Yabancılaşma ve Gündelik Yaşam: Kapitalizm Yıkılmadan Cehennemden Çıkış Yok!/1

Yabancılaşma ve Gündelik Yaşam: Kapitalizm Yıkılmadan Cehennemden Çıkış Yok!

Bugün dünyanın herhangi bir bölgesinde, köyde ya da kentte yaşasın, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilere ne hissettiklerini tek kelimeyle özetlemelerini istesek, büyük ihtimalle verecekleri cevap şudur: Değersizlik! Bu değersizliği yaratan sayısız sorun var ve tüm bu sorunların kaynağı sömürü düzeni kapitalizmdir. Bu düzen, bugüne kadar insanlığın başına olmadık belalar açtı, açmaya da devam ediyor. İnsanlık tarihinde hiçbir zaman görülmemiş ve zaten görülmesi de nesnel olarak mümkün olmayan evrensel yıkıcı sorunlar kapitalizmin eseridir. Üretimden ve kendi varoluş koşullarından kopardığı emekçileri, emek güçlerinden başka satacak şeyleri olmayan mülksüz kitlelere dönüştürdü. Toplumun çoğunluğu bu konumdadır. Öyle ki bir işçinin emek gücünü satacak ve kendisini sömürecek bir patron bulması bile şanslı olması anlamına geliyor. Aynı “şansa” sahip olmayan ve işsizlik girdabına fırlatılan milyonların yaşadığı değersizlik duygusu daha derindir.

Yarattığı boğucu dünyayla, sonu gelmez savaşlarla, toplumu içine ittiği sayısız kriz ve karmaşık sorunlarla, insanı sürüklediği alçaltıcı koşullarla kapitalizm, emekçi insanlığa kabusu yaşatıyor! Kapitalist sömürünün, çürümenin ve yabancılaşmanın doğurduğu katlanılmaz sorunlar nedeniyle yeni güne uyanmak insanlığın büyük kısmına acı veriyor. Depresyon, insanlık tarihinin önceki hiçbir döneminde görülmedik şekilde evrensel bir soruna, krize dönüşmüş durumda. Kapitalizm ruhsal sorunları yaratıp ağırlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda onu devasa bir pazara da dönüştürüyor.

Emeğiyle yeryüzünü şekillendiren, doğadaki kaynakları kullanarak küçücük civatalardan devasa makinalara, koca koca gemilere varıncaya dek sayısız şey üreten; göğü delen binalar, hastaneler, okullar, yollar, tüneller inşa eden; temizlik, sağlık, eğitim, bilim, sanat ve daha pek çok alanda insanlığın ihtiyaçları için ter akıtan emekçiler, yarattıkları bunca değere rağmen kendilerini değersiz hissediyorlar. Onlar, aynı anda hem muazzam değerler hem de kendi sefaletlerini yaratıyorlar. Neden?

Çevremize şöyle bir dönüp bakalım; kaç insan çalıştığı işyerine heyecanla ve mutlulukla gidiyor? Kaç insan yaptığı işten memnun ve tatmin olarak evine dönüyor? Neredeyse hiç… Pek çok insan “bu hayatın anlamı ne, robot gibi çalışmaya mı geldik bu dünyaya?” demiyor mu ve bunda haklı değil mi?

Gündelik yaşamın getirdiği katlanılmaz acıların, her geçen gün daha da büyüyen toplumsal ve psikolojik sorunların kaynağında kapitalist sömürü ve onun yapısal özünü oluşturan yabancılaşma yatmaktadır. Milyonlarca emekçi, insani varlığını anlamlandıracak yaratıcı bir faaliyette bulunmadan ve yaşamdan zevk almadan, sadece kendi biyolojik varlığını üretiyor ve pasif bir şekilde günlerin akıp gitmesini izliyor. Kapitalist düzende bir robottan ya da bir yük hayvanından farksız görülmeyen işçiler-emekçiler için yaşam, neredeyse sadece çalışmaktan ibarettir. İnsanın yaşamasının aracı olması gereken çalışma faaliyeti, kapitalist düzende esas amaç haline gelmiştir. Emek gücü de dahil maddi ve manevi olan her şeyin metaya dönüştürüldüğü, Marx’ın ifadesiyle katı olan ve duran her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin kutsiyetini yitirdiği, alınıp satılan bir ticaret nesnesi haline geldiği kapitalizmde bir işçinin kendisini insan gibi duyumsaması mümkün değildir. Bu yüzdendir ki zamanını, bedenini ve zihnini, yabancılaştığı üretim faaliyetinde zoraki olarak tüketen emekçi insanın yaşam sevinci soluyor, toplumdaki ruhsal bunalım derinleşiyor. Geniş yığınlar; değersizlik, mutsuzluk ve umutsuzluk girdabında her geçen gün daha derinlere çekilirken, büyük bir travma ve ruhsal kriz yaşıyorlar.

Yabancılaşma, aynı zamanda sosyal ve psikolojik yönleriyle, bunu doğuran nesnel temelle birlikte ele alınmak zorundadır. Ücretli emek sömürüsüne dayalı kapitalizmde, insanın özgür ve bilinçli etkinlik özelliği yok sayılır. İşte bu da insanın kendi emek ürünlerine, emek etkinliğine (üretim faaliyetine), insanın insana, insanın kendi türüne, doğaya yabancılaşmasına yol açar. Yabancılaşmanın çeşitli görünümlerini Marksist temellerde ele almak, sorunların ana kaynağı olan kapitalizmin ortadan kaldırılmasının da bir zorunluluk olduğunu gösterecektir. Tüm biçimleriyle yabancılaşmanın ortadan kalkması, insanın kendi emeği ve ürünleri üzerinde gerçek denetimi yeniden kazanması, insanlığın özgür ve mutlu bir yaşama kavuşması ancak komünist toplumda mümkün olacaktır.

Üretim faaliyeti, metalaşan işgücü ve işçinin emeğine yabancılaşması

Burjuvazi, sosyalizmin mülkiyete karşı olduğunu propaganda ederek emekçilerde bilinç bulanıklığı yaratır. Oysa bu yalandır. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da bu konu üzerinde özellikle durur ve komünistlerin mülkiyete değil, üretim araçları üzerindeki burjuva özel mülkiyete karşı olduklarını söylerler. Komünistler, toplumsal mülkiyetin burjuva tarzda ortadan kaldırılmasına ve bunun yol açtığı sömürüye karşı çıkarlar. Sosyalizmle birlikte mülkiyet, burjuva niteliğini kaybederek toplumsallaşacak ve herkese ait olacaktır. Gerçek şu ki kapitalizm, toplumun çoğunluğunun mülksüzleştiği ve mülkiyetin bir avuç insanda toplandığı bir sistemdir. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren kapitalizm, üreticileri, üretim araçlarından kopartarak mülksüzleştirmiş, onların ayakları altındaki toprağı çekip alarak “özgürleştirmiş” ve böylece işçi sınıfını yaratmıştır! Marx’ın deyimiyle bu mülksüzleştirmenin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.

Burjuvazi, toplumda düşünsel hakimiyet kurmak için tüm gerçekleri çarpıtır, tepetaklak eder. Ona göre kapitalizmde herkes özgürdür; kimse kimseyi çalışmaya zorlamaz! Onların “özgürlük” dediği şey, işçinin emek gücü dışında emek faaliyetinin gerçekleşmesini sağlayacak bütün koşullardan kopması ve emek gücünü satmasını engelleyecek hiçbir toplumsal-hukuksal-siyasal bağın kalmamış olması anlamına gelir. İşçi, kendisinde potansiyel olarak mevcut olan, fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin bütününü oluşturan emek gücünü satmadan onu değerlendiremez. İşçi, canlı varlığını koruyabilmek ve hayatta kalabilmek için işgücünü satacak bir alıcı bulmak zorundadır. Bu yüzden Marx, işçi daha emek gücünü satmadan önce kapitaliste ve dolayısıyla kapitalist düzene aittir der. Yani işçi, aslında kapitalist sistemin kölesidir ve buna ücretli kölelik denmektedir. Böylesi koşullarda işçi, patron karşısında hiçbir zaman özgür bir satıcı konumunda değildir, patron ise işgücünü satın alıp almamakta sonuna kadar serbesttir. Örneğin kriz dönemlerinde işgücü de arz-talep dalgalanmalarından etkilenir, emek gücünü satamayan işçi sermayenin acımasız piyasa kurallarının kurbanı olur ve her türlü ekonomik, psikolojik, sosyal sorunla boğuşmaya başlar.

Marx, “Kapitalist çağı karakterize eden şey, işçinin kendi gözünde emek gücünün kendisine ait bir meta biçimini alması ve dolayısıyla emeğin ücretli emek biçimine dönüşmesidir. Diğer yandan emek ürünlerinin meta biçimini alması ancak bu andan itibaren genelleşir” der.[1] İster maddi, ister manevi her türden insan ihtiyaçlarını gideren dışsal bir nesne, bir şey olan metalar, kullanım değeri içermenin yanı sıra değişim/mübadele değerinin de maddi taşıyıcılarıdırlar. Kapitalizm öncesinde de meta üretimi vardı ancak bu küçük meta üretimi tüm ekonomik süreçleri şekillendirecek bir özelliğe sahip değildi. Kapitalizm ise genelleşmiş meta ekonomisine dayalı bir üretim biçimidir. Günümüzde, ekmekten sağlığa, makineden psikolojik danışmanlığa kadar kapitalist üretim ilişkilerinin çarkına girmeden üretilen ve metaya dönüşmeyen neredeyse hiçbir şey yoktur. Özetle emek ürünleri, sadece insani ihtiyaçları karşılamak için değil, daha baştan yaygın olarak satılmak ve kâra dönüştürülmek üzere üretilirler.

Orta Çağın köylüsü (serf), feodal bey için haraç-tahıl, papaz için öşür-tahıl üretirdi. Ama haraç-tahıl ve öşür-tahıl, başkaları için üretildikleri halde meta olmuyordu. Efendi, artı-ürünü üreticiden çekip alıyor, gasp ediyordu. Bir şeyin meta olabilmesi için, ürünün, kullanım değeri olarak hizmet edeceği başkasına mübadele yoluyla aktarılması gereklidir. Ortaçağ Avrupası’nda hüküm süren feodalizmde “emeğin dolaysız toplumsal biçimi, meta üretimi temelinde olduğu gibi emeğin evrenselliği değil, doğal biçimidir. Angarya da meta üreten emek gibi zamanla ölçülür ama her serf bilir ki, efendisinin hizmetinde harcadığı emek gücü, kendi kişisel emek gücünün belli bir miktarıdır. Rahibe verilen öşür, onun takdisinden çok daha açık bir şeydir. Dolayısıyla, insanların burada birbirleri karşısında büründükleri farklı roller ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, emek harcayan kişilerin toplumsal ilişkileri, her durumda, kendi kişisel ilişkileri olarak görünmekte ve şeylerin, yani emek ürünlerinin toplumsal ilişkileri kılığına bürünmemektedir (Kapital, s.87).”

Serfin, işlediği topraktan elde ettiği üründe hakkı vardı, yani belirli oranda haraç ve öşür verdikten sonra geri kalan kısmı kendisine aitti. Dolayısıyla serf ile emeğinin ürünü arasında doğrudan bir ilişki vardı. Keza kapitalizm öncesi feodal, Asya tipi veya köleci toplumlarda yüzlerce yıl evrimleşerek varlığını sürdürmüş olan zanaat ustası da kendisine ait üretim araçlarıyla üretim yapıyordu ve ürettiği ürünün doğrudan sahibiydi. Ancak ücretli emek sömürüsüne dayalı kapitalizmde üretim araçlarından kopartılan işçinin emek ürünleri işçiye ait değildir, işgücünü satın alan ve dilediği gibi kullanım hakkına sahip olan kapitaliste aittir. Üretim, insanın yaşam etkinliğidir ama işçi kendi yaşam etkinliği ve bu etkinliğin nesnesini oluşturan ürün üzerinde hiçbir söze sahip değildir. İşçinin ürettiği ürünler ve onların başka bir biçimini oluşturan üretim araçları, kendi karşısına yabancı bir güç olarak dikilir. İşte bu durum, üretim koşullarından kopartılarak sömürü mekanizmasına sokulan emeğin yabancılaşmasını anlatır. Kendi emeğine yabancılaşan işçi, emek ürünlerinin yanı sıra üretim etkinliğine de yabancılaşmış olur.

Marx’ın vurguladığı gibi ücretli emek sistemi ya da emek gücünü bir metaya dönüştüren kapitalist ilişki tarzı, daha işçi üretim sürecine girmeden onu emeğine yabancılaştırır:

 “İşçinin kendi emeği, sürece girmeden önce ondan yabancılaşmış, kapitalist tarafından mülk edinilmiş ve sermayenin parçası haline gelmiş olduğundan, süreç sırasında kendisini sürekli olarak yabancı üründe nesnelleştirir. Üretim süreci aynı zamanda emek gücünün kapitalist tarafından tüketilmesi süreci olduğu için, işçinin ürünü sürekli olarak metalara dönüşmekle kalmaz, aynı zamanda sermayeye, değer yaratan gücü emen değere, kişileri satın alan geçim araçlarına, üreticileri kullanan üretim araçlarına dönüşür. Bu nedenle, bizzat işçinin kendisi durmaksızın nesnel zenginliği sermaye olarak, kendisine yabancılaşmış, kendisine hükmeden ve kendisini sömüren bir güç olarak üretir. Aynı şekilde kapitalist de yine durmadan, öznel, kendini nesnelleştirme ve kendine gerçeklik kazandırma araçlarından ayrılmış, soyut, yalnızca işçinin bedensel varoluşunda mevcut bulunan bir zenginlik kaynağı olarak emek gücünü; kısaca, ücretli işçi olarak işçiyi üretir.”[2]

İşçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır. İşçinin, emek gücünü kullanarak yaptığı üretim sonucu ortaya çıkan ürünlerin fazlası (artık ürün) yabancı bir elde, kapitalistin elinde birikir. Marx, soyutlama dünyasında Hegel’in emeği (çalışmayı) insanın kendisini doğurması, insanın kendi kendisini oluşturması olarak gördüğünü belirtir.[3] Bu benzetmeyi kullanırsak, işçinin emeği onun elinin, beyninin ve ruhunun iş görmesidir. İşçi emek gücünü harcadıkça ortaya yeni bir ürün çıkar, yaratıcılığı emek ürününde cisimleşir, bir nesneye dönüşür. Fakat işçi, kendi etinden ve kanından doğurduğu, kendinden bir parçayı ifade eden ürünü hakkında konuşamaz, zaten kimse de ona fikrini sormaz. İşçinin kendi yaratıcı gücü onun karşısına birikmiş sermaye veya özel mülkiyet olarak çıkar; oysa sermaye emeğin donmuş halinden başka bir şey değildir. Yani işçinin ürettiği, kapitalist sistemde başka bir güce dönüşerek dönüp onu sömürür ve ezer. Sermaye büyüdükçe, işçinin yoksullaşması da büyür. Marx, işçi ile ürünü arasındaki yarılmanın sonuçlarını şöyle anlatır: “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretimin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar.[4] İşçinin ürettiği makine onu basit, mekanik bir alete dönüştürür. Ürettiği silah onu yok etmekle tehdit eder, korkutur, ezer. Ürettiği her lüks meta, kendi ulaşamadığı bir hayatın sembolü olarak adeta ona nanik yapar. İşçi, kapitalistin zenginlikle ulaştığı gücü onun üstün yeteneklerinin bir sonucu gibi kabul eder ve aslında kendi sömürü mekanizmasını kabul etmiş olur.

Kâr odaklı kapitalizmde işçinin canlı bir varlık, bir insan olarak fiziksel yaşamını nasıl sürdüreceği, ailesini nasıl geçindireceği, açlıktan ölmüş mü, kalmış mı zerrece umursanmaz. Zira beden ve ruhça bozulma işçi için tükenme, erken ölüm anlamına gelirken, kapitalist için kâr ve sermaye birikimi anlamına gelmektedir. Patronun gözünde işçi en az masrafla en fazla üretimi sağlayacak araçtır. “Politik iktisada göre işçinin bir tek gereksemesi vardır: İşçi soyunun tükenmesini önlemek için, işçi çalışırken hayatta kalmasını sağlayacak kadarını ona vermek. Böylece, emeğin (emek gücünün –G.D.) ücreti, başka herhangi bir üretici aracın bakımı ile ya da sermayenin tüketimi ile aynı anlama gelir; ya da tekerleklerin kolay dönmesini sağlayan yağ gibidir.”[5] Nitekim bir insan olarak değil de herhangi bir üretim aracı olarak görülen işçinin ücreti de işçinin ölmeden ertesi gün işe gidebileceği ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde belirlenir.

Politik iktisat yani burjuva ekonomisi, ücretli emek sömürüsü üzerinde yükselen sermaye düzeninin çelişkilerini gözlerden saklar, işçinin nasıl sömürüldüğünün ve kendi emek ürününe nasıl yabancılaştığının sırlarını açıklamaz. Toplumsal mülkiyetin gaspı anlamına gelen üretim araçlarının özel mülkiyetini kutsar. İşçinin belirli bir ücret karşılığında işgücünü sattığı ve sefalete mahkûm edildiği sömürü düzenini bir doğa kanunuymuş gibi toplumun bilincine kazır, sorgulamanın önüne geçer. Oysa mülkiyet, meta, mübadele değeri, para, ücretli emek, sermaye, piyasa gibi kavramlar, metaların insan üzerinde egemenlik kurduğu burjuva topluma ait kavramlardır. Tüm yasalar, kurallar özel mülkiyetin çıkarları doğrultusunda belirlenirken, işçilerin, emekçilerin çıkarları hiçe sayılır. Bir alet, bir robot olarak görülen işçi, insani değer görmez. Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda belirttiği gibi “Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur. Emek saraylar üretir ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir ama işçi için çirkinlik. İnsan emeğinin yerine makineleri koyar ama işçilerden bazılarını barbarca bir çeşit çalışmaya iteler ve başka işçileri de makineleştirir. Zekâ üretir ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır.”[6]

Marx’ın yazdığı bu satırların üzerinden 180 yılı aşkın bir süre geçti ve üretici güçler muazzam bir gelişme sağladı. Kapitalizm bütünleşmiş girift bir dünya ekonomisi yaratırken, aynı zamanda ileri teknoloji sayesinde dünya nüfusunu da birbirine bağlayıp kozmopolit bir kültür yarattı. Yapay zekayla desteklenmiş robotları birçok alanda kullanmak, üretim alanının birçok noktasında tam otomasyona dayalı üretim yapmak, gerçek anlamda refah içinde yaşamak mümkün. Ancak bunca gelişmiliğe rağmen yüz milyonlar işsiz, işgünü kısalmadığı gibi uzuyor, yüz milyonlarca insan açlık çekiyor, yoksulluk derinleşiyor. Burjuva ideologların iddia ettiği gibi teknolojinin ileri düzeyde gelişmesi, doğrudan doğruya emekçilerin yaşamında refah yaratmıyor; kapitalizm altında yaratamaz da! Üretici güçler bu denli gelişmesine rağmen işçilerin her gün en basit iş kazalarında ölmesi, bunun ifadesidir. Kapitalist üretim tarzı ve onun şekillendirdiği teknoloji, sosyal alandaki insan ilişkilerini bozuyor; maneviyat boşluğunu, değersizlik duygusunu, yalnızlığı, depresyonu ve yabancılaşmayı derinleştiriyor. Emeğin yarattığı muazzam gelişmişlik, kapitalizm altında distopik bir toplumsal yaşam sürülmesine neden oluyor. Nerden bakarsak bakalım, kapitalizm emekçi sınıflara kötülükten, acıdan, kahırdan, ölümden başka bir şey vermiyor.

(Devam edecek…)

[1] Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.172

[2] Marx, age, s.551-52

[3] Marx, 1844 Elyazmaları, Birikim Yay., s.176

[4] Marx, 1844 Elyazmaları, V Yay., s.73

[5] Marx, 1844 Elyazmaları, V Yay., s.90

[6] Marx, 1844 Elyazmaları, V Yay., s.75

 

Karl Marx: Yaşamı ve Öğretisinin Ana Çizgileri

İnsan İnsanın Kurdu Mudur ya da İnsanın Doğası Nedir?