Türkiye’deki rejim güçleri, her ne kadar adına “çözüm” demeseler de, Kürt sorunu bağlamında bazı adımlar atarak bu sorunu tarihe gömmek istediklerini, Türk ve Kürt halklarının ittifakını gerçekleştirme arzusunda olduklarını dile getiriyorlar. Bu durum, esasen 100 yıllık inkâr ve sorunu şiddet yoluyla bastırma siyasetinin bir iflası niteliğindedir. Yüzyıl önce Kürt halkının varlığı ve kimliği tanınmadı; demokratik hak talepleri yok sayıldı, mücadelesi bastırıldı. Ancak Kürt sorunu, uzun süredir Türkiye sınırlarını aşarak Ortadoğu’nun en önemli sorunlarından biri haline gelmiş ve uluslararası bir boyut kazanmıştır. Özellikle son dönemde Ortadoğu’daki siyasal dengelerin değişmesiyle birlikte, yıllardır çözümsüz bırakılan Kürt sorunu yeniden Türkiye egemen sınıfının karşısına dikilmiştir. Bu sorunun nasıl çözüleceği ayrı bir konudur ama bugüne kadar Türkiye egemenlerinin Kürt sorunu karşısında aldıkları inkârcı tutum asla tesadüf değildir. Bu inkâr siyaseti, doğrudan Osmanlı’nın son dönemindeki İttihat ve Terakki politikalarından, Cumhuriyetin kuruluş sürecinden ve devletin ideolojik yapı taşlarından beslenmektedir. Bu bakımdan, dün Ermeni halkının yaşadığı büyük acıların anlaşılması, bugün Kürt sorununun anlaşılmasına da katkı sunar, inkârcı siyasetin kökenlerinin kavranmasına hizmet eder. Daha da önemlisi, egemenlerin uzun yıllardır topluma enjekte ettiği inkârcı zihniyetin ve azdırılan devletçi-milliyetçi ideolojinin, toplumun demokratik reflekslerini nasıl yok ettiğinin anlaşılması açısından geçmişe dönüp bakmak son derece önemlidir.
Marx’ın da belirttiği gibi, toplumdaki egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir. Bugün okullarda okutulan resmi tarih dersleri ve bu anlatının geniş kitleler üzerindeki etkisi, egemen sınıfın bakış açısının doğrudan ürünüdür. Oysa tarihsel gerçekler, sömürücü egemenlerin emekçi halk kitlelerine pompaladığı bu anlatının tam karşısındadır. Türkiye’deki egemen sınıfın yani burjuvazinin sözcüleri, Osmanlı’da Hristiyan halklara uygulanan baskı ve zulüm gündeme geldiğinde, hemen Avrupalı güçlerin veya Rus Çarlığının Müslümanlara yönelik katliamlarını öne çıkarırlar. Bu tür burjuva mukayeseleri iğrençtir çünkü kendi egemen sınıflarının işlediği suçları, yabancı egemenlerin suçlarıyla örtbas etmeye çalışırlar. Bizim açımızdan, ister Hristiyan ister Müslüman olsun, tüm sömürücü egemenler suçludur. Biz Marksistler, tarih önünde hepsini yargılar, egemen sınıf ideolojisinin işçi sınıfının bilincini bulandırmasının önüne geçmeye çalışırız.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Osmanlı, Müslüman ve gayrimüslim tüm halkları vergiye bağlayan, üretilen artı-ürünü emekçilerden çekip alarak Saray’ın ve egemen sınıfın yağmasına sunan, emekçileri soyup soğana çeviren ve iliklerine kadar sömüren despotik bir imparatorluktu! Hristiyan ya da Müslüman fark etmeksizin, tüm imparatorluklar ve krallıklar gibi o da emekçilerin sistematik sömürüsüne dayanarak ayakta duruyordu. Ulus-devletlerin tarih sahnesine çıkışına kadar, egemen güçler emekçileri ve halkları birbirine düşman etmek ve mevcut sömürü düzenini sürdürmek için dini ideolojik bir araç olarak kullandılar. Ancak kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte milliyetçilik, adeta modern bir din katına yükselmiş, geleneksel dinlerin birçok öğesini bünyesine alarak egemen sınıfın başat ideolojisine dönüşmüştür. Kuşkusuz din, günümüzde de etkili ideolojik bir araç olarak kullanılmaktadır. İslam hukukuna göre yönetilen ve Müslümanların gayrimüslimlerden üstün sayıldığı Osmanlı’da, egemen sınıf bu ayrımı kendi sömürü düzenini güvence altına almak için sonuna kadar kullandı. Bu yapı sayesinde Müslüman emekçiler, gayrimüslim halklara karşı siyasal ve kültürel üstünlük duygusuyla harekete geçiriliyordu.
Osmanlı İmparatorluğunda, 19. yüzyılın sonuna dek gayrimüslimler sosyal, hukuki ve kültürel alanda Müslümanlardan farklı bir konumda tutulmuşlardır. Osmanlı’nın gayrimüslim tebaaya “hoşgörüyle” yaklaştığı sıkça dile getirilse de, bu hoşgörü anlayışı onların ayrı ve aşağı bir statüde olduklarının kabulüne dayanıyordu. “Örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. Hıristiyanların çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslümanla karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca yine çeşitli fermanlarla hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. Tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı.”[1]
Gayrimüslimlerden ayrı ve üstün görülen Müslüman tebaanın yaşam koşulları ise kimi zaman daha ağırdı; onlar da aynı devletlû sınıf tarafından sömürülüyor, inim inim inletiliyordu. Ancak ne yazık ki Osmanlı egemen sınıfının fermanlarıyla yürürlüğe sokulan ayrımcı uygulamalar nedeniyle, yüzyıllar boyu birlikte yaşamış ve benzer acılara gark olmuş ezilen Müslüman ve gayrimüslim halklar arasında tam anlamıyla eşitliğe dayalı bir kardeşlik tesis edilemedi. Elbette gayrimüslim halklara yönelik katliamlar yaşanırken, bu zulme karşı çıkan ve mağdurları koruyan çok sayıda Müslüman da vardı. Hatta Osmanlı egemenliğine karşı zaman zaman Müslüman ve gayrimüslimlerin birlikte başkaldırdığı isyanlar da gerçekleşmişti. Ancak din ve millet ayrımları egemen sınıf tarafından sürekli kaşınarak, zulme karşı ortak ve köklü bir direnişin filizlenmesi, halklar arasında birliktelik duygusunun kök salması engellendi.
Osmanlı boyunduruğu altında yüzyıllarca aşağılayıcı uygulamalara maruz kalan Hıristiyan halklar, 1789 Fransız Devriminin ardından Avrupa’dan yükselen eşitlik ve özgürlük rüzgârlarıyla birlikte artık hak talebinde bulunuyorlardı. Reform ve toprak talepleriyle ayağa kalkan bu halklar hızla “bozguncu” ilan edilmiş ve düşmanca muameleye maruz bırakılmıştı. Çöküş sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu, can havliyle bu isyanları entrika, baskı ve şiddet yoluyla bastırmaya çalıştı ancak tarihin yönünü değiştirmeyi başaramadı, başaramazdı da! Özellikle Balkanlar’daki Hıristiyan halklar, birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan ederken Osmanlı, Avrupa’daki topraklarını kaybediyordu. Bu sırada Batılı devletler, Osmanlı hâkimiyetindeki azınlık halkların hamisi rolünü üstlenmiş görünseler de, çoğu zaman çıkarları doğrultusunda ikili oyuyorlardı: Kimi zaman Osmanlı’nın uyguladığı baskılara sessiz kalıyor, kimi zaman ise müdahaleci bir tutumla reform baskısı yapıyorlardı. Osmanlı, bu dış baskılar karşısında çeşitli reformları kabul etmek, gayrimüslimlere Müslümanlarla bazı eşit haklar ve hatta ayrıcalıklar tanımak zorunda kaldı. Ancak İngiltere ile Rusya arasındaki güç mücadelesinden faydalanan Osmanlı egemenleri, verdikleri reform sözlerini çoğu zaman hayata geçirmedi. Tanzimat Fermanı’ndan Islahat Fermanı’na uzanan bu süreçte atılan adımlara ve verilen taahhütlere rağmen, ne yazık ki 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunda Hıristiyan azınlıklara yönelik baskı ve zulüm devam etti.
Ermeniler, 1878 Berlin Antlaşmasıyla Osmanlı’dan reform sözleri almışlardı. Ancak konferansta gündeme gelen özerklik talebi, dönemin sultanı II. Abdülhamid için bir kırmızı çizgiydi ve kesin bir şekilde reddedildi. Abdülhamid, herhangi bir reformun hayata geçirilmesini imparatorluğun çöküşüyle “bir ve aynı” şey olarak görmüş; “muhtariyete götürecek ıslahatı kabuldense ölmeyi tercih ederim” demişti. “Ermeni Sorunu”nun resmi olarak 1878 Berlin Konferansıyla başladığı kabul edilse de, bu sorun çok daha gerilere uzanmaktadır. Mahkemelerde şahitlikleri dahi kabul edilmeyen Ermeniler, gayrimüslim tebaaya yönelik tüm ayrımcı politikalara maruz kalmakla kalmıyor; bunun ötesinde, köyleri Kürt ve Çerkez ağaların öncülüğünde basılıyor, yağmalanıyor, talan ediliyordu. Karşı koyanlar öldürülüyordu. Ermeni köylüleri hem merkezi devlete hem de yerel Kürt beylerine vergi ödemek zorunda kalıyor, aynı zamanda memurların yolsuzlukları, hukuksuzluk ve vergi adaletsizliği nedeniyle ciddi mağduriyet yaşıyorlardı. Berlin Konferansında, bu adaletsizliklerin giderileceği yönünde taahhütte bulunan Osmanlı yönetimi, reform sözünü yerine getirmedi. Ermeni toplumu içinde öne çıkanlar, özellikle o dönemde tüccar ve burjuva sınıfına ait olanlar, reformların hayata geçirilmemesi durumunda dış ülkelerden –özellikle İngiltere’den– yardım istenmesi gerektiğini savunuyordu. Ancak tüm bu baskı ve zulüm koşullarında dahi başka ülkelerden destek talep eden Ermeniler, hemen “hain” olarak yaftalanıyordu.
Tarih boyunca üretici güçlerin gelişip çeşitlendiği, eski üretim ilişkilerinin yerini yenilerinin aldığı her dönemde; eski düzeni temsil eden egemen sınıflar ya da devletler, bu değişime karşı gerici bir direniş sergilemişlerdir. Egemen sınıfın içinde yer alan aydınlar da dâhil olmak üzere birçok kişi, Osmanlı’nın tarihsel çözülüşünü nasıl durdurabileceklerini tartışmış ve çeşitli öneriler sunmuşlardır. Ancak dünya genelinde, boyunduruk altında yaşayan birçok halkın ulusal kimlik temelinde ayağa kalktığı bir çağda, Osmanlı’nın ezilen halklarını zorbalıkla egemenliği altında tutması artık mümkün değildi. Osmanlı ve benzeri çok uluslu imparatorluklar, tarihsel sürecin gereği olarak kaçınılmaz sona doğru yürüyerek çökmüşlerdir. Bu çöküşün temel nedeni yalnızca Avrupa devletlerinin Hristiyan halkları desteklemesi değildir. Elbette bu devletlerin etkisi olmuştur; ancak esas neden, Osmanlı egemenlerinin kapitalizmin gelişmesine direnmesi, iç sorunları çözememesi ve halkların eşitliğe dayalı taleplerini şiddetle bastırmasıdır. “Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılan Osmanlı İmparatorluğu, ömrünü uzatmak için Almanya’nın yanında emperyalist savaşa katılmış ama çöküşünün önüne geçememiş, savaşın sonunda fiilen dağılmış ve toprakları paylaşılmıştır.
Gayrimüslimlerin (Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin) yüzyıllardır kök saldığı Anadolu topraklarına sonradan gelip kurulan bir hanedanlığın temsilcisi olan Abdülhamid, İmparatorluğun “Hıristiyan dünyanın sürekli düşmanca tasallutlarıyla” karşı karşıya olduğunu iddia ediyor, bu ve benzer söylemiyle halklar arasına kin ve nefret tohumları serpiyordu. Osmanlı’nın tarihsel ömrünü tamamlaması ve hızla çözülme sürecine girmesi, egemen sınıflar arasında “parçalanma/bölünme” korkusunu derinleştirmiş ve bu korku dönemin tüm siyasal gelişmelerine yön vermeye başlamıştı. Bunu, Abdülhamid’in şu çarpıcı konuşmasından anlayabiliriz: “Yunanistan’ın ve Romanya’nın alınmasıyla… Avrupa Türk devletinin ayaklarını kesmiştir. Bulgaristan, Sırbistan ve Mısır’ın kaybı bizden ellerimizi götürmüştür ve şimdi Ermeniler arasında propaganda ile bizim hayati önemi olan organlarımıza yanaşmak hatta bağırsaklarımızı koparmak istemektedirler. Bu toptan imhanın başlangıcı anlamına gelir ve buna karşı tüm gücümüzle kendimizi korumak zorundayız.”[2] Özetle Ermenilerin demokratik haklarını elde etme çabası, İmparatorluğun var olup olmama sorunu olarak görülüyordu.
Abdülhamid, baskı, zorbalık ve ayrımcılık üzerine kurulu Osmanlı devletinin parçalanmasını engellemek için, ezilen halkların demokratik haklarını tanımak yerine mevcut devlet yapısını korumaya odaklanmış ve bu amaçla Panislamist ideolojiye yönelmişti. “Etraflarının, İmparatorluğu parçalayıp yok etmek isteyen düşmanlarla çevrili olduğu” düşüncesi üzerine inşa edilen bu yaklaşım, hiç değilse Müslüman tebaanın bir arada tutulmasını hedefliyordu. İslami motif, resmi devlet ideolojisi haline getirilerek öne çıkarılırken, özellikle Ermeniler bu sistemin dışında bırakılmış, dışlanmış ve giderek günah keçisi ilan edilmişti. Abdülhamid, Ermenilerin çok zengin olduklarını, Osmanlı memurlarının üçte birini oluşturduklarını, az vergi verip askerlik yapmadıklarını ve iyi konumlarının iktisadi güçlerinden kaynaklandığını ileri sürüyordu. Bu söylemlerle Müslüman halklar (Türkler, Kürtler, Çerkezler) Ermenilere karşı kışkırtılıyordu. Ermenilerin ve Rumların iktisadi gücünü kırmak ve mal varlıklarına el koymak için ise baskı politikaları hızla devreye sokulmuştu.
Abdülhamid’e göre, “dış güçlerin oyunları” devredeydi ve bu oyunları bozmanın yolu, Ermenilerin talep ettiği demokratik hakları tanımak değil, bu halkı bastırmak ve bir şekilde ortadan kaldırmaktı. Tam da bu amaçla, 1890 yılında Hamidiye Alaylarını kurdurmuştu. Özellikle 1890’lı yıllardan sonra gerçekleştirilen Ermeni katliamları, önceki dönemlere kıyasla farklı bir karakter kazandı. Artık merkezi olarak eşzamanlı biçimde düzenlenen pogromlar gerçekleşiyor; bu saldırılar giderek sistematik bir nitelik kazanıyordu. 1894 ile 1896 yılları arasında on binlerce Ermeni öldürüldü. Bu sayılar, Alman, İngiliz ve Fransız konsolosluklarına gönderilen raporlar ile Ermeni Patrikliğinin verilerine göre farklılık göstermektedir. Her ne kadar kesin rakamlar bilinmese de, ortaya çıkan tablo on binlerce Ermeni’nin planlı ve sistematik bir biçimde öldürüldüğünü açıkça göstermektedir.
Hristiyan toplulukları tümden dışlayan Abdülhamid, Panislamist bir stratejiye dayanarak varoluşsal krize giren imparatorluğu ayakta tutabileceğini hesaplıyordu. Ancak bu doğrultuda giriştiği ilk büyük kırım harekâtı, dönemin uluslararası konjonktürü nedeniyle tam anlamıyla başarıya ulaşamadı. Ermenilerin bütünüyle ortadan kaldırılması, o günün koşullarında mümkün değildi. İmparatorluk, birçok açıdan emperyalist devletlerin denetimi altındaydı ve Abdülhamid bu süreci uluslararası tepki çekmeyecek biçimde adım adım yürütmeye çalıştı. Mesela devletin resmi kuvvetlerini doğrudan kullanmak yerine, Hamidiye Alayları bünyesinde örgütlenen Kürt aşiretleri ve çapulcu gruplar aracılığıyla harekete geçti. “Ayaklandılar bastırdık” söylemiyle kamuoyunda meşruiyet yaratılmaya çalışılırken; vergi artışları ve dinsel taciz dâhil, Ermeni halkı üzerindeki sistematik baskı giderek artırıldı. Bu baskılar, zaman zaman uluslararası krize yol açmış ve dış basında geniş yankı bulmuştur.
600 yıl boyunca ayakta kalan Osmanlı’da sömürücü devlet aklının temel prensibi, devletin her ne pahasına olursa olsun korunması ve varlığının devam ettirilmesiydi. Önemli olan devletin bekasıydı; halkın çektiği çileler, tanınmayan hak ve özgürlükler ise teferruat olarak görülüyordu. 1908’de Meşrutiyetin ilanıyla iktidar yolunu açan İttihat ve Terakki Hareketi de, selefleri gibi bu anlayışı sürdürdü. 1909’da Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçılar, Ermeni sorununun çözümünü de aynı Abdülhamid gibi Ermenileri bu topraklardan süpürmekte gördüler. Ne yazık ki 1914’te başlayacak olan Birinci Dünya Savaşı, İttihat ve Terakki’ye Abdülhamid’in sahip olamadığı koşulları sağladı. Oysa çöküş sürecindeki Osmanlı’da, despotik ve devletçi gelenek terk edilip, eşit ve demokratik haklar temelinde, tüm halkların ortak yaşam zeminini güçlendirmek adına adımlar atılabilirdi. Ancak İttihat ve Terakki bu yolu seçmedi; ezilen halklara eşit haklar tanımak yerine baskı ve inkâr politikasını sürdürdü.
Abdülhamid’in devrilmesiyle sonuçlanan 1908 sürecinde Ermeni devrimci örgütleriyle işbirliği yapan İttihat ve Terakki, azınlık halklara çeşitli vaatlerde bulunmuştu. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte gayrimüslim tebaa arasında, istibdat rejiminin sona ereceği, halkların özgürlüklerine kavuşacağı ve uzun süredir beklenen reformların hayata geçirileceği yönünde güçlü bir beklenti doğmuştu. Ermeni devrimci örgütleri de Meşrutiyetin korunması için çaba harcayacaklarını duyuruyorlardı. O döneme kadar dağlarda Abdülhamid istibdadına karşı silahlı direniş yürüten Ermeni, Bulgar, Türk ve Rum komitacılar artık şehirlere inmişlerdi. Yapılan kutlamalarda “bundan böyle, Türk ve Ermenilerin, ülkelerinin iyiliği için birbirleriyle kardeş gibi çalışacakları ümidi” dile getiriliyordu.[3] Fakat İT, Ermeni halkını yalnızca kendi siyasal hedefleri doğrultusunda kullandı ve verdiği sözleri kısa sürede çiğnedi.
İttihat ve Terakki’nin gerçekte halklar arasında kardeşleşme gibi bir niyeti yoktu. Parti üyeleri arasında Ermenilere yönelik düşmanlık yaygındı. Bölünme paranoyasıyla hareket eden İttihatçılar, bütünlüklü ve sağlıklı bir politika üretemedikleri için, düşmanlığı körükleyerek bizzat devlet eliyle halkları bölünme sürecine sürüklüyorlardı. 1913’e kadar tek başına iktidarda olmasalar da, hükümet politikaları üzerinde belirleyici etkiye sahip olan İttihatçılar, Ermenilerin reform taleplerine kayıtsız kaldılar; bu taleplerin karşılanması için kıllarını dahi kıpırdatmadılar. İT, Ermenilerin hak arayışlarını “vatanın bölünmesi” ve “devletin yok olması” tehdidiyle eşdeğer görürken, bazı Ermeni örgütlerinin dış ülkelerden yardım istemesini ise “oyuna gelmek”, “arkadan vurmak” ve “hainlik etmek” gibi suçlamalarla karşılıyordu.
Abdülhamid’in istibdat rejiminin dahi ötesine geçen bir baskı düzeni kuran İttihat ve Terakki, var olan sınırlı özgürlükleri de ortadan kaldırdı. Örneğin, İT’nin 1908 tarihli programında eğitimde Türkçeyi zorunlu hale getiren bir uygulama yer aldı. Bu dayatma yalnızca Hristiyanlar için değil, Araplar, Arnavutlar ve diğer Müslüman halklar için de geçerliydi. Özellikle bu uygulama, birçok bölgede huzursuzluğu ve tepkileri artırdı; Arnavut isyanının bu politikayla doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Her alanda baskıyı artıran İttihat ve Terakki, 25 Nisan 1909’da ilan ettiği sıkıyönetimi 15 Temmuz 1912’ye dek sürdürdü. 31 Temmuz 1909’da yayımlanan Basın ve Yayın Kuruluşları Kanunu ile basın özgürlüğü fiilen ortadan kaldırıldı. Zulmün giderek tırmandığı bu dönem, aynı zamanda İT’ye muhalefet eden gazetecilerin katledildiği karanlık bir dönem olarak tarihe geçti.
Ancak İT’nin bu kadar ağır baskı politikalarını devreye sokmasına rağmen, hareketin programında en başından itibaren Ermeni soykırımı gibi bir hedef yer almıyordu. Bu kırım fikri, emperyalist dünya savaşına giden süreçte şekillenmişti. 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali ve 1912’de Balkan devletlerinin Osmanlı’ya savaş açması, halkları boyunduruk altında tutmaya çalışan İttihat ve Terakki’yi paniğe sürükledi. Ardı ardına gelen yenilgiler, Balkanlar’ın ve diğer önemli bölgelerin kaybedilmesi, Anadolu’nun da elden gideceği korkusunu beraberinde getirdi. Bu korku, İT’yi zincirlerinden boşanmışçasına saldırgan bir siyasal çizgiye itti. Osmanlı yönetimi, diğer coğrafyalarda kaybettiği toprakların “intikamını” Trakya ve Anadolu’daki Rumlardan, fakat özellikle Ermenilerden almaya yöneldi. 1914’te başlayan emperyalist savaşa Osmanlı’nın istemeyerek sürüklendiği yönündeki resmi anlatının aksine, bu savaşa bilerek ve isteyerek, “devleti kurtarma” güdüsüyle girilmişti. Çöküş aşamasındaki İmparatorluk, ancak Asya’daki Müslüman halklara doğru genişleyerek kurtulabilecekti. Fakat bu stratejinin önündeki en büyük engel olarak Ermeniler görülüyordu ve bu nedenle onların ortadan kaldırılması gerektiği fikri egemen hale geldi. Savaşın sunduğu olağanüstü koşullar, İttihat ve Terakki’ye bu planı hayata geçirme fırsatı sağladı. Emperyalist Almanya’yla yapılan ittifak sayesinde Osmanlı, İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerin doğrudan denetiminden sıyrıldı ve “Ermeni Sorunu” kökten ve radikal biçimde “çözmeye” girişti.
Osmanlı’nın son döneminde, iktisadi alanda ağırlıklı olarak azınlıkların etkili olması da yaşanacak kırım sürecinin zeminini hazırlayan önemli etkenlerden biriydi. Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi, Osmanlı toplumunun en varlıklı kesimini oluşturuyordu. Avrupa’da kapitalizmin gelişmesinin ardından, ticaret ve zanaat büyük ölçüde bu toplulukların elinde toplanmıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Abdülhamid döneminden itibaren bu kesimler “iktisadi ayrıcalıkları” nedeniyle hedef haline getirilmiş; malları yağmalanmış, mülkleri gasp edilmiş, sistematik baskı ve zulümden bir türlü kurtulamamışlardı. İttihat ve Terakki yönetimi ise, “milli iktisat” tezini merkeze alarak, bir Müslüman-Türk burjuvazisi yaratmak için azınlıkları mülksüzleştirmeye yönelik adımlar attı. Devlet desteğiyle güç kazanan bu yeni Müslüman-Türk burjuvazisi, Ermeni ve Rumların mal varlıklarını hedef almaya başlamıştı. Nitekim azınlıkların topraklardan sürülmesiyle birlikte el konulan bu varlıklar, “yerli ve milli” burjuvazinin ilk sermaye birikiminin temelini oluşturacaktı.
Türk ulusal kimliğine dayalı milliyetçilik, tarih sahnesine esas olarak 20. yüzyılın başlarında çıkmış ve Batı’daki örneklerden oldukça farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Batı’daki gibi kapitalist gelişime paralel ilerleyen, monarşiye muhalif ve “ilerici” bir sivil siyasi akım olarak ortaya çıkmamıştır. Aksine, Batı’dan etkilenmiş sınırlı bir Osmanlı aydın grubunun ve asker-bürokrat çevrelerin elinde şekillenmiş; halka yukarıdan, devlet gücü aracılığıyla dayatılmaya çalışılan despotik bir milliyetçilik biçimi olarak gelişmiştir. Türk milliyetçiliği, başka bir ifadeyle, devlet eliyle örgütlenen ve daha doğuşunda gerici bir nitelik taşıyan bir siyasal yönelimdir. Tüm toplumsal çıkarların üzerinde devleti mutlaklaştıran ve bunu esas alan şoven bir milliyetçiliktir.
20. yüzyıl öncesinde Türklük, bir kimlik olarak yaygın biçimde kullanılmazdı; insanlar çoğunlukla kendilerini dinsel aidiyetler üzerinden tanımlarlardı. Örneğin, yurt dışında görev yapan genç Osmanlı bürokratlarının ulusal kimlikleri sorulduğunda ne yanıt vereceklerini bilememeleri, Türk kimliğinin tarih sahnesine oldukça geç çıktığını gösteren dikkat çekici örneklerden biridir. “19. yüzyılın sonlarına doğru, Paris’te bulunan birkaç Jön Türk’e hangi ulustan oldukları sorulduğunda, önce ‘Müslümanız’ diye karşılık verirler, Müslümanlığın bir din olduğunun belirtilmesi üzerine, ‘Osmanlıyız’ derler; bunun da bir millet olmadığının hatırlatıldığı, ama gençlerin bir türlü Türk olduklarını söylemeyi düşünemedikleri aktarılır.”[4] Benzer şekilde, 1900’lü yıllarda bile Osmanlı okullarında tarih derslerinde Türklere pek yer verilmezdi. Türk ortaöğretim kurumlarında okutulan tarihin büyük bir kısmı Fransa tarihine, geri kalan kısmı ise diğer Avrupa ülkelerine ayrılmıştı. Medreselerde ise, 1908 öncesine dek eğitim dili Türkçe değildi; genellikle Peygamber’in hayatıyla başlayan Osmanlı-İslam tarihi öğretiliyordu.
Türkçülük akımı, başlangıçta daha çok dil ve edebiyat alanında gelişmiş ancak 1904’ten itibaren giderek siyasal bir karakter kazanmaya başlamıştı. Türk milliyetçiliğinin babası olarak görülen Ziya Gökalp’in “İslam-Türk-Batı” sentezine dayalı fikirleri, zamanla İttihat ve Terakki’nin resmi ideolojisi haline geldi. Türkçü-Turancı düşünceler, özellikle 1908’de Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki hareketinde hızla yaygınlaştı. Ziya Gökalp, bu ideolojik çizginin merkezine yerleşerek hareketin resmi ideoloğu konumuna yükseldi. Ona göre, “ortak bir bilince dayanmayan bir devlet yaşayamazdı” ve bu ortak bilinç, “milli ülkü” ile sağlanabilirdi. Oysa bir zamanlar Osmanlı’daki köylü ya da asker için vatan, yalnızca yaşadığı köy veya bölgeydi; yerel bir aidiyet duygusunu ifade ediyordu. 1911’e gelindiğinde ise, Gökalp’e göre Türk milletinin vatanı artık Turan’dı. “Turan, bütün Türkleri bir araya toplayan ve yabancıları ise oraya almayan mefkürevî (ülküsel) bir vatandır.”[5]
Osmanlı-Türk egemen sınıfları, özellikle Balkan Savaşı yenilgisi sonrasında gelişen “şüphe, korku ve nefret” duygularıyla saldırgan ve devletçi bir milliyetçiliği benimsediler. Ziya Gökalp, 1914 yılında bu azgın milliyetçi propagandayı siyasal bir hedef olarak şöyle formüle etti: “Düşmanın ülkesi viran olacak, Türkiye büyüyüp Turan olacak.” Başka milletlerin yok edilmesi üzerine kurulan bu saldırgan ideoloji, giderek yaygınlık kazanmaya başladı. İttihat ve Terakki önderlerinden Enver Paşa ise bu ideolojiyi en hararetle savunan isimlerin başında geliyordu. 1913’e kadar açık biçimde Türkçülüğü savunmaktan kaçınan İttihatçılar, Osmanlıcılık politikalarını terk ederek “Türk esaslı ulus” çizgisine yöneldiler. “Büyük Turan İmparatorluğu”nun kurulması doğrultusunda azınlıkları hedef alan asimilasyon politikaları devreye sokuldu. Türk ulusunun egemenliğini tanımaları koşuluyla azınlıklara sınırlı bir yaşam hakkı tanınacak, fakat bu politikalar istenilen sonucu vermezse kırım planı uygulamaya konacaktı.
Azınlık halklara, yalnızca Türk egemenliğini kabul etmeleri koşuluyla yaşam hakkı tanınacağı, dönemin Osmanlı-Türk aydınları tarafından açıkça ve defalarca dile getirilmiştir. «Jön Türklerin öncüsü sayılan, Yeni Osmanlılar hareketinin önde gelen ismi Namık Kemal bu konuda şunları söyler: “Eğer Hristiyanlar bizim egemenliğimizi isterlerse anlaşırız, pek doğaldır ki, onları hükümete almadığımız için yakınma hakkına sahip olamayacaklardır”».[6] 1908 yılında, henüz Osmanlıcılık resmi ideoloji konumundayken bile, İttihat ve Terakki’nin resmi sözcüsü kabul edilen Hüseyin Cahit, seçimler vesilesiyle Rumlarla girdiği tartışmada açıkça Türk egemenliğini savunmuş ve şunu söylemişti: “Ne denirse densin memlekette millet-i hâkime Türklerdir ve Türkler olacaklardır.”[7] Osmanlı-Türk egemenlerine göre, Hristiyan halkların “memleketin imhası” dışında başka bir amaçları yoktu. Türk milleti ise “üstün ve yönetme hakkına sahip” tek ulus olarak görülüyordu. “Memleket yalnız Türkler için vatandır” anlayışı, bu düşüncenin temelini oluşturuyordu. İşte bu “millet-i hâkime” fikri, daha sonra uygulanacak kırım politikalarına ideolojik bir zemin sağlayan en önemli söylemlerden biriydi.
Sonuç olarak, Batı toplumlarındaki ulusal kimlik oluşumlarına kıyasla hem daha geç ortaya çıkan hem de farklı bir gelişim çizgisi izleyen Türk ulusal kimliği, bu tarihsel gecikmenin de etkisiyle daima güvensiz bir yapıya sahip olmuştur. Bu güvensizlik, egemen sınıfı “arayı kapatma” telaşına ve dolayısıyla aşırı saldırgan politikalara yöneltmiş; azınlık halkların akıl almaz düzeyde baskı ve zulme maruz kalmasına yol açmıştır. Özellikle 1912 Balkan Savaşı yenilgisinden sonra, Osmanlı-Türk egemen sınıfında ve entelijansiyasında sürekli bir “var olma–yok olma korkusu” hâkim hale gelmiştir. Bu korku, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalmış, adeta devletin genetiğine işlemiş ve günümüze dek taşınmıştır. Bu anlayış, sorunları çözmek yerine şiddetle bastırma refleksiyle hareket etmiştir, etmektedir. Ezcümle, Türk milliyetçiliği doğduğu günden bu yana varoluşsal korkularla beslenmektedir. Bu korku ve devlet tapınmacılığı, Cumhuriyet tarihi boyunca Türk burjuvazisinin ve siyasetçilerinin demokratik haklar konusundaki gerici tutumunu, özgüvensizliğini ve ürkekliğini de açıklar. Türkiye’de, en genişlediği dönemlerde dahi burjuva demokrasisi Avrupa’daki örneklerle kıyaslanabilecek düzeye ulaşamamıştır. Bu nedenle “Türk tipi burjuva demokrasisi” nitelemesi kullanılmaktadır. Ne zaman demokrasinin sınırları biraz genişleyecek olsa ve örneğin ezilen Kürt ulusunun demokratik taleplerinin karşılanması gibi konular gündeme gelse, tarihsel korkuların besleyip şekillendirdiği gerici siyaset derhal saldırgan şekilde devreye girmektedir.
Resmi tarih anlatılarında, “Türk ulusunun ve tarihinin üstünlüğü, eşsizliği ve benzersizliği” sürekli olarak tekrar edilirken, Anadolu’nun binlerce yıldır ev sahipliği yaptığı diğer halklar ise genellikle ihanetle suçlanır, şeytanlaştırılır. Ne yazık ki bu “eşsiz ve benzersiz Türk tarihi” anlatısı, medya araçları, eğitim sistemi ve daha birçok ideolojik aygıt aracılığıyla kitlelere taşınmakta; bilinçler milliyetçilikle zehirlenmekte, adeta felç edilmektedir. Devletçi ve saldırgan milliyetçilik anlayışıyla, “üstün ulus” kimliği ideolojisiyle şekillenen bu toplumsal bilinç, kitleleri topluluk narsisizminin pençesine itmekte, demokratik reflekslerin gelişmesinin önünde ise en büyük engel olarak durmaktadır. Oysa halklar kendi hallerine bırakıldığında, birbirlerine yönelik önyargılarını aşabilecek; hiçbir halkın diğerinden üstün ya da aşağı olmadığını, acıda, kederde, sevinçte ve mutlulukta ortaklaşabildiklerini göreceklerdir. Böylece hem şovenizm hem de onun yarattığı tüm sorunlar ortadan kalkacaktır.
İttihat ve Terakki, Türkçülüğe dayalı merkezi bir modern devlet kurma hedefi doğrultusunda, Anadolu ve Trakya’nın Ermeni ve Rum halklarından “temizlenmesi” gerektiğine karar vermişti. Bu homojenleştirme harekâtına başlamadan önce son derece planlı ve örgütlü bir hazırlık süreci yürütüldü. Olası bir işgale karşı savunma bahanesiyle ülkenin dört bir yanından yaklaşık 30 bin kişi toplanarak Anadolu’da çete-gerilla birlikleri oluşturuldu. Bu birliklerin büyük bölümü Balkan hezimetinden kaçan muhacirlerden, mahkûmlardan ve bazı Kürt aşiretlerinden oluşuyordu. Silah ve mühimmat yığınağı yapıldı; gayrimüslim halklar sistematik biçimde silahsızlandırıldı. Kesin tarihi net olmamakla birlikte, Birinci Dünya Savaşından yaklaşık bir yıl önce İttihat ve Terakki’nin gizli savaş örgütü olarak Teşkilat-ı Mahsusa kuruldu. Bu özel harp örgütü, savaşın başlamasıyla birlikte resmi statüye kavuşturularak Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Enver Paşa’ya bağlandı.
Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı çeteler, dışarıda Türk ve Müslüman birliğini sağlamak amacıyla özellikle İngiltere’nin sömürgesi altındaki ülkelere ve Orta Asya’ya gönderiliyor, buralarda ayaklanmalar örgütlenmeye çalışılıyordu. İçeride ise bu çeteler, hükümetin resmi kuvvetlerinin doğrudan gerçekleştiremeyeceği kontrgerilla faaliyetlerini yürütüyordu. İttihat ve Terakki’ye göre Ege Bölgesi, Rum nüfusun ağırlıklı olması nedeniyle tehdit oluşturuyordu. Dünya savaşından hemen önce devreye sokulan ve savaş koşullarında daha da genişletilen homojenleştirme planları kapsamında, Ege’deki Rum nüfus baskı yoluyla sindirilmiş, korkutulmuş ve bir kısmı göçe zorlanmıştı. Gidenlerin mallarına el konuldu. Ayrıca, eli silah tutan Rum gençleri amele taburlarında toplanarak yapı, yol ve orman işlerinde ölesiye çalıştırılmış, bu süreçte sistematik olarak öldürülmüşlerdi.
Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Kuşçubaşı Eşref, yalnızca 1914 yılı içinde ve savaşın ilk aylarında, “Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan… Rum-Ermeni nüfusun sürülen miktarının 1 milyon 150 bin olduğunu” söylemektedir.[8] Kırımın esas olarak 1915-1917 yılları arasında yoğunlaştığı düşünülürse, Kuşçubaşı Eşref’in bu sözleri, Anadolu’nun Türkleştirilmesi amacıyla yürütülen tasfiye harekâtının ne denli büyük boyutlara ulaştığını açıkça ortaya koymaktadır. Fransız ve İngiliz kaynaklarında yer alan raporlar da bu rakamları teyit etmektedir. Benzer şekilde, “etnik temizlik” olarak nitelendirilebilecek katliam ve zorla göç politikaları Balkan devletleri tarafından da uygulanmış, yüzbinlerce Müslüman, Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakılmıştır. Balkanlar’dan Anadolu’ya göç eden Müslümanların sayısının 400 binin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. İttihatçı politikalarla milliyetçilik temelinde körleştirilen ve Hristiyan halklara karşı kışkırtılan bu göçmen nüfus, Yunan, Sırp ve Bulgar egemenlerinin kendilerine yaşattığı zalimliklerin intikamını, aynı acıları paylaşan Hristiyan halklardan çıkarmıştır. Kafkas ve Rumeli göçmenlerinin gayrimüslimlere karşı kullanılması tesadüf değildir. Bu göçmen gruplar, uğradıkları vahşetin intikamını alma düşüncesiyle, Anadolu’daki yerli Müslüman nüfusa kıyasla çok daha acımasız davranabilmiştir.
İttihat ve Terakki, Van’daki olayları bahane ederek 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden ve aydınlarından oluşan 235 kişiyi tutuklattı. Böylece soykırıma giden sürecin önü resmen açılmış oldu. Bu tarih, aynı zamanda Ermeni soykırımının resmi başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Oysa yok etme kararı, Van’daki çatışmalardan en az bir ay önce, 1914 sonu ve 1915 başında yapılan uzun ve ayrıntılı tartışmalarla çoktan alınmış, katliam ve sürgünler başlamıştı. Osmanlı’nın bu girişimlerini durdurmak amacıyla Fransa, İngiltere ve Rusya’nın verdiği notanın ardından, yalnızca iki gün içinde –27 Mayıs 1915’te– Meclis-i Mebûsan toplanarak “Tehcir Kanunu”nu çıkardı. Resmi adıyla Sevk ve İskân Kanunu, fiilen uygulanan kırım planının üzerini örten yasal bir kılıf işlevi görüyordu. Ermeni örgütlerinin ayaklandığı ya da ayaklanma hazırlığı içinde oldukları, Ermenilerin Rusya’ya geçerek orduya katıldıkları ve Osmanlı ordusunu arkadan vurdukları gibi iddialar, bu tehcirin gerekçesi olarak kamuoyuna ve dünyaya sunuldu.
Adına “tehcir” denilen bu yasayla, Ermeniler yüzyıllardır yaşadıkları Anadolu topraklarından, köklerinden koparılarak Suriye’nin güneyine, çöllere sürüldüler. Ancak bu kez yaşanan “göç”, daha önceki yer değiştirmelere veya sürgünlere benzemiyordu. Ermeniler, göç yollarında kurşuna dizildiler, aç ve susuz bırakıldılar. Açlık ve hastalıkların kol gezdiği korkunç koşullar bilinçli olarak yaratıldı, insanlar adım adım ölüme terk edildi. Ermenilere yönelik bu insanlık dışı plan, Rumlara yönelik uygulamalardan farklı bir ruh haliyle hayata geçirildi. Bu denli kanlı ve topyekûn bir imha operasyonunun ardındaki temel itici güç, Osmanlı-Türk egemenlerinin devletsiz kalma korkusunun doruğa ulaşmasıydı. Doğu’da Rusların Sarıkamış’taki ilerleyişi, Batı’da İtilaf güçlerinin Çanakkale Boğazı’na dayanması ve içerideki Ermeni varlığı, Osmanlı egemen sınıfında, son sığınak olarak görülen Anadolu’nun da elden gideceği korkusunu azdırmıştı.
“Tehcir” uygulamasıyla, sözde Ermenilerin savaş bölgelerinden uzaklaştırılarak düşman güçlerle olası işbirliklerinin önüne geçilmesi hedefleniyordu. Oysa savaşla hiçbir ilgisi olmayan iç bölgelerdeki Ermeniler dahi sürgün edilmişti. Üstelik sürgün edildikleri yerler, onların daha büyük “tehlike” olarak değerlendirilebileceği bölgelerdi. Mesela Kayseri’den sürülen Ermeniler, Suriye’deki Deyrizor’da Altıncı Ordunun, Havran’da ise Dördüncü Ordunun gerisine kadar gönderilmişti. “Tehlikeli” bir halkın doğrudan ordu gerisine yerleştirilmesi, izahı mümkün olmayan büyük bir çelişkiydi. Gerçekte tüm plan, Ermenilerin sistematik bir biçimde yok edilmesi üzerine kuruluydu. Nitekim göç yollarında ve yerleşim bölgelerinde Ermenilerin temel insani ihtiyaçları karşılanmadı, güvenlik önlemleri alınmadı, yaşam koşulları bilinçli şekilde ortadan kaldırıldı. Almanya ve ABD gibi ülkelerin yardım kuruluşlarının insani yardım talepleri dahi Osmanlı hükümeti tarafından reddedildi. Bu karanlık sürecin boyutlarını edebi bir anlatımla gözler önüne seren Franz Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün adlı romanı, Ermenilerin nasıl bir ölüm planı içinde kıskaca alındıklarını roman kahramanları üzerinden çarpıcı biçimde yansıtmaktadır.
Müslüman ahalinin Ermenilere yardım etmesi de yasaklanmıştı. “Tek bir Ermeni’yi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı” tehdidiyle karşı karşıya bırakılmışlardı. Ne yazık ki bazı bölgelerde, Ermeniler daha yola bile çıkmadan evleri yağmalandı, saldırıya uğradılar; kadınlar ve kız çocukları kaçırıldı, kimi zaman hizmetkâr olarak kullanıldılar, kimi zaman ise tecavüze uğrayıp katledildiler. Ancak tüm bu vahşete rağmen, Müslüman halk arasında Ermenilere yardım etmeye çalışanların sayısı azımsanamayacak kadar fazlaydı. Yüksek rütbeli subaylar ve bürokratlar arasında, kendilerine iletilen “tehcir” emirlerini kelle koltukta reddedenler, bu suça ortak olmayacaklarını açıkça ifade edenler oldu. Bununla birlikte, küçük memurlar, din adamları ve sıradan Müslümanlar arasında da tehcir uygulamalarını kınayan, bu zulmün durdurulmasını isteyen ve Ermenilere yardım etmeye çalışan birçok kişi vardı. Mesela Dersim ve Mardin bölgelerinde yaklaşık 20-30 bin Ermeni’nin Kürtler tarafından kurtarıldığı belirtilmektedir.
Franz Werfel Musa Dağ’da Kırk Gün romanında bu konuya şöyle değinir: “Yerleşim yerlerine sürgün emirlerini götüren bir müdür, birçok kez, emri ilettiği köylerde, birlikte gözyaşı dökmek için Türklerle Ermenilerin bir araya toplandığını şaşırarak izlemişti. Bir başka müdür Ermenilere ait bir evin kapısının önünde hıçkırıklara boğulmuş halde dikilen komşu Türk ailenin, evlerini, başları önde terk ettikleri için kaskatı kesilmiş Ermeni aileye, yalnızca «Allah size acısın» diye bağırmakla yetinmeyip, yanlarına yolluk koyduklarına, keçi, hatta katır gibi büyük armağanlar verdiklerine büyük bir şaşkınlık içinde tanık olmuştu. Aynı müdür, bu Türk ailenin, zavallılara kilometrelerce refakat ettiğine de tanıktı. Kendi halkından insanlar ayaklarına kapanıp yalvarmışlardı; «Onları yanımızda bırakın! Hak dinine inanmıyorlar ama iyi insanlar. Onlar bizim kardeşlerimiz. Onları burada, yanımızda bırakın!»”[9]
Bugün inkâr geleneğinin savunucuları her ne kadar ölen Ermeni sayısının 300 bin civarında olduğunu iddia etseler de, dönemin Osmanlı yöneticileri bile çok daha yüksek rakamlar telaffuz etmişti. Mesela 14 Mart 1919’da İstanbul Hükümeti tarafından yapılan bir araştırmada, ölen Ermeni sayısının 800 bin civarında olduğu açıklanmıştı. Fakat bu açıklama büyük tartışmalara yol açınca, rakamın “ölen” değil, “sürülen” Ermenileri ifade ettiği yönünde geri adım atılmıştı. Keza Cumhuriyetin kuruluşunun ardından, 1928 yılında yayımlanan bir belgede, Genelkurmay’ın verdiği sayılara göre, Birinci Dünya Savaşı sırasında “800 bin Ermeni ve 200 bin Rum katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” denmektedir.[10] Osmanlı’daki Ermeni nüfusunun yüzde 60 ila 70’inin ortadan kaldırıldığı bu vahşet, eğer soykırım değilse nedir? Bir zamanlar bu topraklarda yaşayan her beş kişiden biri Ermeni iken, bugün bu oran binde birin bile altındadır. İnkârcıların öne sürdüğü 300 bin rakamını bile doğru kabul etsek; bu, bir yıl içinde her gün yaklaşık bin kişinin yok edildiği anlamına gelir. Bu bile başlı başına korkunç, vahşi bir kıyımın gerçekleştiğinin en açık kanıtıdır.
Esas olarak Talat, Enver ve Cemal paşaların önderliğindeki İttihat ve Terakki liderliği tarafından yürütülen bu kırım planı, bir hükümet politikası olarak uygulanmış, tüm devlet aygıtı harekete geçirilerek merkezi düzeyde koordinasyon sağlanmıştır. Merkezi bir karar ve planlama olmadan bu denli korkunç boyutlara ulaşan bir kırımın gerçekleştirilmesi mümkün olamazdı. Kırım sırasında, bakanlıklarla yerel yöneticiler arasında ve yine yerellerden merkezi makamlara binlerce yazışma yapılmıştır. Bu yazışmalar, soykırımın planlı ve örgütlü biçimde yürütüldüğünün doğrudan kanıtlarını oluşturmaktadır. İttihat ve Terakki sonrasında gelen hükümetler, bu kanıt niteliğindeki belgeleri arşivlerden temizlemeye çalışmışlarsa da tümüyle ortadan kaldıramamışlardır. Öte yandan, Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya, kırımdan yalnızca haberdar olmakla kalmamış, aynı zamanda İttihat ve Terakki ile doğrudan suç ortaklığı yapmıştır. İtilaf Devletleri ise, Osmanlı’ya nota vermek dışında kırımı durdurmaya dönük fiili bir müdahalede bulunmamış, savaş sonrasında Ermenilerin yaşadığı büyük felaketi Osmanlı topraklarını işgal etmek ve paylaşmak için bir gerekçe olarak kullanmışlardır.
Savaş yenilgisinin ardından İT kendini feshetti ve yeni bir hükümet kuruldu. Fakat gerek Osmanlı’nın son dönem hükümetleri, gerekse İttihatçı gelenek üzerine inşa edilen Türk ulusal kurtuluş hareketinin liderleri, gayrimüslim halklara karşı işlenen zulmü kabul etmediler. Ne insanlığa karşı işlenen suçları ne de bu imhacı zihniyeti mahkûm etmeye yanaştılar. Ulusal kurtuluş hareketinin lideri Mustafa Kemal başta olmak üzere, kadroların büyük çoğunluğu İttihat ve Terakki hareketinden geliyordu. Batı’yla ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmeyi amaçlayan Mustafa Kemal, İT’nin geçmişte işlediği suçlardan dolayı bu yapıyla arasına mesafe koyması gerektiğinin farkındaydı. Ancak buna rağmen İttihat ve Terakki’yi siyasi olarak açıkça reddetmedi. Aksine, İttihatçıların şekillendirdiği devletçi-milliyetçi çizgiye ve kendi liderliğini kabul etmeleri koşuluyla bu kadrolara sahip çıktı. Osmanlı’nın son döneminde, Batı’nın baskı ve dayatmaları sonucu sözde bir yüzleşme yapılmış, “dostlar alışverişte görsün” anlayışıyla kırım suçluları hakkında göstermelik soruşturmalar ve yargılamalar gerçekleştirilmişti. Türkiye’nin yeni egemenleri ise, Ermeni halkının maruz kaldığı büyük kırım karşısında riyakârca bir tutum takınmaya devam etmiş, yaşananları küçümsemek ve çeşitli mazeretlerle örtbas etmek yönünde sistematik bir çaba içine girmişlerdir.
Dünden bugüne egemenler, “tehcir” kararının savaş koşullarında zorunlu olduğunu ve yaşanan ölümlerin savaş, hastalık gibi nedenlerle “istenmeden” gerçekleştiğini savunageldiler. Bu söylemi sürdüren resmi ideoloji savunucuları, Cumhuriyet döneminde Ermeni kırımının hem içeride hem de dışarıda gündem olmasını engellemeye çalıştılar. Ancak bunda başarılı olamadılar. Bugün ABD başta olmak üzere onlarca devlet, Ermeni soykırımını resmen tanımış durumdadır. Kuşkusuz, emperyalist ve kapitalist devletlerin soykırımı kabul etmesi, Ermeni halkının yaşadığı büyük acıların dinmesi anlamına gelmez. Ermeni halkı esas olarak Türkiye devletinin ve bu topraklardaki halkların bu tarihsel gerçeği kabul etmesini ve yüzleşmesini istemektedir.
Egemenlerin, geçmişte yaşanan bu büyük felaketi kabul etmemesi ve bir halkın acılarını paylaşmak yerine sürekli inkâr etmesi, bu temelde kışkırtılan milliyetçilik halklar arasına kalın duvarlar örülmesine neden olmaktadır. En önemlisi, Türkiye’de halkın ve emekçilerin demokratik reflekslerinin bastırılmasında, baskı ve zorbalık rejimine karşı güçlü bir mücadele çizgisinin oluşmasını engellemekte adeta dinamitleyici bir rol oynamaktadır. Tarihsel acıları inkâr etmeye dayalı bir politika, asla emekçilerin çıkarına değildir, olamaz da. Bizler, işçi sınıfının enternasyonalist bakış açısıyla tarihsel ve güncel gelişmeleri değerlendirir, işçilerin birliği ve halkların kardeşliği çizgisinde kapitalizme karşı mücadele ederiz!
[1] Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İmge, 2002, s. 63-4
[2] Age s. 92
[3] Taner Akçam, age, s. 129
[4] Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, İletişim Yayınları, 1992, s.36
[5] Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İmge, 2002, s. 169
[6] age s. 101
[7] age s. 102
[8] age s. 191
[9] Franz Werfel, Musa Dağ’da Kırk Gün
[10] Taner Akçam, age, s. 309