İşçinin kendi emek ürününe ve üretim faaliyetine yabancılaşmasının çeşitli sonuçları
İnsanı bilinçli toplumsal bir varlık yapan en temel şey, üretimdir. İnsan, özellikle tarım devriminden sonra doğanın ürünlerini devşirmenin ötesine geçerek çok daha karmaşık bir şekilde üretim yapmış, doğayı dizginlemeyi ve onun kontrolsüz güçlerinin yıkıcı sonuçlarından korunmayı öğrenmeye başlamıştır. Marx ve Engels, üretimin insanı, bu anlamda toplumu ve sınıfsal ilişkileri nasıl belirlediğini Alman İdeolojisi’nde şöyle betimlerler:
“İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.”[1]
Geçim araçlarını üretmeye başladığından bu yana insan, hayvandan farkını ortaya koymuştur. Marx, Kapital’de “en kötü mimar” ile “en iyi arı” arasındaki farkı ortaya koyduğu bölümde, mimarın faaliyetini gerçekleştirmeden daha en başından kafasında bir kurgu yapmış olduğunu, yani bir amaç doğrultusunda emek faaliyetini gerçekleştirmeye giriştiğini vurgular. Bir sorunla karşılaşan insan, o sorunu çözmek üzere düşünür, tasarım yapar ve harekete geçer. Sorunu çözmek üzere harekete geçme sürecinin de, aynı zamanda bir düşünme ve tasarlama süreci olduğu unutulmamalı. Engels’in vurguladığı gibi, “toplum tarihinde, etkin olanlar, yalnız, bilince sahip, düşünüp taşınarak ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır.”[2] Özetle insanın hayata iradi ve bilinçli müdahalesi, amaçlı faaliyet yani emek, insanı hayvandan ayırt etmektedir.
İnsan doğa üzerinde çalışırken, yani üretip doğayı dönüştürürken kendisini de dönüştürür; potansiyellerini açığa çıkartır ve yeni yaratıcı potansiyellerle donanır. Üretim insanın yaşam etkinliği olduğu için; üretmek, üreticiye ya da işçiye bir nesnellik ve varoluş kazandırır. Üreten insan pasif ya da “ölü” değildir, etkindir, doğada ve toplumda bir yeri olduğunu görür, duyumsar, sahiplenir, değer ve anlam kazanır. Ancak kapitalist mülkiyet ve üretim tarzının yarattığı yabancılaşmayla birlikte insanın bu faaliyeti tam tersi bir anlam kazanır.
Vurgularsak, emeği ücretli emek konumuna indiren burjuva özel mülkiyet, sömürü ve yabancılaşmayı aynı anda yaratır. Kapitalizm altında üretim araçlarından kopartılan ve emek gücü metalaşan işçinin bilinçli iradesi elinden alınmış, edilgen hale getirilmiştir. Zira işçi, üretim faaliyeti sırasında kendisine yabancı bir güç olan kapitalist için çalışır ve canlı varlığını (emek gücünü) aktardığı nesnesini/emek ürününü kaybeder. İşçinin emek gücünün, nasıl ve ne için kullanılacağı tamamen kapitalistin tasarrufundadır. Kendi yaratılışına göre bağımsız olarak bir şey yapma yeteneğini yitiren işçi, emek gücünü sattığı kapitalistin işyerinin veya makinenin eklentisi haline gelir ve çalışma gücünü onun planları doğrultusunda kullanır. Marx’ın ifadesiyle, iş bölümü temelinde şekillenen üretim sürecinde adeta sermayenin malına dönüşür; sürekli aynı hareketleri yapan veya makinenin bir dişlisine dönüşen işçinin zihinsel vb. yaratıcı bir faaliyette bulunması ve yeni yaratıcı potansiyellerle donanması beklenemez.[3] Bu durum, işçinin insani özelliği olan iradi ve özgür faaliyet gerçekleştirmesinin yok sayılmasıdır. Kendi emek nesnesini yitiren ve dolayısıyla da ona yabancılaşan ve aptallaştırıcı bir çalışma biçimine koşulan işçi, üretim faaliyetine de yabancılaşır. Kuşku yok ki bu iki süreç bir bütündür ve aynı anda meydana gelir.
İşçinin üretim faaliyeti sırasında söz hakkı ancak patronun çıkarlarına hizmet edecek öneriler sunmakla sınırlıdır. Diyelim ki silah üretimi yapan bir fabrikada çalışan bir işçi, silah üretmeyi reddedip gıda gibi insanlığın temel ihtiyaçlarının üretimine geçmeyi dile getirse; işçiye yıkıcı bir komünist ya da meczup gözüyle bakılır! Kapitalizmin doğasına aykırı bir talepte bulunan bu işçinin akıbeti bellidir; tez zamanda kapı önüne konulmak! Öyle ki işçiler, hayati risk taşıyan çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi doğrudan kendileriyle ilgili konularda talep veya önerilerde bulunduklarında bile çoğu zaman işten atılmakla karşı karşıya kalırlar. Keza işçinin zorunlu mesailere kalmak istememesi ve itirazı dahi kabul görmez.
Emek ürününe ve üretim faaliyetine yabancılaşan işçi, fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce kullanamaz; yaratıcılığı, inisiyatifi, kişiliği ölür. İnsanın tüm yeteneklerini özgürce açığa çıkarttığı, üretkenliğiyle dilediği alanda, mesela sanatta, edebiyatta, bilimde vs. kendisini var ettiği, ruhsal doygunluğa eriştiği bir çalışma ve zevk aldığı bir yaşam kapitalizmde söz konusu olamaz. İnsanlığın büyük çoğunluğunun fiziksel varlığını sürdürmek, doğal ihtiyaçlarını karşılamaya çabalamak dışında bir hayat gayesi ve fırsatı bulunmamaktadır. Bu koşullarda işçi kendisini bir insan olarak duyumsayamaz ama insani duyumsamaya olan ihtiyacı da ortadan kalkmaz, kalkamaz. Çünkü insani duyumsamanın ortadan kalkması, insanın toplumsal varlığının, onu insan yapan tüm özelliklerinin ortadan kalkması anlamına gelir ki bu da bilinçli bireyin kendisini anlamsız ve ölü gibi hissetmesine neden olur. İnsan, her eyleminde kendisini daha fazla insanlaştırmak, bu doğrultuda canlı ve etkin bir varlık olduğunu göstermek ister. Fakat kapitalizm altında insan her yönden kötürümleşir ve insandaki en hayvani yönler en insani eylemler olarak öne çıkar. Kuşkusuz insan, hayvanlarla paylaştığı etkinlikleri yani yemek yemeyi, cinselliği, uyumayı vb. yine insani kılıklar içinde yapar; tüm bu eylemleri bir kültürel ve toplumsal çerçeveye oturtur. Fakat bunlar, yine de insandaki en hayvani faaliyetlerdir. Marx’ın veciz ifadesiyle durum tam anlamıyla şöyledir:
“Bütün bunların sonucunda insan (işçi) yalnız hayvansal işlevlerinde (fonksiyonlarında), yani yerken, içerken, çocuk yaparken ve olsa olsa evinde, giyiminde vb. serbestçe etkin olabilir; insani işlevlerinde ise iyice hayvanlaşmıştır. Hayvansı özellikleri insani, insani özellikleri hayvansı olmuştur. Şüphesiz yemek, içmek, çocuk yapmak vb. aynı zamanda gerçek insani işlevlerdir. Ama onları başka bütün insani etkinliklerin alanından ayıran ve son biricik amaç yapan soyutlamada hayvansaldırlar.”[4]
Kapitalizmde çalışmak, işçiye dayatılan dışsal bir zorunluluktur. Hayatta kalabilmesi için çalışmaktan başka çaresi yoktur; yaptığı işten zevk almaz, heyecanlanmaz, mutsuzdur ve kendini değersiz hisseder! Marx’ın deyimiyle, dışsal ve yabancı dayatma özelliğini gösteren bu olguda ekonomik, fiziksel ya da başka türlü zorlamalar ortadan kalkar kalkmaz, vebadan kaçarcasına kaçılır işten. İşte bu yüzden, bugün aysonunu getirme gibi zorunluluklar olmasa, işçi saatlerce aşağılanıp horlandığı ve iliklerine kadar sömürüldüğü işyerinde bir dakika bile durmaz. Bunun nedeni insanın tembel oluşu ve çalışmaktan kaçmak istemesi değildir. Vurguladığımız gibi, çalışma/emek, üretim, toplum ve insan aynı bütünün parçalarıdır. Fakat sınıflı toplumlarda ama özellikle kapitalizmde çalışma, insanın kendisini ürettiği bir faaliyet değildir. Ürettiği ürünü elinden çekip alınan, üretim sürecinde hiçbir söz sahibi olmayan, üretimin basit bir dişlisine dönüşen, sürekli olarak daha fazla çalışmaya zorlanan, nefessiz bırakılan, üstelik de aldığı ücretle karnını bile doyuramayan bir işçinin cehennemden kaçar gibi çalışmaktan kaçmasından doğal ne olabilir?
Gerçekte hiçbir işçi, bir insan olarak kendisini yeniden üreten, varoluşunu onaylayan, ona etkin olduğu duygusu, değer ve anlam kazandıran yaratıcı bir faaliyetten kaçmaz. Çünkü aksi bir eylem, insanın kendisini inkâr ederek bir boşluğa fırlatması anlamına gelir. Ancak burjuvazi, işçinin bedenini tüketen ve aklını iflas ettiren kapitalist sömürü düzenini meşrulaştırmak için gerçekliği çarpıtır. Burjuva özel mülkiyetin kaldırılmasıyla her türlü çalışmanın duracağını iddia eder. Ona göre, kapitalist rekabet son bulursa ve ücretli emekle sağlanan dışsal zorlamayla çalışma ortadan kalkarsa insanlar tembellik yapar; çalışmazlar, yaratıcılık kaybolur, yeni icatlar gelişmez. Oysa bu iddia, koca bir yalandır.
Üretim araçları kapitalist egemenlikten kurtarılıp toplumsallaştırıldığında yani sosyalist dünyanın kapıları aralandığında, insanlar yeteneklerini özgürce açığa çıkartacak koşullara da kavuşacaktır. İşte o zaman her türlü aylaklık son bulacaktır. Bugün bilim ve teknolojinin hangi yönde gelişeceğini, ne ölçüde gelişeceğini, neye öncelik verileceğini, nerde ne ölçüde kullanılacağını belirleyen kapitalist kâr mantığıdır. Neredeyse 2,5 trilyon dolar savunma adı altında silaha ve savaşa harcanıyor, ileri teknolojik silahlar üretiliyor. Silah teknolojisi alabildiğine gelişmiş durumda; yapay zeka örneğinde olduğu üzere bilim ve teknoloji alanındaki her türlü atılım derhal silah sanayinin emrine veriliyor. Burjuva ideologlar, silah teknolojisi geliştirilirken gündelik yaşamımızda kolaylık sağlayan başka teknolojik ürünlerin de keşfedildiğini söyleyerek trilyonların silaha harcanmasını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Oysa zihinler kapitalist kâr elde etme ve zengin olma dürtüsüyle belirlenmezse, insanın yaratıcı faaliyeti toplumun gerçek ihtiyaçlarına odaklanırsa ve tümüyle insan odaklı bir araştırma yapılırsa, bilim ve teknoloji bugün hayal bile edemediğimiz ölçüde bir derinlik ve çeşitlilikte gelişir. Bugün günlük yaşamda kullandığımız teknolojik ürünler de dahil pekçok yeni şey icat edilir, kolayca üretilir.
Bilim ve teknoloji tarihi gösteriyor ki tıp, fizik, kimya, biyoloji, mühendislik, yer ve uzay bilimleri gibi insanlığın tüm büyük keşif alanlarında belirleyici olan, kapitalist rekabet veya kâr dürtüsü değildir. Bilim insanlarının dünyayı anlama, bilinmeyenin sınırlarını zorlama ve yaratıcı potansiyellerini gerçekleştirme arzusudur. Bu konuda sayısız örnek verilebilir ama yakın tarihten ve herkesin bildiği bir ismi seçelim: Görelilik kuramını geliştiren Albert Einstein’ı güdüleyen şey kapitalist rekabet ve zengin olma değil, evrenin yasalarını çözme tutkusuydu. Einstein, insanlığın kurtuluşunun sosyalizmle mümkün olabileceğine inanan bir bilim insanıydı.
Kapitalizmin zincirlerinden kurtulan bilim ve teknoloji, hem gerçek potansiyellerini açığa vurabilecek hem de insan ve doğa odaklı bir çizgide gelişebilecektir. İşte o zaman, bugün kapitalistler açısından yeterince kârlı görülmediği için geliştirilmeyen ya da gelişim hızları frenlenen üretici güçler, ilaç ve tedavi yöntemleri, başta sağlık olmak üzere pek çok alanda sıçramalı bir gelişme kaydedecektir. Mesela önlenebilir çeşitli hastalıkların kökü kazınabilecek ve birçok hastalığın tedavisi çok daha fazla mümkün olacaktır. Bir düşünelim; yapay zeka destekli gelişmiş makineleri ve robotları çalışma alanlarında işçilerin hizmetine daha fazla sunmak, iş yükünü hafifletmek, çalışmayı tüketici olmaktan çıkartmak, iş saatlerini kısaltarak mevcut işleri herkese dağıtmak ve çalışabilecek herkese iş vermek mümkün değil mi? Bugün bile, verili teknolojiyle birçok alanda tam otomasyona dayalı üretim yapmak, en ağır ve “pis” işleri tümüyle makinelerle/robotlarla yapmak mümkün!
İnsanın yaratıcı etkinlikte bulunması, yaşamdan zevk alması ve manevi olarak kendisini doyurması için zamana ihtiyacı vardır. En basitinden, üç vardiya halinde çalışan bir işçiden felsefe veya sanatın kimi dalları üzerinde yoğunlaşarak yaratıcılığını açığa çıkartması beklenemez! Bu yüzden Marx, özgürlüğün temelinin boş/serbest zaman olduğunu özellikle vurgular. Serbest ya da yüce bir etkinliğe ayrılan zamanın, sahibini başka bir özneye dönüştürdüğünü söyler. “Emek-zamanından tasarruf, serbest zamanın, yani bireyin tam gelişmesi için zamanın artması demektir ve bu da gene en büyük üretken güç olarak emeğin üretken gücü üzerinde etkisini gösterir.”[5] Ancak bireyin kendini özgürce geliştirmesi, dönüştürüp şekillendirmesi ve içinde yaşadığı toplumu derinlemesine hissedip ona üst düzeyde katkı sunması için, kapitalizmin ortadan kalkması, yabancılaşmanın ve meta fetişizminin aşılması gerekiyor. Zira mesele tek başına “boş zaman” değil. Mesela burjuva sınıfın geniş kesimleri, işçi sınıfından çalınan muazzam zenginlikle tam anlamıyla aylakça bir yaşam sürdürüyor.
Günümüzde muazzam teknolojik gelişmeye rağmen çalışma süreleri kısalmıyor, aksine uzuyor. Oysa daha 181 yıl önce Elyazmaları’ında Marx, o günün koşullarında bile çalışma sürelerinin kısaltılabileceğine dikkat çekmişti. “Fransa’da üretim gelişmesinin şimdiki aşamasında, çalışabilen herkesin günde ortalama beş saat çalışmasıyla toplumun bütün maddi çıkarlarının karşılanabileceği hesaplanmıştır.” Ne var ki yaratıcı faaliyet için iş saatlerinin kısaltılması ve bu doğrultuda işçilere serbest zaman yaratılması, sermayenin işleyiş yasalarına aykırıdır. Çünkü kapitalizmde öncelik daha fazla kâr elde etmektir ve kârın kaynağı canlı emektir. Bir kapitalist canlı emeği ne kadar uzun süre ve ne yoğunlukta sömürürse, işçiden o ölçüde artı-değer sızdırır, kârını artırır. Marx, sermayenin kâr için her türlü doğal sınırı ortadan kaldırdığını belirtir: “Sermaye, ölçü tanımayan hırsıyla, artık emeğe duyduğu kurtlara özgü açlıkla, iş gününün manevi üst sınırını aşmakla kalmaz, fiziksel üst sınırını da aşıp geçer. İnsan bedeninin büyümesi, gelişmesi ve sağlıklı tutulması için gereken zamanı gasp eder. Sermaye, temiz hava alması ve güneş ışığı görmesi için gereken zamanı işçinin elinden zorla alır.”[6]
Kapitalist, az işçiyle daha fazla üretim yaparak, iş saatlerini uzatarak ve işsizler ordusunu mevcut çalışanlar üzerinde bir kırbaç gibi kullanıp ücretleri düşürerek artı-değer kitlesini ve kârını büyütmek ister. Ama bir taraftan da rekabetin baskısı altında makineleri daha fazla geliştirerek emek verimliliğini artırmaya, bir malın üretildiği zaman süresini kısaltmaya ve böylece çok daha fazla ürün üretmeye ve rakiplerini geride bırakarak büyümeye çalışır. Ne var ki aynı süreci diğer kapitalistler de izler. Sermayenin organik bileşimi arttıkça, ortalama kâr oranları düşer. Kuşkusuz bu düşüş mutlak değil göreli bir eğilimdir ama kapitalizmin şiddetlenen temel çelişkisinin de aynasıdır. Zira makineler ve robotlar yeni değer yaratmaz, artı-değer üretemezler. Makine, kendisindeki değeri (birikmiş emek) ürüne aktararak emek verimliliğinin artmasına yardımcı olur. Kuşku yok ki tüm üretim ve hizmet alanında makinelerin ve robotların kullanılması, değer-yasasının ve dolayısıyla kapitalizmin kendini inkârı anlamına gelir. Fakat üretici güçlerin gelişme dinamiği, giderek değer-yasasını işlevsiz kılan ve kapitalizmin çelişkilerini büyüten bir niteliğe sahiptir. Günümüzde, yapay zekâ ve robotlar dâhil teknoloji alanındaki atılımlarla büyük bir gelişme kaydeden üretici güçler ile kapitalist mülkiyet tarzı arasındaki çelişki ve çatışma çok daha yıkıcı bir boyuta yükselmiştir. Çünkü sermaye sınıfı, planlamayı ve tasarlamayı son derece kolaylaştıran, üretim sürecinde büyük ölçüde robotların kullanılmasına, iş saatlerinin 2 ya da 4 saate düşürülmesine imkân veren üretici güçleri, kapitalist özel mülkiyetin kafesinde tutuyor. Üretici güçler kapitalist özel mülkiyetin sınırlarına hiçbir şekilde sığmıyor. Kapitalist özel mülkiyet, insanlığın ilerleyiş yoluna uzanmış bir ceset konumundadır, geleceğin toplumuna giden yolu kapatan yegane gerici engeldir. Bugün her alanda derinleşen ve evrenselleşen çok yönlü ve çok katmanlı krizlerin nedeni budur. Üretici güçleri, kapitalizmin deli gömleği işlevi gören özel mülkiyet esaretinden kurtarmak gerekiyor. Bu esaret ortadan kaldırılmadan üretici güçler asla insanlığın ortak çıkarlarına hizmet etmeyecek.
(Devam edecek…)
Yabancılaşma ve Gündelik Yaşam: Kapitalizm Yıkılmadan Cehennemden Çıkış Yok!/1
[1] Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.20
[2] Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Seçme Yapıtlar, c.3, Sol Yay., s.445
[3] Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.349 ve devamı…
[4] Marx, 1844 Elyazmaları, Birikim Yay., s.79
[5] Marx, Grundrisse, Sol Yay., s.170-71
[6] Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.259
