Yolsuzluk, Rüşvet, Mala Çökme, Dolandırıcılık … ve Kapitalizm
Gülhan Dildar, 3 Ağustos 2021

Rejimin içine düştüğü sıkışmışlık ve tıkanıklık, gelinen noktada adeta rögar kapaklarını patlatmış ve her türlü pisliğin oluk oluk ortalığa saçılmasına yol açmıştır. Gün geçmiyor ki, gözü dönmüş bir açgözlülükle devlet kaynaklarının hortumlanmasına dair yeni bir skandal patlak vermesin! Sıradan bir bürokratın hicap duymadan devlet kurumlarından ayda 11 maaş alması, “beşli çete” olarak bilinen şirketlerin kasalarına devlet ihaleleri aracılığıyla akıtılan milyar dolarların yanında “çerez parası” olarak kalıyor. Bakanların, kendileri veya yakınlarının şirketleri üzerinden devlet kurumlarına fahiş fiyatlarla hizmet ya da ürün satmaları artık vaka-i adiyeden sayılır oldu. Sezgin Baran Korkmaz, Cihan Ekşioğlu ve daha nice “saygın işadamı”nın AKP döneminde sadece birkaç yıl içerisinde “FETÖ Borsası”, şantaj, tehdit gibi yöntemlerle dudak uçuklatan servetlere nasıl sahip oldukları Peker ifşaatlarıyla gündeme geldi. Tüm bunlar ahlâktan, dinden, Allah korkusundan bahseden iktidar ve çevresinin yolsuzluk, dolandırıcılık, gasp gibi türlü türlü ahlâksızlıkta zirveye çıktıklarını çarpıcı bir biçimde gösteriyor.

Üst düzey yargı mensuplarından rütbeli askerlere, bakanlardan mafyaya, Türkiye’nin önde gelen patronlarından “gazeteci”lere tam bir kirli ilişkiler ağı örülmüş durumda. Bu ağdaki kişilerin icra ettiği hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, gasp, mala çökme, uyuşturucu ve silah ticareti, sermayenin şantaj ve kumpasla el değiştirmesi, kara para aklama, fuhuş ve akıl sınırlarını zorlayan daha nice kirli işler… Tüm bunlar iktidar aygıtını elinde tutan ve onların çevrelerinde yer alan asalaklar takımının “devletin malı deniz, yemeyen domuz”, “su akarken küpünü dolduracaksın”, “ye kürküm ye”… atasözlerini düstur edindiklerini göstermektedir. Adeta suyun başını tutmuş bu yağmacılar küplerini doldurdukça dolduruyorlar. Su azaldıkça her biri küpünü daha fazla doldurmak için kavgaya tutuşuyor, birbirlerinin ayağını kaydırmak için türlü türlü kumpaslara girişiyor, bir zamanlar kurdukları ortaklıkları bozuyorlar. Filler tepişirken olan altta ezilen emekçilere oluyor. Yolsuzluk, hırsızlık arttıkça emekçiler daha fazla yoksullaşıyor, gelir dağılımındaki uçurum derinleşiyor.

Kriz, otoriterleşme ve yolsuzluğun artışı

Dünya Bankasına göre yolsuzluk, devlet gücünün özel menfaatler için kötüye kullanılması şeklinde tanımlanıyor. Ancak emperyalist bir kuruluş olan Dünya Bankasının yaptığı bu tanımlama yetersizdir ve aynı zamanda bir gerçekliğin üzeri örtülmektedir. Bu gerçeklik sermaye ile devlet arasındaki ilişkidir ve yolsuzluğun kapitalizmin arızi bir sorunu değil, onun tabiatında olduğudur. Sorun sanki sadece “kötü yönetimler” ya da “kötü, fırsatçı kişiler”den kaynaklanıyormuş gibi gösterilerek kapitalizm aklanmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla ideolojik bir manipülasyon söz konusudur. Oysa yolsuzlukların bir tarafında siyasi iktidar gücünü elinde bulunduranlar, üst bürokrasi vs., diğer tarafında ise sermaye sahipleri vardır.

Dünyanın en ileri kapitalist ülkelerinden en gerisine tüm kapitalist devletlerde çeşitli düzeylerde yolsuzluk ve rüşvet vakaları görülmektedir. Osmanlı’dan TC’ye bu topraklarda da (CHP’nin tek parti diktatörlüğünden Demokrat Parti dönemine, askeri faşist yönetimlerden görece daha demokratik dönemlere istisnasız tüm iktidarlar altında) sayısız yolsuzluk, rüşvet, sahtekârlık örnekleri yaşanmıştır. Dolayısıyla yolsuzluk, Türkiye’ye ve AKP dönemine özgün bir sorun değildir. Ne var ki hiçbir dönemde bu kirli ilişkilerin ve faaliyetlerin düzeyi bugünkü faşist rejim altında yaşanan boyutlara ulaşmamıştır. Nitekim geçmişteki yolsuzluk örneklerinde göstermelik dahi olsa Mecliste araştırma komisyonları kurulur, üst katlara ulaşamayıp bürokrat düzeyinde de kalsa birileri düzenin bekası için kurban edilmek zorunda kalınırdı. Bugün ise rejim pervasızlığını, vurdumduymazlığını sürdürmekte ve formaliteden dahi olsa ifşaatlar konusunda herhangi bir soruşturma dosyası açma zahmetinde bulunmamaktadır. Bugün içinden geçtiğimiz dönem, kapitalist gelişmenin hızlandığı Demokrat Parti iktidarı altında yeni yetme burjuvaların devlete ait arsaları, mülkleri sınır tanımaz bir açgözlülükle ölü fiyatına alıp fahiş fiyatlara satmaları gibi yolsuzlukları, hırsızlıkları andırıyor. Lakin aradan geçen onca senede kapitalizmin gelişmesiyle birlikte hükmedilen zenginlik ve dolayısıyla yolsuzlukların parasal düzeyi de müthiş derecede arttı elbette.

Denetimden ve sorgulamadan uzak tutulan Kamu Özel İşbirliği Modeli ile milyar dolarlık iştah kabartan havalimanları, köprüler, tüneller, yollar, santraller gibi altyapı projeleri gerçekleştirilirken yolsuzlukların olmaması mümkün değil. Nitekim her yıl yayınlanan veriler de Türkiye’de yolsuzluğun arttığına işaret etmektedir. Uluslararası Şeffaflık Kurumu (Transparency International) adı verilen kuruluş her yıl düzenli olarak “Yolsuzluk Algı Endeksi” yayımlıyor. 2021 raporuna göre pandemi ve kriz koşullarıyla birlikte genel olarak dünyada yolsuzluk algısı artmıştır. Türkiye’nin de yolsuzluk algısı 2013’ten beri her yıl artıyor. Türkiye 180 ülke arasında bugün 86. sırada yer alıyor, endeksteki değeri sürekli düşüyor. Veriler de gösteriyor ki, yolsuzlukların yaygınlığı ve çapı, demokratik kontrol mekanizmalarının, toplumsal muhalefetin ve toplumsal özgürlüklerin durumuyla doğrudan ilişkilidir.

Kapitalizmin içine girdiği tarihsel kriz, emperyalist savaşlar ve siyasal gericileşme süreciyle birlikte tüm dünyada tam bir çürüme söz konusudur ve yolsuzluklar, rüşvet, sahtekârlıklar, uyuşturucu ve silah ticareti gibi türlü türlü kirli işler her yıl daha da artmaktadır. Bu çürüme emperyalist savaşın cereyan ettiği ve/veya otoriter/totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü bölge ve ülkelerde ise çok daha üst seviyelerde ve aleni gerçekleşmektedir. Bunun çarpıcı örneğini yaşadığımız topraklarda görmekteyiz. Burjuva demokrasisinin temel yapıtaşı olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin ayaklar altına alındığı, tüm yetkinin tek kişide toplandığı, yargının ondan gelen direktifler doğrultusunda hareket ettiği Türkiye’deki faşist rejim altında, iktidar ortakları ve yandaş sermaye çevreleri adeta güç zehirlenmesi yaşıyorlar. Bugün içinden geçtiğimiz olağanüstü süreçte yolsuzluk, rüşvet, sahtekârlık, dolandırıcılık vs. olağan süreçlere göre kat be kat artmış, bataklık derinleşmiş ve genişlemiştir. Bu kirli ilişkiler ve faaliyetler rejimi tepeden tırnağa tüm hücrelerine kadar sarmış durumdadır.

Türkiye’de özellikle 2016 Temmuzunda ilan edilen OHAL süreciyle birlikte medyadan sanayiye pek çok alanda sermaye hızla el değiştirdi, kapitalizmin özel mülkiyetin kutsallığı ilkesi bile ayaklar altına alındı. Bugün “FETÖ Borsası” olarak tabir edilen mala çökme olaylarının da özellikle rejimin toplum üzerinde baskı kurduğu bu süreçte yaşanması tesadüf değildir. İktidar-sermaye-mafya-medya-asker ve sivil bürokrasiden oluşan adeta bir yolsuzluk örgütlenmesi söz konusudur. Olağan burjuva demokrasilerinde yargının suçu önleyici yaptırımlar uygulaması, suçluları cezalandırması ve medyanın da bu tip olayları araştırması, sorgulaması, kitlelerin gözleri önüne sergilemesi gerektiği ileri sürülür. Oysa şurası açıktır ki ne yargı ne de medya bağımsızdır. Hizmetinde oldukları burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket ederler her daim. Ancak Türkiye’de faşist rejimin kurulmasıyla birlikte bu iki aygıtın neredeyse tamamen siyasi iktidarın kontrolüne girmesi, kirli işlerin çok daha örgütlü yani tepeden ve geniş boyutlarda yürütüldüğünü resmediyor. Devlet gücü ve desteğini arkalarına almadan, çeşitli işbirlikleri kurulmadan, isimleri ifşa olan Sezgin Baran Korkmaz, Cihan Ekşioğlu örnekleri gibi AKP dönemi türedi zenginlerinin peyda olması mümkün değildir. Ezcümle, birileri “yürü ya kulum” demeden, bu sonradan görme tiplerin adeta paraşütle inen sermayelere kavuşmaları mümkün olamazdı!

Marx, Kapital’de egemen sınıf içerisindeki kapışmanın, gerçeklerin ortaya çıkmasına yol açtığına değinirken bir İngiliz atasözüne yer verir: “Ne zaman iki hırsız birbirine düşse, namuslulara yararlı bir şey olur.”[i] Son dönemde gündemi belirleyen Sedat Peker ifşaatlarının da böyle bir anlamı var. Kirli ilişkiler ağı ve işler ortalığa saçıldıkça işçi sınıfının gerçekleri görme, sorgulama eğilimi artmaktadır. Kapitalizmin doğasında olan bu pisliklerden tümden kurtuluşun yolunu göstermek ise sınıf devrimcilerinin sorumluluğu ve görevidir. Peker ifşaatlarında bahsi geçen son derece lüks oteller, marinalar, yatlar, yalılar, fabrikalar ve daha nice birikmiş zenginlik işçi sınıfının emeğinin ürünüdür. Tepede yürütülen çökme operasyonları vs. işçi sınıfının yarattığı bu zenginliklere kimin daha fazla el koyacağının kavgasıdır.

Kapitalizmin temelinde hırsızlık ve sahtekârlık var

Egemenlerin uğruna kapıştıkları zenginliğin kaynağı emek sömürüsüdür. Emek sömürüsüne dayalı kapitalizm, hırsızlık ve sahtekârlık üzerinde yükselir. Sermaye sahipleri, elde ettikleri zenginliği babalarının, dedelerinin ya da kendilerinin “çok çalışarak” elde ettiklerine dair masallar anlatmayı çok severler. Böylece hem kitlelerde ideolojik bir yanılsama yaratılır, çok çalışarak sınıf atlanabileceği hayalleri pompalanır, hem de sermaye birikiminin kaynağı olan emek hırsızlığının üzeri örtülmüş olur. Oysa bu zenginliğin her zerresinde, karşılığı ödenmemiş emeğin yarattığı değer vardır. Artı-değerdir sermayeyi yaratan. Marx’ın Kapital’de vurguladığı gibi, bu, kapitalistler sınıfının işçi sınıfından aldığı haraçtır.

Hırsızlık, gasp, mala çökme, yolsuzluk adeta kapitalistlerin genetiğine işlemiştir. İster ileri kapitalist ülkelerin tarihine bakalım ister TC burjuvazisinin tarihine, kapitalizmin yağma ve talan üzerinde yükseldiğini görürüz. İttihat Terakkiciler Türklük üzerinde yükselecek bir ulus-devlet kurma sürecine giriştiklerinde, bir yandan da “yerli ve milli” bir burjuvazi yaratma çalışmalarını başlatmışlardı. Bugünün “köklü” Türk burjuvalarının sermayelerinin oluşumunda soykırıma uğratılan Ermenilerin, bu topraklardan kökleri sökülüp atılan Rumların mal varlıklarının yağma ve talanı vardır. Rumların mallarına çökme operasyonu 6-7 Eylül olaylarına kadar uzanır. Can derdindeki Rumların çoğu mallarını satamadan ya da yanlarına eşyalarını almalarına izin verilmeden Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakılmıştır.

Kapitalizmin doğup geliştiği Avrupa ülkelerinin tarihine baktığımızda da yağma ve talanın sermaye birikiminde önemli bir rol oynadığını görürüz. Örneğin “İngiltere’de «Glorious revolution» (şanlı devrim) diye adlandırılan 1648 devrimi, Orange Prensi III. William ile birlikte, artı-değere el koyan toprakbeyleri ile kapitalistleri iktidara getirmiş oldu. «Bunlar, o zamana kadar mütevazı bir biçimde yürütülmüş olan devlet toprakları yağmasını muazzam bir ölçeğe taşıyarak yeni bir dönem açtı. Devlet toprakları bol keseden eşe dosta peşkeş çekildi, komik fiyatlarla satıldı ya da doğrudan doğruya gasp yoluyla özel mülklere katıldı. Bütün bunlar en küçük bir yasal formaliteye aldırış etmeksizin yapıldı. Böylesine hileli yollarla el konan devlet toprakları ve kilise yağması, cumhuriyetçi devrim sırasında tekrar kaybedilmedikleri ölçüde, İngiliz oligarşisinin bugünkü muhteşem malikânelerinin temelini oluşturur.»”[ii]

Kapitalizmin tarihi yağma, köleleştirme, insan hırsızlığı ve katletme ve en önemlisi emek sömürüsüdür. Kapitalistler işçi sınıfının ürettiği toplam artı-değerden daha fazla pay kapmak için birbirleriyle kıran kırana bir rekabet içerisindedir. Her şeyin para üzerine kurulu olduğu, tüm amacın daha fazla para ve güç elde etmek olduğu kapitalist düzende rekabet, kriz dönemlerinde daha da keskinleşir. Hatta pazar ve yatırım alanları üzerinden korkunç savaşlar yürütülür. Bugün kapitalizmin tarihsel bir kriz içerisinde olduğu, rekabetin keskinleştiği, çeşitli sermaye gruplarının pazarda birbirlerini diskalifiye etmek için her türlü kirli oyunu devreye soktuğu bir dönemdeyiz. Daha fazla güç ve para için rüşvet, yolsuzluk, sahtekârlık, şantaj, mafyatik yöntemler gibi yollara başvurmaktan da geri durmuyorlar.

“Eğer kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden emperyalizm dönemine ve özellikle de günümüze bir çizgi çekersek, yolsuzluk, rüşvet ve dolandırıcılık grafiğinin sıçramalı olarak tırmandığını görürüz. Tekeller, bir taraftan kendi aralarında kıran kırana rekabete tutuşurken, öte taraftan da kendi amaçlarına ulaşmak için devlet yetkililerine büyük rüşvetler yedirmekten, sahteciliğe, dolandırıcılığa, uyuşturucu kaçakçılığına, kara para aklamaya başvurmaktan imtina etmezler. Lenin’in ifadesiyle mali oligarşinin baskısı sonucunda her alanda bir gericilik başlar; burjuva siyaset arenası daha boğucu hale gelirken, hükümetler artan ölçüde bu tekellerin baskısı ve denetimi altına girerler.”[iii]

Rakip sermayedarlar arasında ancak devlet içerisinde (bakanlıklarda, üst bürokraside) güçlü ilişkilere sahip olanlar gemilerini istedikleri gibi yürütebiliyor, sermayelerini hızla büyütebiliyorlar. Mesela iflasın eşiğine sürüklenen firmaların tespit edilip kredi almalarının bizzat devlet eliyle zorlaştırılması sonucunda tefecilerin eline düşürülmesi ve ödenemeyen borçlar karşılığında sonunda mallarına-mülklerine el konulması ancak devlet gücünü arkasına alanların yapabileceği bir şeydir. Keza medya aygıtları aracılığıyla rakip şirket hakkında karalamalar, çeşitli spekülasyonlar, manipülasyonlarla şirketin piyasa değerinin düşürülerek rakip sermayedara satılmak zorunda bırakılması da devlet ve medya gücüne yaslanarak yapılabilir ancak. Olağanüstü rejimler altında bu tip kumpaslar, mafyatik yöntemler daha fazla devreye sokulur, zorbalık daha aleni ve pervasızca yapılır. Ne de olsa tüm güç tek eldedir! Bu gücün isteğinin aksine kim ne diyebilir? Kolayına sermayesini kaybetmek istemeyenler çıktığında ise karşılarında rejimi bulurlar. Arka arkaya gelen mali soruşturmalar, terörle ilişkilendirmeler sonucunda kişilerin pes etmesi kaçınılmazdır. Tüm bu kirli yöntemlerin her birinin ve daha fazlasının Sezgin Baran Korkmaz’ın SBK Holding’i ya da Cihan Ekşioğlu’nun EKBA Holdinginin büyüyüp palazlanmasında nasıl kullanıldığı ortadadır.

Kars Digor’da ayakkabı boyacılığından gelip kariyer basamaklarını hızla tırmanan Sezgin Baran Korkmaz, birkaç yıllık kısa bir süre içerisinde binlerce işçinin çalıştığı yüz milyonlarca dolarlık bir holding sahibi “saygın, yardımsever iş insanı” haline geliyordu! Zaman içerisinde pek çok gazeteci, yargı mensubu ile iş tutan, AKP’li milletvekilleri, bakanlar ve hatta Erdoğan ile pozlar veren Korkmaz üzerinden ABD hazinesinin dolandırılmasıyla elde edilen paralar Türkiye’ye akıyordu. Bu paralar iflasa sürüklenen ya da yukarıda bahsettiğimiz türlü kumpaslar, mafyatik yöntemlerle değeri düşürülen şirketlerin alımında kullanılıyordu. Türkiye’nin ikinci büyük 500 sanayi kuruluşu listesinde yer alan Biofarma İlaç, Bora Jet gibi pek çok şirket bir bir SBK Holding bünyesine geçmiştir.

Bu tablo, Marx’ın Martin Luther’den aktardığı o meşhur sözleri akıllara getiriyor: “Küçük hırsızlar hapishanelerde çürütülür, büyük hırsızlar altın ve ipekler içinde debdebeli bir hayat sürer.” Milyonlarca, milyarlarca dolar değerindeki mülkler bir çırpıda usulsüzlükle el değiştirirken “büyük hırsızlar” iflasın eşiğindeki şirketleri kurtaran, işçilere istihdam sağlayan, yoksullara yardım eden “saygın, hayırsever iş insanı” olarak pazarlanıyor, medyada bolca yer veriliyordu. Yani kitleler düpedüz aldatılıyordu. Marketlerde bebek maması, sıvı yağ gibi zam şampiyonu en temel gıda ürünlerine bile “çalınmaya” karşı alarmlar takılırken, işçilerin emekçilerin alın terinden, vergilerinden oluşan devlet kaynakları ise “büyük hırsızlara” peşkeş çekiliyor. Bunca rezillik ifşa olmasına rağmen “büyük hırsızlar” ve onlarla işbirliği içerisindekiler hâlâ devletin güvenli kanatları altında şatafatlı yaşamlarına devam ediyorlar. Roma mitolojisindeki dev canavar Cacus[iv] nasıl ki hırsızlığının üzerini örtmek için hileye, sahtekârlığa başvurup Roma köylülerini aldatıp mağaradan uzaklaştırmaya çalışıyorsa, DNA’larına adeta hırsızlık işlemiş olan kapitalistler de modern işçi sınıfının gerçekleri görmesini engellemek için her türlü oyuna başvuruyor, çeşitli illüzyonlar yaratıyorlar. Bugünün Cacus’ları işçi sınıfının yarattığı zenginliğin üzerine oturuyor ve emek hırsızlığının izini kaybetmeye çalışıyorlar. Lakin bugün tüm dünyada toplumsal gelir eşitsizliği inanılmaz ölçüde artmış, kapitalistler ile yoksul emekçiler arasındaki uçurum derinleştikçe derinleşmiştir. Hiçbir gözbağı bu gerçekliği saklayamaz hale gelmiştir. Bu eşitsizliğin sebebini işçiler-emekçiler çok daha fazla sorguluyor, ortadan kalkmasını istiyorlar. Kapitalistlerin zenginliğinin kendilerinden çaldıkları üzerinde yükseldiğinin farkına varan ve dünyanın pek çok ülkesinde mücadeleye girişen kitleler bu hırsızlığın artık son bulmasını istiyorlar. Bugün Türkiye’nin dört bir yanında baskı ve zorbalığa rağmen irili ufaklı direnişlerin, grevlerin gerçekleşmesi küçük de olsa bu eşitsizliğe, haksızlığa karşı gelmenin somut birer adımıdır. Dünyanın pek çok ülkesinde sorunların gerçek kaynağı olan kapitalizmin doğrudan hedef tahtasına oturtulması ise son derece önemlidir. Kapitalizm ortadan kalkmadıkça yolsuzluk, rüşvet, uyuşturucu ticareti her türlü


[i] Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.652

[ii] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak/27, marksist.com

[iii] Utku Kızılok, Kapitalizm ve Yolsuzluk, Şubat 2014, marksist.com

[iv] Bkz. Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak/21, marksist.com

İlgili yazılar