’da büyük bir askeri üs kurarak Balkanlar’daki varlığını garantiye almıştır. Avrupa’nın Guantanamosu olarak adlandırılan Bondsteel Kampı da bu askeri üs içinde yer almaktadır. Böylece bağımsızlık ilanından sonra Kosova fiilen de resmen de emperyalist güçlerin boyunduruğu altına sokulmuştur. Anlaşılacağı üzere ortaya çıkan bağımsızlık, gerçekte Kosova’nın siyasal bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Üstelik bağımsızlık kararını alan Arnavut halkı olmadığı gibi, bu şekilde, Kosova’nın kendi kaderini tayin hakkı da Arnavut halkının elinden alınmış olmaktadır.
Ulusal sorunun bu şekilde, halkları devre dışı bırakan emperyalist çözümü, ne dün ne de bugün halklara barış ve kardeşlik getirmiştir. Yukarıda da değindiğimiz üzere emperyalistlerin amacı ezilen ulusların davasına sahip çıkmak değil, halkların haklı istemlerini istismar ederek kendi emellerini hayata geçirmektir. Böyle olduğu için de, halkların iradesine bırakıldığında sorunsuzca hallolabilecek ulusal ihtilaflar, emperyalistlerin müdahalesiyle tam bir çıkışsızlığa saplanmakta ve yeni düşmanlıkların da önünü açmaktadır. Nitekim Kosova’nın bağımsızlığından sonra Balkanlar bir kez daha karışmış bulunmaktadır. Rusya ve Çin’in desteğini alan Sırbistan burjuvazisi, Kosova’daki Sırpları harekete geçirmiş bulunuyor. Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkan Sırplar ile Arnavut halkı arasında biriken gerginliğin ne biçimde patlak vereceği hiçbir şekilde belli değildir. Ama şurası açık ki, önümüzdeki süreçte Balkanlar’da sular durulmayacak ve emperyalistler güçler yeni hamleler yaparak kozlarını paylaşmaya devam edeceklerdir.
Kosova’nın bağımsızlığına misilleme yapmak isteyen Sırbistan’ın ve Batılı emperyalist güçler karşısında nüfuz alanlarını kaybetmek istemeyen Rusya ve Çin’in Kosova’da, Bosna-Hersek’te ve Hırvatistan’da yaşayan Sırpları bağımsızlık yönünde teşvik etmeleri olasılık dışı sayılamaz. Her şeyden önemlisi, Rusya ve Çin bu yöndeki bir politikayı emperyalist diplomasi masalarında daima hazır ve nazır tutacaklardır. Sırp burjuvazisi ise Rus ve Çin emperyalizminin desteğini, yanıp tutuştuğu “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirmek için kullanmaktan imtina etmeyecektir. Fakat büyük ülke hayali kuran sadece Sırbistan değildir. Arnavutluk Kosova ve Makedonya’daki Arnavutlarla birleşerek “Büyük Arnavutluk”u, Hırvatistan Bosna-Hersek’teki Hırvatlarla birleşerek “Büyük Hırvatistan”ı, Yunanistan ise, resmen tanımadığı Makedonya’yı yutarak “Büyük Yunanistan”ı kurma hayalleri beslemektedir. İşte tam da bundan ötürüdür ki Balkanlar’da yeni bir savaş, emperyalist güçlerin desteğiyle yerli egemen güçlerin halkları birbirine boğazlatmasının ve Balkanlar’da yeni soykırımların başlangıcı olabilir.
Bu tablonun bir olasılık olmaktan çıkartılması ancak Balkan halklarının birleşerek emperyalist güçleri ve yerli egemenleri alaşağı etmesiyle mümkündür. Tarihsel ve güncel deneyimler de gösteriyor ki, emperyalistlerin Balkanlar’da ulusal soruna yönelik çözümü, iç içe yaşayan halkları onlarca parçaya bölmekten, yeni çatışmaların ve düşmanlıkların körüklenmesinden öteye geçemez. Gayet tabii olarak böyle bir çözüm, halklar arasında kalıcı bir barış ve kardeşlik de sağlayamaz. Balkan halklarının gönüllülük temelinde bir arada yaşaması ancak bir proleter devrimle kurulabilecek olan Balkan İşçi Sovyetleri Federasyonunda mümkün olacaktır. Başkasını ezen bir ulus özgür olmaz! Sırbistan’ın Kosova halkına yönelik baskı ve tehditlerine hayır! Tüm emperyalist güçler Balkanlar’dan defolsun!
Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Nisan 2008’deki 37 nolu sayısında yayınlandı.
ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyonun 7 Ekim 2001’de Afganistan’a başlattığı savaşın üzerinden on yıl geçti. Emperyalist yıkım makinesi NATO günlerce Afganistan’ı en gelişmiş savaş uçaklarıyla bombalarken, Kuzey Afganistan’da egemen olan Taliban muhalifi yerli güçler de karadan taarruza geçmişti. Çok geçmeden ABD ve İngiltere askerleri de bu yerel güçlere katıldı, karadan ve havadan yapılan saldırılarla Taliban yönetimi Afganistan’da iktidardan düşürüldü. Savaş başladıktan bir ay sonra başkent Kâbil’i terk eden, en güçlü olduğu Kandahar’da da tutunamayan Taliban güçleri, Güney Afganistan’ın dağlık bölgelerine ve Pakistan sınırına doğru çekildiler. Ancak savaş devam etti: Emperyalist güçler, savaşın yoğunlaştığı ilk üç ay boyunca büyük bir yıkıma yol açmakla kalmadılar, bunu izleyen on yıllık dönemde Afganistan’da adeta taş üstünde taş bırakmadılar. On binlerce yoksul Afganlı yaşamını kaybederken, çok daha fazlası yaralandı, sakatlandı ve yüz binlerce insan evini terk etmek zorunda kaldı. Zaten iç savaşlarda bitap düşen Afganistan’ın yoksul halkı, emperyalist yıkım sonucunda Ortaçağı aratacak bir yaşama mahkûm edilmiş durumda.
Yoksul halk kitleleri Taliban, mevcut iktidar ve emperyalist güçler arasında sıkışmış bulunuyor. İşgal altındaki Afganistan’da emekçi halk işsizlik, açlık ve yoksullukla boğuşmaktadır. Aradan on yıl geçmiş olmasına rağmen savaş hâlâ devam etmektedir. Savaşın ilk döneminde güç kaybeden Taliban, zamanla tekrar güçlenmiş, yerli ve emperyalist güçlere ağır kayıplar verdirmeye başlamıştır. ABD emperyalizmi 2011’in sonunda askerlerini Afganistan’dan çekeceğini açıklasa da, bu, savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Birincisi, ABD askerlerini çekse de NATO’nun Afganistan’dan çekilip çekilmeyeceği belli değildir; ikincisi, emperyalist müdahale sonrasında Afganistan’da yönetime oturtulan yerli güçler (savaş ağaları) ile Taliban arasındaki mücadele devam etmektedir. Dolayısıyla yoksul Afgan halkı için savaş ne yazık ki bitmiş değildir. Daha da önemlisi bu savaş Pakistan’ı da içine alacak şekilde genişletilmeye çalışılıyor. Son aylarda ABD emperyalizminin Pakistan’a dönük tehditlerini arttırması ve savaş tamtamlarının çalınması bunun bir ifadesidir.
2001’de Bush liderliğindeki ABD, Afganistan’da başlattığı emperyalist savaşın adını utanıp sıkılmadan “kalıcı özgürlük operasyonu” koymuştu. Emperyalist koalisyon güçleri Afganistan’ı uygarlaştıracaklarını, “demokratik ve özgür bir Afganistan” inşa edeceklerini ileri sürüyorlardı. Fakat emperyalistlerin “kalıcı özgürlük” diye kodladıkları aslında içinden çıkılması çok güç toplumsal bir yıkım ve kalıcı acılardan başka bir şey değildi. Kapitalist toplumda ideolojik aygıtları ve devlet aracılığıyla şiddet tekelini elinde tutan burjuvazi, hemen her olguyu baş aşağı çevirmekte pek mahirdir. Yalan, riyakârlık ve kapitalist çıkarlar insanlığın evrensel değerleri olarak sunulabilmektedir. Ancak gerçekler tüm çarpıtmalara rağmen haykırmaya devam ediyor: Bugün ortada ne “demokratik” ne de “özgür” bir Afganistan var. Halen emperyalist işgal altında olan Afganistan’da, savaş ağalarına dönüşen büyük aşiret liderlerinin koalisyonuna dayanan ve hiçbir meşruiyeti olmayan Hamid Karzai önderliğindeki işbirlikçi iktidar, Kâbil’in merkezinde yüksek duvarlarla çevrili “yeşil bölge”de hükümet etmektedir. Göstermelik seçimlerle de “demokrasi” müsameresi sergilenmektedir.
Emperyalist işgalin onuncu yılını değerlendiren Batı gazeteleri, Afganistan’da modern bir devletin temellerinin atıldığını söyleyerek savaşı ve yıkımı haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bu emperyalist gazetelere göre, kadınların durumunda ve insan haklarında ilerleme varmış! Bu arsız bir alaycılıktır. 1980’lerde SSCB’yi zayıf düşürmek için İslamcı güçleri destekleyen ABD emperyalizmi, bugün ülkenin o günkünden bile daha geri bir duruma sürüklenmesinin başlıca sorumlularından biridir. O günden beri süren müdahaleler, iç savaşlar ve son on yıldır devam eden emperyalist savaş Afganistan’da her açıdan bir çöküşe neden olmuştur. Ortada ne modern bir devlet yapılanması, ne de modern ekonomik ve toplumsal ilişkiler vardır. “Demokratik ve özgür Afganistan” bu olsa gerek!
11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere ve ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a, kaçırılan uçaklarla büyük bir saldırı düzenlendi. İntihar dalışı yapan iki uçağın çarpmasıyla İkiz Kuleler çöktü ve yaklaşık üç bin insan hayatını kaybetti. Kulelerin yıkıntılarından henüz dumanlar yükselirken, ABD emperyalizminin sözcüleri dünya medyasının karşısına geçerek saldırıyı El-Kaide’nin düzenlediğini ilan ettiler. ABD Başkanı Bush, dramatik bir ses tonuyla “uzun bir savaş” başlattıklarını açıklıyordu. Bu uzun savaşın ilk hedefi, El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’in yaşadığı Afganistan oldu.
Aslında 11 Eylül saldırıları, geçmişe nazaran sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek isteyen ABD emperyalizmi için büyük bir fırsat olmuştur. Zira SSCB’nin dağılmasıyla birlikte muazzam büyüklükte pazar ve yatırım alanları kapitalist sisteme entegre olurken, buralara dönük emperyalist nüfuz mücadelesi de derinden derine ilerlemekteydi. SSCB’nin çökmesi ve iki kutuplu dünya siyasetinin sona ermesiyle diğer emperyalist güçler çok daha açıktan paylaşım alanına inmişlerdi. Henüz zayıf olan ama güçlenen rakiplerini durdurmayı, pazar ve yatırım alanlarını, ama özellikle de enerji yataklarını kontrolü altına almayı amaçlayan ABD emperyalizmi, bu doğrultuda “uzun bir savaş” başlatmıştır.
Nitekim Taliban yönetimi Bin Ladin’i üçüncü bir ülkenin yargılamasına razı gelerek onu gözden çıkartmasına rağmen, ABD emperyalizmi Afganistan’a saldırma hedefinden geri adım atmamıştır. ABD finans kapitalinin savaşı yürütmekle görevlendirdiği Cumhuriyetçi Parti yönetimi ve neo-con savaş kurmayı alabildiğine saldırgan bir çizgi izlemekteydi. Hedeflerine doludizgin bir savaşla varmak isteyen ABD emperyalizmi, 11 Eylül saldırısını ve “uluslararası terörizm”i bahane ederek ve baskın gelerek rakiplerinin yüksek perdeden itiraz etmesinin de önüne geçmişti. Bu saldırganlık ve emperyalist kibir öylesine bir boyut kazanmıştı ki, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Taliban karşısında yanında yer almaması halinde Pakistan’ı taş devrine döndürmekle tehdit edebiliyordu.
Hiç kuşku yok ki, ABD’nin istihbarat servisleri göz yummadan El-Kaide’nin 11 Eylül’deki gibi muazzam bir saldırıyı hayata geçirmesi mümkün değildi. Bu hakikat Marksistler için son derece açıktı ve o zaman da dile getirmiştik. Nitekim süreç içinde bu gerçeği kanıtlayan çok daha fazla bilgi ortaya çıkmış bulunuyor. ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırısını kullanarak kendine muazzam bir manevra alanı yaratmıştır. 11 Eylül’le birlikte “terör” ya da “uluslararası terör” emperyalist saldırganlığın ideolojik kılıfı haline getirilmiştir. Savaş makineleri Afganistan’da taş üstünde taş bırakmayacak şekilde yıkım kusarken, ABD emperyalizmi bu saldırganlığını “El-Kaide terörü” ve “uluslararası terörizm” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışıyordu. Emperyalist saldırganlık “uluslararası terörizm” bahanesine sarılırken, beri taraftan aynı “uluslararası terörizm” bir dış düşman umacısına dönüştürülerek bu sayede içerideki kitleler de pasifize edilmeye başlanmıştır. İki kutuplu dünyada SSCB’nin varlığında vücut bulan dış düşman algısının yerine, bu kez belirsiz, her an her yerden gelebilecek olan “uluslararası terör” algısı geçirilmiştir. Böylece “terör” ya da “uluslararası terör” umacısı, emperyalist savaşın kılıfı ve meşrulaştırıcı aracı haline getirilmiştir. Bundan ötürüdür ki başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, her fırsatta saldırganlıklarını bu umacı üzerinden aklamaya çalışıyorlar.
11 Eylül’den sonra emperyalist hegemonya mücadelesi mertebe yükselterek çok daha fazla sertleşmiş, bölgesel savaşlar yaygınlaşmış ve yürüyen savaşın bir parçası olarak “terör” saldırıları tırmandırılmıştır. Bu bakımdan 11 Eylül, emperyalist hegemonya kavgasında tarihi bir dönemeçtir.
11 Eylül saldırılarını düzenleyenin El-Kaide olduğunu açıklayan ABD emperyalizmi, Ladin’i “büyük şeytan” ve onu barındıran Afganistan’ı ise “şer devleti” ilan etti. Oysa aynı El-Kaide ve Afganistan’da yönetime oturan Taliban 1990’a kadar ABD’nin müttefikiydi. ABD emperyalizmi, Afganistan’daki SSCB işgaline karşı mücadele veren gurupları desteklemekle kalmamış, CIA ve Pakistan gizli servisi ISI üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerinden cihatçı İslamcıların bir araya getirilmesi, dini-ideolojik ve askeri eğitim verilmesi ve harekete geçirilmesi noktasında büyük bir rol oynamıştı. Mesela, diğer İslamcı grupların ve daha sonra Taliban’a dönüşecek olan Pakistan’daki Afganlı medrese öğrencilerinin, dini-ideolojik ve askeri açıdan eğitilmesi ve SSCB’ye karşı savaş alanına sürülmesi doğrudan ISI ve ABD gizli servisi CIA’nın işidir. El-Kaide’yi örgütleyecek olan Bin Ladin de Afganistan’a giden cihatçılardan biridir. Fakat muazzam bir zenginliği elinde tutan Suudi bir ailenin oğlu ve Suudi kraliyet ailesine yakın olan Ladin, bu özellikleriyle diğer cihatçılardan ayrılmakta ve öne çıkmaktaydı.
“Yeşil kuşak projesi” çerçevesinde başta Suudi Arabistan olmak üzere ABD’nin nüfuzu altındaki Körfez ülkeleri, “komünist” SSCB’ye karşı Afganistan’da savaşan İslamcı gruplara büyük paralar aktarmış ve beslemişlerdir. ISI ve CIA ile birlikte hareket eden Bin Ladin, Afganistan’da cihatçıların beslenmesi için oluşturulan finans kaynaklarının kontrol edilmesi, uluslararası düzeyde cihatçı toplanması, sevk ve idare edilmesi, eğitilmesi, silahlandırılması ve cepheye sürülmesi noktasında etkin bir rol oynamıştır. Böylece Afganistan’a gelen cihatçılar uluslararası bir ağ oluşturmakta ve aslında El-Kaide’nin de temellerini döşemekteydiler. Gerek dünyanın birçok ülkesinden gelen cihatçılar gerekse Pakistan’da örgütlenen ve daha sonra Taliban örgütlenmesi olarak sahneye çıkan güçler yan yana mücadele verdiler ve Ladin de bunların bir parçasıydı. Nitekim SSCB’nin Afganistan’dan çekilmesi sonrasında başlayan yeni bir iktidar kavgasında, uluslararası cihatçılar ve Ladin, Taliban’ın yanında saf tutmuştur. Bölgede etkisini artırmayı arzulayan Pakistan ise, doğrudan kendi mamulü olan Taliban’ı desteklemiş ve Afganistan’da iktidarı ele geçirmesini sağlamıştır.
SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle dünya siyasetinde yepyeni bir dönem açıldı. İki kutuplu dünya siyasetinde emperyalizmin SSCB’yi kuşatmak amacıyla geliştirdiği “yeşil kuşak projesi”ne bu yeni dönemde artık ihtiyaç yoktu. Afganistan özelinde ABD emperyalizmi için öncelikli sorun, bu yeni dönemde hem Rusya ve Çin’in arka bahçesi olarak jeostratejik açıdan, hem de enerji yollarının geçiş noktası olması bakımından önemli olan bu bölgeyi yeni yükselen rakiplere kaptırmamaktı. Dolayısıyla son derece geri ekonomik koşulların söz konusu olduğu bu coğrafyanın kargaşa içinde kalması gibi olasılıkları asla dert edinmedi.
Ancak Afganistan’daki özel durum bir yana bırakılacak olursa, emperyalizmin bu yeni dönemde farklı bir strateji izlemeye yöneldiğini vurgulamak gereklidir. Kapitalizm, kendisine içkin olanı gerçekleştirerek tam anlamıyla küresel bir düzeye yükseldi ve kapitalist ilişkiler dünyanın her köşesinde hükmünü icra etmeye başladı. Kapitalizme açılan uçsuz bucaksız toprakların emperyalist-kapitalist sisteme derinden entegre edilmesi, pazar ve yatırım alanına dönüştürülmesi başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçlerin gündemine girdi. Dünya görüşleri, yaşama biçimleri ve oluşturdukları siyasal kurumlarıyla Taliban ve El-Kaide tipi İslamcı örgütler, kapitalist piyasanın derinlemesine gelişmesi, ekonominin liberalleşmesi ve buna uygun siyasal bir yapının oluşması bakımından bir engel oluşturuyorlardı. Yani artık ihtiyacı kalmadığı ve üstelik de dönüşüm sürecinde ayak bağı haline geldiği için ABD, Taliban ve El-Kaide’yi karşısına almıştı. ABD’nin Müslüman bir ülke olan Irak’a saldırmasıyla radikal İslamcı örgütler arasında anti-Amerikancı çizgi daha da yükseldi ve eyleme dönüştü.
Açılan dönemde ABD emperyalizmi, bir taraftan dünyaya yeniden düzen verme hazırlıklarını sürdürürken, öte taraftan da bunun ideolojik temellerini döşüyordu. Nitekim “medeniyetler çatışması” bu bağlamda geliştirilen ideolojik bir çerçevedir ve hedef emperyalist savaşın üzerini örtmektir. ABD ile arası açılan Taliban, El-Kaide ve diğer radikal İslamcı örgütlerin giriştiği Batı karşıtı eylemler “medeniyetler çatışması” safsatasına inandırıcılık kazandırılacak şekilde sunulmuştur. 11 Eylül eylemi ise, Batı toplumunun Müslümanlara karşı kışkırtılması bakımından ABD’nin elinde müthiş bir ideolojik araca dönüşmüştür. Hülasa, tüm bunlardan ötürü bir zamanlar SSCB’ye karşı savaşırken mücahit olarak taltif edilen Taliban ve El-Kaide bu yeni dönemde terörist oluvermişlerdir.
Afganistan’da savaş ve siyasal kargaşa devam ediyor. Emperyalist müdahale sonrasında Karzai başkanlığında kurulan hükümet aşiret önderlerinden meydana gelen bir koalisyondur ve son derece kırılgandır. Sürece savaş ağası haline gelen aşiret liderlikleri arasındaki çelişki ve sürtüşmeler damgasını basmaktadır. Beri taraftan hükümeti oluşturan güçler ile Taliban ve onun arkasındaki örgütlerin kapışması söz konusudur. ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon ise, bir taraftan Karzai yönetimine yol aldırmaya çalışırken, öte taraftan da Taliban’ın artan saldırıları karşısında çıkış aramaktadır. 13 Eylülde Kâbil’de ABD Büyükelçiliğine ve bazı noktalara yapılan saldırıların yirmi saatten fazla sürmesi, Taliban’ın yeniden ne denli güç kazandığının ifadesidir. Uzun bir dönemdir gerek ABD gerekse Karzai yönetimi bu saldırıların arkasında Pakistan’ın olduğunu ileri sürmektedir.
Özellikle 20 Eylülde, Afganistan’daki aşiret liderlerini bir araya getirerek çelişki ve çatışmalara son vermek ve siyasal istikrarı sağlamak amacıyla kurulan Yüksek Barış Konseyinin başkanı Burhaneddin Rabbani’nin öldürülmesiyle, Pakistan’a dönük savaş davulları çok daha güçlü çalmaya başlamıştır. 1996’da Taliban tarafından devrilene değin, SSCB’nin işgali sonrasında Afganistan’ın cumhurbaşkanlığını yapan Rabbani önemli bir siyasi figürdü. Karzai yönetimi ve ABD emperyalizmi son dönemdeki saldırıların arkasında Taliban’ın denetimindeki Hakkani örgütünün olduğunu ve bu örgütün Pakistan gizli servisi ISI tarafından yönlendirildiğini iddia etmektedir. Emperyalist ABD’nin sözcüleri bu konuda gerçeği elbette bizlerden iyi biliyorlar: Zira SSCB’ye karşı savaşta Hakkani örgütü de ISI’nın ve ABD’nin denetimindeydi. Değişen dönem ve çıkarlar ABD’yi bu örgütlerin karşısına dikerken, Pakistan’ın bu örgütlerle ilişkisi devam etmiştir.
Aslında Hindistan’a karşı Müslüman ülkeleri ve örgütleri arkasına yığmak isteyen ve bölgesel çıkar hesapları olan Pakistan, Afganistan’daki olaylara doğrudan müdahil olmuştur. Bu noktada araç olarak İslamcı örgütlerin önemli bir tabanı olan Peştunları da kullanmaya çalışmaktadır. Zira Afganistan’da çoğunluğu oluşturan Peştunların önemli bir kısmı Pakistan’ın kuzeyindeki Veziristan’da yaşamaktadır. Ayrıca gerek işgallerden gerekse iç savaşlardan dolayı Pakistan’a göç etmiş önemli bir Afgan nüfus vardır. Peştun aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı Veziristan bölgesinde Taliban ve diğer İslamcı örgütlerin oldukça güçlü olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Esasında Veziristan bölgesinde önemli bir güç oluşturan bu örgütler, Pakistan’daki egemen güçler dengesinde küçümsenmeyecek bir yer tutmaktadırlar.
Karmaşık etnik ve dini yapısı, Hindistan ile husumeti ve devam eden sürtüşmeler, nükleer silaha sahip olmanın getirdiği gerilim, emperyalist güçlerin müdahaleleri ve tüm bunların etkisiyle iyice şiddetlenen egemen sınıf içindeki güç çatışması… Kurulduğu günden beri Pakistan’da çatışmalar durulmamış, egemen sınıf içindeki kavga askeri darbelerle, siyasi suikastlarla günümüze değin gelmiştir. ABD’nin, Afganistan savaşında muazzam bir basınç bindirmesi ve tehditle Pakistan’ı kendi tarafına çekmesiyle egemen güçler arasındaki çatlak ve çatışma biraz daha derinleşmiştir. O dönemde iktidarda olan Pervez Müşerref, iç karışıklığı önlemek amacıyla uzun bir süre dengelere oynamış, ABD ile İslamcı örgütleri aynı anda idare etmeye çalışmıştır. Ancak Afganistan’da tam hâkimiyet sağlayamaması üzerine ABD’nin Pakistan’a dönük baskıları artmış, Müşerref İslamcı örgütlere karşı harekete geçirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki Müşerref yönetiminin İslamcı örgütlere karşı harekete geçmesi içerideki siyasal dengeleri sarsmaya başlamış; içerideki güç çatışması tırmanmış, ABD’nin onayıyla ülkeye dönen ve Müşerref’in yerine hazırlanan önemli siyasi figürlerden Benazir Butto bir suikastla öldürülmüştür. Ölümünün ardından, Benazir’in oturacağı koltuğa kocası oturmuş ve Müşerref saf dışı bırakılmıştır.
Özellikle Bin Ladin’in Pakistan’da ABD tarafından bir operasyonla öldürülmesiyle bu iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerilmiş durumda. ABD emperyalizminin Pakistan’a dönük tehditleri giderek tırmanıyor. ABD, planları dâhilinde Pakistan’ın İslamcı örgütleri silahlı mücadeleyi bırakarak Afganistan’daki siyasal sürece katılmaları doğrultusunda sıkıştırmasını ve böylece Afganistan cephesinde kendisini rahatlatmasını istemektedir. Hatta bu noktada Pakistan’a adım attırmak için Afganistan’ı Hindistan ile yakınlaştırmaya çalışmaktan da geri durmamaktadır. Nitekim geçtiğimiz haftalarda Afganistan ile Hindistan arasında görüşmeler yapılmış ve bazı önemli anlaşmalar imzalanmıştır. Hiç kuşku yok ki bu durum, yani Hindistan’ın Afganistan üzerindeki nüfuzunun şu ya da bu ölçüde artacak olması Pakistan egemenlerini tedirgin etmektedir. Zira Afganistan’ın bu siyasi tercihi Hindistan’ın Pakistan’ı bölgede sıkıştırması ve manevra alanını daraltması anlamına gelecektir. Tam da bundan ötürü, ordu başta olmak üzere egemen sınıf içinden Pakistan’ın Afganistan politikasına itirazlar yükselmeye başlamıştır. Besbelli ki Pakistan egemen sınıfı içindeki çelişkiler keskinleşmektedir.
Aslında Afganistan’da ve onun bir yansıması olarak Pakistan’da meydana gelen olaylar, 1990’larla birlikte içine girdiğimiz dönemin karakteristik yapısının bir tezahürüdür. Emperyalist güçler çeşitli örgütleri, kimi ülke gizli servislerini devreye sokmaktan ya da egemen sınıf içi çelişkilerden yararlanarak bir taraf üzerinde kendi nüfuzlarını yaratmaktan ve böylece kendi çıkarları için müdahale etmekten geri durmuyorlar. Bugün savaşın Afganistan sahasına, ABD öncülüğündeki koalisyonun haricinde Rusya ve Çin’in tam da betimlediğimiz biçimde müdahale etmediği düşünülebilir mi? Şu asla unutulmamalı: Kapitalist krizin derinleşerek devam ettiği ve bu krizin bir ifadesi olan emperyalist savaşın sürdüğü bir dönemde, Afganistan’a barış, huzur, özgürlük ve refah geleceğini düşünmek saflık olur.
Utku Kızılok- ilk kez Marksist Tutum dergisinin Kasım 2011’deki 80 nolu sayısında yayınlandı.
[1] 1979’da mollalar iktidara geldikten sonra, ABD ile Mollaların çıkarları ters düşmüş ve ABD İran’ı terörist ilan etmişti. Mollalar ise sınıf hareketini bastırmak ve kitleleri ideolojik temelde körleştirmek için 1980’de ABD’yi şeytan ilan ederek, ABD elçiliğini işgal ettirmiş ve elçiliktekileri rehin almışlardı. ABD’de 1980’de yapılan başkanlık seçimlerini kazanmak isteyen Reagan, Humeyni’yi bizzat arayarak telefonla görüşmüş, seçimlerin sonucu belli olana kadar elçilikteki işgalin sürmesini istemişti. Nihayetinde işgali iç siyaset malzemesi yapan Reagan seçimleri böyle kazanmıştı. 11 Eylül saldırısına niye şaşırmamak gerektiği çok açık değil midir?
[2] Aktaran Michael Chossudovsky, Cosmo Politik dergisi, s. 45
[3] Business Week, 14 Şubat 2000
[4] Aktaran Aydın Çubukçu, Evrensel Kültür, sayı 119, Kasım 2001, s. 28
[5] Radikal, 29 Kasım 2001, s.8
[6] akt. Edward Said, Şarkiyatçılık, Metis Y., s.42-43
[7] age, s.229
[8] age, s.231
[9] age, s.226
[10] Bernard Lewis’ten aktaran: Abdelwahab Meddeb, İslamın Hastalığı, Metis, Y., s.158
[11] Thomas M. Barnett, Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış, 1001 Kitap Y., s. 395-96
[12] Irak halkı 30 Ocakta, Filistin halkı gibi, şakağına namlular çevriliyken ve bir taraftan da bombalar patlarken sandık başına gitti. Seçim günü tüm araçların sokağa çıkışı yasaklandı. Sünni kesimler genel olarak seçimleri boykot ederken seçimlere esas katılanlar Şii Araplar ile Kürtler olmuştur. Kayıtlı 14,2 milyon seçmenden 8 milyon 456 bini oy kullanırken, seçime katılım oranının %58 civarında olduğu açıklandı. Şiilerin Birleşik Irak İttifakı (tüm Şii grupları kapsıyor) geçerli oyların %48’ini, Kürtler %26’sını, ABD’nin atamış olduğu geçici Başbakan Allavi’nin Irak Koalisyonu ise %14’ünü aldı. Ayrıca Güney Kürdistan’da Kürdistan Parlamentosunun oluşturulması için de bir seçim yapılırken, aynı esnada bağımsızlık için gayri resmi bir referandum da gerçekleştirildi. Daha sonra yapılan valilik seçimlerini ise, Musul ve Kerkük dahil tüm Güney Kürdistan’da genelde Kürt adaylar kazandı.
[13] En son haberlere göre pazarlık sürecinde Talabani’nin devlet başkanlığı Şiilerce kabul edilmiş durumda.
[14] Bir önceki yazıdan yapılan alıntıları çıkartarak kimi düzenlemeler yaptık.