Sovyetler ve Devrim
Akın Erensoy, 28 Şubat 2003

Dünya kapitalizminin derin bir kriz içine sürüklendiği ve devrim ve karşı-devrim durumlarının her an gündeme gelebileceği çalkantılı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi gelişmelerin içinde proletaryanın örgütlenme biçimleri de tartışma konusu oluyor. İşçi sınıfının siyasal iktidarı alacağı ve burjuva devleti parçalayarak yerine koyacağı organlar yani sovyetlerin ne zaman ortaya çıkacağı, ya da önceden kurulup kurulmayacağı veya sovyetlerin Rusya’ya özgü olup olmadığı ve sovyetlerin yerine daha evrensel bir örgütlenme koyulması gerektiği tartışması her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de gündemdedir.

Bugün örneğin Arjantin’de çekirdek halinde de olsa sovyet tipi örgütlülüklerin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Tek başına bu olgu bile, bu tür yapıların hiç de teorinin derinliklerinde kalmış ve bir daha asla yaşanmayacak örnekler olmadığını kanıtlamakta ve konunun güncelliğini göstermektedir.

Bu yazıda amaç, sovyet tarzı örgütlenmelerin tarihsel sürecine göz atmak ve bunların hangi döneme özgü, nasıl bir örgütlenme olduğunu ortaya koymaktır. Konunun daha iyi anlaşılması ve tarihsel boyutuyla kavranması için, sovyetlerin ortaya çıktığı Rusya’nın toplumsal yapısının, işçi hareketinin ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinin geldiği aşamanın incelenmesi gerekmektedir. Bundan dolayı, Rusya’nın toplumsal yapısı ve işçi hareketinin gelişimiyle işe başlayacağız. Sovyetlerin evrensel karakterde olup olmadığını da devrimlerin gelişimi ve Avrupa’da sovyetlerin ortaya çıkmasıyla ele almış olacağız.

Rusya’da Toplumsal Gelişme ve İşçi Hareketi

Avrupa’da kapitalizmin gelişerek bir dünya sistemi olmasıyla başlayan süreçte dünya kapitalist sisteminin içine çekilen Rusya, derin çelişki ve toplumsal çatışmalarla yüklüydü. Tüm bu çelişkilerden dolayı sınıf mücadelesinin keskinleşme süreci de çok çabuk gelişti. Bu tarihsel farklı gelişmeyi Troçki şöyle açıklar:

“Onun bir sınıf olarak kendi kaderini tayin etmesi, önceki dönemlere göre eşsiz bir hızla oldu. Daha yeni beşikten çıkan Rus proletaryası, kendisini en merkezi devlet iktidarıyla ve sermayenin aynı derecede merkezi gücüyle karşı karşıya buldu. Zanaatkâr önyargıların ve lonca geleneklerinin, onun bilinci üzerinde hiçbir hükmü yoktu. İlk adımlarından itibaren, uzlaşmaz sınıf mücadelesinin yoluna girdi.”[1]

Rusya’ya özgünlüğünü veren ve sınıf mücadelesinin başka düzeylerde gelişmesini sağlayan toplumsal farklılıklar, Troçki’nin belirtmiş olduğu tarihsel etmenlerden doğuyordu. Rus ekonomik yaşamı, Avrupa Orta Çağ sonrasının zanaatkâr-lonca sistemini yaşamamıştı. Üretim araçlarının özel mülkiyete dayandığı Avrupa’da merkezi krallık sistemi egemen olurken, toplumsal gelişmenin itkin gücü şehirler olmuştu. Şehirlerin egemen oluşu, ekonomik kontrolü elinde bulundurması, hammaddelerin şehirlerde işlenerek metalara dönüşmesiyle kent, kır üzerinde kesin bir üstünlüğe sahip olmuştu. Toplumsal yaşamda kentin egemen oluşu, zanaatkâr-lonca kültürünün ve giderek burjuva kültürünün hakim olması demekti.

Rusya’da ise ekonominin geliştiği yerler kentler değil köylerdi. Şehirler idari ve askeri merkezler yani üretimden çok tüketim merkezleri olmaya devam ediyordu. Ev ekonomisinin egemenliği, ticareti de yalnızca kırla sınırlı tutmuştu.

“Bizim zanaatlarımız ev ekonomisi aşamasında kalmıştı, yani köylü tarımından asla ayrışmamıştı. Şehirlerden hiçbir önderlik görmeyen bizim reformasyonumuz, köylü tarikatları aşamasında kalmıştı. İşte ilkellik, işte yüce göğe yakaran gerilik…”[2]

Uçsuz bucaksız topraklarda ilkel düzeyde yaşayan köyleri bir çatı altında toplayan “yüce” devletti. Kendi içlerine kapalı, birbirlerinden yalıtık bu köylerde hayat, kendi kısır döngüsünde ilerliyor, monoton toplumsal yapıda çok az değişiklik oluyordu. Cahilliğin kara bir duvar oluşturduğu köylü dünyasında, savaşların hep özel bir anlamı olmuştur. Savaşlar, cahil Rus köylüsünü yaşadığı o biteviye hayatın içinden çıkartıp “başka dünyalara” fırlattığı, sarstığı ve bir o kadar da çelişik duygularla yüklediği bir süreçti. 1905 ve 1917 devrimlerinin yolunu döşeyen de, çelişkilerin yoğunlaşıp arttığı savaş dönemleri olmuştu.

Rusya, Batı’nın baskısına askeri açıdan karşı koyabilmek için, sanayiyi ve modern tekniği ithal etme ihtiyacı duymuştur. Yani askeri unsur, Rusya’da sanayinin gelişiminde çok önemli bir rol oynamıştır. Troçki, Çarlığın askeri örgütlenmeye duyduğu ihtiyacı şöyle anlatmaktadır:

“Daha iyi silahlanmış bir düşmana karşı ayakta kalabilmek için Rus devleti, yurt içinde bir sanayi ve teknoloji oluşturmak; askeri uzmanlar, resmi kalpazanlar ve barut yapımcıları çalıştırmak; istihkâm teknikleriyle ilgili ders kitapları ithal etmek; deniz okulları kurmak; fabrikalar inşa etmek; «özel» ve «yetkili» danışma meclis üyeleri atamak zorunda kaldı.”[3]

Çarlık devleti karakterinden gelen idari ve askeri merkezileşmeyle, toplumun her alanına müdahale ediyordu. Devlet, ekonomik ve siyasal hayatın tek hakim gücüydü. Rusya’da kapitalizmin gelişiminin önünü açan Çarlıktır; ama bu öz eyleminin kurbanı olan da Çarlıktır. Çarlık despotizmi ya Avrupa devletleri karşısında yok olacaktı ya da ayakta kalmak için kapitalizmin Rusya’ya girmesini ve değişiklikleri kabul edecekti. Despotik Çarlık, bir taraftan milyonlarca insanı bir arada tutmak, onların sırtına basarak egemen konumunu sürdürmek, diğer taraftan Avrupa’da gelişen kapitalizme angaje olmak zorundaydı. Çarlık, kendi egemenliğinin ve sömürücü rolünün devam etmesi için Rusya’nın tarihsel gelişiminde kapitalizme aracılık rolü oynuyordu.

Kapitalist üretim tarzını benimsemek zorunda kalan Çarlık, Rus köylü ekonomisini kapitalizme entegre etme yolunda her adım atışında toplumu sarsıyor, parçalara ayırıyor ve çelişkiler toplumsal ilişkilere egemen oluyordu. Kapitalizmin Rusya’ya girmesiyle binlerce köylü, birden bire hiçbir dönüşüm geçirmeden ortak mekânlarda toplanıyor, binlerce yılık köhne yapılar içindeki alışkanlıkları ve inançlarıyla işçiliğe terfi ediyordu. Yaşadıkları çelişki muazzamdı; köyün şehre çözülmesi hızlanmıştı; ama bu dönüşüme ayak uyduramayanlar köylerine dönüyordu. Ne yazık ki, “şeytan” bir kere toplumsal gidişata müdahale etmişti. Köye dönenler gelgitli bir yaşam sürse de, kapitalizm Rusya’da kökleşiyor, giderek tüm toplumu içine çekiyordu.

Çarlık devleti, gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkilerine ayak bağı olurken, muhafazakârlaşıp içe kapanıyor, çözülmeye doğru her adım atışında iyice barbarlaşıyor, toplum üzerindeki vahşi baskısını giderek arttırıyordu. Çarlık ile ezilen yığınlar arasındaki uçurum gittikçe açılıyor, Rus toplumunun çelişkileri daha da derinleşiyordu. Çelişkilerin üç yönü vardı. Birincisi: Çarlık, kapitalist üretim ilişkileri sonucunda siyasi iktidarını kaybetme tehlikesiyle yüz yüzeydi ve burjuva demokratik devrimin önünde bir ayak bağıydı. İkincisi: bu durum, burjuvazi ile işçi sınıfını Çarlık karşısında burjuva demokratik devrimin gelişmesi noktasında birleştiriyordu. Üçüncüsü: işçi sınıfı, kapitalistlere karşı kendi örgütlerini kurarak hem ekonomik hem de siyasi mücadele vermek istiyordu. Ancak Çarlık devletinin despotik yapısı buna izin vermiyordu. Çarlık bir çifte sınıf tepkisi göstererek, işçi sınıfı karşısında hem burjuvazinin çıkarlarını hem de kendi sınıf çıkarlarını savunmaya geçiyordu. İşçi sınıfı politik kitle grevlerine başvurduğunda Çarlık kadar burjuvaziyi de karşısında buluyordu. Bu durum, devrime, özgün bir içerik, radikal bir unsur katıyordu.

Tüm toplumsal çelişkiler devam ederken, yeni gelişmeler varolan çelişki ve çatışmaları daha da derinleştirecekti. İmparatorluk, o yalıtık döngüsünden demiryolları ağıyla birbirine bağlanarak kurtulmaya çalışıyordu. Kapitalizmin Rusya’ya girmesi ve metaların ücra köşelere ulaşmasıyla, başka bir gelişmenin önü daha açılmış oluyordu. Demiryollarının üzerinde öfkesinden köpüren lokomotif, kapitalist üretim ilişkilerini taşıdığı her yerde toplumu derin uykusundan uyandırarak adeta devrime çağrı yapıyordu; trenin sesi devrimin çığlığı olacaktı. Demiryolları Rus toplumunu dönüştüren en önemli faktörlerden biriydi.

1894’e kadar, devlete ait 18.149 km’lik demiryolu da dâhil, demiryollarının uzunluğu yaklaşık 33 bin km idi. 1905 devrimi arifesinde bu demiryollarında çalışan ve her iki devrimde de çok büyük bir politik rol oynayacak olan işçilerin sayısı 667 bine yükselmişti. Bu sayı çok büyük bir kitlenin, çok büyük bir gücü elinde bulundurduğunu ortaya koyuyor. Demiryolu işçilerini önemli yapan sadece kalabalık olmaları değil, tüm ulaşım ağını ellerinde bulundurmaları ve devrimde oynadıkları politik roldü. Demiryollarının herhangi bir zamanda greve gitmesi tüm Rusya’nın durması ve Çarlık devletinin işlemez oluşu demekti. Bu o kadar doğrudur ki, 1905’te ve özellikle 1917 Şubat devriminde demiryolu işçileri “yüce” Çarlarını başkente sokmayarak politik güçlerini kanıtlamışlardı.

Rus hükümetinin sıkı gümrük duvarlarını aşamayan Avrupa metaları, Rus pazarına ulaşamıyordu. Avrupa kapitalistleri bu engeli aşmanın yolunu, zayıflayan ve mali açıdan yardıma muhtaç Çarlık devletine krediler vererek ve giderek Çarlığı kendilerine bağlayarak buldular. Avrupa metalarının Rusya pazarlarına girmesinden sonra, sermaye akışı da hız kazandı ve Rusya’da sermayenin yoğunlaşması büyük sanayi merkezlerinin oluşmasında ifadesini buldu. 1870’lerde başlayan sanayileşme 1890’lara gelindiğinde büyük bir atılım gerçekleştirmişti. Troçki şu rakamları verir:

“Mevcut Rus sanayi girişimlerinin toplam sayısının yalnızca yüzde 15’i 1861’den önce yaratıldı. 1861 ile 1880 arasında yüzde 23,5’u, 1881 ve 1900 arasında yüzde 61’den fazlası ve on dokuzuncu yüzyılın son on yılında tek başına varolan tüm girişimlerin yüzde 40’ı yaratıldı….”

“… Rusya’nın bu bölgesindeki gelişme, ta en başından katıksız bir Amerikan karakterine büründü ve birkaç yıl içinde, Fransız-Belçika sermayesi, bozkır bölgelerini, neredeyse Batı Avrupa’da bile görülmeyen büyüklükte dev işletmelerle donatarak, bu bölgelerin görünümünü kökünden değiştirdi.”[4]

Rus sanayisindeki bu derecede yüksek yoğunlaşma, işçi kitlelerin büyük işletmelerde toplanmasına yol açıyordu. Avrupa’da kapitalizmin geliştiği ileri ülkelerle karşılaştırıldığında, Rusya’da sanayi daha büyük mekânlarda yoğunlaşmıştı. Sanayi, küçük atölyeler ve orta işletmeler olarak değil, baştan büyük fabrikalar biçiminde tezahür etti ve binlerce işçiyi ortak alanlarda birleştirerek sınıf hareketinin merkezi düzeyde gelişiminin yolunu döşedi. Putilov fabrikasının 40 bin işçiyi bünyesinde toplaması, merkezileşmenin ne boyutlarda olduğunu ortaya koyan çarpıcı bir örnektir.

İşçi sınıfının sanayi merkezleri olan kentlerde yoğunlaşması, ülkenin toplumsal yaşamında çok büyük bir rol oynamasına yol açacaktı. 1905’e gelindiğinde, aile bireyleriyle birlikte proletarya toplam nüfusun yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyordu. Yıllık ulusal gelirin yarıdan fazlasını ise maden, imalât, ulaşım, inşaat ve ticaret sektörlerinde çalışan 3,5 milyon işçi üretiyordu. İşte devrimin itici gücü ve öncüsü bu 3,5 milyonluk yığın olmuştur.

Sanayinin büyük merkezlerde yoğunlaşması, binlerce işçinin ortak iş alanlarında toplanması, gelecekteki mücadelenin içeriğinin ne yönde gelişeceğine dair ipuçları veriyordu. Çünkü Rus toplumu, evrimci bir çizgide ilerlememişti kapitalizme. Demek ki, kapitalizm karşısında yığınların tepkisi de tedrici bir gelişmenin sonucunda olmayacak, patlamalı ve sıçramalı gelişecekti. Troçki, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını hatırlatarak “geri Rusya aşamaları atlayarak tarihini yapıyordu” diyecekti.

İşçi hareketi, Batının gelişme çizgisine nazaran birçok aşamayı atlamak zorunda kalmıştı. Rus işçilerinin çalışma koşulları kelimenin tam anlamıyla barbarcaydı. Bu süreçte birçok çelişki kendini gösterecekti. İşçilerin çalışma koşulları kölelik dönemlerini hatırlatırken, fabrika içindeki üretim örgütlenmesi Avrupa’dan alınmış rasyonel iş yöntemleriyle yapılıyordu. Çalışma koşullarının ağırlığı ve geleneksel yaşam biçimi ile rasyonel iş örgütlenmesi arasında sürekli ve şiddetli bir çatışma sürüyordu. Kapitalistlerin keyfi çalışma yöntemleri karşısında, dünün köylüleri olan işçiler tam anlamıyla bunalım geçiriyorlardı. Çalışma süreleri 14-15 saati bulurken, kapitalistlerin işçilere ödettiği para cezaları ücretleri sürekli düşürüyordu.

Sendikaların yasak olduğu ve örgütlenmenin yasal olmadığı koşullarda, işçiler çalışma koşullarının ağırlığına ilk olarak bireysel tepkiler gösterdiler. Makine kırıcılığı Avrupa’dan yüz yıl sonra kendini Rusya’da gösterdi. Bazı durumlarda işçiler, çevreleriyle ve bölgeleriyle sınırlı kalan mücadeleler örgütlediler; daha ileri gidemediler. Buna karşın Rus işçileri, gelecekte olacakların ilk işaretini daha o zamandan vermeye başlamıştılar. 1870’ten 1879’a kadar 176 ve 1880’den 1890’a kadar 165 grev vuku bulmuştu. Asıl gelişme, 1890’ların ikinci yarısında yaşanacaktı. 1896’dan başlayarak sanayinin merkezileştiği tüm kentlerde grevler gelişti ve tüm Rusya’yı içine aldı.

Rus işçiler, ilk dönemler alışamadıkları sanayinin o kızgın ateşinde artık pişmiş gözüküyorlardı. 1896’daki grevler, köylülükten kentleşmeye çözülmüş ve yaşamını sanayinin gelişimine uyarlamış olan bu işçilerin örgütlediği mücadelelerdi. Güçlerini birleştiren ve örgütlenmeye girişen işçilerin bu hareketi, kendiliğinden gelen bir örgütlenmenin üzerine oturuyordu. 1896-97’de Petersburg’da başlayıp diğer Rus kentlerini de içine alan grevler, Rus işçi hareketinin ilk kitle grevleri sayılabilirdi. İşçi hareketinin birden bire böylesine kendiliğinden ve kitlesel gelişimi, 1900’lerin başında başlayacak olan “kendiliğindencilik” ve “ekonomizm” tartışmalarının da temelini attı.

Kendiliğinden gelişen bu işçi hareketi, politik önderlikten yoksun oluşundan dolayı tüm siyasal görüşlere açıktı. “Kilise sosyalizmi”nden “polis sosyalizmi”ne kadar birçok kesim, işçi hareketinin önünü almak için işçilerle bağ kurmaya, onları etkilemeye çalışıyordu. Polisin ve Kilisenin bu şekilde harekete geçmesinin sebebi, 1896’da başlayan kitlesel grevlerde sosyalist propagandanın işçiler arasında yayılması ve işçilerin sosyalistlerle bağlar kurmasıydı. Buna karşın, işçilerin giriştikleri ilk bağımsız örgütlenmelerin köklerinde bu kendiliğinden hareketler vardı.

Bu örgütlenmelerin içeriğini şöyle özetleyebiliriz: 1) sendikalar ya da grev komiteleri, 2) işçi yardımlaşma ve grev sandıkları. Çok geçmeden grev sandıklarının amacı değişti ve mücadele veren işçilerin toplanma merkezine dönüştü. Dağınık olan hareketi bir araya toplamak ve yönetmek oldukça zordu; ama bu durum, en gözüpek mücadeleci işçileri öne çıkartmakta gecikmedi. Aynı süreçte, mücadele geliştikçe devrimci gruplarla kurulan bağlar güçleniyor ve işçiler siyasallaşıyordu.

Kendiliğindenliğin ekonomizm adıyla siyasallaşması tam da bu sürecin bir sonucuydu. Sendikaların yasak olması koşulundan hareketle ekonomizm taraftarları, işçi sınıfının iktidar hedefli siyasal mücadelesini erteliyor ve işçilerin ekonomik mücadelesinin onları kendiliğinden siyasallaştıracağını söylüyorlardı. Lenin ise bu anlayışın, işçi sınıfının burjuva siyaseti olduğunu, yani sendikal mücadelenin çerçevesini aşmayacağını ve özünde işçilerin ekonomik haklarının yasalar temelinde güvence altına alınması olduğunu belirtiyordu.

Gelişen işçi hareketinin, patlayan kitlesel grevlerin öncülüğünü yapabilen, işçi sınıfına iktidar bilincini taşıyan, mücadeleyi kapitalist sistemin temellerine yönelten bir politik devrimci önderlik mevcut değilse, proletaryanın tüm enerjisi boşa çıkacaktır. Ekonomik mücadelenin kendisinin hiçbir zaman işçileri siyasal iktidarın fethedilmesine götürmeyeceğini söyleyen Lenin, işçi sınıfının kendiliğinden hareketini siyasal iktidarı alma yolunda ilerletecek bir komünist önderliğin örgütlenmesi gerektiğinin inatla üzerinde durur. Söz konusu bu iki eğilim yani ekonomizm ve proletaryanın bilinçli siyasal önderliği, her iki devrimde de karşı karşıya gelecekti.

Grev sandıkları, polis baskısına ve kapatmalara rağmen inatla varlığını sürdürdü. 1905 devrimi öncesinde sendikal türde tek örgütlülük bunlardı. Sendikaların yasak olması işçilerin hareket alanını sınırlıyor, güçlerini birleştirmelerinden gelen toplu pazarlık yapma olanağını ellerinden alıyordu. Bu koşullar işçileri farklı arayışlara itti. İşçiler sendikal haklarını almak için 1890’lı yıllarda kendi temsilcilerini seçerek işverenlerle görüşmelere göndermeye başladılar. Daha sonra fabrika komitelerine dönüşecek olan bu girişim, kapitalistlerin de işine gelmekteydi; zira böylelikle işçiler, başka yollara sapmadan kontrol altında tutulacaktı. Örneğin 1901’den başlayarak, Çalışma Bakanlığı, işçilerin işverenlerle ve fabrikadaki devlet müfettişleriyle yasal temellerde görüşmelerine olanak veren ve sürekli görev yapacak temsilci komiteleri kurulmasınıavsiye etti.

Nitekim 10 Haziran 1903’te yayımlanan bir yasaya göre,işverenler razı olduğu takdirde işçiler kendi temsilcilerini seçip, belirlenen konular üzerinde görüşmeler yapabilecekti. Tabii bu temsilcilerin hiçbir yasal güvencesi yoktu. Çarlık devleti kendi sonuna doğru koşar adım ilerlerken, gelişen işçi hareketinin önünü almaya, parçalayıp dağıtmaya çalışıyordu. Öyle ki, bu amaç doğrultusunda polisine sendika dahi kurdurtmaktan geri durmadı. Ama ne yazık ki, diyalektik denen o eşsiz yasa işlemekteydi ve Çarlık kendi sonunu hazırladığının farkında değildi.

1901’de, Moskova’da, polis şefi Zubatov önderliğinde, “Mekanik Sanayileri İşçilerinin Yardımlaşma Kurumları” meydana getirilmişti. Dernek birkaç gün içinde 50 bin işçiyi kapsayarak genişlemişti. Zubatov, işçilerin içinde bulunan ajanları aracılığıyla işçileri kendi kontrolünde topluyor, onların haberi olmadan patronlarla görüşüyor, yaşam koşullarında bazı iyileştirmelerin yapılmasını istiyordu. İşverenlerle ortak yürütülen bu tarz bir örgütlenme ve pazarlık sonucunda bazı hakların işçilerin susturulması için verilmesi, patronlarında hayli işine gelmekteydi.

Zubatov’un işçileri örgütlemesiyle işçilerin yığınsal hareketi düzen içi kanallara akıtılacak ve polis örgütlenmesi işçileri kontrol edecekti. Hatta bu amaç doğrultusunda, gerekirse işçilere grev dahi yaptırılıyordu. Her şey inceden inceye hazırlandığından bu grevler zararsız sayılıyor, işçilerin derneğe inancının pekişmesi amaçlanıyordu. Odesa’da başlayan böyle bir grev, birkaç gün içinde bütün güney Rusya’ya ve Kafkasya’ya yayılarak tüm işçi ve emekçileri harekete geçirmişti.

Çarlık hükümeti ve kapitalistler grevin böylesine yayılması karşısında küçük dillerini yutmuşlardı. Zubatov, kendi eserinin kurbanı olmuş ve görevden alınmıştı. Zubatov’un ardılı Papaz Gapon olacaktı. Tarihin ironisine bakın ki işçi sınıfı, başında bu inançlı ama cahil, Kilise dogmalarını ilahileştiren, hatiplik yeteneğini ilahinin melodileriyle süsleyen ve kitleleri etkileyen polis ajanı Gapon önderliğinde ayaklanacaktı.

Rus işçi sınıfı, Avrupa’daki işçi hareketi gibi gelişemediğinden, yeni örgütlenmelere girişmek, yeni arayışlarla örgütlenme yaratıcılığını ortaya koymak zorundaydı. Baştan beri çok sert geçen mücadele, arayış içindeki Rus işçi sınıfına, sınıf mücadelesinin tarihi gelişiminin belirli anında ortaya çıkan iktidar organlarının yaratılması mükâfatını bahşetti. Sovyetler, Paris Komününden sonra, Rusya’da işçi sınıfının mücadele ve iktidar organları olarak ortaya çıktı.

İktidar Organı Olarak Sovyetlerin Doğuşu

Sovyet, konsey ya da şura tipi örgütlenmeler, o güne kadarki mevcut örgütsel araçların kitlelere yetmediği toplumsal altüst oluş dönemlerinde, sömürülen ve ezilen sınıfların yığın örgütleri olarak ortaya çıktılar. Sovyetler, yığınların zora dayalı iktidarını meşrulaştırma, merkezileştirme ve süreklilik kazandırma sürecinde, sınıf mücadelesinin geldiği aşama açısından tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatır. Bu anlamıyla sovyetler, sömürülen yığınların kendi güçlerini ortaya koyduğu devrim dönemlerinde, önceden tasarlanmadan, programlanmadan ortaya çıkarlar.

Ancak sovyetler hiçbir şekilde, sınıf mücadelesinin geriye çekildiği, toplumsal muhalefetin başını kaldıramadığı, toplumun demoralize olduğu dönemlerde yaratılabilecek iradi örgütlenmelere indirgenemez. Sovyetlerin ortaya çıkışının nesnel zemini, devrimci ya da ön-devrimci bir durumun varlığıdır. Bu, hem 1905-1917 Rus, hem de Alman ve Macar devrimlerinde böyle olmuştur.

1905: politik kitle grevinden sovyetlere

1905 Rus devrimi, yüzlerce yıl bastırılmış, korkutulmuş, itaatkâr kılınmış, aşağılanmış, horlanmış olanların volkanik patlamasıdır. Yığınların dipten gelen enerjisini dışa vurma isteği kurulu sistemi sarsarken, sömürülenlerin hareketine yön verecek örgütlülükler de kendine özgü tarihsel koşullarda çıkagelmiştir: Sovyetler. Troçki, bu yeni iktidar biçimini şöyle tanımlar.

“İşçi Temsilcileri Sovyeti neydi? Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken, dağınık durumdaki yüz binlerce insanı hemen içine alabilen; proletarya içindeki devrimci akımları birleştiren, inisiyatif ve kendiliğinden bir-öz denetim yeteneğine sahip olan; ve hepsinden önemlisi, yirmi dört saat içinde yeraltından çıkarılabilen bir örgütlenmeydi.”[5]

Sovyetlerin ortaya çıkmasını sağlayan nesnel zemin, 1905 Ocağında başlayan ve Ekimde doruk noktasına ulaşan devrimci gelişmelerdi. 9 Ocak 1905’te Papaz Gapon önderliğinde binlerce işçi, Çar “babaya” taleplerini içeren bir dilekçe sunmaya gidip taleplerine karşı jandarma kurşunları alınca devrim başlamış ve sovyetlerin ortaya çıkacağı koşullar hazırlanmıştı. Ocak ile Ekim arasındaki süreç, daha çok olayların mayalandığı bir dönem olmuştu. Sovyetleri doğuran, Ekim 1905 politik kitle grevi olduğu için incelenmesi gereken de bu dönemdir.

Ekim ayına gelindiğinde Petersburg ve Moskova’da irili ufaklı grevler sürüyordu. Fakat daha bir hafta geçmeden grevler büyüdü ve gelecek olayları tayin edecek yolu böylelikle açmış oldu. 7 Ekimde Moskova-Kazan demiryolu işçileri greve gitti. Ertesi gün grev Moskova-Yeroslav, Moskova-Nijegorod ve Moskova-Kursk hatlarına yayıldı. 8 Ekimde Petersburg demiryolu işçileri, grevin bir sonraki aşamasında hükümete ültimatom vermek ve taleplerini tüm demiryolu işçilerinin desteklemesi için Rus demiryollarında çalışan işçilerin yekûnunu örgütlemeye girişti. 9 Ekim 1905’te Petersburg demiryolu işçi temsilcileri kongresinde, grevin sloganları formüle ediliyor ve telgrafla anında tüm hatlara yayılıyordu. Talepler şunlardı: “sekiz saatlik işgünü”, “sivil özgürlükler”, “genel af” ve “kurucu meclis”. Bu talepler etrafında grev, siyasi bir boyut alacak ve alev topu gibi katlanarak gelişecekti.

Çarlık hükümeti ise baskılara devam ediyor, grevi kanunsuz sayıp işçilerin bildirilerine el koyuyordu. Troçki, olaylar karşısında Çarlığın tutumunu alaya alır: “Hâlâ, bir tomar bildiriye el koymakla grevi durdurabileceklerini umuyorlardı. Aptallar! Grev önünde ne varsa silip süpürdü.”[6]

11-12 Ekim gecesi Vistula bölgesinin tümünde trafik durma noktasına geldi. Aynı gün, Petersburg’a kalkacak olan trenler Varşova’da kalarak, beklemeye başladılar.

“On ikisi sabahı, Petersburg’da birleşen tüm demiryollarında, oy birliğiyle iş durdurma kararı alındı….13 Ekimde grev, Revel, Libava, Riga ve Brest’e ulaştı. Perm istasyonunda iş durduruldu. Taşkent Demiryolunun bir bölümünde trafik kesildi. On dördünde Brest merkezi, Transkafkasya Demiryolu ve Orta Asya Demiryolundaki Aşkabat ve Novaya Buhara istasyonları sırayla greve çıktı. Aynı gün grev Sibirya demiryollarına yayıldı; Çita ve İrkutsk’tan başlayarak ve doğudan batıya doğru hareket ederek, on yedisinde Çelyabinsk ve Kurgan’a ulaştı. Bakü İstasyonu on beşinde, Odesa on yedisinde greve gittiler.”[7]

750 bin ulaşım işçisi, Rusya’nın tüm ulaşımını felç etmişti. Buna iletişim işçileri de eklendi. Grevler yaşamın her alanına, bankalardan üniversitelere, oradan da bakanlık ve baro koridorlarına yayıldı.

Rus İçişleri Bakanı Von Puttkamer bir konuşmasında greve ilişkin şunları söylemişti: “Her grev devrimin binlerce başından birinin görünmesidir.”[8] Rus proletaryası bakanı tez zamanda haklı çıkaracaktı. Çünkü grevler, akabinde barikatların yükselmesini ve çatışmaları beraberinde getirdi. Ülkenin her yanında çatışmalar baş göstermişti ve durulmayarak genel bir hal almıştı. Devletin tamamen işlemeyip felç olması sonucunda Çarlık nihayet, artık bir adım dahi atamayacağını anlamak zorunda kalmıştı. 17 Ekim 1905’te Çar, bir Anayasal bildirge yayınlamak zorunda kaldı. 1905 devrimine damgasını basan işçi sınıfıydı. Bundan böyle “Çar mutlakıyetinin kutsal tacı, sonsuza kadar proletaryanın çizmesinin izini taşıyacak”tı.[9]

Grevlerin politik taleplerle genişleyerek tüm ülkeye yayıldığı, fabrikalarda üretimin durduğu, ekonominin, ulaşımın, iletişimin, bürokrasinin işleyemez hale geldiği Ekim politik kitle grevi ile Çarın Anayasal bildirgesini yayınladığı tarihler arasında, sovyetler, devrimci durumun yarattığı ihtiyaca yanıt olarak 10 Ekimde ortaya çıktı.

Sovyetlerin ilk toplantısına 30-40 kişi katıldı. Toplantıyı RSDİP içindeki iki hizipten biri olan Menşevikler örgütlemişti. Ancak hareketin kendisi, vesile olanları çoktan aşmıştı. Birkaç gün içinde sovyetler, tüm grevleri yöneten ve işçilerin temsilcilerini seçerek gönderdiği bir işçi parlamentosuna dönüştü. Sovyetlerin liderliğini hiçbir siyasal örgüt üstlenememişti. Sovyetler, tüm Sosyal Demokrat partilere eşti uzaklıkta olduklarını açıklayıp, her partinin birer temsilci göndermesini kabul etmişlerdi. Yayınladıkları ilk bildiride şunlar yazıyordu:

“İşçi sınıfı, dünya işçi hareketinin son, güçlü silahına, genel greve başvurmuştur… Önümüzdeki birkaç gün içinde Rusya’da sonucu tayin edeci olaylar ortaya çıkacaktır. Bunlar, yıllar boyunca işçi sınıfının kaderini tayin edecektir; bu olayları, bütünüyle hazırlıklı ve ortak Sovyetimiz vasıtasıyla birleşmiş olarak karşılamalıyız.”[10]

Sovyetlerin üçüncü toplantısına 96 fabrika ve atölyeyi, 5 sendikayı temsil eden 226 delege katıldı. 17 Ekimdeki İşçi Temsilcileri Sovyeti toplantısında, 22 üyelik (kentin her yedi mahallesi için 2 üye, en büyük dört sendikanın her biri için 2 üye) geçici bir yürütme komitesi seçildi ve Sovyet kendi gazetesini, Izvestia Sovieta Roboçih Deputatov’u (İşçi Temsilcileri Sovyeti Haberleri) yayınlamaya karar verdi.

Ekim grevinin, politik bir grev olarak Çarlık devletini hedef alması, sınıf mücadelesinin merkezi bir düzeyde örgütlenmesini ve yönetilmesini zorunlu kılıyordu. Troçki 1905’te tutuklandıktan sonra, mahkeme önünde şu açıklamayı yapmıştı:

“Ama devlet makinesini felç eden bir politik genel grevin yarattığı koşullar altında, politik grevin hedef aldığı ömrünü tamamlamış yaşlı iktidar, kendisini sonunda hareket edemez, kamu düzenini emrindeki tek araç olan barbarca araçlarla dahi denetim altına alamaz ve koruyamaz halde bulmuştu. Bu arada grev yüz binlerce işçiyi fabrikalardan sokaklara dökmüştü ve bu işçileri toplumsal-politik yaşam açısından özgür kılmıştı. Kim onları yönlendirebilir ve saflarına disiplini sokabilirdi? Eski devlet iktidarının hangi organı? Polis mi? Jandarma mı? Gizli polis mi? Kendime soruyorum: kim? Ve hiçbir yanıt bulamıyorum. İşçi Temsilcileri Sovyeti dışında hiç kimse. Başka hiç kimse!”

Ve Troçkidevam eder:

“… Ve durum bu olunca, kendisini yaratan politik grevin bir sonucu olarak Sovyet, devrimci kitlelerin öz yönetim organından başka hiçbir şey değildi: bir iktidar organı. O bütünün iradesiyle bütünün parçaları üzerinde egemenlik kurdu. O, gönüllü olarak tâbi olunan demokratik bir iktidardı.”[11]

Sovyetler, kitleler üzerinde genişleyen etkisiyle tek yetkili, tüm emekçilerin temsilcisi ve onların tek hükümeti olmuştu. Elektrik santralleri, demiryolları, telgraf, posta hizmetleri gibi can alıcı sektörler, sovyetlerin emri olmadan, işçiler ve sovyetin ihtiyaçlarının dışında hizmet vermiyordu. Elektrik almak isteyen, demiryollarından ve telgraftan yararlanmak isteyen burjuvalar sovyetlere başvuruyordu. Sadece burjuvalar değil, toplumun tüm kesimleri yüzlerini sovyetlere çevirmişti. Tüm sorunların çözüm kaynağı sovyetler olarak görülüyordu. Sovyet, basın yasasını tanıdıktan sonra 8 saatlik iş gününü de kabul etmiş ve işçiler 8 saat çalışmaya başlamıştı. Bu bir iç savaş ilanıydı ve Çarlık, sovyetlerin savaş ilanı karşısında geri çekilmedi. Çünkü bu, Çarlığın sonu olurdu.

Tüm işçi kitlelerini kendi denetimi altında toplayan sovyetler, işçilerden oluşan müfrezeler örgütledi. Aralık ayında başlayan grevler Petersburg, Moskova ve diğer şehirleri içine alarak yüz binlere ulaşmıştı. Moskova’da grev sırasında polis ortadan kaybolmuş ve onun yerini işçi müfrezeleri almıştı; grevci işçilerin güvenliğini de bu müfrezeler sağlıyordu; ikili iktidar gün gibi ortadaydı.

“Üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin ve devletin elinde kalmaya devam etmesine ve devlet iktidarı bürokrasinin elinde kalmayı sürdürmesine rağmen, ulusal üretim ve iletişim araçlarının gerçek idaresi –en azından ekonomik yaşamın ve devlet yaşamının düzenli işlemesini kesintiye uğratma imkanı ölçüsünde– Sovyetin elindeydi.”[12]

1905 devrimi, sadece eski iktidarı yıkmakla yetinmeyip yeni bir iktidar kurmak gerektiği gerçeğini, Paris Komünü’nden sonra bir kez daha gözler önüne serdi. İkili bir iktidarın ortaya çıkmasını sağlayan sovyetler, kitlelerin sınırsız gücüne dayanması, yasa ve sınır tanımayan devrimci zora başvurmasıyla sadece yıkma yeteneği değil, kurma yeteneği de olan bir iktidar olduğunu kanıtlamış oldu. Sovyetler, bir avuç azınlığın iktidarı olan ezen sınıfın diktatörlüğüne karşı, işçilerin ve tüm ezilen çoğunluğun diktatörlüğünü temsil ediyordu.

1905 devriminin ortaya çıkardığı sovyet olgusu, devrimciler tarafından uzun bir dönem tartışıldı. Bu tartışma 1917 Devrimine kadar sürdü. Pek çok kişi, 1905’te hiç beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan bu olguyu, işçi sınıfının devrimci iktidar organları olmaktan ziyade, ayaklanma komiteleri veya sendikal tipte yapılar olarak değerlendirdi. Fakat bütün bu tartışmalarda Paris Komünü deneyimi gözden kaçırılıyordu. Komün, işçi sınıfının devrimci iktidarıydı ve bir iktidar organı olarak sovyetlerin öncülüydü. 1905’te sovyetler, tüm yığınları bir araya toplayarak, onlara yön vererek, sendikalları kendine bağlayarak, Çarlık devletini felç eden politik grevleri örgütleyerek, kendine bağlı milis kuvvetleri oluşturarak, siyasal iktidarı hedef alarak ve bu yönde karalı davranarak ikili bir iktidarın temellerini atmıştı.

Alınan kararlar, sovyetlerin Yürütme Kurulu tarafından sovyet delegelerine sunuluyor ve onlar tarafından onaylanıyordu. Yürütme Kurulunda bulunan temsilciler, her ne kadar resmi bir temsilcisi olarak bulunmasalar da sonuçta çeşitli devrimci partilerin üyesiydiler. Örneğin gerek Sovyet birinci başkanı Hrustalev-Nosar, gerekse ikinci ve daha sonra birinci başkan olacak olan Troçki RSDİP üyesiydiler. Ayrıca Yürütme Kurulunda Bolşevik, Menşevik ve Sosyal Devrimciler olmak üzere üç partinin birer temsilcisi bulunuyordu.

1905 sovyetleri, 1917’dekinden farklı olarak, hiçbir partinin politik hegemonyasına girmemişti. Nitekim eksik olan şey, sovyetlere bir devrimci partinin önderlik etmesi, onu politik olarak kazanıp, partinin fikirlerini sovyetler arcılığıyla kitlelere kabul ettirmesiydi. Sovyetleri yok saymak, sadece ayaklanma komitelerine indirgemek, sendikal bir örgüt olarak görmek, son derece yanlıştı. Lenin, sovyetlerin tarihsel rolünü kavrayanlardandı ve 1905’te şöyle yazıyordu:

“Sovyet, geçici devrim hükümetini sağlam bir çekirdekle donatmalı ve tüm devrimci partilerin ve tüm devrimci demokratların temsilcileriyle tamamlanmalıdır… Bu kadar geniş ve çeşitli bir bileşimden korkmuyoruz, hatta bunu diliyoruz, çünkü proletaryanın ve köylü sınıfının ittifakı olmadan, sosyal demokratlar ve devrimci demokratlar mücadelede yakınlaşmadan, büyük Rus devriminin başarıya ulaşması olanaksızdır.”

“Belki yanılıyorum, ama … bana öyle geliyor ki İşçi Temsilcileri Konseyi, siyasal bakımdan bütün Rusya’nın geçici devrim hükümetinin bir çekirdeği olarak düşünülmeli ya da (farklı bir biçimde aynı kapıya çıkar) bir geçici devrim hükümeti yaratmalıdır.”[13]

Sovyetler, burjuva parlamentarizmin, bürokrasinin, düzenli ordunun, mahkemelerin karşısına, çoğunluğun diktatörlüğü olan ve doğrudan sömürülenlerin aşağıdan örgütlenerek yönetimine dayanan işçi demokrasisini çıkardı. Troçki şöyle yazar:

“O, daha alt ve daha üst bir yasama meclisi olmaksızın, profesyonel bir bürokrasiye sahip olmaksızın, ama seçmenlerin temsilcilerini her an geri çağırma hakkına sahip bulundukları gerçek demokrasiyi teşkil etmektedir.”[14]

Lenin, Mart 1906 tarihli Kadetlerin Zaferi ve İşçilerin Partisinin Görevleri adlı yazısında, 1905 sovyetlerini, sömürülenlerin sömürücü azınlık üzerindeki diktatörlüğü olarak tanımlıyordu:

“Bu iktidar, nereden gelirse gelsin, başka hiçbir iktidar, hiçbir norm tanımıyordu. Yasanın dışında, güce dayanan, sınırsız bir iktidar, işte diktatörlük budur… Bu toplumsal ve siyasal nitelikleriyle, halkın devrimci unsurlarının filiz halindeki diktatörlüğüydü… Bu iktidar halk kitlesine dayanıyordu. Yeni iktidarla eski iktidarın organları arasındaki asıl fark, işte budur. Eski organlar, azınlığın, halk, işçi kitleleri ve köylüler üzerindeki iktidar organlarıydı. Bunlar ise halkın, işçilerin ve köylülerin azınlık üzerindeki bir avuç polisiye zorba ile üç beş soylu ve ayrıcalıklı memur üzerindeki iktidarının organlarıydı.”[15]

Fakat Lenin’in de belirttiği gibi, “eski iktidarın zaferi, genç fidanın filizlerini çok çabuk ezdi”.

1917: devrimden doğan sovyetler

1905 devriminden 12 yıl sonra, 23 Şubat (8 Mart) 1917’de, Dünya Emekçi Kadınlar Gününde tekstil sektöründe çalışan kadın işçilerin greve gitmesinin yanı sıra, işten atılan 20 bin Putilov işçisinin de mücadeleye girişmesiyle, Rusya’yı çığ gibi büyüyen bir grevler dalgası sarmıştı. Grevcilerin sayısı 23 Şubat günü 90 bine yükselmişti. Grev, ilk önce Viborg bölgesinde gelişti; ama kısa zamanda Petrograd’ın tüm işçi mahallelerini sardı ve işçileri hareketin içine çekti. 24 Şubatta Petrograd sanayi işçilerinin yaklaşık yarısı greve gitti.

23 Şubatta kadınların “ekmek isteriz” sloganı kısa sürede yeni sloganlarla yer değiştirmişti: “Kahrolsun otokrasi”, “kahrolsun savaş”. Bu yeni sloganlar, daha ilk andan itibaren işçiler içinde dalgalandı ve kabul gördü. İşçiler, geçtikleri tüm bölgelerde bu sloganları yükseltiyorlardı ve toplumun ezilen tüm kesimleri işçilere katılıyordu. Bir anda ezilen yığınlar, yılların birikimiyle bir öfke patlamasına uğramış ve kendilerini politik olayların içinde bulmuşlardı.

Bu grevlerin, öncekilerden farklı olduğu kısa zamanda anlaşılmıştı. En küçük bir olayda Çarın emriyle kitlelerin üzerine ateş açan ve kırbaçlayan Kazaklar, ne hikmetse bu sefer, ateş açmamış ya da önce bir kısmı, sonra tamamı tarafsız kalmıştı. Anlaşılıyordu ki, savaşın yıkıcı ve yok edici etkisi Kazakları da olayların gidişini sorgulamaya itmişti. Bu durum yeni bir sürecin habercisiydi.

25 Şubatta, grevcilerin sayası resmi rakamlara göre 240 bindi. Bu rakam her geçen saat artış gösteriyordu; irili ufaklı işyerleri birbiri ardına çalışmayı durdurup grevcilere katılıyordu. Tramvaylar, raylar üzerinde öylece suskunluğa terk edilmişlerdi; dükkân sahipleri kepenkleri indirmiş ve şehir tümden durmuştu. Kısa zamanda öğrenciler de grevlere katıldılar. Böylece on binlerce insan, sokakları zapturapt altına almayı başarmıştı. Olayların gidişatını belirleyenler askerlerdi. Bolşeviklerin, öncü işçilerin ve kadın işçilerin kendilerini kitlelerin önüne atarak askerlerle tartışmaları sonucu askerler devrimin yanına geçmeye ikna olmuşlardı. Zaten askerlerin bir kısmı olaylar başladığında, ya tarafsız kalmış ya da işçilerin saflarına katılmıştı.

Devrim başladığı günden itibaren, tüm toplumu içine çekerek yukarıya doğru bir ivme kaydetmişti. Buna karşın, harekete önderlik edecek siyasi yapılar, devrimin gelişimi karşısında şaşkın ve güçsüzdüler. Kitlelerin tereddüt edişinin sebebi, bir önderliğin ve yol göstericinin olmayışıydı. Troçki, Rus Devriminin Tarihi adlı kitabında, önderliklerin ne kadar hazırlıksız olduğunu çok çarpıcı bir şekilde betimler:

“Partinin merkezî yöneticileri ümitsizce bocalıyorlardı. Ta 25’i sabahı ancak Bolşeviklerin Merkez Komite bürosu tüm Rusya’da genel grev çağrısı yapan bir bildiri yayınlamaya karar verdi. Bu bildiri yayınlandığında –o da eğer yayınlandıysa–, Petrograd’daki genel grev silahlı bir ayaklanmaya dönüşmek üzereydi. Önderlik hadiseleri uzaktan izliyor, tereddüt ediyor, gecikiyor, kısaca yönetemiyordu. Hareketin kuyruğuna takılmış gidiyordu.”[16]

Olayların gidişatını 27 Şubat tayin etti. 26’sı günü ve gecesi çatışmalar sürekli devam etmişti. Çatışmalar 27 Şubatta da devam etti. Aynı gün öğleden sonra tüm Petrograd sokakları tam anlamıyla bir savaş alanına dönmüş, bütün kent ayağa kalkmıştı. Askerlerin devrimin safına geçmesi, tüm kitle üzerinde derinlerden gelen bir coşkunun meydana çıkmasını sağladı. Aynı gün, tek bir kurşun dahi atılmadan hapishanelere hücum edilmiş ve tüm siyasi tutsaklar serbest bırakılmıştı. Karakollar işgal edilmiş, fabrikalar işçilerin eline geçmiş, kışlalara askerler hakim olmuş, devlet dairelerine işçiler tarafından el konmuş ve devrim kesin bir üstünlük kazanmıştı. Subaylar emirlerindeki askerlere söz geçiremiyorlardı. Artık Çarlık tarihe gömülüyor, Çarlık devletinin üzerinde, işçi sınıfının çizmelerinin gıcırtıları yükseliyordu.

Rusya’yı birbirine bağlayan demiryolları, telgraf, posta, enerji hizmetleri, bakanlıklar, devlet daireleri, tamamen durmuş ve buralarda çalışanlar devrimin saflarına katılmışlardı. İşçiler karşı-devrimcilere ve Çarlık devletine ilişkin hiçbir telgrafı çekmiyor, posta hizmeti vermiyor ve trenleri çalıştırmıyordu. İşçiler devrimin çıkarı için, üretimdeki rollerini ustaca ve gerçek sahipleri gibi kullanıyorlardı. Sovyetlerin ve işçi komitelerinin telgrafları çekiliyor, matbaalarda bildiriler basılıyor, tüm posta işlemleri yapılıyor, bildiriler dağıtılıyor, trenler Rusya’nın her yanına devrimi yayıyordu. Demiryolu işçilerinin, tren istasyonlarından geçmesine izin vermedikleri Çar, başkentine dönemiyor ve adeta istasyonlar arasında kaybolmuşçasına mekik dokuyordu. Çariçe ve burjuva temsilciler Çara telgraf üzerine telgraf çekiyorlardı, “ama telgraf üzerinde mavi ispirtolu bir kalemle «alıcının oturduğu yer bilinmiyor» ibaresi yazılmış bir vaziyette geri geliyordu. Telgraf idaresi çalışanları koskoca Rusya’da artık Çarı bulamıyorlardı…”[17]

Binlerce yıllık köhne yapıları yıkan ve kendilerinden başka güç ve iktidar olmadığını kanıtlayan devrimci yığınlar, devrimin coşku seline kapılarak sokakları terk etmiyorlardı. Devrimin dumanları her yerden yükseliyor, devrim korkunç bir otorite olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Bu otoriteyi oluşturan kitleler fabrikalardan, atölyelerden, evlerden, kışlalardan sokağa çıkıp devrim yapmışlardı; ama onu yürütecek araçlara sahip olmadan yaptıklarını ne koruyabilirlerdi ve ne de ilerletebilirlerdi.

Sovyetler, tarihin bu devrimci dönemecinde, sömürülen yığınları aynı örgütlülük içinde birleştiren ve onların devrimci ayağa kalkışlarını yeni bir iktidarda somutlaştıran organlar olarak ortaya çıktı. Devrimci tarihsel süreçlerle kesişen sovyetler, 1905 devrimi sırasında işçilerin zihinlerinde derin izler bırakmıştı. Sovyet deneyiminin işçilerin bilincinde böylesine yer etmesi, sınıf mücadelesinin her yükseliş anında mücadelenin merkezi düzeyde yürütülmesinin zorunluluğundan doğuyordu.

Menşevikler, Bolşevikler, sendikalar, kooperatifler, komiteler, 27 Şubatta bir araya gelerek İşçi Temsilcileri Konseyi Geçici Yürütme Komitesini kurdular. Aynı gün içinde Komite, her bin işçiyi ve her bölük askeri birer temsilci (vekiller) seçmeye davet etti. Saat 19’da yapılması karara bağlanan sovyet oturumu, ancak saat 21’de açılabildi. İlk oturuma 50’ye yakın vekil katılmıştı. Oysa çok kısa bir zaman içinde pek çok şey değişecekti.

Sovyetler, ortaya çıktığı andan itibaren gerçek bir iktidar organı ve işçi sınıfını temsil eden, her şeye el atan, yeni düzenlemeler getiren, kararnameler yayınlayan, tüm yönetimi kendi denetimine alan bir hükümet gibi davrandı. Troçki gelişmeleri şöyle aktarır:

“Kurulduğu andan itibaren Sovyet, Yürütme Komitesi aracılığıyla, hükümet organı olarak hareket etmeye başladı. İaşeyle ve genel olarak asiler ile garnizonun ihtiyaçlarıyla ilgilenmekle yükümlü bir Geçici Komisyon kurdu. Daha önce sözünü ettiğimiz Geçici Devrimci Genel Kurmay Heyeti’ni (o günlerde her şey “geçici” idi) oluşturdu. Eski rejimin memurlarının elinden malî kaynakları almak için, Sovyet devrimci muhafız birliklerinin hemen İmparatorluk Merkez Bankasını, Hazineyi, Darphaneyi ve Devlet Değerli Kağıtları İdaresini işgal etmeleri kararını aldı.”[18]

Böylelikle 46 yıl sonra işçi sınıfı, Paris Komüncülerinin yapmış olduğu hataya düşmüyor ve hazineyi bizzat ilk hedef olarak işgal ediyordu.

1 Martta sovyetler, orduya yönelik bir genelge yayınladı. Genelge, askerlerin komitelerde örgütlenmesini, sovyetlere temsilci göndermesini öngörüyor, selamlamayı ve ölüm cezasını kaldırıyordu. Genelge “… Sovyet’e ve komitelerine asker temsilcileri seçilmesini; silahları bölük ve tabur komitelerinin kontrolüne vermeyi ve hiçbir şekilde bunların «tekrar subaylara iade edilmemesini»; hizmetteyken en ağır askeri disiplini; hizmet dışındayken tüm medenî haklardan yararlanmayı; asker selamı ile hiyerarşik rütbelerin kaldırılmasını; subayların erlere kaba davranmasını, başta da onlara sen diye hitap edilmesini yasaklamayı karara bağlıyordu.”[19] Bu burjuva ordusunun darmadağın olması anlamına geliyordu.

Toplumun her katmanında, her düzeyde derinlemesine bir örgütlülük söz konusuydu ve bu örgütlenmeler sovyetlerin hegemonyasını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Geçici Hükümetin kurulmasıyla savaş bakanı olan Guçkov, derin bir hayâl kırıklığı içinde; “… hükümetin elinde ne yazık ki gerçek bir güç yok, askeri birlikler, demiryolları, posta, telgraf vs. Sovyetin elinde. Denilebilir ki Geçici Hükümet ancak Sovyetlerin izin verdiği ölçüde var” diyordu.[20]

Şubat Devriminden hemen sonra işçiler, fabrika komitelerini seçmiş ve komiteler aracılığıyla üretimin denetlenmesine girişmişlerdi. İlerleyen aylarda komiteler, fabrikaların yönetimine el koymuş, işletmeleri üzerine almıştı. 7 Martta Petrograd Sovyeti bir bildiri yayınladı:

“Fabrika ve atölye yönetiminin denetlenmesi, işgücünün uygun biçimde örgütlenmesi için, fabrika ve atölye komiteleri derhal kurulmalıdır. Bunlar, işgücünün boşa harcanmamasını ve tesislerdeki çalışma koşullarının düzeltilmesini sağlamalıdır.”[21]

1917 sovyetleri giderek bir işçi devleti karakterine bürünüyordu ve devrimde hakim güç olarak davranıyor, nasıl çalışması gerektiğini öğreniyordu. Tüm komiteler, sovyetlerin bir alt birimi olarak çalışmaya başlamıştı. Özelikle fabrika komiteleri, üretimi dolayısıyla da ekonomiyi elinde tutuğundan, ülkenin iktisadi hayatı sovyetlerin elindeydi. Fabrika komiteleri, üretim merkezlerinde işçilerin öz-örgütlenmeleri olarak bir işyeri iktidarı oluşturmuştu. İşyeri sovyetleri dediğimiz örgütlenmeler işçiler tarafından seçiliyor ve merkezi sovyete bağlı çalışıyordu.

Komiteler, sovyetler tarafından, ücret zammı, çalışma koşulları gibi sorunlarda işyeri yönetimi nezdinde işçileri temsil etmek, devlet ve toplum hizmetlerinde onların çıkarlarını korumak, mesleki ve kültürel formasyonlarını geliştirmek gibi yetkilerle donatılmıştı. Fabrika komiteleri sık sık bu sınırlarını aşıp kendi alanı dışına çıksa da, aslolan onların devrimci iktidar organlarının üretim merkezlerindeki ayağı olmalarıydı.

Örneğin pek çok fabrikada işçiler, idari ve teknik sorunlara karışmaya, hatta patronları ve kendileriyle işbirliği yapmayan teknisyenleri işyerinden kovmaya başlamışlardı. Kapitalistler fabrikaları kapatmaya karar verdiklerinde, komitenin patronları kovması ve işyeri yönetimine el koyması sık yaşanan bir durumdu.

Fabrikalarda sağlanan fiili iktidar, kendini iş saatlerinin düzenlenmesinde de gösterdi. Sovyetler 8 saatlik işgünü için bir kararname yayınlamış ve işçiler bu kararı uygulamayan veya çok gerici olduklarına inandıkları idarecileri saf dışı bırakmışlardı.

Ancak ortada bir aykırılık vardı ve bu derin bir çatışmayı her alanda örüp duruyordu. Sovyetler gerçek hakim güç, gerçek iktidardı. Üretim merkezlerinde işyeri sovyetleri her şeyi eline almıştı; demiryolları, PTT hizmetleri, devlet daireleri, iaşe dağıtımı, kentlerin yönetimi, askerler, köylüler sovyetlere bağlıydı. Ama buna karşın siyasal iktidar sovyetlerin elinde değildi. Tüm emekçi Rusya sovyetlerde örgütlüyken, resmi iktidar burjuva Geçici Hükümette örgütlüydü. Geçici Hükümet havada asılı duruyordu ve varlığını Menşevikler ile Sosyal Devrimcilere borçluydu. Troçki, bu durumu Şubat devriminin paradoksu olarak tanımlar:

“Çünkü mesele şöyle ortaya konmuştu: ya burjuvazi eski devlet aygıtına gerçekten el koyacak ve onu kendi amaçlarına uygun olarak yenileyecek, bu durumda sovyetler silinip gidecekler; ya da sovyetler yeni devletin temelini teşkil edecekler ve bu şekilde de yalnızca eski aygıt tasfiye edilmiş olmakla kalmayacak, bundan yararlanan sınıfların egemenliği de yok edilecekti.”[22]

İkili iktidarın sovyet ayağı, yani işçiler, köylüler, askerler, örgütlü ve silahlı ezilen çoğunluk, ya iktidarı ele geçirecek ve böylelikle burjuva diktatörlük kurumları olan düzenli orduya, polise, parlamentoya, mahkemelere, bürokrasiye son verecek ve yerine işçilerin, köylülerin, askerlerin kısacası sömürülen çoğunluğun demokratik iktidarını kuracaktı veya burjuva karşı-devrimle başları ezilecekti.

Bolşeviklerin önderliğinde başlayan Ekim Devrimi bu ikili iktidara, bu paradoksa son verdi ve işçi sınıfını iktidara taşıdı. İşçi sınıfı yığınlara önderlik ederek burjuva sınıfını siyasi ve ekonomik olarak mülksüzleştirmeliydi; bunu sovyetlerde örgütlenerek, azınlık üzerinde çoğunluğun diktatörlüğünü kurarak sağladı.

Lenin, Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresinde yaptığı açılış konuşmasında, proletaryanın egemenliğini gerçekleştireceği pratik biçimin sovyetlerde cisimleştiğini belirtiyordu. Üstelik sadece Rusya’da değil, daha pek çok ülkede bu böyleydi. Dolayısıyla sovyetler Rusya’ya özgü değil, proletarya diktatörlüğünün evrensel ölçekte somutlaştığı organlardı:

“Bu biçim, proletarya diktatörlüğü ile birlikteki sovyetler sistemidir! Proletarya diktatörlüğü! Bu sözcükler, şimdiye değin, yığınlar için anlaşılmaz sözcüklerdi. Sovyetler sisteminin dünyada ışıldaması sayesinde, bu anlaşılmaz sözcükler bütün modern dillere çevrildi; diktatörlüğün pratik biçimi, işçi yığınları tarafından bulunmuştu. Bu biçim, Rusya’daki sovyetler iktidarı sayesinde, Almanya’daki spartakistler ve öbür ülkelerdeki, örneğin, Büyük Britanya’daki Shop Stewards Committe’ler gibi benzer örgütler sayesinde, büyük işçi yığınları için anlaşılır bir duruma geldi.”[23]

Almanya ve İtalya Örneği: Sovyetler ve Devrimci Önderlik

Almanya

1917’de Rusya’da devrim patlak verdiğinde, tüm Avrupa bu devrimin etkisi ve prestiji ile yankılanmıştı. Devrim Avrupa’yı uyandırmış ve sarsmıştı. Savaşın ağır koşularda devam etmesi ve süreç içinde kitlelerin gözünde anlamsızlaşması, sömürülen yığınların savaşın sınıfsal içeriğini sorgulanmasını da beraberinde getirdi. Savaşın kendi savaşları olmadığının kitlelerce kavranması, toplumun giderek daha fazla politikleşmesine yol açtı.

Almanya’da, Nisan 1917’de silah sanayiinde çalışan 200 binden fazla metal işçisi büyük ve politik içerikli bir grev gerçekleştirdi. Bu grev, cephelerdeki yenilgilerle birleşerek 1918 Kasım devriminin de yolunu açacaktı.

Grevlerin sürdürülmesi, yaygınlaştırılması ve hareketin organizasyonu, önder işçilerin taşıyıcı unsur olmasıyla mümkündü; öyle de oldu. Ekonomik sınırları aşıp politik istemlerle ön plana çıkan grevler, SDP önderliği ve ona bağlı sendikal bürokrasinin engeliyle karşılaştı. Bürokrasi, mücadelenin ileri noktalara sıçrayıp burjuva düzeni hedef almaya yöneldiği bir süreçte, yeniden kapitalist sınıfın imdadına yetişmişti. Fakat bu kez, bürokrasinin gücü kırılmıştı. Nisan grevleri, Sosyal Demokrat Partiye bağlı sendikaların ve sendikal bürokrasinin aşılması yönünde ciddi adımların atılmasını sağlamıştı.

Berlin DWN cephane fabrikasında çalışan 10 bin işçi, doğrudan seçim yoluyla kendi sovyetlerini kurmuş ve 5 kişilik bir kurul seçmişti. Konseyin talepleri ekonomik istemleri aşmış, savaşa ilhaksız ve tazminatsız olarak son verilmesini, serbest seçimlerin yapılmasını, siyasi tutukluların özgürlüklerine kavuşturulmasını içerecek şekilde genişlemişti.

Yığınsal grevlerin hemen ardından Almanya’da ilk işçi ve asker konseyleri (sovyetleri) kuruldu. (Aynı süreç, Avusturya ve Macaristan’da da savaş karşıtı grev dalgasının yükselmesi ve sovyetlerin kurulması ile tamamlandı.) Almanya’nın Kiel kentinde, 20 bin denizci kendi konseylerini kurmuştu; bunu tersane işçilerinin konseyleri izledi. 4 Kasımda, devriminin başlamasına 5 gün kala, bütün şehrin denetimi işçi ve asker konseylerinin eline geçmişti. Ayaklanma Kuzey Almanya’nın birçok kentine kısa zamanda yansımış ve 8 Kasımda Münih İşçi ve Asker Konseyince Bavyera Cumhuriyeti ilan edilmişti.

İşçi ve Asker Konseyleri ayaklanmanın bir sonucu olarak doğdu, hareket geliştikçe onu yönetti ve kentlerin yönetimini eline aldı. Ancak konseyler, siyasal önderlikten yoksundular ve politik iktidarı kapsayan net bir programları yoktu. Yine de, devrimci coşkuyla ayağa kalkan yığınlar kendiliğinden, konseyler aracılığıyla her yere kendi egemenliklerini taşıyor ve şehirleri kendi yönetimlerine alıyorlardı.

9 Kasım 1918 devrimi, iktidarın resmen konseylere geçmesini sağlarken, Alman İmparatorluğunun da çökmesine neden oldu. Fakat tüm bunlar kendiliğinden yürümüştü ve devrimci bir önderlik olmadan başarılmıştı. Troçki konseylerin kendiliğinden yükselişine ilişkin şöyle demektedir: “Konseylerin en belirgin özelliği, kitlelerin en ilksel gereksinimlerine bağlı olarak, profesyonel devrimci komploculuğa hiçbir şey borçlu olmadan kendiliğinden ortaya çıkmış olmalarıdır.”[24]

Fakat konseylerin/sovyetlerin kitlelerin “gereksinimine bağlı olarak” “kendiliğinden ortaya” çıkması, aynı ölçüde siyasal iktidarın fethedilmesini kendiliğinden getirmemektedir. Tüm devrimci süreçler göstermiştir ki, komünist bir önderlik olmadan, sovyetlerde kitleler kazanılmadan, yığınlar devrimci önderliğin fikirleri altında toplanmadan, sovyetlerin fiili iktidarı kendiliğinden siyasal iktidara dönüşemez.

Konseylerin siyasal önderliğini elinde bulunduran SDP, yığınların devrimci enerjisini burjuva düzen sınırları içinde tutma ve eritme politikasına başvurdu. SDP, emekçi sınıfların bilincinde yanılsamalar yaratmak için kurduğu “Geçici Hükümet”e “Halk Temsilcileri Konseyi” adını vermişti. Aynı SDP, konseylerin otoritesini yasama ve kontrol yetkisiyle sınırlamaya çalışmış, konseyin yürütme yetkisini, kurduğu Geçici Hükümete (Halk Temsilcileri Konseyi) bırakmıştı.

Rusya’da devrimin gelişimi ve devrimde alınan tutumlar adeta Almanya’da tekerrür ediyordu; fakat bir eksiklikle: Almanya’da Bolşevik Parti yoktu.

27 Şubat 1917’de Rusya’da Çarlık yıkılıyor ve iktidar sovyetlerin eline geçiyordu. Sovyetlerin önderliğini elinde bulunduran Menşevikler, iktidarı almıyor ve burjuvaziye bırakıyorlardı. Daha sonra ise, Geçici Hükümete girerek burjuva hükümete destek veriyorlardı.

9 Kasım 1918 devrimiyle Alman İmparatorluğu yerle bir oluyor ve iktidar konseylere geçiyordu. Almanya’da da Rusya’daki gelişmeler oluyor, SDP konseylere önderlik ederek iktidarı almıyor; Rusya’daki gibi burjuva partilerin yokluğu ya da güçsüzlüğünden dolayı Menşevikler gibi beklemiyor ve Geçici Hükümeti kendisi kuruyordu.

Fakat SDP, Menşeviklerden daha tecrübeliydi. Çünkü 1917 Ekim Devrimine ve Menşeviklerin akıbetine şahit olmuştu. SDP, kurduğu burjuva hükümeti işçi yığınlara yutturmak için manipülasyonlara başvurarak, Ekim Devriminin sonuçlarından doğan devrimci sovyet hükümetini, kendi burjuva hükümetine isim yapıyordu. Böylelikle, sanki kurulan hükümet gerçekten bir Konsey Hükümetiymiş gibi, konseylerin yürütme yetkisini kendisine bağlıyor ve konseylerin anlamını ve içeriğini boşaltarak karşı-devrimin önünü açıyordu.

1919 sonlarına doğru konseyler, neredeyse bütünüyle siyasal işlevlerini yitirdiler. Ellerinde tutukları devrimci iktidarı Ocak 1919’da yapılan seçimlerde oluşan Ulusal (burjuva) Meclise bırakma kararı alarak iktidarı burjuvaziye verdiler. Konseylerin SDP önderliğince içinin boşaltılması ve yığınların fiili devrimci iktidarının yitirilmesi, işçilerin bilincinde çarpılmalara yol açtı. Konseylerin devrimci iktidar organı oluşu ve proletaryanın devlet biçiminin temellerini oluşturduğu görüşü SDP tarafından tahrif edildi, budandı ve konseyler giderek sendikal içerikte örgütlere dönüştüler.

Konseylerin tasfiyesi ve böylelikle karşı-devrimin önünün açılması, Almanya’da devrimin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. SDP’nin ihaneti, dünya proletaryasının yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht katledilmeleriyle doruğuna varmıştı.

Konseyler, Almanya’nın dört bir yanında örgütlü olmasına, özellikle büyük konseylerin etkin olmasına rağmen, ulusal çapta ortak bir örgütlenmeye gidip, yığınların devrimci enerjisi birleştirilememiştir. Böyle bir çabayı, son anda göstermeye çalışanlar ise geç kalmışlardır. Konseyler arası kurulan gevşek bağlar burjuvazinin saldırıya geçmesiyle çözülmüş ve dağılmıştır. Böylelikle konseyler, etkisizleşip kitlelerin devrimci kabarışına cevap veremediği için, devrimci gelişmelerin gerilemesine koşut olarak gerilemiştir.

Çünkü konseyleri birleştirecek, Almanya ölçeğinde etkili kılacak, kitleleri siyasal programına kazanacak ve önderliği altına alacak, yol gösterecek, onların ihtiyaçlarına cevap verecek Bolşevik bir önderlik yoktu. Önderliksiz kaldıklarında her şeyi yapmaya hazır kitleler, açılmış baraj sularına benzer. Önceden döşenmiş arklar yoksa eğer, dalgalar halinde boşluğa akan baraj suları, aynı noktada toplanıp akamadığından hızını yitirip parçalanacak, etkisizleşecektir.

Troçki’nin şu eşsiz benzetmesi tarihsel bir deneyim olarak kesinlikle akıllara kazınmalıdır: “Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.”[25]

Konsey/sovyetler aracılığıyla fiili iktidarlarını kuran kitleler, siyasal iktidarı fethedemedikleri andan itibaren, enerjileri “silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider” ve fiili iktidarlarını da yitirirler. İşte tam da bu noktada, İtalya örneğine dönüp bakmak gereklidir.

İtalya

Birinci paylaşım savaşının getirdiği yıkıcı ve yok edeci etki ve toplumsal çürüme elbette ki İtalya’da da kendini derinden hissettirdi. 1917 Rus devrimi İtalya’da yoğun çalkantılara neden oldu ve işçi sınıfının kurtuluşunun umudu olarak Bolşevik fikirler hızla yayılmaya başladı.

“1917 Temmuzunda (aynen böyle) Petrograd Sovyeti tarafından batı Avrupa’ya gönderilmiş olan heyet Torino’ya vardığında, delegelerden, Smirnov ve Goldenberg ellibin kişilik bir işçi kitlesinin karşısına çıktıklarında kulakları sağır eden “Yaşasın Lenin!”, “Yaşasın Bolşevikler!” çığlıklarıyla karşılandılar.”[26]

21 Ağustos 1917’de Torino’da ekmek için başlayan protestolar, kendiliğinden ayaklanmaya dönüştü ve sokaklar kısa zamanda savaşa karşı çıkan göstericilerle doldu. Barikatların kurulduğu ayaklanmalar, kısa zamanda fabrikalara sıçradı, üretim merkezlerine yayıldı. 21 Ağustos ayaklanmasında 500 işçi öldü, 2000 işçi de yaralandı.[27]

Torino, İtalyan sanayisinin yoğunlaştığı en büyük kentlerin başını çekmekteydi. Torino’daki metal işleme sanayii, otomobil sanayiinin varlığıyla karakterize olmaktaydı. Yalnızca Fiat fabrikalarında 35 bin işçi çalışmaktaydı. Torino, işçi sınıfının en kalifiye, en bilinçli ve en fedakâr unsurlarını bir araya toplamıştı. Nitekim, 1920’de fabrika işgallerinin başını çeken ve konseyleri kuran bu işçilerdi.

İtalya’da konseylerin oluşumu, fabrika komitelerinin üzerinde yükselmişti. 1919’da yapılan sözleşmede işçiler, fabrika komitelerini kurma hakkına sahip olmuşlardı. Bu komitelerin görevi, işverenlerle işçilerin arasındaki ilişkiyi düzenlemekti. Fakat olayların devrimci yönde gelişimi, komitelerin yanında ve komiteleri de kapsayan işçi konseylerinin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.

Rusya’da sovyetler kurulduktan sonra ve sovyetlerin talebi üzerine fabrika komiteleri kuruluşlarını resmileştirmiş, hatta bu komiteler, merkezi sovyetlerin üretim merkezlerinde alt birimleri yani işyeri sovyetleri olarak çalışmaya başlamıştı. İtalya’da işyeri komitelerinin konsey/sovyetlerden önce kurulması, Rusya’da hayata geçirilen işleyişin burada da uygulanmasına engel değildi. Gramcsi, komitelerin ve konseylerin fonksiyonunu çok başarılı olarak formüle etmişti: “Fabrikadaki tüm iktidar fabrika komitelerine”, “tüm devlet iktidarı İşçi Köylü Konseylerine”.[28]

Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ile konseyler siyasal iktidarı hedef alırken, söz konusu fabrika komiteleri ya da işyeri sovyetleri, üretim alanının yürütülmesinde ve denetlenmesinde etkin rol alırlar ve merkezi konsey/sovyete bağlı olarak eşgüdüm içinde çalışırlar.

İtalya’da fabrika işgallerinin önünü açan ve işçi sınıfının bilincinde politik sıçramalar yapan gelişmeler 1920’de baş gösterdi. Çalışma saatlerini yeniden düzenlemek isteyen kapitalistlere, işçiler fabrikaları işgal ederek yanıt verdiler. Ancak asıl gelişme Ağustos ayı içinde meydana geldi. Metal işçilerinin toplusözleşme görüşmelerinden bir sonuç çıkmaması, işçi yığınları harekete geçirmiş ve üretimi durdurma kararı alınmasına yol açmıştı. Kapitalistler 30 Ağustosta İtalya genelinde lokavt ilan ederek işçilere cevap verdiler. İşçiler fabrikaları işgal etmesinler diye, fabrikaları polislerin işgaline açtılar. Bunun üzerine Milano’daki bütün fabrikalar işçiler tarafından aynı gün içinde işgal edildi. İşçilerin fabrika işgalleri Torino ve Cenova’da etkisini hemen gösterdi ve tez zamanda tüm sanayii merkezlerine yayıldı.

Metal İşçileri Federasyonunun ekonomik taleplerle sınırladığı eylemler, ekonomik sınırları aşmış ve siyasal bir içerik kazanarak devrimci gelişmeleri hızlandırmıştı. İşçiler fabrikalarda yönetimi ele geçirerek, üretimden denetime kadar tüm inisiyatifi kendilerinde toplamışlardı.

31 Ağustosta Torino’daki fabrikalar işgal edildi. Fabrikalar, konsey yürütme kurulu tarafından çalıştırılıyor ve üretim devam ediyordu. 5 Eylül tarihli Avanti gazetesi gelişmeleri şöyle aktarmıştı:

“Toplumsal hiyerarşi yıkıldı, tarihin ölçüleri baş aşağı edildi. Emekçi, çalışan sınıf yönetici sınıf oldu. Kendi içinden temsilciler buldu. Makine, alet olan insanları yaşayan bir yaratığa, organik bir yapıya dönüştürecek, bütün işlevleri yerine getirecek insanlar.”[29]

Fakat ne yazık ki, işçi sınıfına yol gösterecek Bolşevik bir önderlik olmadığından, konseyler fabrikalarda üretimin sürdürülmesine yönelik sorunlarla karşı karşıya geldiler. Fabrikalarda üretimin sürdürülmesi, hammadde ve enerji kaynaklarının bulunmasına bağlıydı. Bunun yanı sıra, işçilerin ücretleri nasıl düzenlenecekti? Daha bu sorunlara çözüm bulunmadan başka sorunlar baş göstermişti. Üretilen ürünlerin pazara sunulması ve dağıtımının organize edilmesi, çözülecek sorunlar arasındaydı. Gramsci yaşananları şu şekilde betimler:

“Ama fabrikaların işçi sınıfı tarafından işgal edilmesinin kendisi, proletaryanın gücünün derecesini gösteriyorsa da, ne kendinde ne de kendisi için yeni, kesin hiçbir mevzi yaratmaz. İktidar, sermayenin elinde kalmaya devam eder, silahlı güç burjuva devletinin ellerinde kalır, kamu yönetimi, besin maddelerinin dağıtımı, kredi kurumları ticari aygıt değişmeden burjuva sınıfın denetimi altında kalır. Teknisyenlerin ve memurların yaptığı sabotajı kırmak için proletaryanın elinde hiçbir zor aracı yoktur, hammadde konusundaki ihtiyaçlarını karşılayamaz, üretilmiş nesneleri satamaz. Proletarya, silahlı güce, besinlerin sınıf çıkarlarına göre paylaştırılması imkanlarına … sahip olmadığında, fabrikaların işgali, kendinde ve kendisi için bu işgalbir komünist toplum deneyi olarak kabul edilemez.”[30]

İşçi sınıfı kesin olarak bir karar aşamasına gelmişti. Ya mücadelenin sınırları ekonomik-sendikal çerçeveye çekilerek karşı-devrimin önü açılacaktı, ya da işçi sınıfı, fabrika iktidarını siyasal iktidara taşıyarak proletaryanın devlet iktidarını örgütleyecek ve geçiş dönemini başlatmak için kapitalist üretim ilişkilerine son verecekti. Ne yazık ki işçiler Sosyalist Partiden hiçbir yardım göremediler ve böylece 26 Eylülde fabrika işgalleri son buldu. Dolayısıyla İtalya’da birinci şık gerçekleşti ve Mussolini faşizmiyle birlikte tüm işçi sınıfı örgütleri dağıtıldı.

Aynı yenilgi döngüsü tüm Avrupa’da atağa geçmişti. Almanya’da üçüncü kez kalkışılan devrimci ayaklanma başarısızlıkla sonuçlandı. II. Enternasyonal’in bu ikinci ihaneti, Avrupa’da faşizmin ve Nazizmin yolunu açtı; milyonlarca insan emperyalist tekellerin iştahları yüzünden katledildi; Rusya’da devrim izole idildi; akabinde ise bürokratik karşı-devrimle son buldu.

Proletaryanın devrimci iktidar organlarını, ekonomik istemlerle sınırlayıp sendikal bir çerçeveye hapsedenler sadece İtalyan Sosyalistleri değildi. İşçi sınıfının devlet iktidarını amaçlamayan, kapitalist üretici güçlerin tedrici gelişmesiyle kendiliğinden sosyalizme varacağını, aslolanın kapitalizmin gelişimine yön vermek olduğunu,bu bağlamda reformların yeterli olacağını, ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyi belirleyeceğini söyleyen II. Enternasyonal partileri, Almanya’da, Avusturya’da, Macaristan’da, İtalya’da, konseylerin en güçlü oldukları bir süreçte, yığınlar fiili iktidarı almış olmalarına rağmen, sözde devrim koşulları oluşmadığı gerekçesiyle işçi sınıfını yalnız bıraktılar ve devrim böylelikle yenilmiş oldu. II. Enternasyonal çizgisinde olan sendikalar ve Sosyal Demokrat Parti, Macaristan’da sovyetler devlet iktidarını ele aldıktan sonra, sovyetlerin siyasal otoritesini kabul etmediler ve sovyet iktidarının yenilmesi için çalıştılar.

Avusturya Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Otto Bauer, işçilere siyasal iktidarı almak yerine, kapitalist toplumun içine girdiği kriz ve sarsıntıdan yararlanmasını, “kalıcı kazanımlar” elde etmesini tavsiye ediyordu. Bauer, “kitleler arasındaki güçlü devrimci ajitasyondan ve kapitalist toplumsal düzenin girdiği şiddetli sarsıntılardan yararlanarak, devlette ve fabrikalar, kışlalar ve okullarda proletarya için güçlü ve kalıcı konumlar işgal etmek” gerektiğini söyleyerek, II. Enternasyonal’in reformist burjuva ihanet çizgisini net bir şekilde açıklamış oluyordu.[31]

Ona göre proletarya diktatörlüğünün kurulması, devrimin intihar yolunu seçmesi demekti. Bauer, bu öngörülü “devrimci önder”, devrimin intiharına göz yumamazdı tabii! Burjuva karşı-devrimle ve Bauer’in gözbebeği II. Enternasyonal çizgisinin ihanetiyle devrimin ezilmesi, Bauer’e göre intihardan daha az dramatik olmalıydı.

Oysa en önemli sorun, burjuva devlet iktidarının alaşağı edilip, proletaryanın kendisini egemen sınıf olarak örgütleyip örgütlemediğidir. Burjuva devlet iktidarı, kapitalist üretim ilişkileri ve buna koşut olan toplumsal ilişkiler sürdüğü sürece, proleter kitlelerin sovyetler aracılığıyla fabrikaları ele geçirmesi, sokaklarda devrimci iktidarını kurması, sömürülenler için kurtuluş anlamına gelmemektedir.

Sonsöz

Önümüzde, yeni emperyalist savaş olasılıklarının, toplumsal yıkım, devrim ve karşı-devrimlerin gündemde olduğu, insanlığın nükleer silahlarla yok olma tehdidi altında bulunduğu bir çağ açılmış bulunuyor. Proletaryanın tarihsel misyonu, modern tarihin hiçbir döneminde bu kadar büyük bir anlam kazanmamıştı. Bu bir mübalâğa mı? Hayır. Çünkü insanlığı toplumsal yıkımdan ve kapitalist yok oluştan ancak ve ancak işçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesi ve sınıfsız topluma giden süreci başlatması kurtarabilir.

Proletarya dünya çapında üzerine örtülen ölü toprağını çatlatmakta ve ışıklı bir hava ile temasa geçmektedir. Dünya ekonomisinin krize girdiği, emekçilerin dünya çapında giderek yoksullaştığı, aç kaldığı, işsizliğe mahkûm olduğu, emperyalistlerin savaş naraları attığı bir süreçte, hiçbir toplumsal gelişmenin olmayacağı elbette ki düşünülemez. Nitekim başta Latin Amerika’da, Avrupa’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde işçi sınıfı harekete geçmeye başlamıştır ve bu sevindirici bir gelişmedir.

Fakat sınıf mücadelesi tarihi, işçi hareketinin kendiliğinden yükselişinin siyasal iktidarın alınmasıyla sonuçlanacağını savunanların bir yanının anarşizm, öteki yanının ise reformizm olduğunu sıkça göstermiştir. Devrimci bir önderlik yoksa iktidar fethedilemez ve dalgalar halinde gelen işçi hareketi aynı ölçüde geriye çekilir. Devrimin ürünü olan sovyetler, karşı-devrimin sularında boğularak yok olur. Aynı şekilde Marksist bir Enternasyonal önderlik yoksa, devrim gerçekleşse dahi, ortaya çıkan işçi devletinin yaşatılıp kazanımlarının korunması mümkün olamaz. Bugün aslolan böyle bir Enternasyonalin inşasına güç vermektir.

Dünyayı Sarsan On Gün


[1] Troçki, 1905, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.49-50

[2] Troçki, age, s.301

[3] Troçki, age. s.16

[4]  Troçki, age, s.28-29

[5] Troçki, age, s.103

[6]  Troçki, age, s.89

[7] Troçki, age, s.92

[8] Lenin, 1905 Devrimi Üzerine Yazılar, Yöntem Yay., Nisan 1976, s.19

[9] Troçki, age, s.114

[10] Troçki, age, s.104

[11] Troçki, age, s.342

[12] Troçki, age, s.231

[13] akt. Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler, Ayrıntı Yay., Temmuz 1990, s.122-123

[14] Troçki, age, s.228-229

[15] akt. Oskar Anweiler, age,s.124-125

[16] Troçki, age, s.121-122

[17] Troçki, age, s.92

[18] Troçki, age, s.169

[19] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.1, s.280

[20] Troçki, age, s.208

[21] Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi Sovyet Deneyimi, Belge Yay., Temmuz 1990, s.25

[22] Troçki, age, s.221

[23] Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay., Kasım 1992, s.118

[24] akt. Oskar Anweiler, age, s.131

[25] Troçki, age, s.9

[26] Antonio Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, Belge Yay., Ekim 1989, s.133

[27] Antonio Gramsci, age, s.134

[28] Antonio Gramsci, age, s.11

[29]  akt. Volkan Yaraşır, Uluslararası İşçi Hareketleri, c.1, Bibliotek Yay., Ekim 1997, s.215

[30]  Antonio Gramsci, age, s.144

[31] akt. Volkan Yaraşır, age, s.192

İlgili yazılar