Suriye’deki Gelişmeler ve İran Seçimleri
Gülhan Dildar, 1 Temmuz 2013

Tunus’la başlayıp Mısırla devam eden ve kısa sürede tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan halk isyanları dalgası 2011 Martında Suriye’ye de sıçramıştı. Başlangıçta kitlelerin Esad diktatörlüğüne karşı başlattığı protesto gösterileri, bir yandan rejimin terörü bir yandan da emperyalist güçlerin sürece müdahil olmasıyla geri çekildi ve yerini her gün onlarca insanın katledildiği kanlı bir iç savaşa bıraktı. Bu iç savaşta Birleşmiş Milletler tahminlerine göre 93 bin kişi yaşamını yitirdi, 4 milyonu aşkın insan evlerinden ayrılmak zorunda kaldı, 1,6 milyonu ise mülteci oldu. Başlangıçta Esad diktatörlüğünün altı ayda düşeceği iddia edilirken, iki yıldır devam eden iç savaş süreci giderek karmaşık bir hal almakta ve bu sürecin faturası emekçilere çıkmaktadır.

Sözümona bölgede barış sağlamaya çalışan, Esad diktatörlüğünün halka yaşattığı zulme karşı olduklarını söyleyen emperyalist-kapitalist güçler, gerçekte kendi çıkarları doğrultusunda sürece müdahil olmaktadırlar. Emperyalist kutuplaşmanın başını çeken iki büyük güç ABD ve Rusya, Mayıs ayında, Suriye’deki çatışmanın siyasi ve diplomatik yollarla çözülmesi için ortaklaştıklarını duyurdular ve Cenevre’de uluslararası bir barış konferansı düzenlenmesi çağrısında bulundular. Konferansın geçen yıl Haziran ayında yine Cenevre’de düzenlenen “Suriye Eylem Grubu” toplantılarının devamı niteliğinde olması düşünülüyor ve Haziran sonunda yapılması planlanıyordu. Ancak gelinen aşamada, söz konusu konferans, muhaliflerin hazır olmaması gerekçesiyle belirsiz bir tarihe ertelenmiş durumda. Suriye rejiminin temsilcileriyle muhalifleri bir araya getirmeyi amaçladığı iddia edilen bu konferansa, Suriye hükümeti resmi olarak katılacağını belirtmişti. Muhalifler ise Mayıs ayında İstanbul’da üç günlüğüne planlanan ancak beş güne uzatılan toplantılarına rağmen henüz ortak temsilciler belirleyemediler ve hazır olmadıklarını duyurdular. Peki, 2. Cenevre Konferansına doğru gidilirken ne tür gelişmeler yaşanıyor, bu konferansa Esad rejimi, muhalifler ve onları destekleyen devletler nasıl hazırlanıyor?

ABD’yi Suriye’de pasif kalmakla eleştiren burjuva güçler, Cenevre Konferansını, oyalama ve Esad rejimine zaman kazandırma hamlesi olarak değerlendiriyorlardı. Bu düşüncenin ana savunucusu bilindiği gibi Türkiye idi, ta ki Mayıs ayında yapılan ABD ziyaretine kadar. Erdoğan, ziyaret öncesine kadar “Cenevre 2” sürecine “ipe un sermek” olarak bakarken, sonrasında destek vereceğini açıkladı. Erdoğan’ın görüşmeden beklentileri, “uçuşa yasak bölge”nin ilan edilmesi, muhalefetin silahlandırılması ve mülteciler için Suriye tarafında güvenli bölgelerin kurulmasıydı. Fakat bu görüşmede Türkiye ikna eden değil ikna edilen taraf oldu. Erdoğan görüşme sonrasında konferansa destek sözü vererek yelkenleri suya indirdi. Bölgede yürüyen kavganın baş aktörlerinden biri olan Türkiye, “bu, ABD ile Türkiye’nin karar verebileceği bir konu değil” demek zorunda kaldı. Anlaşılan o ki, işletilmek istenen siyasi-diplomatik süreçte yer almak isteyen Türkiye ile Ortadoğu’da kendi politikalarıyla uyumlu bir Türkiye’ye ihtiyaç duyan ABD belli konularda anlaşmış durumda. Öte yandan ABD’nin doğrudan askeri müdahalede bulunmaması sürece müdahil olmadığı anlamına gelmiyor. Suriye’de yürüyen emperyalist savaşta, bizzat muhaliflere silah sevkinin organize edilmesinden, teknik destek ve CIA aracılığı ile eğitim verilmesine kadar ABD’nin ciddi rolü vardır. ABD tercihini şu an Esad’a karşı vekâleten bir savaş yürütülmesinden yana kullanmaktadır. ABD’nin izlediği bu siyaseti anlamak için, ilgisini daha çok Asya ve Afrika’ya kaydırdığını da göz önünde bulundurmak gerek.

Obama, Suriye’de çatışan tarafların Cenevre’de bir araya getirilmesinde Türkiye’nin önemli bir rol oynayacağının da altını çizmişti: “Başbakan, Esad’ın olmadığı demokratik Suriye’ye geçiş için uluslararası çabalarda ön safta yer alıyor. Ve biz rejim ile muhalefeti bir araya getirirken Türkiye önemli rol oynayacak.” Obama Türkiye’den, etkisi altındaki muhalifleri sürece hazırlamasını isterken, Rusya’dan da Esad’ı ikna etmesini istemişti. Obama’nın sözlerinde dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta ise, Esad’sız bir geçiş sürecinden bahsedilmemesi, yani Rusya ile ABD’nin Esad’ın görev süresinin bittiği 2014’e dek iktidarda kalabileceği yönünde anlaşmış olduğudur. Rusya dışişleri bakanı Sergei Lavrov da, barış görüşmelerinde Esad’ın koltuğunu bırakmasının bir ön koşul olarak ileri sürülmesine karşı olduklarını söylemesine rağmen Esad iktidarının sürdürülmesinde ısrarcı olmadıklarını dile getirmişti: “Biz bir kişinin akıbeti konusunda kaygılı değiliz. Suriye halkının akıbeti konusunda kaygılıyız.” Bu ikiyüzlü açıklama, gerçekte halkların çıkarını düşünmek bir yana, Esad gidecekse de yerine getirilecek kişinin kendi güdümlerinde olması ve rejimin boşlukta kalmaması arzusunun dile getirilmesinden başka bir şey değildir.

“Cenevre 2”ye doğru süreç ilerlerken taraflar masaya oturuncaya dek ellerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Bir tarafta, Esad rejimine karşı savaşan burjuva muhalif güçlerin arkasında olan ve ABD’nin başını çekip, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün de içinde bulunduğu kanat, diğer tarafta ise Esad rejiminin destekçileri Rusya, Çin, İran ve Hizbullah bulunmakta. Bu savaşa müdahil olan bölge güçleri açısından aynı zamanda mezhepsel bir kutuplaşma da söz konusu. İran, Suriye, Hizbullah ve Irak yönetiminin oluşturduğu Şii cephenin karşısında, Türkiye, Özgür Suriye Ordusu, Suudi Arabistan, Mısır ve Katar ittifakından oluşan Sünni cephe konumlanmış durumda. Mezhepsel çatışma tehlikesi doğuran bu durumun bölge halklarını çok daha kanlı savaşlara sürükleyebileceği açıktır. Nitekim Irak’ta tam da bu nedenle yıllardır her gün onlarca insan can vermektedir.

Cenevre Konferansına katılacağını açıklayan Esad yönetimi, bu süreçte, hiç de gösterildiği gibi zayıf olmadığını göstermeye girişmiştir. Muhalif güçlerin elindeki pek çok stratejik nokta geri alınmıştır. Bunların başında da, Humus’a bağlı ve Esad rejimi açısından can damarları sayılabilecek bir bölge olan Kuseyr gelmektedir. Özellikle bölgenin Lübnan’a sınır olması ve muhalif güçlerin bu ülkeden yardım alarak Esad rejimi karşısında güçlenmesi dikkate alındığında, Kuseyr’in önemi daha bir ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ülkenin bütün enerji nakil hatlarının geçtiği Humus, hem önemli sanayi tesislerini hem de ülkenin önemli rafinerilerinden birini barındırıyor. Kuseyr’in alınmasında Hizbullah’ın da devreye girmesinin önemli bir rol oynadığı biliniyor. Hizbullah lideri Nasrallah, artık Esad için savaştıklarını gizlemiyor. Hizbullah’ın bu açıklamasının arkasında, rejimin düşmesi halinde en büyük destekçisini kaybetme ve kendisine lojistik destek sağlayan İran ile aralarındaki köprünün kopacağı korkusu yatmaktadır. Esad’ın düşmesinin ardından sonraki hedefin İran olacağı ve nihayetinde Hizbullah’ın Lübnan’daki konumunun tehlikeye gireceği açıktır. Muhaliflerin silahlandırılmasına tepki gösteren, Esad’ın diğer müttefiki Rusya da sattığı S300 füzeleriyle rejime büyük destek sunmaktadır.

Burjuva egemenler çıkarları uğruna, kadın çocuk demeden halkların katledilmesinde kullanılan silahların tedarikini türlü kılıflarla yüzsüzce savunabilmekteler. Esad rejiminin kimyasal silah kullanmasının kendisi için kırmızıçizgi olduğunu söyleyen ABD, 17-18 Haziranda İrlanda’da toplanan G8 zirvesi öncesinde bunu gündeme getirerek, muhaliflere “askeri destek” de dâhil her türlü yardımın arttırılacağını açıkladı.

ABD ve diğer Batılı güçler G8 zirvesi öncesinde Rusya’ya geri adım attırmaya ve elini zayıflatmaya çalıştılar. Ancak zirveden çıkan sonuca bakılırsa pek de istediklerine ulaşamamış ve Rusya’yı ikna edememişlerdir. G8’den çıkan kararda Esad’ın gitmesinde ısrarcı olunmamasında güç dengelerinin önemi büyüktür. Dolayısıyla diplomatik çözüm süreci Cenevre’ye kalmıştır. Bu süreçte de taraflar boş durmamakta ve diplomasi alanında ellerini güçlendirmek için askeri alanda da ellerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar.

Mayıs ayında Ürdün’de toplanan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “Suriye Halkının Dostları” grubu, Cenevre öncesi ilkesel tavrını ve koşullarını belirledi: Beşar Esad’ın tüm icracı yetkilerini terk etmesi, eli kana bulaşmamış rejim temsilcileri ve muhaliflerden oluşacak bir geçiş hükümeti kurulması ve bunun belirlenen bir takvim çerçevesinde yapılması. Ancak, Esad’ın müzakereye yanaşmaması durumunda muhaliflere desteğin arttırılacağı da belirtildi. Geçtiğimiz günlerde Doha’da tekrar bir araya gelen “Suriye Halkının Dostları” grubundan bu kez bu süreçte muhalif güçleri destekleme ve silahlandırma kararı çıktı. Üstelik Esad yönetimi Cenevre’de masaya oturacağını açıklamış olmasına rağmen. Tabii bunun üzerine Rusya ve Suriye’den tehditler gelmesi gecikmedi. ABD’nin muhalifleri güçlendirme kararının ardından, Doha’daki toplantının sonuç bildirisinde de “Sahadaki muhaliflere gereken tüm materyal ve ekipman sağlanacaktır” kararının çıkması, Cenevre öncesinde Suriye rejiminin askeri gücünün dirayetini kırmak ve Esad’ı görevi bırakmaya zorlamak anlamına gelmektedir. Ancak Suriye rejiminin kolayca pes etmeyeceği de malûmdur. Buna bağlı olarak söylemler de keskinleşmektedir. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Doha’dan çıkan karara tepki gösterip, Esad’ın görevi bırakması şartına “Esad istifa etmeyecek. Şartınız buysa Cenevre’ye gelme zahmetinde bulunmayın. Cenevre’de iktidarı diğer tarafa bırakmayacağız” yanıtını verdi.

Tüm bu karşılıklı restleşmelerle birlikte taraflar boş durmuyor. Bir yandan Türkiye’nin bölgede Cenevre için hazırlıkların tamamlanması çabası doğrultusunda Erdoğan bölge turuna çıkarken, diğer yandan İran ve Rusya da sahayı boş bırakmıyor. İran Dışişleri Bakanı Ali E. Salihi, Suriye’ye savaş ve silah sevkinin önlenmesi amacıyla Mayıs ayında Amman ve Cidde’ye ziyaretlerde bulundu. Ayrıca Salihi, Katar-Türkiye-ABD ekseninde olan ve borçları dolayısıyla ABD’ye ekonomik bağımlılığı nedeniyle silah sevkine izin veren Ürdün’e de ABD’nin tuzağına düşmemesi gerektiği, İran’ın ekonomik olarak yardım edebileceği mesajını verdi. Ancak muhaliflerin askeri açıdan güçlendirilmesinde önemli bir konuma sahip olan Ürdün, ABD’nin güdümünde hareket etmektedir. ABD, Ürdün’deki üslerden bölgeyi denetlemektedir. Buna ek olarak ABD’nin Ürdün’e Patriot ve F-16 uçakları sevk ettiği ve muhaliflere verilmek üzere hafif silahların yanı sıra füzeler gibi çeşitli tanksavar silahlar da göndermek istediği hatırlanmalıdır. Bölgede diğer önemli bir ülke olan Mısır ise, G8 zirvesi öncesinde Suriye ile diplomatik ilişkilerini kesti.

“Reformcu”ların galip çıktığı İran seçimleri

Suriye bağlamında bu kapışma yürürken, burada çok önemli bir rolü ve konumu olan İran’da da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. 14 Haziranda, mollaların gerçekleştirdiği karşı-devriminin 34. yıldönümünde yapılan bu seçimleri, “reformcu”ların da desteklediği Hasan Ruhani kazandı. 50 milyon seçmenin bulunduğu ülkede, Ruhani yüzde 51’lik oranla yaklaşık 18 milyon oy aldı.

İşçi sınıfının yasal siyasi ve ekonomik mücadele kanallarının tümüyle tıkalı olduğu İran’da yapılan seçimler burjuva güçler arasındaki kapışmanın açığa çıktığı bir alan oldu. 2005’ten bu yana cumhurbaşkanlığını sürdüren Mahmud Ahmedinecad yasalar gereği bir kez daha adaylığını koyamazken, pek çok “muhafazakâr” ve “reformcu” seçimlere aday olmak için başvurdu. Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin uygun bulduğu 8 adaydan 6’sı seçimlere katılırken, iki “reformcu” adayın seçimden çekilmesiyle eski cumhurbaşkanları Muhammed Hatemi ve Haşimi Rafsancani’nin desteğini alan Ruhani seçimlere güçlü girdi. Seçime katılımın %73 olması, rejim açısından böylesi bir Ortadoğu konjonktüründe zafer olarak gösterildi ve bu oran rejime verilen bir onay olarak kitlelere sunuldu. Oysaki her türlü sendikal ve ekonomik talebin bile şiddetle yasaklanıp bastırıldığı bu rejimde, gerçek bir alternatiften yoksun olan işçiler ve emekçiler, seçimlere ve adaylara ehven-i şer gözüyle bakmaktadır.

Oyların yüzde 51’ini alan Ruhani, öyle görülüyor ki, seçim öncesinde kararsız olan büyük kesimin de desteğini almış durumda. Cumhurbaşkanı seçilen 64 yaşındaki Ruhani, rejimi reforme edebilecek “ılımlı” bir aday olması ve ekonomik yapıyı değiştirmeyi vaat etmesiyle oylarını arttırdı. Ruhani, nükleer enerji gibi konular dâhil olmak üzere Batı ile restleşme yerine diyalog yoluyla yaptırımlardan kurtulmayı umuyor. İran’ın dış politikasındaki “sert” tutumunu da değiştirmeyi amaçlıyor. Bunu ne kadar yerine getirebileceğini önümüzdeki süreç gösterecek olsa da bu tutumu hem İran halkı, hem de ABD dâhil emperyalist güçler olumlu karşıladı. Ruhani’nin entelektüel ve diplomatik yanı da, öne çıkmasında etkili oldu. 5 yabancı dili akıcı konuşan ve Farsça, Arapça ve İngilizce eserlere imza atmış bir devlet adamı olan Ruhani, en nihayetinde rejimin içinden bir molladır. Ruhani, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve 16 yıl boyunca Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreterliği görevlerinde bulundu. Milli Güvenlik Yüksek Konseyi’nde dini lider Ali Hamaney’in temsilciliğini yaptı. Ayrıca rejimin en temel kurumları olan Düzenin Yararını Teşhis Kurulu ve Uzmanlar Meclisi’nin üyesi, Stratejik Araştırma Merkezi’nin de başkanıdır. İran’ın nükleer programı konusunda eski başmüzakereci de olan Ruhani, tüm bu görevleriyle rejime güven verirken, reformcular için de umut olmaktadır.

Egemen sınıfın has adamlarından biri olan Ruhani’den işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda rejimde değişiklikler yapmasını beklemek saflık olur. “Reformcu” olarak adlandırılanların hedefi İran İslam Cumhuriyeti rejimini yıkmak, şeriatı ortadan kaldırmak, işçi ve emekçi kesimlere özgürlüğü ve refahı getirmek değildir. Burada asıl mesele, 2009 seçimleri sonrasında sert bir çatışmayla ortaya çıktığı gibi, burjuva kesimler arasında rejimin yapısında köklü bir değişiklik olmaksızın ekonomik ve siyasal iktidarın nasıl paylaşılacağıdır. Akın Erensoy’un belirttiği gibi; “Reformcu olarak adlandırılan kesimler sistemin içe kapalı yapısından kurtularak dışa açılmasını, kapitalist piyasa kurallarının daha fazla egemen kılınmasını, özelleştirmelerin önünün açılmasını, yani sermayenin önüne dikilen engelleri aşmak için zorunlu olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemekteler.”[1] “Reformcu”ların aksine, devlet işletmeleri ve vakıflar üzerinden büyük servetleri kontrol eden mollaların büyük bir kesimi ise mevcut yapının değişmesine karşı çıkmaktalar.

İran’da liderin sıkı denetimi altında yürütülen seçimlerde, rejimin istemediği bir adayın seçimlere katılabilmesi bile mümkün değil. Ayrıca halkın oylarıyla seçilen parlamento ve cumhurbaşkanlığı makamı velayet-i fakih’in (dini liderin) üzerine çıkamamakta ve belirleyici olan dini lider olmaktadır, yasama değil. 1997’de iki sefer cumhurbaşkanı seçilen “reformcu” ya da “ılımlı” denen Hatemi, ne burjuvazinin ne de kitlelerin değişim isteğini yerine getirebilmişti.

Ancak içinden geçtiğimiz emperyalist savaş ve kriz koşullarıyla ve Ortadoğu’daki halkların değişim isteğiyle birlikte düşündüğümüzde, işsizlik ve yoksulluk içerisinde yaşayan kitlelerin biriken öfkesi ve egemen sınıf içinde keskinleşen çelişkiler İran rejimini giderek daha fazla zorlamaktadır. Önümüzdeki süreç “reformcu” Ruhani’nin vaatlerinin ne kadarını yerine getireceğini gösterecektir. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da kitlelerde biriken öfkenin düzen içine hapsedilmek, kitlelerin burjuva kanattan birinin arkasına yedeklenmek istenmesi ve “reform” aldatmalarıyla kitlelerin gazının alınmasıdır. Her ne kadar İranlı sosyalistler, politik tutsakların ve sendikacıların serbest bırakılması propagandası eşliğinde aktif boykot kararı almış olsalar da bugünkü baskıcı ve yasakçı İran koşullarında ne yazık ki bu çaba çok da karşılık bulamamıştır.

Molla rejimi, değişim korkusuyla baskı ve zorbalığını ne kadar arttırırsa arttırsın, çelişkiler mutlaka bir yerden patlak verecektir. Molla rejiminin ne yönde çözüleceğini belirleyecek olan şey sınıf mücadelesidir. İşçi sınıfının öz-örgütlülüğü ve sınıf kimliği ile siyaset sahnesine çıkması ise devrimci bir değişimi gündeme sokacaktır. Tıpkı emekçilere göz açtırmayan, toplum üzerinde muazzam bir baskı kuran Şah diktatörlüğünü tuzla buz ettiği gibi, molla rejimini de sermayenin egemenliğiyle birlikte ortadan kaldıracak olan örgütlü işçi sınıfıdır.


[1] İran’da Toplumsal Patlama, Marksist Tutum dergisi, Temmuz 2009, Bkz: www.gelecekbizim.net

İlgili yazılar