Diren (Suffragette) filmini bir grup kadın işçi ve öğrenci olarak izledik. Film, 1900’lerin başında İngiltere’de geçiyor. Kadınların seçme ve seçilme hakkının olmadığı, siyaset yapmanın ayıp karşılandığı, erkeklerden çok daha ağır koşullarda çalışmalarına rağmen düşük ücret aldıkları, hayatın pek çok alanında söz haklarının bulunmadığı, hatta boşandıklarında çocuklarının velayet haklarına bile sahip olamadıkları bir dönem anlatılıyor. İşte böyle bir dönemde kadınlar, oy hakkı başta olmak üzere pek çok sorun karşısında örgütlenmek zorundaydılar. Sadece devletin baskı ve şiddetine karşı değil, aynı zamanda kadınları birey olarak görmeyen, onları aşağılayıp hor gören erkek egemen propagandaya karşı da çetin bir mücadele veriyorlardı.
Erkek egemenlerin kadınları yok sayan, aşağılayan düşünceleri şöyle yankılanıyordu parlamento veya mahkeme kürsülerinden: “Kadınlarda politik ilişkileri muhakeme edecek sakin mizaç ya da zihin dengesi mevcut değildir. Kadınlara oy hakkı verilemez!” “Kadınların oy kullanmasına izin verirsek sosyal yapımızda kayıplar yaşanır. Zaten babaları, erkek kardeşleri ve kocaları tarafından yeterince temsil ediliyorlar.” “Oy hakkını bir kere verdik mi artık bunun önünü almak imkânsız olur. O zaman milletvekili, bakan ya da yargıç olma hakkını da talep ederler…”
Film, kadınların oy hakkı mücadelesinden bir kesiti, çamaşırhanede çalışan genç bir kadın işçi olan Maud üzerinden gözler önüne seriyor. Maud’un demokratik haklar mücadelesine katılmasıyla birlikte yaşamının değişmesi, dönüşmesi; her türlü psikolojik ve fiziksel şiddete, gözaltılara, tutuklamalara, işkencelere rağmen dirençli durması ve sonuna kadar gitmesi hepimizi çok etkiledi. Filmi izlerken, şu an yaşadığımız sorunlar gözlerimizin önünde canlandı. Yeri geldi öfkelendik, yeri geldi gururlandık.
Bir gün yolu direnişçilerle kesişen Maud, içinde bulunduğu koşulları sorgulamaya ve yaşamın başka türlü olabileceğini düşünmeye başlar. Dönemin tüm kadın işçileri gibi çocukluktan itibaren çalışmaya başlayan Maud, kendisi gibi çamaşırcı olan annesini bir iş cinayetinde kaybetmiş, çamaşırhanede büyümüştür. Patronun küçücük yaştan itibaren tacizine maruz kalan Maud, aynı çamaşırhanede çalışan bir işçiyle evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuştur; ancak ezilmekten, aşağılanmaktan, tacizden kurtulamamıştır. Çalışma koşullarının işçi kadınların bedenlerini tükettiği ve onları erken yaşta yaşamdan kopardığı, küçücük kız çocuklarının tacize uğradığı bu ortam, Maud’u toplumu değiştirme mücadelesine iter. Maruz kaldığı aşağılanmadan kurtulmak için eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı mücadele etmekten başka yol yoktur. Bir gün düşünür ve kocasına şu soruyu sorar: “Bir kızımız olsa, hayatı nasıl olurdu?” Aldığı cevap çok nettir: “Seninki gibi!” Bu cevap, onun bu yaşamı değiştirmek için mücadele etmekten başka seçeneği olmadığını fark etmesini sağlar. Evet, bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmalı…
Filmde, kadının bir birey olarak görülmediğine dair çarpıcı pek çok sahne yer alıyor. Hakları için mücadeleye giren kadınlar, polis tarafından karakola götürüldükten sonra kocalarına bir mal gibi teslim edilerek cezalandırılırlar. Protestolara katılan ya da gözaltı sonrasında eve dönen kadın, kocası tarafından sokağa atılır. Çünkü kadının siyasetle uğraşması, hak ve özgürlükleri için mücadele etmesi erkeği utandıran ve cezalandırılması gereken bir durum olarak görülür. Nitekim Maud’un kocası da aynı tavrı sergiler ve çocuğunu annesinden uzaklaştırır. Kısa bir süre sonra da “bakamadığı” gerekçesiyle çocuğu evlatlık verir. Bu, korkakça ve adice bir tutumdur. Maud’a oğlu ve onun geleceği hakkında nutuklar atar ama gerçekte çocuğunu zerrece umursamaz; onun geleceğini düşünmez ve annesinden koparır. Maud’un ise erkek egemen burjuva devletin yasaları karşısında hiçbir hakkı yoktur. Çocuğun velayeti babadadır ve baba, dilediği gibi çocuğu evlatlık verebilmekte, annenin çocuğunu görmesini dahi engelleyebilmektedir.
Bugün sahip olduğumuz haklar, sanki birileri tarafından bizlere bahşedilmiş gibi gösteriliyor. Oysa bunun böyle olmadığını çok iyi biliyoruz. “Böyle gitmemeli” diyen, “Bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmalı” diye düşünen işçiler, emekçiler, sosyalistler ve devrimciler nice bedeller ödeyerek, tırnaklarıyla söküp kazandılar pek çok hakkı ve bugüne taşıdılar.
Filmde yaşam koşulları Maud’u nasıl toplumsal mücadeleye ittiyse, bugün de bizleri aynı şey mücadeleye itiyor. Adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizlik duygusu toplumda büyüyor; gençlerin içinde bulunduğu gelecek kaygısı her geçen gün derinleşiyor. Özgürlüklerimizin ve demokratik haklarımızın yok edilmesi; canımızı yakan yoksulluk da dâhil olmak üzere pek çok sorun, bizleri adeta nefessiz bırakıyor. Nefes almak için bile mücadele etmek zorundayız. Kaldı ki son dönemde faşist rejimin yüzyıldan fazla bir zaman önce kazanılmış seçme ve seçilme hakkına dahi göz diktiği bir ortamda, baskı ve zorbalığa karşı durmak, haklarımız ve özgürlüklerimiz için mücadele etmek zorundayız. Başka bir yol yok! Toplum, ancak daha güzel yarınlar için; sömürüsüz, savaşsız, baskı ve zorbalığın olmadığı bir dünya uğruna mücadele ederek ileriye gidebilir!
Liseliler Olarak Öğretmenlerimizin Sürgün Edilmesine Sessiz Kalmayalım!