Sınırların Yarattığı Tutsaklık ve “Kaçakçılık”
Utku Kızılok, 1 Şubat 2012

Aralık ayının son günlerinde, Şırnak Uludere’de, Türkiye-Irak sınırının sıfır noktasında, savaş uçakları 34 köylüyü bombalayarak paramparça etti. 34 yoksul Kürt köylüsünün parçalanan bedenleri toplanmış ve battaniyelere sarılarak öylece karlara bırakılmıştı. Tüm masumluğuyla toprağı örten beyaz karların üzerinde cansız bedenler uzanırken, etraflarını kahırlı, şaşkın, çaresiz, ama bir o kadar da öfkeli Kürt köylüleri çevirmişti. Kadınlı erkekli insanlar dövünüyor ve ağıtlar yakarak ağlıyorlardı. Bu acı manzara, Kürt halkına dönük zulmün simgelerinden biri olan ve toplumsal bellekte yer tutmaya devam eden “33 Kurşun” vakasını yeniden gündeme getirdi. Ahmed Arif, yıllar öncesinden, sabahın ayazında dağların eteğinde karlara serili Roboski köylülerini anlatıyordu sanki: “Vurulmuşum/ Dağların kuytuluk bir boğazında/ Vakitlerden bir sabah namazında/ Yatarım/ Kanlı upuzun…/ Vurulmuşum / Düşüm, gecelerden kara / Bir hayra yoranım çıkmaz/ Canım alırlar ecelsiz / Sığdıramam kitaplara/ Şifre buyurmuş bir paşa/ Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız”

Katledilen Roboski köylüleri arasında lise öğrencileri de vardı ve çoğunun yaşı 12 ilâ 30 arasındaydı. Katırların sırtında, 50 ilâ 100 lira karşılığında Irak’tan mazot ve sigara getirmek üzere gittikleri “kaçak”tan dönüyorlardı. Nice “kaçakçı” gibi onların da umutları sönüp karanlığa karıştı. Bu katliamla birlikte kaçakçılık olgusu yeniden gündeme geldi. Katliam karşısında AKP’yle birlikte saatlerce susan ve üç maymunu oynayan burjuva medya, Kürt halkına, onun yaşadıklarına, yoksulluğuna yabancı olduğu gibi, kaçakçılık olgusuna da yabancı. Burjuva medyanın ulusalcı ve faşist kalemşorları, köylülerin kaçakçılık yaptığını ve sınırı ihlal ettiklerini söyleyerek katliamı meşrulaştırmaya çalışmaktan geri durmuyorlar. Bu minval üzere yapılan yorumlar, Kürtlerin zaten hep “kaçakçı” olduğu, sınır tanımayacak kadar küstahlaştıkları, üstelik büyük paralar kazandıkları ve ölümü hak ettikleri noktasına kadar vardırılıyor. “Sosyal medya” denen alanda şovenizm dalgasını yükselten faşist güruha, Hürriyet gazetesinin beyaz Türk faşistlerinden Yılmaz Özdil gibileri de rüzgâr üfleyerek malzeme sundular. Özdil, katliama uğrayanlarla alay edercesine, “Babası eşek. Anası attır. Eşek, atı becerir. Katır doğar” cümleleriyle başladığı yazısına, köylülerin kaçakçılıktan ne denli büyük paralar kazandığını anlatarak devam ediyordu: “Entel barların romantik tayfası ‘50 liracık için canını tehlikeye atmak zorunda kalan masum köylü’ filan diyor ama… Haftada iki sefer yaptığında, ayda 15 bin lira kazanıyor o masum!”

Meğer yoksul Kürt köylüleri kaçakçılıktan ne paralar kazanıyormuş da haberimiz yokmuş! Faşist Özdil, birkaç kalem oynatarak herkesi aydınlatıyor ve yoksul Kürt köylüleriyle dayanışma içine girme gafletinde bulunanların gözünü gerçeğe açıyor! Şurası açık ki, ister kendine “çağdaş”, “cumhuriyetçi”, Atatürkçü desin, isterse muhafazakâr, mütedeyyin, Müslüman desin, egemenler sömürülenler, yoksullar ve ezilenler karşısında daima çıkar ve suç ortaklığında birleşirler. İttihat ve Terakki’nin giriştiği Ermeni kırımının, Cumhuriyeti kuranlarla AKP’ye kadar aynı kaba inkâr, aynı lafebeliği ve aynı riyakârlıkla savunulması bu nedenledir. Bir parçası olduğu “TC’nin şanlı tarihine” kanlı bir katliam yazan AKP’nin ve onun medyasının katliam karşısında aldığı tutum bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ermeni soykırımı meselesinde ya da Uludere katliamı karşısında takınılan tutum ve dil aynıdır: Bu egemenlerin dilidir! Egemenlerin dili hakikatin çarpıtılması ve yeniden oluşturulması, tarihin inkârı, yalan dolan, riyakârlık üzerine kuruludur.

Eğer geleneksel anlamda kaçakçılıktan söz ediyorsak bu, sınırda yaşayan yoksul köylülerin on yıllardır canları pahasına giriştikleri küçük ölçekli kaçakçılıktır. Ama bir de milyar dolarların döndüğü silah, uyuşturucu, organ vb. kaçakçılığı var ki, bu kaçakçılık kapitalist ve emperyalist devletlerden, onların istihbarat örgütlerinden ve büyük sermayeden bağımsız da değildir. Yoksul köylülerin işsizlik ve açlığa bir çare olarak başvurmak zorunda kaldıkları küçük ölçekli kaçakçılık üzerine şehir efsaneleri kuranlar, nedense bu hakikat karşısında ağızlarını açmıyorlar.

Bu topraklarda, geleneksel sınır kaçakçılığının tarihi kahır ve acıyla bezelidir. Bu tarih, yoksul köylülerin ve sınır kentlerindeki işsizlerin umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, patlayan mayınlarda parçalanarak ölmelerini, sakat kalmalarını, geride kalanların ise acı çekmesini yazıyor. Ortak bir coğrafyada yaşayan insanlar arasına sınırlar çeken, geleneksel ticaret yollarını kapatan ve onları “kaçakçı” durumuna düşüren burjuva ulus-devletlerdir. Giriştiği emperyalist paylaşım savaşında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu parçalandığında, Ortadoğu’da yeni devletler ortaya çıktı ve bu devletlerin sınırları yapay bir şekilde çizildi. Kürt halkının üzerinde yaşadığı topraklar, emperyalist güçlerin de müdahaleleriyle dört ayrı devlet tarafından paylaşıldı ve o güne kadar bir arada ve yan yana yaşayan insanlar sınırlarla birbirinden kopartıldı. Kürtlerle birlikte, Arapları ve Süryanileri de saymak gerekiyor. Yani ortaya çıkan ulus-devletlerin yapay sınırları, hem halkları hem de akrabaları birbirinden ayırdı, böldü. Bugün kaçakçılık olgusunun geliştiği topraklar esas olarak Türkiye, Suriye, Irak ve İran sınırlarıdır ve bu sınırların her iki tarafında da aynı halklara mensup ve çoğu birbiriyle akraba insanlar yaşamaktadır.

Bu sınırlar o kadar keyfi bir şekilde çizilmiştir ki, sınırın Türkiye tarafında kalan köylülerin tarlaları Suriye, Irak ve İran tarafında kalmıştır. Sınırın öte yanında kalan köylüler için de aynı şey geçerlidir. O güne kadar iç içe yaşayan halklar ya da akrabalar sınırlarla birlikte, sınırların tutsağı haline gelmişlerdir. Bu sınırların bölge insanı için anlaşılması ve kabul edilmesi hiç de kolay olmamıştır. Öyle ki kimi köylerde su kuyuları sınırın öte tarafında kaldığı için, su ihtiyaçlarını karşılamak isteyen köylüler her gün her saat “sınır ihlali” yaparak “suç işlemek” zorunda kalmışlardır! Travmalara yol açan sınırlara ve parçalanmışlığa rağmen bölge insanı, karşılıklı ekonomik ve sosyal ilişkiye devam etmiştir. Sınırlar aşılıp tarlalar işlenirken, kız alıp vermeler, ortak düğünler ve ekonomik ilişkiler zayıflayarak da olsa sürmüştür. Ancak ilerleyen süreçte toprak sorunu, bizzat köylüler tarafından karşılıklı el değiştirmelerle çözülmüştür.

Çizilen sınırlar uzun bir süre kesinleştirilemediği için “sınır” sorunları devam etmiştir. Meselâ Suriye, Irak ve İran sınırları içinde kalan Kürt aşiretlerinin yaylaları ve yazlık evleri Türkiye sınırlarında kalmıştı. Ya da aşirete bağlı köylerin bir kısmı Türkiye sınırında, diğer bir kısmı ise karşı tarafta yer alıyordu. “33 Kurşun” vakasının yaşandığı Van Özalp’te de benzer bir durum söz konusuydu. Ağrı İsyanı bastırıldıktan sonra, 19 Ağustos 1930’da Kutur nahiyesi İran’a bırakıldı ve burada yaşayanlar Saray adını alan ilçeye ve köylerine yerleştirildiler. Başta Milan aşireti olmak üzere aşiretlerin bir kısmı İran’da, geri kalan kısmı ise Türkiye sınırları içinde kalacaktı. Bu bölünmeye rağmen ekonomik ve sosyal ilişkiler sürdü, ancak bu ilişkiler şimdi “kaçakçılık” damgası yemekte ve “suç” sayılmaktaydı. Tüm sınır bölgelerinde olduğu gibi burada da mülki idare, yani kaymakam, jandarma komutanları vs. kaçakçılık üzerinden önemli ölçüde rüşvet elde etmekteydi. Lakin Van Özalp’te durum bambaşka boyutlar kazanmıştır.

Güya kaçakçıların ve İran sınırından içeri girip çapul yapanların İran topraklarında izini sürmek amacıyla yarı resmi bir örgütlenmeye gidilmiştir. Ancak bizzat kaymakam ve subaylar bu örgütlenme üzerinden İran tarafında kalan Kürt aşiretlerin sürülerini gasp etmekten geri durmazlar. Milan aşiretinden olan ve üstelik de İran’da Türkiye lehine çalışan Mehmedi Mısto’nun iki bin koyununa el konur. Mısto, kaymakama bir mektup göndererek koyunlarının geri verilmesini rica etmesine karşılık olarak, “gelip karını da koynundan alırız” yanıtını alır. Bu küstah ve ağır cevap üzerine Mısto adamlarıyla Türkiye sınırını geçer ve bir sürüye el koyarak İran’a sürer. Olayların çetrefilleşmesiyle birlikte durum, “Rus askerleri sınırı geçti” ibaresiyle Ankara’ya bildirilir. Hükümet General Mustafa Muğlalı’yı yetkilerle donatarak müfettiş olarak Van’a gönderir. Tarih 1943’ün Temmuzudur ve İkinci Dünya Savaşı tüm yıkıcılığıyla sürmektedir. SSCB’nin de desteğiyle İran’da kurulacak Kürt Mahabat Cumhuriyetine giden süreç başlamıştır. Kürt bölgelerinde müthiş bir kaynama söz konusudur. İçeride Kürt halkının mücadelesini bastıran ve kontrol altına alan Türkiye egemenleri, gelişmeler karşısında oldukça tedirgindirler. Zira küçük bir kıvılcımın Türkiye’yi de içine alan bir Kürt isyanına dönüşebileceğini hissederler. İşte bundan ötürüdür ki, Kürt köylülerine ağır bir gözdağı verilmek istenmiştir. Ceza olarak da, Mehmedi Mısto’ya yardım ettikleri gerekçesiyle Milaningiz (Değirmiköy) köyünden toplanan 33 kişi, Mustafa Muğlalı’nın emriyle bir dağ başında, hiçbir yargılama olmadan kurşuna dizilmiştir.

Bu katliamın unutulmamasında ve toplumsal bellekte yaşatılmasında Ahmed Arif’in 33 Kurşun şiirinin önemli bir rolü vardır. Ahmed Arif, şiirinde yalnızca katliamı hikâye etmekle kalmaz, aynı zamanda sınırın iki yakasındaki insanların ilişkilerini, dostluklarını ve sınırın anlamsızlığını da mısralarına döker. Şu mısralar çok manidardır: “Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız/ Karşıyaka köyleri, obalarıyla/ Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu/ Komşuyuz yaka yakaya/ Birbirine karışır tavuklarımız/ Bilmezlikten değil, fıkaralıktan/ Pasaporta ısınmamış içimiz/ Budur katlimize sebep suçumuz/ Gayrı eşkiyaya çıkar adımız/ Kaçakçıya/ Soyguncuya/ Hayına…” Sınırları koyanlar, yüzyıllar boyu birlikte yaşayan insanları o sınırlara tutsak etmek istemişlerdir. Fakat Ahmed Arif’in de vurguladığı gibi, insanların içi bir türlü ısınmaz bu sınırlara ve pasaporta. Bu yüzdendir ki burjuva devletlerin yapay sınırları ile halklar her zaman bir çatışma içinde olmuştur.

Halklar ve akrabalar arasında yapay sınırlar çeken egemenler, insanlara çok büyük acılar çektirmişlerdir ve çektirmeye de devam etmekteler. Kaçakçılığı yaratan etmenlerin başında kapitalizmin yarattığı yapay sınırlar gelmektedir. Doğal hayatlarına, geleneksel ekonomik ve sosyal ilişkilerine devam eden toplulukları bölen ve onların ilişkilerini pasaporta tâbi tutan, bunu tanımayanları da “kaçak” olarak damgalayan burjuva devletlerdir. Kaçakçılık olgusunu yaratan ikinci etmen ise işsizlik ve yoksulluktur. İnsanların doğal ekonomik ve sosyal ilişkilerini parçalayan burjuva devletler, bu insanların yoksulluklarına bir çare bulmamışlardır. Türkiye egemenleri, sınırında yaşayan köylülere toprak vermeyerek onları derin bir yoksulluğa mahkûm etmişlerdir. Çağdaşlaşmak ve Batılılaşmakla pek övünen Kemalist elit, uçsuz bucaksız toprakları elinde tutan eşrafla, ağalarla işbirliği yaparken, “efendi” köylüyü kaderine terk etmiştir.

Geleneksel ticaret yolları kapatılan, topraksız, işsiz ve çaresiz kalan köylülerin ve sınırdaki kent yoksullarının “kaçağa” gitmekten başka çaresi yoktur. “Sırtta” adını alan ve insan sırtında yapılan kaçağın yanı sıra, bir de hayvanlarla gidilen kaçak vardır. Tütün, palamut, pekmez, kesilmiş ve işlenmiş ağaç götüren köylüler; çeşitli türde kumaş, gaz, tuz, sigara kâğıdı, ampul, lamba fitili, kâğıt getirmektedirler. Sınırların belli belirsiz olduğu, henüz yeterli “güvenlik” önlemlerinin alınmadığı ve mayınların döşenmediği ilk yıllarda kaçaklık nispeten rahattır ve köylüler ihtiyaçlarını bu yolla karşılamaktadırlar. Daha da önemlisi bu ilk dönemde kaçak, aslında sınırın her iki yakasında akrabalar arasında yapılan basit bir mübadeleden öteye geçmemektedir.

Ancak Soğuk Savaş’ın kızışmaya başladığı 1950’lerle birlikte sınır önlemleri oldukça arttırılır. Emperyalist-kapitalist sistemin uç karakolu olan Türkiye, SSCB’nin nüfuzuna giren Suriye’ye ve Irak sınırına mayın ve tel örgüleri döşemeye başlar. Türkiye’de kapitalist gelişme temposunun hızlandığı bu yıllarda, Anadolu’da tüccarlar öne çıkmaktadır. Suriye’den ve Irak’tan getirtilen gümrüksüz ve ucuz malların ya da petrol ürünlerinin satışından tüccarlar epey kâr elde ederler. Meselâ Antep’in tarihi çarşılarında ve pazarlarında kaçaktan gelen mallar büyük bir yer tutar. Özellikle ipekli kumaş ve hazır giyim ürünleri Antep üzerinden Malatya ve Kayseri’ye kadar ulaşır. Bu durum ve sınıra mayın döşenmesi ve böylece geçişlerin ölüm riskini de beraberinde getirmesi, kaçakçılık olgusuna başka bir boyut kazandırır. Daha önce ihtiyaçlarını karşılamak için küçük ölçekli kaçakçılık yapan köylüler, ölüm riskini bizzat üstlenerek tüccarlar için mal getirmeye başlarlar. Bunlara “yükçü” denir. Ortaya çıkan renaslar (Kürtçede rehber, kılavuz) ise sınırdaki mayınları temizlemede, yol açmada, kaçakçılara öncülük etmede uzmanlaşırlar. “Yükçü”lerin yanı sıra, kendisi için mal getirip satan ve zengin olmayı hayal eden kaçakçılar da vardır.

Kaçakçılık Türk edebiyatında ve sinemasında da yankısını bulmuştur. Kaçakçılar Arasında 25 Gün adlı röportaj-öyküsünde Yaşar Kemal, Antep kaçakçılarını anlatır. Yaşar Kemal, bizzat kaçakçı kılığında Antep kaçakçıları arasında 25 gün kalır ve yükçü olarak sınırı geçerek Halep’e kadar gider, mal götürür. Kaçakçıları anlatırken, işsizliği, çaresizliği, umudu ve umutsuzluğu da anlatır. İşsizlikten ötürü neredeyse kaçakçı olmayan yoktur: “Neden sonra öğrendim ki, bu kahvede oturanların yarısı, öbür kahvede oturanların tümü ve bu Antep şehrinin yüzde otuzu kaçakçıymış.” Anlattığı çileli insanlar umut doludurlar. Kaçakçı Adanalı Hasan kılığında Suriye’ye gitme planları yapan Yaşar Kemal, bir kaçakçının hayalleri karşısında şaşırıp kalır: “Şimdi, şimdi bir kere gideriz Suriye’ye… Sende beş yüz, bir iki yüz de ben bulurum. Bir dönüşte etti bin dört yüz… Bir daha etti mi iki bin sekiz yüz. Bir daha bir daha… İki sene sonra zenginiz. Gözleri yaşarıyor. Her şeyi gördüm de, türlü türlü ağlayanları, sevda için, keder için, ölüm için ağlayanları gördüm de umudun insanları ağlattığını ne görmüşlüğüm, ne de duymuşluğum vardır.”

Mayın tarlaları ve jandarma kurşunları işsizlik ve açlık kırbacı altındaki kaçakçıları durduramaz. Mayın ve jandarma kurşunu yüzlerce insanın canını almış ve bir o kadarını da sakat bırakmıştır. Adanalı kaçakçı Hasan’a ihtiyar bir kaçakçının anlattıkları, yoksullar için ölümün ne kadar da ucuz olduğunun, nasıl da bir hiç uğruna öldüklerinin resmidir: “Kaçakçılık, bir kılıcın keskin ağzıdır. Yürüyebilir misin yavrum? Bir parça ekmek için gidiyorlar ölüme. Ben, kendimi bildim bileli, şu hudutta, en az birkaç bin kişi düştü bu ölüm ağına.” Ancak temel geçim kaynağının kaçakçılık olması yoksullara başka bir çare bırakmaz, binler ölmesine rağmen yenileri ölüm tarlalarına yürümeye devam eder. Sınır kentlerine çeşitli ürünler taşıyan kaçakçılar, sınır köylerinde de toprağı ve sürüleri elinde tutan ağalar için çalışırlar. Topraksız ve çaresiz köylü, çocuklarının karnını doyurmak için, ağaların sürülerini mayınlı tarlalardan geçirir, ölür, sakat kalır. Türk sinemasına aşk filmlerinin damgasını vurduğu 1960’ların başında Yılmaz Güney, Lütfi Akad’ın yönetmenliğinde Hudutların Kanunu adlı filmle, kaçakçı köylülerin ıstırabını sert bir şekilde gözler önüne serer. Kemalist bürokrasi ve kentli elitin hayal dünyasında yarattığı temiz, duru, yeşiller içinde beyaz evlerde yaşayan, tarlalarında üreten köylülerin aksi bir dünya resmedilir Hudutların Kanunu’nda.

İşsizliğin ve yoksulluğun sonucu olan çıkışsızlık, kaçakçı ölümlerinin derin bir kahırla kabullenilmesini getirir. Mayın tarlasında patlama sonucunda ya da jandarma kurşunuyla ölen kaçakçılar, öldükten sonra kimliksizleşirler. Jandarma baskısından kurtulmak ve böylece kaçak yolunu açık tutmak isteyen köylü, kendi ölüsünü tanımazlıktan gelir ve acısını içine gömer. Ölen kaçakçının ailesinin ve köylülerinin içi kan ağlamasına rağmen, köy meydanlarında teşhir edilen kaçakçı ölüsünün kimliği saklanır. Bu kahreden gerçek birçok öykü ve filme de konu olmuştur. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Yol, Sadık Şendil’in senaryosunu yazdığı İsyan filmleri ve Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan adlı öyküsü bu acı durumu çarpıcı bir şekilde betimler.

Sınırda köylülerin yaptığı kaçakçılık Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Suriye, Irak ya da İran sınırında yaşayan köylülerin hayatında da kaçakçılık önemli bir yer tutar. İranlı yönetmen Bahman Gobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı filminde betimlediği olaylar, kaçaklığın nedenlerine ve Uludere’de katledilen 34 köylünün hikâyesine ışık tutmaktadır. Filmde, İran’ın Irak sınırında yaşayan ve yaşamlarını kaçakçılık yaparak kazanan Kürt köylülerinin hikâyesi anlatılmaktadır. Filmi son derece çarpıcı kılan şey, olayların bir kurgu değil tümüyle gerçek olmasıdır. Filmin konusunun geçtiği köy gerçekten de kaçakçı köyüdür. Daha da önemlisi filmde oynayanlar oyuncu değil, köyde yaşayan ve kaçakçılık yapan köylülerdir. Filmin başrolünde yer alan Eyüp adlı çocuk kendi hayatını oynamaktadır. İran’dan Irak’a katır ve insan sırtında çeşitli mallar götürülmekte ve ihtiyaç duyulan mallarla geri dönülmektedir. Çocukların da içinde yer aldığı kaçakçıların çoğu yükçüdür, ya sırtlarında ya da katırlarında tüccarların mallarını taşımaktadırlar. Eyüp ile sırtında yük taşıyan başka bir çocuk arasında geçen şu diyaloglar, kaçakçılığı turist gezisine çıkmak gibi algılayanların suratına bir şamar gibi inmelidir:

-Katır almadın mı?

-Yok, babam ve katırı mayına basıp öldüler.

-Toprağın var mı?

-Evet çok.

-Neden ekmiyorsun?

-Her yerde mayın var.

-Mayınları temizleyemez misin?

-Çok var.

Bu mayınlar Irak-İran savaşı sırasında döşenmiş ve köylüler topraklarından edilmiştir. Köylünün toprağını işlenemez hale getiren İranlı egemenler, karınlarını doyurmak amacıyla kaçağa çıkan köylülere pusu kurup kurşun yağdırmaktan da geri durmazlar. Kürt halkını dört parçaya bölen Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ın egemenleri, onu sınırlara tutsak etmekle kalmamış, etrafını mayınlarla çevirmiş, toprağını kullanılamaz hale getirmiş, işsizlik ve yoksulluğa mahkûm etmiştir. Türkiye’de ya da İran’da kaçakçılığın nedeni işsizlik ve çıkışsızlıktır, insanların başka bir çaresinin olmamasıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmaya girişen ve bu kapsamda köyleri yakıp yıkan, meralara çıkışı yasaklayan, hayvancılığı ve tarımı öldüren Türk devleti, yoksul Kürt köylülerine kaçakçılıktan başka bir yol bırakmamıştır.

Kaçakçılık olgusu ve yaşanan acılar burjuva devletlerin çizdiği sınırların anlamsızlığını da gözler önüne sermektedir. Türk, Kürt, Arap, Fars, Süryani ve diğer halkların birbirleriyle sorunları yoktur. Sınırları çizen, halkları ve akrabaları ayıran, kaçağı yaratan, milliyetçilik temelinde halkları birbirine düşüren burjuva devletlerdir. Şu bilinmelidir ki, kapitalizm alaşağı edilmeden dünyaya barış ve huzur gelmeyecektir. Sınırların olmadığı, insanların kaçakçı durumuna düşmediği, işsizliğin ve yoksulluğun baskısının yerini müreffeh bir toplum yaşamının aldığı bir dünya ancak sosyalizmle mümkündür.

1 Şubat 2012

İlgili yazılar