Tüm Sorunların Çözüm Yolu Devrimden Geçiyor!
Utku Kızılok, 6 Kasım 2019

Lenin, emperyalizm çağının, birikimli toplumsal çelişkilerin bir kıvılcımla patlayarak proleter devrime yol açmasının koşullarını olgunlaştırdığına dikkat çekmişti. Lenin’in işaret ettiği gerçeklik, küresel kapitalizm koşullarında daha fazla ete kemiğe bürünmüştür. Son yirmi yıllık süreçte ardı ardına gelen ayaklanmalar ve devrimci durumlar da bunun kanıtıdır. Ekonomik kriz, savaşlar, göç dalgaları, doğa felâketleri, akıl almaz boyutlara ulaşan toplumsal eşitsizlik, tırmanan işsizlik, açlık ve yoksulluk toplumda tam anlamıyla bir girdap yaratmaktadır. İsyan dalgalarının ardı ardına gelmesi de bir tesadüf değildir. Doğada olduğu gibi toplumda da büyük değişimler, yıllar boyunca süren ve an içinde fark edilmeyen niceliksel birikimlerin niteliksel bir boyuta yükselmesiyle kendini açığa vurur.

Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Tam da 1917 Ekim Devriminin yıldönümünde, dünyanın birçok köşesinde işçi ve emekçi kitlelerin ardı ardına isyanları patlak veriyor. İsyan ateşiyle alevlenen dünya meydanları, adeta Ekim Devrimine selam duruyor. 30 yıl önce tam da bu günlerde dünya burjuvazisi, Berlin Duvarının yıkılmasını sosyalizmin yenilgisiyle özdeşleştirmiş ve kapitalizmin zaferini ilan etmişti. Bu yüzden de egemenler her yıl kutluyorlar duvarın yıkılışını. Fakat söylemlerine egemen olan, gelip yüzlerine yerleşen o eski mağrurluk artık yok. Zafer nidaları sonbahar yaprakları gibi sararıp solmuş durumda. Öyle ki, dünya kapitalizminin ağababası ABD’nin başkanı Trump, Amerika’da sosyalizme izin vermeyeceklerini ilan etmek zorunda kalıyor BM kürsüsünden. Zira Amerika’da da “sosyalizm” hayaleti dolaşıyor! Tarih nelere kadir!

2018’de Tunus, Lübnan, Ürdün, Ermenistan, İran, Sudan, Macaristan, Bulgaristan ve Fransa’da emekçi kitleler dalga dalga meydanlara inmişlerdi. Bu yılın baharında ise Cezayir ve Sudan’da ayağa kalkan emekçiler, birer hafta arayla tepelerindeki diktatörleri alaşağı etmeyi başarmışlardı. Dünya burjuvazisi tam isyan dalgası geri çekildi ve her şey bitti sanırken, bu kez başka ülkelerin işçi ve emekçi sınıfları “sıra bizde” diyerek isyan sahnesine girdi, girmeye de devam ediyor. Haiti, Honduras ve Endozezya’daki yığınsal gösterilerin ardından, Ekim ayının başında ayağa kalkan Irak ve Ekvador emekçilerini, iki hafta sonra Şili ve Lübnan emekçileri izledi. 25 Ekimde, bir milyonu başkent Santiago’da olmak üzere iki milyondan fazla emekçi sokaklara döküldü. İsyanların patlamasına neden olan temel itici güç aynıdır: İşsizliğe, zamlara, hayat pahalılığına, yolsuzluklara, demokratik hakların ortadan kaldırılmasına ve çevre felâketlerine duyulan tepki!

Kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunlar öylesine bir birikim düzeyine yükselmiştir ki, normal dönemlerde pek de önemsenmeyecek zam oranları geniş protestoları tetikleyebilmekte ve başlayan gösteriler kısa zamanda isyana dönüşebilmektedir. Şili’de isyan ateşini metro ücretlerine yapılan yüzde 4’lük zammın tutuşturması, içinden geçtiğimiz dönemin karakterine dair çok şey anlatıyor. Cezayir ve Sudan’da olduğu gibi, meydanlara inen emekçi yığınlar “devrim” diye haykırıyor. Hâlihazırda emekçi kitlelerin devrimden ne anladıkları ikincil bir konudur. Odaklanılması gereken asıl husus, yığınların içinde yaşadıkları koşulların değişmesini istemesidir. Daha da önemlisi, daha iyi bir yaşamın ancak devrimle olabileceği düşüncesinin kitlelerin zihninde yer ederek meşrulaşmasıdır.

Bu açıdan 2000 yılı, tartışmaya yer bırakmayacak bir dönemeç noktasıydı. O günden beri vurguluyoruz: Dünyamız; kriz, savaş, isyan ve devrimci ayaklanmalarla karakterize olan bir döneme girmiştir. Hatırlanacağı gibi, Latin Amerika ülkelerinde patlak veren ve devrimci durumlara yol açan ardışık isyan dalgaları, daha sonra Arap coğrafyasına sıçramıştı. 2010’un sonunda kıvılcımı çakılan Arap halk isyanlarında emekçiler, Eş-şaab yurid ıskat’en-nizam (halk düzeni devirmek istiyor) diye haykırıyordu. Bu slogan bugün, Cezayir ve Sudan’ın ardından Lübnan ve Irak sokaklarında yankılanıyor.

Lenin, emperyalizm çağının, birikimli toplumsal çelişkilerin bir kıvılcımla patlayarak proleter devrime yol açmasının koşullarını olgunlaştırdığına dikkat çekmişti. Lenin’in işaret ettiği gerçeklik, küresel kapitalizm koşullarında daha fazla ete kemiğe bürünmüştür. Son yirmi yıllık süreçte ardı ardına gelen ayaklanmalar ve devrimci durumlar da bunun kanıtıdır. Ekonomik kriz, savaşlar, göç dalgaları, doğa felâketleri, akıl almaz boyutlara ulaşan toplumsal eşitsizlik, tırmanan işsizlik, açlık ve yoksulluk toplumda tam anlamıyla bir girdap yaratmaktadır. İsyan dalgalarının ardı ardına gelmesi de bir tesadüf değildir. Doğada olduğu gibi toplumda da büyük değişimler, yıllar boyunca süren ve an içinde fark edilmeyen niceliksel birikimlerin niteliksel bir boyuta yükselmesiyle kendini açığa vurur.

İsyan dalgasının ardındaki nesnellik

Kâr ve sermaye birikimini arttırmak amacıyla yapılan kapitalist üretim, doğada ve toplumda büyük tahribatlara yol açarak çelişkileri alabildiğine derinleştirmiş, bir kırılma ve patlama noktasına taşımıştır. Sistem, her alanda geniş ölçekli bir tıkanma ve çıkışsızlık yaşamaktadır. Nitekim bu yüzden, burjuvazinin üst zirvelerinde sıkça kapitalizmin hal ve gidişatına dair değerlendirmeler yapılıyor. Meselâ finans kapitalin dünyadaki ideolojik yayın organlarının başlarında gelen Financial Times’ın baş ekonomi yorumcusu Martin Wolf, 18 Eylül tarihli yazısında kapitalizmin içine düştüğü durumu ele alıyor, eleştiriler getiriyor ve yeni bir başlangıcın zorunluluğuna vurgu yapıyor. Özetle Wolf, ekonomik büyümeyi yükseltecek verimliliğin sağlanamadığını, sermayenin finansal alana daha fazla kaydığını ve spekülasyon eğiliminin güçlendiğini, gelir ve servet eşitsizliğinin arttığını, otoriter liderlerin sahne aldığını söylüyor. Kuşkusuz tüm bunlar doğrudur. Ama Wolf ve onun gibilerinin sınıfsal doğaları gereği itiraf etmek istemedikleri gerçek şudur: Şikâyet ederek eleştirdikleri şeyler, kapitalizmin işleyişinin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Burjuva ideologları kapitalizme “reset atmak” ve böylece yeni bir başlangıç yaptırmak istiyorlar ama tarihsel misyonunu doldurmuş sömürü düzeni bu imkândan yoksundur.

Burjuva kurumların ve ideologların açıklamaları, Elif Çağlı’nın kapitalizmin tarihsel bir sistem krizine girdiği tespitini döne döne doğrulamış oluyor. Sürekli vurguladığımız gibi, kapitalizmin bugünkü krizi arızî ve geçici değildir. Kapitalist üretimin kamçılandığı ve sermayenin yüksek kâr oranlarının keyfini sürdüğü dönem geride kalmıştır. Meselâ sanayi devriminin sıçramalı biçimde ilerlediği, kapitalizmin büyük bir atılım yaşadığı dönemle, bugüne hâkim olan tıknefeslilik arasında uçurumlar var. Kapitalizmin işleyiş yasalarının doğurduğu sonuçlardan dolayı, sermaye yüksek kârlı alanlar bulamıyor. Zaten sorun da burada! Kârlılığın düştüğü koşullarda, üretim alanındaki kâr beklentisini ve heyecanını yitiren sermaye, finans oyunlarına ve spekülasyona daha fazla yöneliyor. Aslında bu olgu, kapitalizmin sorunlarını daha fazla büyütüyor.

Yüksek kârlı alanlar sınırıyla karşı karşıya gelen sermaye sınıfı, 1980’lerin başından bu yana işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına el koymak üzere savaş yürütüyor. Toplumun ve emekçilerin yararına olan ne varsa ortadan kaldırmaya girişen burjuvaziye göre, her türlü kamu hizmeti devletçilik, hantallık, geriliktir! Buna karşın neoliberalizm özgürleşme, değişim, ekonominin büyümesi, fırsat eşitliği, yeni kuşakların zenginleşeceği ve sınıf atlayacağı koşulların oluşması demektir! Bu ideolojik saldırı eşliğinde işçi sınıfının hakları gasp edilirken, eğitimden sağlığa kamu hizmetleri alabildiğine kısılmış, birçoğu ortadan kaldırılmış, devlete ait işletmeler özelleştirilerek sermayeye yeni kaynaklar aktarılmıştır. Ancak her şey kendi karşıtıyla vardır. Bu saldırıların iki yönlü sonucu olmuştur: Birincisi, işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırıp kârını yükselten sermaye sınıfı, bu alanda hemen hemen sınıra gelmiştir. Çünkü işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin elinde avucunda bir şey kalmamıştır. Zaten ardı ardına fışkıran isyan hareketleri de bu gerçekliği ifade ediyor. İkincisi, kapitalizmin kendi engelini kendisinin yarattığı gerçeğinin yeniden doğrulanmasıdır: Zira kapitalizm, zaten işçi-emekçi kitlelerin tüketimini daha baştan sınırlayan ve engelleyen bir yapıya sahiptir. İşçi sınıfının sosyal haklarının yok edilmesi, ücretlerin asgari sınıra çekilmesi ve böylece emek maliyetlerinin düşürülmesi sermayenin kârını yükseltir; ama aynı zamanda kitlelerin alım gücünü düşürerek yoksulluğu derinleştirir ve kapitalist sistemin açmazını büyütür.

Kriz dönemlerinde, işçi sınıfının kendi ürettiği değerden aldığı pay daha fazla düşmektedir. Meselâ 2008 küresel kriziyle birlikte, sermayeyi kurtarmak üzere burjuva devletlerin üstlendiği borçlar da emekçi kitlelerin sırtına yıkılmıştır, yıkılıyor. Sermaye sınıfına hiçbir şekilde dokunulmazken, zam ve vergiler işçi-emekçi kitlelere fatura ediliyor. Ekonomiye devlet müdahalesini adeta sosyalizmle özdeşleştirerek eleştiren, piyasanın “sihirli eli”nin her şeyi düzene sokacağını amentü haline getiren burjuvazi, kriz patladığında, faturayı emekçi kitlelerin sırtına yıkmak üzere derhal devleti imdadına çağırmaktan geri durmamıştır. Burjuva hükümetler vergi indirerek, teşvik adı altında devlet kaynaklarını ve işçi sınıfının fonlarını sermaye sınıfına aktararak onu ihya ediyorlar. Keza esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak, iş saatlerini uzatarak işçi sınıfını cehennem koşullarına mahkûm ediyorlar. Bunu yaparken de, sermaye yatırımlarının artacağını ve istihdamın büyüyeceğini ileri sürüyorlar. Fakat iddiaların aksine, tam da çalışma hayatına egemen kılınan orman kanunlarından dolayı istihdam büyümüyor. Zira kapitalistler, üretimin sıçramalı büyümediği bu dönemde, işçi sınıfının çalışan kesimini aşırı çalıştırarak, çalışma temposunu ve süresini uzatarak hedeflerine ulaşmış oluyorlar.

Kapitalizm, en azından işsizler ordusunun anlamlı bir kısmını soğuracak genişlik ve derinlikte üretim atılımı yapma potansiyellerini tüketmiştir. IMF, Ekim ayında yayınladığı Dünya Ekonomisinin Görünümü raporunda, dünya ekonomisinin büyüme hızının düştüğüne ve dünya ticaretinin gerilediğine dikkat çekiyor. Bu sonuç, doğrudan/kalıcı olarak adlandırılan uluslararası sermaye yatırımlarının neden gerilediğine de açıklık kazandırıyor. Dünya ölçeğinde işsizlik yükselirken, ücretler düşmektedir. Çok yönlü dinamiklerin işleyişinin bir sonucu olarak kapitalizm, hem işçi sınıfını hem de onun bir parçası olan işsizler ordusunu genişletip büyütmektedir. Burjuvazinin saflarına geçmiş solcu ideologların bir zamanlar iddia ettiğinin aksine işçi sınıfı ölmemiş, tersine alabildiğine büyümüştür. Meselâ 7,6 milyarlık dünya nüfusunun 5,7 milyarı çalışabilir nüfus içinde yer almaktadır. Bu kitle içinde herhangi bir işte çalışan 3,3 milyar insanın yalnızca yüzde 3’ünün “işveren” olması çok şey anlatmıyor mu? Üstelik bu sayının içinde küçük atölye ve işyeri sahibinden tutun da, küçük çiftlik sahiplerine kadar geniş bir kesim var. Gerçekte sömürü sisteminin kaymağını yiyen yüzde 1’dir.

Kapitalist üretim tarzı, tüm zenginliğin bir avuç insanda toplanmasını kamçılarken, toplumun ekseriyetini işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan mülksüzlere dönüştürerek yoksul ve sefalet çeken kitleleri büyütmektedir. Esasında gelir eşitsizliği uçurumunun akıl almaz ölçüde genişlemesi, emekçi kitlelerin isyan dalgasının durup durup yeniden patlamasının temel sebebidir. Bugün 2 milyardan fazla insan günde 1,90 dolar ile 3,20 dolar arasında bir gelirle derin yoksulluk koşullarında yaşıyor. Buna karşılık 2150 kişinin toplam serveti dünya nüfusunun yüzde 70’inin toplam zenginliğine eşitlenmiş durumda.

İşsizlik, derinleşen yoksulluk, kölece çalışma koşulları ve geleceksizlik milyonları canından bezdiriyor. “Kapitalizm yüz milyonları kentlere çekip onları kapitalist piyasanın zalimliğine terk ederken, kent cangılları olan varoşlarda üst üste yığılan kitleler sadece işe değil aynı zamanda en temel hizmetlere de ulaşamıyorlar. Afrika’nın neredeyse tamamında kentli nüfusun yüzde 80’ine yakını varoşlarda derme çatma kulübelerde ya da gecekondu tarzı izbelerde yaşıyor, işsizliğin ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Çin, Hindistan, Pakistan ve diğer Asya ülkelerinde ya da Latin Amerika’da gecekondu mahallelerindeki izbelerde yaşayanların sayısı bir milyarı aşıyor. Bu insanlar temiz suya ve sağlık hizmetlerine ulaşamıyor, doğru düzgün kamu hizmeti alamıyor. (…) Bir işçinin kapitalist ilişkilerle kuşatıldığı bir kentte işsiz kalması, üzerine bastığı yaşam toprağının altından çekilerek uçuruma fırlatılmasıyla aynı derecede yıkıcıdır. İnsani varlığını yeniden üretmesinin koşullarına ulaşamayan işçi, gelecek umudunu yitirmekte, kendini işe yaramaz, çaresiz ve değersiz hissetmektedir. Maddi ve manevi olan her şeyin metaya dönüştürüldüğü, Marx’ın ifadesiyle katı olan ve duran her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin kutsiyetini yitirdiği kapitalizmde bir işçinin kendisini insan gibi duyumsaması olası değildir. Bu nedenle geniş yığınlar, içine itildikleri sefalet koşullarından ve umutsuzluktan ötürü derin bir travma ve yabancılaşma yaşıyorlar.” (Utku Kızılok, İşsizlik ve Kapitalizmin Yıkım Tablosu, www.gelecekbizim.net)

Böylesine derin eşitsizlikler yaratan bir sistemin çürüyüp kokuşmaması, burjuva kurumların yozlaşmaması, siyasal gericileşmenin tüm dünyayı sarmaması mümkün değildir.

Tüm sorunların çözüm yolu devrimden geçiyor

Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabında burjuva devrimlerin coşkun, parlak ama kısa ömürlü olmasına değinirken, proleter devrimlerin farklı bir yol izlediğini, kaçınılmaz ana kadar türlü yollardan geçtiğini ifade ediyordu. Ama kaçınılmaz olanın gerçekleşmesiyle, işçi sınıfının devrimci iktidarı sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir toplum için dev dönüşümlerin önünü açacaktır. Proleter devrimler diyordu Marx, “durmadan kendilerini eleştirir; sürekli kendi seyirleri içinde kendilerini kesintiye uğratır; yeniden başlamak için görünüşte bitmişe geri döner; ilk girişimlerinin yetersizliklerini, zayıflıklarını ve önemsizliklerini acımasızca yerer; hasımlarını sırf topraktan yeni bir güç alıp karşılarına daha devasa çıkabilsin diye yere sermiş gibi görünür; zaman zaman kendi amaçlarının belli belirsiz büyüklüğünden irkilirler; ta ki her türlü geri dönüşü olanaksızlaştıran durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar şunu haykırıncaya kadar: Hic Rhodus, hic salta! (İşte hendek işte deve)”

Marx’ın bu eşsiz açıklaması, esasında Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneyimine nasıl yaklaşmak gerektiğine de açıklık getiriyor. Fakat şimdilik bu hususu geçelim. İçinden geçtiğimiz dönemde kapitalizm, artan bir tempoyla, her türlü geri dönüş ihtimalinin ortadan kalktığı koşullar yaratarak, işçi sınıfını ve insanlığı şu seçeneğe doğru daha fazla zorluyor: Ya devrim ya yok oluş! Kapitalizm, geçmişte sistemi derinden sarsan krizlerini, birinci ve ikinci dünya savaşlarında insanlığa ağır bedeller ödeterek çözdü. Yine işçi sınıfının devrimci ateşini söndürüp düzenin selametini sağlamak için, “sosyal devlet” uygulamaları başta olmak üzere önemli tavizler verdi. Ne var ki, yukarıda da gördüğümüz gibi kapitalizm, yeni büyük atılımlar yapabilecek ve böylece emekçi kitlelere şu ya da bu ölçüde tavizler verip onların yaşamında bir iyileşme sağlayabilecek olanaklardan yoksundur. Elif Çağlı’nın da vurguladığı gibi, “Bu durum dünya burjuvazisini daha yıkıcı, daha gaddar ve o kadar da daha yalancı tutumlara sürüklemektedir. Gerçekte böylesi momentler egemen sınıfların güçlülüğüne değil, tarihsel çıkışsızlığına ve aczine işaret ederler.”[1] Tam da bu yüzden, bir süreliğine geri çekilen isyan hareketleri yeniden ve yeniden sahne alıyor.

2000 dönemeciyle birlikte Latin Amerika’da ardı ardına gelen devrimci durumlar, ne yazık ki işçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun oluşu yüzünden başarıya ulaşamadı. Burjuva sol önderlikler devrimci durumları pörsüttü, isyan dalgası geri çekildi. Lakin burjuvazi yeni kemer sıkma programlarıyla işçi ve emekçi kitleleri daha fazla işsizliğe ve yoksulluğa itti, itmeye devam ediyor. Meselâ Ekim ayının başında meydanlara inerek hükümetin başkentten kaçmasını sağlayan Ekvadorlu emekçilerin ilk isyanı değil bu. 1997’de sokağa dökülen ve hükümeti devirmeyi başaran “Ekvadorlu emekçi kitleler, yeni binyılın daha ilk günlerinde bir kez daha ayaklanmış, hükümeti devirmiş, parlamentoyu ve hükümet binalarını ele geçirmişti. Ancak yönetimi ele alan devrimci konseyin ömrü ne yazık ki sadece bir gün sürebilmişti. (…) Devlet başkanının uzaklaştırılması ve birtakım taleplerin kabul edilmesiyle kitle hareketi sönümlendirilmiş oldu.”[2] Ama düzen kitlelerin hiçbir sorununa çözüm üretemedi. Bu nedenle Ekvadorlu emekçiler, 2006’da ve şimdi bir kez daha yeniden isyan ateşini yaktılar, yakmaya da devam edecekler. Ta ki Marx’ın işaret ettiği o kaçınılmaz gün gelip çatıncaya ve işçi sınıfı kapitalizmi alaşağı edinceye dek!

Kapitalizm ekonomik, siyasal, toplumsal, çevresel sorunları getirip aynı noktada düğümlemiştir. Milyonları devasa kentlerde toplayan, doğadan uzaklaştıran, insanın insana yabancılaşmasını derinleştiren, gerek fiziksel gerekse ruhsal açıdan sağlıksız bir yaşama mahkûm eden bu sömürü düzenidir. Emperyalist sistemin hegemonya krizinin, bu krizi çözmek üzere silahların devreye sokulmasının bir ifadesi olan Üçüncü Dünya Savaşının, keza bu savaşın ekonomik cephe boyutunu temsil eden ticaret savaşının nedeni, kapitalizmin yüz yüze geldiği tarihsel sistem krizidir. Afrika, Ortadoğu ve Asya ülkelerinden Avrupa’ya, Latin Amerika’dan ABD’ye doğru vuran göç dalgaları, yaşlanan ve potansiyellerini büyük ölçüde yitiren, tarihsel misyonunu tamamlayan ama kendiliğinden de yıkılıp gitmeyen çürümüş bir sistemin sembolik ifadesidir. Savaş, işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik toplumun ruh yapısını derinden sarsmaktadır. Kadına yönelik şiddetin artması, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması, suç oranlarının yükselmesi bir tesadüf değildir. Kapitalist sistem çürüdükçe, toplumsal ilişkileri de zehirleyerek yozlaştırmaktadır. “Sömürücü bir toplumsal düzen tarihsel zafiyete kapıldığı ölçüde, acımasızlıkta, insanları korkutmakta, onları dehşete sürüklemekte sınır tanımayarak varlığını sürdürmekte ayak direr. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde dayanılmaz boyutlara ulaşan toplumsal tefessüh neyse, günümüzde de kapitalizm bunu insanlığa yaşatmaktadır.”[3]

Emeğin sömürülmesi üzerinde yükselen, toplumun ezici çoğunluğunu işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden bu düzen değişmeden, doğanın talan edilmesinin ve iklim değişikliğinin de önüne geçilemez. Son dönemde, küresel ısınma ve iklim değişikliğinden kaynaklı felâketler doğanın ne ölçülerde tahrip edildiğinin önemli bir göstergesidir. Dünya ölçeğinde çevre hareketleri giderek kitleselleşiyor. Elbette doğanın talan ve tahrip edilmesine karşı duyarlılık oluşması, bu temelde bir mücadele yürütülmesi çok anlamlıdır. Lakin kapitalizm belasından kurtulmadan, en başta iklim değişikliği olmak üzere, insanlığın yüz yüze geldiği hiçbir soruna çözüm bulunamaz. Zira iklim değişikliği dâhil tüm sorunların kaynağında kapitalist üretim tarzı var. Kapitalist üretimin yegâne amacı kâr elde etmektir. Burjuvazi için doğa korunması gereken değil, tersine yağmalanıp kâra dönüştürülmesi gereken bir zenginlik kaynağıdır. Kapitalist üretimin ölçeği genişledikçe, doğanın bağrında açılan tahribat da genişler ve çevre felâketleri kaçınılmaz hale gelir.

Sermaye sınıfı için önemli olan insan odaklı üretim değil kâr odaklı üretimdir. Bu yüzden Trump, fosil yakıtların kullanımına sınırlama getiren anlaşmaların ABD’nin büyümesine darbe vurduğunu söyleyerek onları yırtıp atmaktadır. Burjuva devletler, kâğıt üzerinde bazı anlaşmalara imza atsalar da, iklim değişikliğine yol açan nedenleri ortadan kaldırmak için kıllarını kıpırdatmıyorlar. Amazonların haftalarca cayır cayır yanması, Amazonların dünyanın akciğerleri ve insanlığın ortak mirası olduğuna inanmadığını söyleyen Brezilya’nın faşist devlet başkanı Bolsonaro’nun umurunda değil. Kapitalist düzende Bolsonaro’nun Amazonları insanlığın ortak mirası saymaması gayet doğaldır. Çünkü dünyamız kapitalist ulus-devletlere bölünmüş ve bu devletlerin sınırları içinde kalan topraklar o devletlerin sermaye sınıfının tasarrufuna bırakılmıştır. Bu olgu, insanlığın kaderinin birbirine bağlı olduğunu gözler önüne seriyor. Doğanın tahrip edilmesinin önüne geçmek ve küresel iklim değişikliğini durdurmak için, tüm ulusal ayrımları aşarak ortak bir mücadele yürütmek bir zorunluluktur. Doğayı umursamayan ve böylece insanlığın üzerine bastığı toprağı altından çeken kapitalizm yıkılmadan, bu düzenin insanlığa giydirdiği ulus-devlet gömleği parçalanmadan küresel ısınma ve küresel iklim değişikliği durdurulamaz. Kapitalizmin insanlığın önüne yığdığı ve kangrene dönüştürdüğü devasa sorunlar, ancak işçi sınıfı devrimci kılıcını kullanırsa çözülebilir.

Ekim Devrimi yol gösteriyor

Bugün insanlık büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Tarihsel deneyim, tüm bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulacağını ortaya koyuyor. 1917 Ekim Devrimi, insanlığın kapitalizmden kurtulmak için ilk büyük adımıydı. Üretimi ve yönetimi eline alan, kapitalist üretim tarzına son veren Rusya’daki işçi iktidarı, dünyada devrimci fırtınalar estirmişti. Ne var ki işçi iktidarı, ekonomik ve kültürel temeli geri olan bir ülkede hayat bulmuştu. O dönemde Rusya’da 3,5 milyon sanayi işçisine karşılık 150 milyon köylü vardı. Üstelik iç savaştan dolayı sanayi işçilerinin sayısı bir milyona gerilemiş, kent nüfusu azalmıştı. Rusya işçi sınıfı büyük bedeller ödeyerek iç savaştan galip çıkmış ve aslında dünya burjuvazisine karşı zafer kazanmıştı. Ancak Lenin ve Troçki gibi önde gelen Bolşevik liderler, Avrupa işçi sınıfı imdada yetişmeden izole olmuş bir işçi iktidarının boğulmaktan kurtulamayacağını üstüne basa basa ifade etmişlerdir. Nitekim ekonomik ve kültürel gerilik üzerinde yükselen izole olmuş işçi iktidarı, bürokratik bir karşı-devrime uğrayarak ortadan kalkmıştır.

Fakat içten yürüyen karşı-devrim süreciyle iktidarı eline geçiren bürokratik sınıf, üzerinde yükseldiği devlet mülkiyetini korumak ve dolayısıyla varlığını sürdürmek için, sosyalizmin temsilcisi pozları kesmeyi sürdürmüştür. Sovyet bürokrasisinin sosyalizm adına dünyada oynadığı rol yıkıcıdır. Zira Stalinist bürokrasi, işçi sınıfının sırtına binmesini ve kurduğu sömürü düzenini sosyalizm olarak lanse etmiştir. Dünya devrimci hareketini de kendi çıkarları temelinde kullanmış ve yönlendirmiştir. Esasında bürokrasisinin devlet mülkiyeti üzerinde kolektif bir sömürücü sınıf olarak yükselmesi, tarihin gördüğü ilk örnek değildi. Zaten Asyatik üretim ilişkilerinin hâkim olduğu toplumlarda, tüm mülkiyet devlete aitti, bürokrasi de o devletin ve dolayısıyla mülkiyetin sahibiydi. Yani mülkiyet ve sınıf ilişkisi Batı’dan farklı kurulmuştu. Şaşırtıcı olan bunun modern bir dönemde ortaya çıkmasıydı. Lakin Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı eserinde sorgulayıp sergilediği gibi, bu anomalinin sürdürülmesinin tarihsel koşulları yoktu ve bu garabet çökmeye mahkûmdu. Neticede SSCB ve Doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlükler 1990 dönemecinde çöktü.

Ancak dünya burjuvazisi, bürokratik yapıların çökmesini sosyalizmin çöküşü olarak ilan edip bunu ideolojik bir fırtınaya dönüştürdü. Kapitalist liberal demokrasinin evrenselleştiğini, küreselleşmenin dünyaya barış ve refah getireceğini propaganda ediyordu. Dünya komünist hareketi parçalanarak tasfiye oldu. Kitlesel komünist partiler ortadan kalktı, sendikalar hızla kan kaybederek burjuvazi karşısında, geçmişe nazaran daha uzlaşmacı bir çizgiye savruldular. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıfsal güç dengeleri değişti. Sosyalizme ve işçi sınıfı devrimine karşı umutsuzluk yaygınlaşıp derinleşti. Varlığını sürdüren devrimci hareketlerin ezici çoğunluğu, bu tarihsel dönemeci sorgulayıp SSCB’de ne yaşandığını ortaya koymadı, koyamadı. Nitekim bunun etkilerini tüm dünyada görüyoruz. Kapitalizmin içine düştüğü tarihsel kriz ve açmaz dünyanın dört bir köşesinde isyan dalgalarını patlatmasına rağmen, sosyalist hareketin kimi kesimleri sınıf temelli mücadeleyi küçümseyebiliyor, hâlâ “yeni toplumsal dinamik” peşinde koşabiliyorlar. Aslında kitle hareketlerinin geliştiği ülkelerde sosyalist hareketin son derece güçsüz olması, Sovyet bürokrasinin ne denli uğursuz bir rol oynadığının bir başka ifadesidir.

Lakin burjuvazinin tüm kara çalmalarına rağmen, dünya genelinde sosyalizme olan ilgi artıyor. Yıllar yılı azgınca bir anti-komünizm düşmanlığının sürdürüldüğü ABD’de genç kuşakların sosyalizme ilgi duyması bir tesadüf değil. Çünkü insanlığı kapitalizmin onu sürüklediği barbarlık çukurundan ancak sosyalizm çıkartabilir, insanın insanla ve doğayla barışık bir yaşam sürmesini sosyalizm sağlayabilir. Sosyalizm dünya ölçeğinde hayat bulabilecek sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir toplumdur. Paris Komünü’nün açtığı yoldan ilerleyen Ekim Devrimi, sosyalizm yolunda ileriye doğru atılmış en büyük adımdır ama nihayetinde bir adımdır. İşçi sınıfı sosyalizm savaşının önemli muharebelerinden birini kaybetmiştir ama sınıf savaşı büyüyerek devam ediyor. Üstelik bugün tüm dünyada nesnel koşullar, Ekim Devriminin hayat bulduğu döneme kıyasla kapitalizmin tasfiyesi için çok daha olgunlaşmış durumdadır. Kapitalizm dünyanın dört bucağını dönüştürerek gerçek anlamda küresel bir nitelik kazanmış, insanlığın kaderini daha fazla birbirine bağlamış, sınıf çelişkilerini keskinleştirmiş, toplumsal ve çevresel sorunları alabildiğine büyütmüştür. Kapitalizm, gerçekten de Marx’ın işaret ettiği geri dönülmez koşulları yaratarak işçi sınıfını devrim için mücadeleye itiyor! 

6 Kasım 2019


[1] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com

[2] Levent Toprak, Latin Amerika Dersleri, marksist.com

[3] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, marksist.com

İlgili yazılar