61 yıllık bir tarihe sahip Baas rejimi, hiç beklenmedik şekilde 10 gün içinde çöktü. 2011’den beri sürüp giden yıkıcı ve tüketici savaşa rağmen ayakta kalmış, özellikle İran ve Rusya’nın yardımıyla varlığını koruyarak cihatçıları büyük ölçüde püskürtmüş bir rejim nasıl oldu da kısa bir süre içinde tepetaklak oldu? Şu anda muazzam bir bilgi karmaşası var. Doğal olarak hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çok sayıda değerlendirme ve analiz yapılıyor. Olayların gelişimi, emperyalist devletlerin ve bölgesel güçlerin müdahaleleri anlamlandırılmaya çalışılıyor, sayısız olasılığa dikkat çekiliyor. Her şeyden önce şu noktayı vurgulamak gerekir: Dengelerin her an değiştiği, üstelik Suriye’den Ukrayna’ya tüm savaş cephelerinin aynı düğüm noktasında birleştiği, buna göre adımların atıldığı bir süreçte olayların tüm gelişimini sergilemek ve her olasılığı hesaplamak mümkün değildir. Marksist yöntem, savaşı yaratan nedenleri ortaya koymak ve ana yönelimlere dikkat çekmek olmalıdır. En karmaşık dönemlerde genel hattın altını çizmek çok daha değerlidir. Gerçek şu ki 2001’de ABD emperyalizminin başlattığı ve başını çektiği Üçüncü Dünya Savaşı, yeni coğrafyaları ve devletleri içine alarak ve çok daha girift hale gelerek genişliyor. Aşağıda da göreceğimiz üzere, sarsılıp erozyona uğrayan hegemonyasını yeniden tesis etmek isteyen ABD emperyalizmi, en büyük rakibi Çin’e karşı doludizgin bir savaşa hazırlanıyor.
Yine Suriye’deki manzaraya ilişkin, ilk elden fotoğrafın en net kısmına dair şunu söyleyebiliriz: Esad rejiminin düşmesi, Rusya ve İran’ın Ortadoğu’daki savaşta büyük bir zemin ve itibar kaybetmesi anlamına geliyor. Özellikle İran, Şii Hilal olarak adlandırılan ve İran’dan başlayıp Irak, Suriye ve Lübnan’a uzanan coğrafyada nüfuz oluşturmasını sağlayan en önemli halkayı kaybederek ağır bir darbe aldı. Kuşku yok ki hâlihazırda esas kazanan güçler ABD-İsrail blokudur. Ortadoğu’yu çıkarları temelinde yeniden şekillendirmek ve kendi lehine kalıcı bir denge kurmak isteyen ABD-İsrail bloku, büyük bir fırsat yakalamıştır. Ortadoğu Savaşının birinci raundunu kaybeden ve uzun süredir uluslararası alanda sıkışıklık yaşayan Türkiye’nin eli de çok güçlenmiştir. Suriye’nin şekillendirilmesinde Türkiye’nin elde ettiği üstünlük son derece belirleyici olacaktır. Fakat bu kaotik sürecin Türkiye’yi savaşın daha fazla içine çekebileceğinin güçlü bir olasılık olduğunu da belirtmek lazım. Neredeyse tüm yazılarımızda Suriye’deki siyasal tablonun emperyalist savaşın genel gidişatına göre şekilleneceğini vurgularken, şu hususun da altını çizdik: Esad rejimi ayakta kalsa bile, Suriye’nin bir daha eski günlerine dönmesi ve tek parçalı bir Suriye’nin söz konusu olması pek mümkün değil. Bu olasılık bugün çok daha güçlü hale gelmiştir. HTŞ liderliğindeki cihatçıların, eski rejimin egemen güçlerinin, Kürtlerin ve diğer azınlıkların birlikte Suriye’de merkezi, kalıcı ve istikrarlı bir düzen kurması kolay değil. Hem savaşın İran’a ilerleme olasılığı hem de Afganistan, Irak, Libya örnekleri ve Suriye’deki verili tablo bölgedeki kaosun büyüyerek derinleşeceğine işaret ediyor.
Savaş bir satranç, masa başında sürdürülen bir oyun değil. Kimin kazanıp kimin kaybettiği, haritaların nasıl değiştiği, güçler dengesinin nasıl oluştuğu ve oluşacağı gibi konular öne çıktıkça, savaşın korkunç bir toplumsal yıkım olduğu gerçeği unutturuluyor. Özellikle Türkiye’de burjuva medyada boy gösteren sözde stratejistlerin harita önünden ayrılmamaları ve kışkırtılan emperyal hayaller, emekçilerin savaşın korkunç yüzünü anlamalarını ve bölgedeki halklarla empati kurmalarını engelliyor. Oysa Üçüncü Dünya Savaşının merkezi cephesini oluşturan Ortadoğu, 20 yıldır kesintisiz sürüp giden emperyalist savaş tarafından yakılıp yıkılıyor. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de, Lübnan’da ve Yemen’de toplum onlarca yıl geriye gitti. Uygarlığın beşiği bu coğrafyada sayısız antik kent başta olmak üzere kentler, kasabalar, köyler harabeye döndü. Hem göç hem de yüz binlerce insanın ölmesi nedeniyle gelişmiş işgücünde, üretici güçlerde ve kültürel birikimde muazzam bir kayıp yaşandı. Suriye, diğer Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında, özellikle Halep, Şam ve kıyı kentlerde modern kapitalist ilişkilerin geliştiği, seküler yaşamın kabul gördüğü nadir ülkelerden biriydi. Halkın on yıllara yayılan Esad diktatörlüğü altında ezildiğini, Kürtlerin taleplerinin kanlı şekilde bastırıldığını, azınlıkların demokratik haklarının yok sayıldığını, muhaliflerin cezaevlerine atıldığını da belirtmek gerekiyor. 13 yıldır korkunç bir savaş tarafından yıkılan, milyonların göç ettiği, milyonların kelimenin gerçek anlamında sefalete itildiği, yaşamın acı ve kahra dönüştüğü bu ülke, şimdi de IŞİD’den dönüşen HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam) liderliğindeki cihatçılara teslim edildi. Belirli ölçülerde modern ilişkiler temelinde oluşmuş toplumun Afganistan’da çökertilmesinin ve cihatçılara teslim edilmesinin ne doğurduğunu biliyoruz. Önümüzdeki dönemde Suriye’de gerici güçlerin daha fazla güçlenmesini, toplumun daha fazla çözülmesini ve yeni milyonların göç yollarına düşmesini engelleyecek bir tablo ne yazık ki söz konusu değildir. Şimdi genelden özele doğru ilerleyebiliriz.
Bir: 2011 Martında kimi kentlerde ekonomik ve demokratik taleplerle başlayan protestoları Esad rejimi devlet şiddetiyle ezdi. Halk hareketlenmesi geri çekilirken, sahne cihatçı örgütlere kaldı. ABD, İngiltere, Türkiye, Katar dâhil Körfez Ülkeleri Esad rejimini yıkmak için bir taraftan sivil bir muhalefet gücü yaratmaya çalışırken, öte taraftan da cihatçıları Özgür Suriye Ordusu adı altında örgütlediler, eğittiler, silahlandırdılar. Böylece emperyalist paylaşım savaşının yeni halkasına Suriye de eklenmiş oldu. Büyük desteğe sahip cihatçıların birçok bölgeyi ele geçirmesinden sonra, 2013’ün Şubatında İran’ın ve 2015’in Eylülünde ise Rusya’nın savaşa müdahil olup Esad rejimini desteklemesiyle dengeler değişti. Esad rejiminin yıkılması için ABD’den yeterince destek alamayan ve Kürtlerin özerk bir yapı kurmasını engellemek isteyen Türkiye, Rusya ve İran ile birlikte Astana görüşmelerini başlattı. Türkiye, Rusya’nın olur vermesiyle Suriye’nin bazı kısımlarını ele geçirerek Kürt bölgeleri arasındaki bağlantıyı kopardı. Buna karşılık Türkiye, Halep dâhil “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulmasını kabul etti ve cihatçılar İdlib’de toplandı. HTŞ’nin İdlib’i, Türkiye’nin Afrin dâhil sınır bölgelerindeki geniş bir toprak parçasını, Kürtlerin Fırat’ın Doğusunu kontrol altında tutması nedeniyle Suriye fiilen dört ayrı parçaya bölündü. Bununla birlikte, özellikle Şam, Halep, Hama, Humus, Lazkiye gibi büyük kentlerde ve geniş bir alanda Esad rejimi kontrolü yeniden sağladı ve görece istikrarlı bir dönem başladı.
İki: Savaş her alanda korkunç bir yıkıma yol açtı. Kentler, yollar, altyapı, hastaneler, okullar, devlet binaları, sanayi bölgeleri ve tarım alanları yok oldu. En önemli sanayi kenti olan Halep’teki sanayi bölgeleri cihatçılar tarafından yağmalandı, Türkiye’ye getirildi. Böylece ekonomi büyük ölçüde çöktü. Bu yüzden GSYİH 2011 ilâ 2021 arasında yüzde 60’tan fazla daralırken, ABD’nin Sezar yasasıyla uyguladığı yaptırımlar ekonominin toparlanmasının önüne geçti. İşsizliğin yüzde 50’yi bulduğu ülkede, Dünya Bankasının verilerine göre 14,5 milyon insan yani toplumun yüzde 70’i derin yoksullukla boğuşuyor.[1] 2023’te Suriye para biriminin (pound) dolar karşısında yüzde 141 değer kaybetmesi, enflasyonun yüzde 90’ın üzerine çıkması, ticaretteki gerileme, savaşın yarattığı yıkıma depremin eklenmesi, elektrik kesintileri vb. toplumdaki yoksulluğu daha da ağırlaştırdı, umutsuzluğu alabildiğine büyüttü. İster siyasal isterse ekonomik ve toplumsal alandan bakalım, rejimin ve egemen sınıfın donuklaştığını, zihinsel olarak tükendiğini, hiçbir sorunu çözebilecek kapasitede olmadığını görürüz. Amfetamin türü bir uyuşturucu olan captagon üretimi rejimin ana gelir kaynağı haline dönüşürken, daralan ekonomik kaynaklar üzerindeki çekişme, kavga ve güvensizlik büyüdü, rejim ve ordu içindeki yozlaşma, atalet ve çözülme hızlandı. Tüm bunlardan dolayı, savaşın ilk döneminde cihatçılara karşı tutum alan toplumsal çoğunluk, zaman içinde yılgınlığa ve umutsuzluğa düşerek Esad rejiminin varlığını veya yokluğunu umursamaz oldu. Tarihte buna benzer birçok örnek vardır. Örgütlü bir güç olamayan ve iktidarı değiştiremeyen halk, savaş, ekonomik çöküş ve egemen sınıf arasında bitip tükenmez çekişmeden bıkıp usanır, belirli bir andan sonra kimin kendisini yöneteceğine tümüyle kayıtsız hale gelir.
Üç: Rusya ve İran’a yaslanarak ayakta kalan rejim, hem ideolojik körlük hem de on yılların alışkanlığıyla hareket etmesi, yozlaşması ve zihinsel olarak tükenmesi nedeniyle değişen koşulları algılayıp gerekli dönüşümleri yapamadı. Mesela Rusya, rejimin devletin yapısında bazı dönüşümler sağlamasını, Kürtler ve sivil muhalefeti bir şekilde yönetime katacak adımlar atmasını, reformlar yapmasını istiyordu. Kuşkusuz Rusya’nın arzu ettiği federatif bir yapı değildi ama Kürtlerin ve diğer toplumsal kesimlerin kendilerini ifade edebileceği görece özerk bir yapılanma zorunluydu. Bu konuda Rusya tarafından yapılmış sayısız açıklama ve Astana sürecinde gündeme getirilmiş anayasa çalışması vardır. Örneğin Türkiye’nin 2019’da Rojava’ya saldırı başlattığı o günlerde, 18 Ekimde Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov şu açıklamayı yapmıştı: “Kürt sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliği çerçevesinde, Kürt liderler ve Şam’daki meşru hükümet arasında diyalogla çözülmesi gerektiğinden yana tavır sergileyeceğiz.” Fakat Esad rejimi hem Kürt halkının demokratik taleplerini tanımak hem de Suriye’deki etnik ve kültürel yapıyı kucaklayacak bir yönetim oluşturma konusunda hiçbir esneme göstermedi. Verili tabloyu korumak amacıyla İran’dan aldığı desteği kullanarak Rusya’yı dengelemeye çalıştı. Nitekim Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, rejim çöktükten sonra bunu açıktan dile getiriyor: “Bir süre önce durum tüm bölge için tehdit oluşturduğunda, Rusya, Suriye Arap Cumhuriyetine teröristlerle mücadelede ve istikrarı sağlamada yardımcı oldu. Bu hedefe doğru önemli çabalar sarf ettik. Rusya o noktada görevini tamamladı. Ardından Beşar Esad hükümeti kendi ülkesinin dizginlerini ele aldı, kalkınmayı sağlamaya çalıştı, ancak ne yazık ki, durum bu noktaya geldi.”
Dört: Rejimin donuklaştığını ve uluslararası siyasette değişen koşulları doğru okuyup adım atamadığını gösteren en önemli gelişme, Ukrayna-Rusya savaşının başlamasıdır. Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna topraklarını işgal etmesinin ardından, ABD/Batı bloku bir taraftan Rus ekonomisini çökertmek amacıyla yıkıcı yaptırımları devreye sokarken, öte taraftan da Ukrayna ordusu dolayımıyla savaşa dâhil oldu. Bu yüzden ekonomik ve askeri gücünü büyük ölçüde Ukrayna’daki savaşa aktaran Rusya için Suriye ikinci plana düştü. Bu durum, Rus emperyalizminin gücünün sınırlarını da ortaya koyuyor. Uluslararası siyaseti şekillendiren bir başka hayati gelişme ise, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te düzenlediği saldırının ardından İsrail’in Filistin halkına dönük başlattığı soykırımdır. İran, Ortadoğu’daki nüfuzunu korumak ve iddiasını sürdürmek için Hizbullah üzerinden İsrail’le savaşa dâhil oldu. İsrail savaş makinesinin Lübnan’ı da yıkmaya girişmesi, Hizbullah liderliğinin büyük ölçüde ortadan kaldırılması, İran’ın doğrudan füzelerle ve savaş uçaklarıyla hedef alınması Ortadoğu’daki dengelerin yeniden değişmeye başlaması anlamına geliyordu. Esad rejiminin ayakta kalmasında çok önemli bir rol oynamış Hizbullah’ın güçlerini Lübnan’a çekmesi ve İsrail’in durmaksızın Suriye ordusunu bombalayarak zayıflatması, İdlib’deki cihatçıların elini güçlendirdi.
Beş: Görüleceği üzere Suriye’de rejimin yozlaşması, donuklaşması ve toplumun rejimden duygu olarak kopması uluslararası siyasetle birleşerek İdlib’deki cihatçı ordusundan yana koşullar oluşturdu. Uzun zamandır Türkiye, ABD ve İsrail tarafından desteklenen, eğitilen ve silahlandırılan HTŞ liderliğindeki cihatçılar, sonunda gerekli koşulların oluştuğu düşünülerek Esad rejimine karşı harekete geçirildi. Cihatçıların yüklenmesiyle Suriye ordusu cephelerinin hızla dağılması ve Halep’in düşmesi tam anlamıyla şaşkınlığa yol açtı. Bugün daha net anlaşılıyor ki esasında Suriye ordusu sağlam bir savunma hattına sahip değildi; ordu dağınık, koordinasyondan yoksun, askerler yorgun ve tükenmişti. Halep’in düşmesi, Ukrayna’dan Suriye’ye savaş cephelerini aynı düğüm noktasında birleştirerek emperyalist güçler arasında yeni pazarlıkların ününü açtı. 30 Kasımda Wall Street Journal’a konuşan Trump’ın eski Suriye sorumlusu Andrew Tabler şöyle diyordu: “Bölgesel ve uluslararası güçler on yıldan uzun bir süre önce Suriye’ye müdahale etti. Ancak şimdi Ukrayna, Gazze ve Lübnan’daki çatışmalar bir araya geliyor ve Halep’te üst üste biniyor.”[2] Suriye ordusunun saldırıları püskürtecek güç ve kapasitede olmadığını gören Rusya, gücünü ve enerjisini boşa harcamak yerine hızla Esad rejimini gözden çıkardı. Rusya’nın destek vermediği koşullarda İran’ın tek başına Esad’ı koruması zaten mümkün olamazdı.
Altı: Eğer Suriye ordusu savaşabilse ve saldırıları püskürtecek bir direniş sergileyebilseydi, kuşku yok ki Rusya Esad rejimini desteklerdi. Keza Ukrayna’daki savaşın olmadığı ama Suriye ordusunun yine dağınık ve dirençsiz olduğu koşullarda da Rusya, her şeyi göze alarak daha önce yaptığı gibi Esad rejiminin yanında durabilirdi. Fakat Ukrayna’daki savaşa yoğunlaşan Rusya, değişen koşullara göre hesap yapmış ve yeni koşullarda Esad rejimi ikincil konu hale gelmiştir. Elbette Rusya’nın Ortadoğu’daki ayağı, Akdeniz’e ve Afrika’ya uzandığı ana merkez konumundaki Suriye derhal vazgeçilecek bir ülke değildir. Ne var ki söz konusu Ukrayna’daki savaşı kazanmak olduğunda ve gücü belirli bir noktaya toparlamak gerektiğinde, bazı seçimler zorunludur. Öyle anlaşılıyor ki ABD-Rusya arasında Suriye ve Ukrayna’yı kapsayan bir anlaşma söz konusudur. Belli ki Rusya’nın Suriye’deki askeri üslerinin ve bu yolla kazandığı nüfuzun korunması bu anlaşmanın bir parçasıdır. Nitekim bu anlaşma gereği Suriye ordusu savaşmadan Şam’a çekilmiş ve Esad iktidarı terk etmiştir.
Yedi: Verili koşullarda en büyük darbeyi alan İran’dır. 2013’te Esad rejiminin düşmesini engellemek için devreye giren ve Hizbullah’ın militan göndermesini sağlayan İran, Irak’tan sonra Suriye’de de belirleyici bir güç konumundaydı. Böylece İran; Irak, Suriye ve Lübnan’a kesintisiz ulaşabileceği, bölgede İsrail’i sıkıştırabileceği bir konum elde etmişti. Suriye’nin bu zincirden kopması, İran’ın ağır bir darbe alarak Ortadoğu’da nüfuzunun sarsılmasına ve gerilemesine neden oldu. Tereddütsüz belirtmek lazım ki İran, Suriye’de kaybetmiştir. Kuşkusuz İran tası tarağı toplayıp tümden evine dönmeyecektir ama 2003’ten beri kendisini hedefe koyan ABD-İsrail blokunun savaş tehdidi altında olacaktır.
Sekiz: Suriye’de Esad rejiminin düşmesi en çok İsrail’in çıkarlarına hizmet etmektedir. Karşısında hiçbir güç olmamasından yararlanan İsrail, Suriye donanmasını, hava üslerini, savaş uçaklarını, füzelerini, helikopterlerini, silah fabrikalarını bombalayarak yok etti, etmeye de devam ediyor. Çok açık ki şu anda Suriye, bir devlet olma vasfını büyük ölçüde yitirmiştir. 1967’den beri işgal altındaki Golan tepelerinin sonsuza dek kendilerine ait olduğunu açıklayan İsrail Başbakanı Netanyahu, 1973’te imzalanan anlaşmaları da geçersiz ilan etti. İsrail ordusu Dürzilerin yaşadığı birçok köy ve kasabayı işgal ederek Şam’ın burnunun dibine kadar ilerlemiş durumda. İsrail Suriye’yi askeri olarak çökertip topraklarını işgal ederken HTŞ sadece izliyor. İsrail’in Suriye’de işgal ettiği alanların aynı zamanda Lübnan sınırı olması ve buraların Hizbullah’ın kontrolünde olması da ayrıca dikkat çekicidir. Önümüzdeki dönemde Suriye’de tüm etnik ve inanç gruplarını dikkate alan bir yapının kurulamaması ve kaosun sürmesi durumunda, Dürzi halkı İsrail’e katılabilir ki bunun için şimdiden adımlar atılıyor.
Dokuz: Bu tablo, ABD-İsrail blokunun planlarına yatan Türkiye’nin aslında kimin elini güçlendirdiğini de gözler önüne seriyor. Altını kalınca çizmek lazım ki ABD gibi emperyalist bir gücün liderliği olmadan Türkiye’nin HTŞ gibi cihatçı bir örgüt eliyle Suriye’yi yoğurması ve şekillendirmesi mümkün değildir. Emperyalist ve bölgesel güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda müdahale ettiği ve önümüzdeki dönemde daha fazla edeceği koşullarda, Türkiye’nin hâkim bir güç konumunda Suriye’yi şekillendirecek ne askeri ne siyasal ne de ekonomik gücü var. Mesela HTŞ, ABD’nin müdahalesi olmadan BM’nin terör örgütü listesinden çıkarak uluslararası alanda meşru bir konuma yükselemez. Keza ABD’nin Sezar yasasını kaldırmadığı koşullarda Suriye’nin ekonomik olarak toparlanması imkânsızdır. Bu bağlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye ile hegemon emperyalist bir güç konumundaki ABD’nin kapasitesinin nasıl birbirinden farklı olduğunu bir kez daha görüyoruz. Örneğin HTŞ’nin Halep’i ele geçirerek burada durması, Esad rejimi üzerinde baskı kurarak ona kendi oyun planını kabul ettirmek isteyen Türkiye açısından daha sorunsuz bir süreç anlamına gelirdi. Oysa Türkiye şimdi parçalanmış tüm Suriye sahasında hareket ediyor. Bunun uzun vadede ne tip sorunlar doğuracağı, ne gibi belalara yol açacağı şimdiden öngörülemez. Faşist rejim medyasının Erdoğan’ı Suriye fatihi pozlarında sunma gayreti, çizilen Suriye halkının Türkiye sevgisi imajı veya Emevi Camii’nde namaz kılma seremonisi sahadaki bu gerçekliğin üzerini kapatmaya ve iç politikaya dönüktür.
On: Kuşku yok ki Türkiye hem HTŞ hem de SMO/ÖSO üzerinden Suriye’nin kaderinin çizilmesinde tartışılmaz bir güç haline gelmiştir. Şimdi ABD emperyalizmi, bir NATO ülkesi olan Türkiye’yi kullanarak Suriye’yi kendi planları doğrultusunda şekillendirmek isterken, Erdoğan liderliğindeki rejim de pazarlık masasında en fazlasını kopartacak şekilde hareket ediyor. Bu kapsamda bir taraftan SMO/ÖSO, öte taraftan da HTŞ destekli Arap aşiretler eliyle Rojava’daki Kürtlere karşı bir savaş yürütüyor. Kürt güçler ezilerek ve kontrol ettikleri topraklara el konularak Kürt halkının Suriye’nin şekillendirilmesinde ana bileşenlerden birisi olmasının önüne geçilmek isteniyor. Çok açık ki Kürtlerin gücünü koruduğu koşullarda, cihatçıların Suriye’yi istedikleri doğrultuda şekillendirmeleri kolay değildir. Ancak şu da var ki 13 yıldır parçalı olan Suriye’yi eski formuna döndürmek de neredeyse imkânsızdır.
On bir: Suriye’nin yoğrulup şekillendirilmesinde Türkiye ABD’ye muhtaçtır ama Kürtlerin kazanacağı statü konusunda aralarındaki çelişki ve buradan doğan gerilim de devam ediyor. Kürtlerin özerk veya federatif bir yapıda statü kazanması, ABD/İsrail blokunun hem Suriye hem de Ortadoğu’daki nüfuzunu güçlendirecektir. Bu amaç doğrultusunda ABD, Kürtlerin verili güçlerini mümkün mertebe korumasını arzu ediyor. Türkiye’nin Kürtlere saldırmaya devam etmesi ve Rojava’nın varlığını kabul etmemesi, ABD ile çelişkilerin daha da büyümesine neden olabilir. ABD’nin Ortadoğu’da belirli bir denge kurabilmesi ve mesela ağır bir darbe alan İran’ın daha da geriletebilmesi için iki konunun çözüme kavuşturulması gerekiyor. Birincisi, İsrail’in varlığının ve güvenliğinin garanti altına alınması, bu konuda yeni adımlar atılması; ikincisi, Türkiye’nin Kürt sorununda ABD planlarıyla uyumlu hareket etmesi! İşte ABD, elindeki ekonomik ve askeri güç dâhil birçok unsuru kullanarak Türkiye’ye Kürtlerin Rojava’daki statüsünü kabul ettirmeye çalışıyor. Nitekim 12 Aralıkta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Türkiye’ye gelip Erdoğan ile görüşmesinin esas nedeni budur.
On iki: ABD’nin Ortadoğu’da istediği koşullar oluşursa ve elbette Ukrayna cephesinde Rusya’yla belirli bir uzlaşmaya varabilirse, işte o zaman Asya Pasifik’te Çin’le savaşa daha kolay ve hızlıca hazırlanabilir. Esasında Suriye’deki kriz hakkında Trump’ın açıklamasını da bu plan doğrultusunda anlamak gerekiyor: “Dünyada çok fazla kriz var. Geçtiğimiz günlerde Suriye’den haberler aldık. Kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacaklar çünkü biz karışmayacağız. Fransa da karışmayacak.” Çok açık Trump tüm taraflara, “ABD hegemonyası altında bizim istediğimiz temelde hareket etmez ve planlarımıza uymazsanız, hepiniz kaosa sürüklenirsiniz” demeye getiriyor. Kuşkusuz Ortadoğu’daki dengeleri kendisinden ve İsrail’den yana oluşturmak isteyen ABD’nin hâlihazırda Suriye’den çekilmesi düşünülemez. Ancak ABD emperyalizminin varlığının Kürtler için bir güvence olmadığı da açıktır. Emperyalistler ve elbette tüm kapitalist güçler sadece kendi çıkarlarının peşinde koşarlar ki Rusya’nın Esad’ı yüz üstü bırakması bunu bir kez daha doğruladı. Ezilen halkların gerçek müttefiki ancak devrimci işçi sınıfı olabilir. Ortadoğu işçi sınıfı bağımsız sınıf temelinde örgütlenip kapitalizme karşı sosyalist bir mücadele yürütmediği müddetçe, gerici hareketlerin önüne geçilemez ve ezilen halklar gerçek anlamda özgürlüklerine kavuşamazlar!
On üç: Esad rejiminin düşmesinden sonra Suriye’deki toplumsal ve siyasal tablo, Türkiye egemen sınıfının önüne tarihsel Kürt gerçeğini bir kez daha koydu. Şu anda Türkiye, Kürtleri Suriye’de belirleyici bir güç olmaktan çıkartmaya çalışıyor ama bu politikanın sınırları olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kürtler bir şekilde Suriye’de kendilerine bir yer bulacaklardır. İşte bu noktada 1 Ekimde Bahçeli’nin “Öcalan Meclis’te konuşsun” çıkışını yeniden hatırlamak anlamlı olur. Son birkaç yıldır egemen sınıf katlarında tartışılan ve zaman zaman basına sızdırılan plan devreye sokulabilir: Türkiye’nin Rojava’nın statüsünü kabul etmesi ve Kürtlerin hamisi haline gelerek Suriye’de çok daha etkin ve belirleyici olması! Böylece Irak’taki Kürtlerle birlikte Rojava’daki Kürtleri de denetimine alarak Ortadoğu’daki etkisini artırması! Geçtiğimiz günlerde Hakan Fidan’ın Mecliste bütçe toplantısında konuşurken Kürtlerin hamisi olduklarını dile getirmesini bu kapsamda ele almak mümkün. Esasında Kürt hareketinin kimi önemli temsilcilerinden de benzeri açıklamalar geliyor: Türk ve Kürtlerin tarihsel ittifakı! Hatırlanacağı üzere 2013 Diyarbakır Newroz’da mektubu okunan Öcalan, Türkiye’nin Kürtlerle birlikte büyüyebileceğini dile getirmişti. Türkiye burjuvazisinin bir kesim, liberal aydın ve gazeteciler Türkiye’nin Kürt sorununu çözerken büyüyebileceğini hayal ediyorlar. CHP lideri Özgür Özel’in Erdoğan’a seslenerek “«Suriye’deki yapıda Kürtlerin temsilcisi olmaz» dersen yanlış yaparsın” çıkışını da bir yere kaydetmek gerekiyor. Egemen sınıf ve elbette devletin içinde bu konuda kimi farklı düşüncelerin olduğu anlaşılıyor. Bu noktada, iktidar blokunda Bahçeli ile Erdoğan arasında kamuoyuna yansıyan görüş ayrılığının tam olarak neleri kapsadığı ve bir ayrışmaya yol açıp açmayacağı ise henüz belli değildir.
On dört: Nereden bakarsak bakalım Üçüncü Dünya Savaşının merkezi konumundaki Ortadoğu’da savaşın genişlediğini, kaosun ve belirsizliğin derinleştiğini, emekçileri yeni felaketlerin beklediğini görürüz. Şunun da altını kalınca çizmek lazım: ABD’nin Ortadoğu’da belirli ölçülerde bir denge kurması ile bu coğrafyayı tümüyle kendi hegemonyası altında şekillendirmesi aynı şey değildir. Suriye’de gördüğümüz üzere, denge eninde sonunda bozulmaya mahkûmdur. Kaos ve belirsizlik sarmalı derinleşerek devam ederken yalnızca moloz yığınları üzerinde bir düzen ve hegemonya ise kurulamaz. Üçüncü Dünya Savaşının Ortadoğu cephesinde kan ve gözyaşı dinmezken, ABD emperyalizmi asıl büyük rakibi Çin’i kuşatmak ve onunla hesaplaşmak amacıyla Asya Pasifik’e yoğunlaşmak istiyor. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin savaş hazırlıklarını ele alan Çin devletinin resmi gazetesi Global Times, uygarlığın geleceğinin tehlikeye gireceğini yazdı: “Bazı ABD’li politikacılar, Çin’le yapılacak bir «tam ölçekli savaşa» hazırlık için mühimmat üretimini artırmayı ve sürekli üretim hatları kurmayı açıkça talep ediyor. Bu yaklaşım, yalnızca yıkım ve ölüm üretimi için inşa edilmiş bir fabrikaya benziyor. ABD’nin sanayi altyapısı giderek savaş mantığına teslim olmuş durumda ve bu durum, küresel gerilimlerin ana itici gücü haline geliyor. Askeri hazırlıkların ve sanayi mobilizasyonunun Çin’le karşılaşmada onlara bir avantaj sağlayacağını düşünüyorlar. Ancak bu düşünce, ölümcül bir yanlış hesaplama: Büyük güçler arasındaki tam ölçekli bir savaş, karşılıklı yıkım anlamına gelir. Bu tür savaş hazırlıkları bir stratejik plan değil, stratejik bir öz-yıkım biçimidir. Bu, barut fıçısında kibritle oynamaya benzer: Alevleri kontrol edebileceğinizi düşünebilirsiniz, ancak bir zincirleme reaksiyon başladığında sonuç felaket olacaktır. Bu sefer fark, bahsin yalnızca Amerika’nın geleceği değil, aynı zamanda insan uygarlığının ve dünyanın barışçıl gelişiminin geleceği olmasıdır.”[3] Bu satırlar esasında nükleer silahların kullanılabileceğini de ima ediyor. Diğer taraftan nükleer silah kullanılmasa bile insanlığı ve uygarlığı yok edecek yeterince silah var. Çok açık ki Asya Pasifik’teki olası savaş, Üçüncü Dünya Savaşının başlaması anlamına gelmeyecek, zaten yürümekte olan bu savaşın sonuçlarını kesin olarak tayin edecektir. Fakat eğer dünyamız ve medeniyetimiz ayakta kalabilirse! Elbette bunun anlamı kaderimize teslim olmak değildir. Tarihsel sınırlarına dayanan ve emperyalist çelişkileri korkunç ölçülerde keskinleştirip küresel bir savaşa yol açan kapitalizme karşı mücadele olmadan kurtuluşun olmadığını işçi sınıfının, toplumun emekçi çoğunluğunun anlaması gerekiyor!
İsrail Kudurganlığı ve Genişleyen Savaşın Aldığı Yeni Biçimler
[1] https://www.worldbank.org/en/news/press-release/2024/05/24/syria-growth-contraction-deepens-and-the-welfare-of-syrian-households-deteriorates
[2] https://www.wsj.com/world/middle-east/setbacks-for-russia-iran-and-hezbollah-turn-into-a-catastrophe-for-syrias-assad-c3e693e8?st=j5TNkj&reflink=share_mobilewebshare
[3] https://www.globaltimes.cn/page/202412/1324596.shtml