Broşürü İndirmek için Tıklayın!
Sunuş
TKP’nin 1 Ağustosta kamuoyuna duyurduğu “Ülkemizin Uçurumdan Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz”[1] başlıklı imza kampanyasına ulusalcı, Ergenekoncu/Avrasyacı, genelde Kemalist, hatta İYİ Parti ve Zafer Partisine yakın isimlerin koşarak imza atması tesadüf mü? Elbette değil. Tüm bu isimler ve TKP, Kürt sorununda demokratik bir çözüme, Kürt halkının demokratik haklarının tanınarak anayasal güvence altına alınmasına karşıdırlar. Bildiride birçok tema olmasına rağmen, bildirinin ruhunu belirleyen şey, gerçekte Kürt karşıtlığı, devlet tapınmacılığı ve milliyetçiliktir. Çünkü bildirinin yayınlanmasına neden olan, faşist rejim blokunun “terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı süreç, Öcalan ile yapılan görüşmeler, PKK’nin silah bıraktığını açıklaması ve Suriye’deki gelişmelerdir. Bildiride “barış ve kardeşlik istiyoruz” deniyor ama bu barış ve kardeşliğin neye tekabül ettiğini TKP’nin açılımlarından ve ulusalcı kesimlerin ırkçı söyleminden biliyoruz. Keza bildiride rejimin yeni Osmanlıcı emperyal emellerine de karşı çıkılıyor ama gerçekte burjuvazinin ulusalcı, devletçi Kemalist kesimleri Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyalist yayılmacılığına karşı değildir. Onlar bu emperyal siyasetin nasıl ideolojik bir çerçeveye oturtulacağı ve kimin liderliği altında yürütüleceği konusunda rejimle ayrışıyorlar. Türkiye alt-emperyalist bir ülke konumundadır ve emperyalist piramidin üst basamaklarına tırmanmak için yanıp tutuşuyor. Yani Türkiye kapitalizminin dünya ekonomisi içinde tuttuğu yer ve sermayenin birikim düzeyi, bu tür politikaları nesnel olarak zorunlu kılıyor.
Ancak ülkenin nasıl bir rejimle yönetileceği, devlet kaynaklarının nasıl bölüşüleceği, hangi egemen sınıf kesimlerinin yönetime nasıl ve ne düzeyde katılacağı, bugünkü faşist rejim blokunun varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği, Kürt sorununun nasıl çözüleceği ve giderek derinleşen emperyalist hegemonya krizinin şekillendirdiği uluslararası siyaset alanında hangi emperyalist blokla nasıl iş tutulacağı konusunda büyük bir belirsizlik ve kriz var. CHP’yi ve onunla birlikte tüm muhalefeti ezmeye ve sindirmeye dönük operasyonu, Kürt sorunu bağlamında Öcalan ile yürütülen yönü belirsiz görüşmeleri, Suriye’den Libya’ya izlenen zikzaklı politikayı, devletin olanaklarının Erdoğan’ın damadı silah tüccarının emrine verilmesini, rejimin tepeden tırnağa çürümesini ve faşist iktidar bloku içindeki çekişmeleri egemen sınıf içindeki bu kriz çerçevesinde ele alarak değerlendirmek gerekiyor.
Altını kalınca çizmek gerekiyor ki Erdoğan liderliğindeki rejimin Kürt sorununun demokratik çözümü gibi bir amacı yoktur. “PKK’nin Fesih Kararı, Rejimin Hedefleri ve Devrimci Tutum” başlıklı yazımızda belirttiğimiz üzere, Erdoğan, Kürt sorununa Ortadoğu’daki emperyalist hedefleri ve içeride iktidarını konsolide edip sürdürme perspektifinden yaklaşıyor. “Erdoğan, hem iktidarını hem de temsil ettiği sermaye fraksiyonunun çıkarlarını güvenceye almak amacıyla, iç ve dış siyasal gelişmeleri bu yönde şekillendirmeye çalışıyor. Bu kapsamda, HTŞ gibi cihatçı yapıları devreye sokarak Rojava’daki Kürt varlığını geriletmek, ABD’yi (özel olarak da Trump’ı) kendi planlarına ikna ederek Ortadoğu’daki etkisini artırmak ve tüm bunları iç siyasette kullanmak istiyor.”
Ulusal ve uluslararası tüm gelişmeleri bir bütün içinde, sayısız bağlantının aynı düğüm noktasında kesişip çatıştığı perspektifiyle analiz etmek gerekiyor. Varlığı ve faşist doğası nedeniyle iktidar bloku, Kürt sorununu demokratik bir çerçevede çözemez. Burjuva demokratik sınırlar içinde de olsa bu yöndeki her adım, faşist rejimin varlığının altını oyarak onunla tezat oluşturur. Zaten CHP’nin 31 Mart seçimlerinin ardından gündeme getirdiği “normalleşme” siyasetinin hayata geçmemesinin nedeni de buydu. Hem bir taraftan faşist rejimin varlığını sürdürmesi hem de göreceli de olsa burjuva demokratik sınırları genişletecek yumuşama/normalleşme adımlarının atılması eşyanın doğasına aykırı olurdu. Faşist rejimin kendi karşıtına, anti-tezine dönüşmesi beklenemez. Zaten Suriye ve Rojava bağlamındaki gelişmeler, rejimin Kürt sorununu demokratik temelde çözmeye değil, maceracı yeni hamlelerle Ortadoğu’da mevzi kazanmak istediğini ve belirleyici bir güç olmaya odaklandığını ortaya koyuyor.
Kürt sorunu, Üçüncü Dünya Savaşının en girift noktalarından birini oluşturan Ortadoğu’da emperyalist nüfuz mücadelesinin bir parçası haline gelmiş durumda. Bu yüzden, hem uluslararası gelişmeleri, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşı ve tarafların aldığı pozisyonu doğru okuyarak işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde bir politika oluşturmak, hem de bu doğrultuda ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini tutarlı bir şekilde sahiplenmek, Kürt halkının demokratik haklarının tanınmasını ve güvence altına alınmasını ikircimsiz savunmak gerekiyor. Ama aynı anda halkların eşitliğine ve kardeşliğine karşı çıkan ulusalcılara, faşistlere, sol Kemalistlere karşı durmak sosyalistlerin görevidir. Durumun kendisi son derece karmaşıktır ve verili tarihsel gidişat komünistlerin önüne çözümü kolay olmayan sorunlar çıkarmıştır. Sorunların basit, kestirmeden bir çözümü yoktur.
Bu noktada TKP ve türevlerinin siyasetini belirleyen, işçi sınıfının bağımsız enternasyonal sınıf çıkarları değildir. Her ne kadar TKP işçi sınıfından söz etse ve “komünist” olduğunu iddia etse de, onun siyasal hattına damgasını vuran devletçiliktir, milliyetçiliktir, Kemalizmdir. TKP’nin perspektifini belirleyen demokratik haklar, özgürlükler, işçilerin enternasyonal birliği ve halkların kardeşliği değildir. TKP, özellikle 2000 dönemecinden bu tarafa Kürt sorununa “bölücülük” damgası basarak yaklaşıyor; şovenist, sol Kemalist, devletperest, gerici bir cepheden kalkarak Kürt sorunu karşısında konumlanıyor. Kuşku yok ki bu başlıklar üzerinden siyaset yapmak, özellikle Kemalist duyarlılığı yüksek kitlelere seslenmek son derece kolaydır ama bu komünist/sosyalist bir siyaset değil, özünde reformist burjuva bir siyasettir.
Zaten TKP uzun bir dönemdir böyle bir siyasal hat yaratmak; ulusalcıları, kentli ve eğitimli sol Kemalist kitleleri yanına çekmek, CHP’den ve hatta Vatan Partisinden boşalan alanı durdurmak istiyordu. “TKP’nin Kemalizme doğru geçirdiği dönüşümün teorik temellerini yıllar önce eleştirmiştik. O gün SİP-TKP’nin ideologları sosyalist devrimin emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselmediğini söylüyorlardı: «Sosyalist devrim emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselebilseydi, elbette her şey farklı olurdu.» Onlara göre, burjuvazi ve emperyalizmle mücadelede soyut bir emek-sermaye çelişkisi yerine yurtseverlik geçirilmeliydi! Emek-sermaye çelişkisi tâli, yurtseverlik başat derken, «vatan hainliği» suçlamasını esas olarak solun sahiplenmesi ve kullanması gerektiği noktasına kadar varılmıştı. O günden bugüne TKP’nin sosyalist renkleri iyice soluklaşırken, Kemalist renkleri alabildiğine belirginleşmiştir.”
Bu satırların yazıldığı Ekim 2010’dan bu yana TKP, hedeflediği doğrultuda çok büyük adımlar attı. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, 7 Nisanda “Hükümete diz çökmüyoruz” konulu bir eylemde, Mustafa Kemal’in önünde diz çöktüklerini açıklayarak tüm kitleyle birlikte diz çöktü.[2] 2000’lerin başından beri egemen sınıf içinde sertleşen kavga ve son derece güçsüzleşmiş sosyalist hareketin işçi sınıfının bağımsız, enternasyonalist çıkarları temelinde bir siyaset oluşturamaması toplumda muazzam bir boşluk yaratıyor. Bu koşullarda, doğal olarak burjuva siyaseti ve egemen fikirler çok daha fazla belirleyici oluyor. Bu siyasal boşluk ortamında Mustafa Kemal, muhalif kitlelerin tepkilerini dışa vurdukları bir sembole dönüşmüş/dönüştürülmüştür.
Üstelik bu sembol üzerinden dile getirilen tepkinin siyasal içeriği son 20 yılda değişiklikler göstermiştir. Asker-sivil Kemalist bürokrasinin siyasal alan üzerindeki vesayetinin korunmasının istendiği, Cumhuriyet mitinglerinin örgütlendiği ve 27 Nisan tarzı muhtıralarla AKP’nin iktidardan indirilmeye çalışıldığı, keza iktidarın Ergenekon operasyonlarını sürdüğü dönemde Mustafa Kemal yükselen bir semboldü. Fakat özellikle bu dönemde, Mustafa Kemal’le kimlik kazanan kitlelerin büyük bir kısmının siyasal istemlerinin içeriği hiç de demokratik değildi. AKP ile Gülen cemaati arasındaki ittifakın bitmesinin ardından, özellikle 2014’ten sonra, bugünkü rejimin temelleri atıldı. Erdoğan’ın Bahçeli ile eşgüdüm içinde 7 Haziran 2015’teki seçim sonuçlarını tanımamasıyla başlayan süreç, 15 Temmuz’da (2016) bugünkü faşist iktidar blokunun kurulmasıyla sonuçlandı. MHP, Ergenekoncuların/Avrasyacıların en azından bir kısmı, Perinçek’in Vatan Partisi, bir dönem AKP düşmanı Kemalist entelijansiyadan birçok isim bu iktidar bloku içinde yer aldı. Bu ittifakın çimentosunu, Kürt hareketinin ezilmesi, Suriye’de özerk bir Kürt varlığının önüne geçilmesi ve Ortadoğu’da büyük güç olma hedefi oluşturdu.
Faşist rejim başta sosyalistler ve Kürt hareketi olmak üzere tüm toplumu baskı altına alıp demokratik hakları ortadan kaldırırken, CHP de bu baskı ve sindirme siyasetinin hedefi haline geldi. Her türlü demokratik hakkın yok edildiği, seçimlerin çalındığı, sokakta röportaj verenlerin bile tutuklandığı, genç kuşakların işsizlik ve geleceksizlik sarmalına itildiği, yoksullaşma dalgasının emekçileri vurduğu koşullarda, Mustafa Kemal, artan ölçüde muhalif kitlelerin tepkisinde kimlik odağına dönüştü. 19 Martta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve CHP’ye dönük operasyona karşı yükselen toplumsal muhalefette de gördüğümüz gibi, bu kitlelerin özellikle bir kesiminin siyasal istemlerinin içeriği daha demokratiktir. Ancak “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Tam Bağımsız Türkiye”, “Kahrolsun Faşizm” sloganını atan bir kesim (özellikle gençler), aynı anda ülkücü işareti de yapmakta, Kürt halkının demokratik istemlerine milliyetçi bir refleksle tepki göstermektedir. Elbette örgütsüz ve düzen partilerinin ideolojik egemenliği altındaki kitlelerden bütünlüklü bir siyasal hat oluşturması beklenemez. Bu yüzden, söz konusu CHP ve İmamoğlu olunca Erdoğan rejimi karşısında demokratik hakları savunanlar, sıra Kürt halkının demokratik haklarının karşılanmasına gelince bir anda milliyetçi, ırkçı bir tutum sergiliyorlar.
Devrimci Marksistler olarak, elbette bu ideolojik yumağın nedenlerini anlıyoruz. Ne var ki anlamak ile kabul etmek aynı şey değildir. Komünistler, değiştirmek üzere toplumu anlamaya çalışırlar. Mustafa Kemal’in düzen güçleri tarafından bir sembol olarak öne çıkartılmasından, örgütsüz kitlelerin onu tepkilerinde kimlikleştirmesinden hareketle bir burjuva lideri sahiplenmek komünistlik/sosyalistlik olamaz. Aşağıda ele alıyoruz ama geçerken bir kez daha belirtelim: Mustafa Kemal, 20. yüzyılın başında, emperyalist Birinci Dünya Savaşına büyüme hedefiyle giren ama dağılan Osmanlı’nın üst bürokrasisinden gelen, yeni bir ulus-devletin kuruluşuna öncülük eden burjuva bir liderdir. Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan dönüşümler ise, toplumu derinlemesine sarsan, uyandıran, eski üretim ilişkilerini ve kültürel yapıyı kökten dönüşüme uğratan bir toplumsal devrim değildir; tepeden düzenlemelerdir ve bu anlamda tepeden, devrim kapsamındadır. Bu haliyle Kemalizm, tarihsel rolünü oynamış ve tarihe mal olmuştur.
Bizler, sultanlığa, geri ekonomik ve kültürel ilişkilere, dinin siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki belirleyici rolüne sosyalist bir perspektifle karşı çıkarız. Demokratik hak ve özgürlüklerin sınırsızca gelişmesini; din ile devlet işlerinin ayrılmasını ve devletin tüm inançlara eşit mesafede durmasını kapsayan bir laikliği; kapitalizmin yıkılmasıyla kurulacak doğrudan demokrasiye dayalı sovyet (konsey) tarzı bir cumhuriyeti, işçi sınıfının, kadınların ve ezilenlerin haklarını savunuruz. Tüm bunları, işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti ekseninde, burjuva düzeni yıkma perspektifiyle yaparız. Bütün bu başlıklarda, tepeden bir cüce devrimin temsilcisi olan Kemalizmi bıraktık bir kenara, en radikal burjuva devrimciliği bile işçi sınıfının devrimci kapasitesinin yanında son derece silik kalır. Bu konuda, hem 1871 Paris Komünü hem de 1917 Ekim Rus Devrimiyle kurulan işçi iktidarı altında kısa sürede hayata geçirilen kapsamlı toplumsal dönüşümler örnek teşkil etmektedir. Hülasa kelam, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci mücadelesi yolunda ilerlerken, bir burjuva ideolojisi olan Kemalizme ya da onun sol çeşitlemelerine ihtiyacımız yok!
SİP-TKP’nin emek-sermaye çelişkisinin yerine yurtseverliği geçirmeye dönük teorik girişimlerini ele alan “Enternasyonalizm mi Milliyetçilik mi?” başlıklı aşağıda yer alan yazımızı 2003 tarihini taşıyor. 2009, 2010, 2013 ve 2014’te kaleme aldığımız dört ayrı yazımızı ise “Sosyalizm Postuna Bürünmüş Kemalizm” başlığı altında topladık ve bütünlük açısından tekrar oluşturan kısımları çıkardık.
5 Eylül 2025
***
[1] “Biz aşağıda imzası yer alanlar Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimini bu iddianın arkasında durmaya çağırıyoruz: Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz. Barış ve kardeşlik istiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını; yeni-Osmanlı hayallerini, Türkiye İmparatorluğu gibi gayrimeşru adlandırmaları, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz. Barış ve kardeşlik ve de bağımsız ve laik bir ülke, eşitlikçi bir düzen, planlı bir ekonomi istiyoruz. Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz.”
[2] https://haber.sol.org.tr/haber/tkpnin-hukumete-diz-cokmuyoruz-eylemlerinde-ilk-gun-kurtulus-savasi-kahramanlarinin-onunde