Sınıf Mücadelesi Meşruluğunu Burjuva Yasalarından Almaz!
Akın Erensoy, 9 Mart 2004

Türkiye işçi sınıfı hareketinde 12 Eylül darbesiyle başlayan yenilgi ve gerileme dönemi, 90’lı yılların başındaki kısa süreli bir canlanmayı saymazsak, olanca ağırlığıyla devam etmektedir. Öte yandan sınıf hareketindeki bu inişe sermayenin gittikçe artan düzeyde ve dünya çapında yaygınlaşan saldırıları eşlik etmektedir. Bu saldırılar kısaca sendikasızlaştırma, esnek üretim sisteminin ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması ve iş saatlerinin uzaması (hatta çoğu ülkede kapitalizmin “vahşi” denilen dönemindeki gibi 13-15 saatlik sürelere ulaşması), son olarak da ekonomik krizle beraber yoğun işten çıkarmalar olarak sayılabilir. Saldırıların ortak noktası, eşzamanlı olarak dünya çapında gerçekleşmeleridir. Türkiye özelinde ise, bu saldırılar sınıf hareketinin en düşük düzeyde seyrettiği dönemlerden birinde yapılıyor.

Türkiye’de dünyadaki seyre paralel olarak kâh özelleştirme adı altında, kâh İş Kanunu adı altında çeşitli saldırılara tanık oluyoruz. İşçi sınıfına dönük bu saldırıların en kapsamlısı ise özelleştirmelerle birlikte gelmektedir. Burjuvazi, devlet işletmelerinin özelleştirilmesini sınıfa yönelik saldırılar (başta işten atmalar ve endikasızlaştırma) için bir fırsat olarak görüyor.

Özellikle özelleştirme kapsamında olan işyerlerinin işçileri, saldırıların doğrudan kendilerine yönelmesi karşısında harekete geçiyorlar. TÜPRAŞ, TEKEL, SÜMERBANK ve PETKİM işçileri buna örnektir. Ayrıca birçok işyerinde, sendikalı oldukları için işten atılan işçiler mücadeleye girmiş bulunuyorlar. Kartal’da Cesur Çuval Fabrikasında çalışan işçiler, DİSK’e bağlı Tekstil İşçileri Sendikasında örgütlendikleri için işten atılırken, İstanbul Eyüp’te de Karyer Isı Transfer’de işçi tensikatı gerçekleşti. Tez Koop-İş’e üye Tasiş işçileri işyerleri kapatılıp işten çıkarıldıkları için direnişteler. İzmir’de Batı Makine Kalıp Sanayi ve Beşer Balatacılık işçileri sendikalaştıkları için işte atıldılar. Adana’da Çukurova Holdinge bağlı tekstil işçileri ve Bossa fabrikasında çalışan onlarca işçi tensikat sonucunda kapının önüne kondu.

Bunların yanında asıl önemli gelişme ise Kristal-İş’e bağlı 5 bin Şişe-Cam işçisinin greve çıkmasıydı. Çünkü Şişe-Cam işçileri, yeni İş Kanunu ile birlikte yasalaşan ve işçi sınıfının aleyhine olan birçok maddenin toplu sözleşmeye konulmaması için mücadele ediyorlardı. Bu bağlamda Şişe-Cam grevi yasaya karşı mücadelenin bir kalkış noktası olabilirdi. Ancak grevin uzun sürmesi ve mücadelenin yayılması konusunda hiç de istekli olmayan sendika bürokrasisinin imdadına sermeye hükümeti yetişti ve grev ikinci kez ertelendi.

Şişe-Cam grevine giden süreç

Aslında Şişe-Cam grevine giden süreci 2002’de Beykoz Paşabahçe işçilerinin fabrikayı işgal etmesiyle başlatmak gerekiyor. Cam işçilerine dönük saldırılar Paşabahçe fabrikasının kapatılması ile başlamıştı ve işçiler fabrikayı işgal ederek sermayeye yanıt vermişlerdi. Ancak sendika bürokrasisi o zaman da bugün söylediklerinin aynısını yineleyip durdu. Hukuksal zeminde kalacağız denilerek tüm saldırılar sineye çekildi ve işçilerin mücadelesi sermayenin yasalarına hapsedildi. Günlerce süren işgal sırasında sendikacılar gelen ziyaretçileri işçilere yaklaştırmadılar ve sebep olarak da polisin izin vermediğini söylediler. Ama polisin bu tavrını kırıp, devletin işçiler üzerinde kurduğu baskıyı geri püskürtmek için de hiçbir şey yapmadılar. O günlerde, işçilere, mücadelenin diğer fabrikalara yayılmasının şart olduğunu, diğer fabrikalardaki işçilerin de üretimden gelen güçlerini kullanarak destek vermeleri gerektiğini ve Paşabahçe işgalinin genel bir mücadeleye dönüştürülebileceğini söylemiştik. İşçilerin çoğu 1980 öncesini yaşamıştı ve geçmişte yaşadıkları deneyimlerini anlatarak mücadelenin dar sınırlara hapsedilerek kazanılamayacağına değinmişlerdi. Ne var ki, işçiler içerisinde mücadeleyi omuzlayıp ileri noktalara taşıyacak bir örgütlenme olmadığı gibi, işçilere mücadele yolunu gösterecek siyasal bir perspektife sahip öncü komünist işçiler de yoktu.

Direniş sırasında İstanbul Valisi bizzat fabrikaya gelmiş ve işgalin İstanbul’a bir kıvılcım gibi yayılabileceğini ileri sürmüştü: “İşgal, bir sosyal patlamaya yol açabilir.” Sendika genel merkezi mücadelenin yayılmaması için elinden geleni yaptı. Sendikacılar hukuk zemininde kalacaklarını, “işi masada çözmek istediklerini” ve taşkınlıklara mahal vermeyeceklerini açıklıyorlardı. Şişe-Cam Grubunda çalışan diğer fabrikaların işçilerini harekete geçirmek için hiçbir şey yapmadılar. Lakin Şiş-Cam patronu hiç de masaya oturmaya yanaşmıyordu; yanaşmadığı gibi saldırganlaşıyor, Şişe-Cam’ın diğer fabrikalarında çalışan işçilere göz dağı veriyordu. Böylelikle sermaye sözcüleri işçiler üzerinde daha çok baskı kurarken sendikacılarla da pazarlığa girişmişti. Sonuçta Paşabahçe işçileri yenildi ve hatta 400 işçi bunun üzerine sendika binasını bastı, sendikacıları protesto ettiler. Beykoz Şişe-Cam işçilerinin başlattığı mücadele adeta darbelerle ezildi ve kalkışılan mücadele yenilgiyle sonuçlandı.

Cam İşverenleri Sendikası, 19 Temmuz 2002’de, Şişe-Cam’da örgütlü Kristal-İş’in yüzde 10 işkolu barajını aşamadığı gerekçesiyle sendika aleyhine dava açtı. 10 ay süren bu davayı kaybetmesine rağmen, işveren Ocak 2003 ve Temmuz 2003’te yeni davalar açtı. Açılan bu davalar sonucunda Aralık 2002’de başlaması gereken 19. Dönem Cam Grup Toplu İş Sözleşmesi görüşmeleri 19 Temmuz 2003’te başlayabildi. Ancak başlayan sözleşme görüşmelerinde bir anlaşmaya varılamadı. Cam işçileri Temmuz 2002’den beri, tam 19 aydır zamsız çalışıyorlar. İşçilerin yüzde 10’u Temmuz 2000’den bu yana zam alamıyorlar. Şişe-Cam patronu sözleşmeyi imzalamadığı gibi saldırılarını da artırmıştır bu süre içinde. Eskişehir Şiş-Cam Fabrikasında çalışan 367 işçiyi ve Cam Elyaf sendika temsilcisini işten çıkartmıştır.

19 Temmuz 2003’de başlayan görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine Kristal-İş, 8 Aralık 2003 tarihinde 13 cam işyerinin tümünde uygulanmak üzere grev kararı aldı. Lakin sermayenin has temsilcisi AKP hükümetinin Bakanlar Kurulu, 9 Aralık 2003’te grevi “milli güvenliği bozucu nitelikte” bulduğunu açıkladı ve alınan kararla birlikte grev 60 gün süreyle ertelendi. Kristal-İş’in Danıştay’a açtığı dava üzerine Danıştay 10. Dairesi 12 Ocak 2004’te yürütmenin durdurulmasına karar verdi. Böylece, İş-Bankasının da ortağı olduğu Şişe-Cam’a bağlı 13 işyerinde 5 bin işçiyi kapsayan grev 30 Ocakta başlamış oldu..

Grev kırıcı hükümet iş başında

30 Ocakta başlayan grev, 14 Şubatta hükümetin “genel sağlık ve milli güvenlik” gerekçesiyle tekrar ertelendi. Oysa Danıştay hükümetin kararını bozmuş ve bunun üzerine AKP hükümeti Danıştay’ın aldığı kararın bozulması için dava açmıştı. Hükümetin açtığı dava reddedilmesine karşın, grev ertelendi. Böylece oylarının büyük bir kısmını işçi sınıfından alan AKP hükümeti, grev kırıcılığına soyunmaktan geri durmayarak gerçek yüzünü bir kez daha göstermiş oldu.

Kuşkusuz burjuva hükümetlerin ertelediği ilk grev Şişe-Cam işçilerinin grevi değildir. Geçen yıllarda da Lastik-İş’in almış olduğu grev kararını dönemin Ecevit Hükümeti “milli güvenliği bozucu” olduğu bahanesiyle ertelemişti. İşin kötü tarafı, sendikaların burjuvazinin bu açık saldırılarına karşı hiçbir karşılık vermiyor oluşlarıdır. İşçilerin grev kararının ertelenmesini üstlenen bizzat hükümetlerdir. Bu açıkça burjuva hükümeti eliyle bir savaş ilanıdır. Oysa sendikalar ve onların başında bulunan bürokratlar, sermayenin tüm darbelerine karşı gül uzatmaya ve uzlaşmaya çalışmaya devam ediyorlar. Kristal-İş kamuoyuna açıkladığı bildirilerinde: “Grev hiçbir zaman tercihimiz değildir”, “Kristal-İş, bu çerçevede her zaman uzlaşma yolu ile sorunun çözümüne hazırdır” türünden açıklamalar yaparak, hem sendikal hareketin içinde bulunduğu güçsüzlüğü hem de burjuva ideolojisinin sendikal hareketteki etkisini ortaya koyuyordu.

Sendikaların bu özürcü tavrı karşısında sermaye temsilcileri oldukça rahat davranmaktan geri durmuyorlar. Cam İşverenleri Sendikasının Genel Sekreteri R. Bozkurt “Öyle sanıyorum ki grev başlar, 2-3 gün sürer, sonra anlaşma sağlanır” diyebiliyor. Burjuva hükümetler işçi sınıfına saldırırken, işçi sendikalarının bürokratları özürcü açıklamalarda bulunuyorlar. Böyle bir durumda sermaye temsilcileri elbette ki, grevin kaç gün süreceğini kestirebiliyor. Burjuvazi, sürekli uzlaşmaya, patronlara yaranmaya çalışan sendika bürokratları sayesinde yatağında rahat uyuyabilmektedir.

Gelinen noktada işçi sınıfının en vazgeçilmez silahı olan grev hakkı fiilen kullandırılmıyor; gelişecek işçi mücadelelerinin önü daha başından kesiliyor. Grev işçi sınıfının en önemli mücadele silahlarından biridir. Grevlerin ertelenmesi ve fiilen kullandırılmaması işçi sınıfının silahının elinden alınarak kolunun-kanadının kırılmaya çalışılması demektir. Böylelikle kazanılmış hakları fiilen elinden alınırken, işçi sınıfı moral olarak çökertilmeye çalışılıyor. Sendikalar fiilen işlevsiz hale getiriliyor. İşçi sınıfının grev kazanımının şu ya da bu şekilde elinden alınması sınıf mücadelesinin on yıllarca gerilere savrulmasıdır. Burjuvazi kendi çıkardığı gerici yasaları ihlal etmekte, kısıtlı haklara dahi tahammül edememektedir. Bu böyleyken işçi sendikalarının başında bulunan bürokratlar mücadeleyi burjuva hukuk çerçevesine hapsetmeye devam ediyorlar.

Sınıf mücadelesi meşruluğunu burjuva yasalarından almaz!

Grevin ertelenmesi sonrasında sendikacıların içine düştükleri pasiflik utanç vericidir. Sendikaların başında bulunan bu bürokratlar adeta burjuva devleti burjuvaziye karşı savunmaya geçmişlerdir. Burjuva ideolojisiyle donanmış bu bürokratlar yukarıdan aşağıya verdikleri talimatlarla işçileri fabrikalarına girip çalışmaları ve sendikanın kontrolünden çıkmamaları yönünde uyarmışlardır. Sendika bürokratları tüm gayretlerini mücadeleyi frenleme yönünde kullanmışlardır. Bununla da kalmayan sınıf uzlaşmacı bu sendikacılar, “bu kurum hepimizin, milli sermaye” diyerek işçi sınıfının bilincini bulandırma görevlerini başarıyla yerine getirmeye devam etmişlerdir.

Grev işçi sınıfın verdiği mücadele sonucunda kazanılmış ve yasalara sokulmuş bir haktır. İşçi sınıfı kazandığı hiçbir hakkı mücadele etmeden elinde tutamaz ve burjuvazi her fırsatta kendi lehine bu kazanımları budamaya çalışır. Tüm kazanımlar gibi grev hakkı da ancak fiili-meşru mücadele sonucunda korunabilir. İşçi sınıfının mücadele tarihi göstermektedir ki, sınıf mücadelesi burjuva yasaların çerçevesine hapsedilerek verilmez, bizzat ona rağmen mücadele edilerek burjuva hukuksal çerçeve genişletilir.

Sınıf mücadelesi meşruluğunu burjuva yasallığından almadığı gibi, burjuva hukukunun sermayenin çıkarları ile sınırlı olduğu gerçeği Şişe-Cam greviyle bir kez daha ortaya çıktı. Başlayan mücadeleler burjuva yasallığına hapsedildiği müddetçe sınıfa dönük saldırılar geri püskürtülemez ve tüm kazanımlar –Şişe-Cam grevinin defalarca ertelenmesinde olduğu gibi– fiilen kaybedilir.

Sendika bürokratları gelişen tüm mücadeleleri burjuva yasaları çerçevesine hapsetmeye çalışmakta ve böylelikle mücadelenin güçlenerek yayılmasını önlemekteler. Artık bu tutum sendikal bürokrasinin tipik bir tavrına dönüşmüştür. Gelişen her mücadele sendika bürokratları eliyle boğuluyor. Nitekim işçi sınıfına dönük yoğun saldırılar devam ederken bir taraftan da sendikasızlaştırma başarıyla sürdürülmektedir. Özel sektörde sendikalı işçilerin sayısı 200 bine kadar inmiştir. Tüm sendikalı işçilerin sayısı 700 bini geçmezken, kağıt üzerinde 2 milyondan fazla gözükmektedir. Aslında birçok sendika, burjuva yasalarına göre %10 işkolu barajının altında kalmasına rağmen yetkisi düşürülmüyor. Burjuvaziyle bürokratlar arasında “gizli” bir anlaşma yapılmış bulunuyor. Burjuvazi birçok sendikanın yetkisini düşürmeyerek bürokratların sendikaların başında kalmasını sağlarken, sendika bürokratları da gelişen mücadelelerin önünü kesmek için kendilerine biçilen rolü oynuyorlar. Burjuvazi sendikaların sözleşme yetkisini düşürmeyerek bir taraftan işçileri bürokratlar eliyle kontrol altında tutuyor ve öte taraftan da bürokratlara sürekli bir şantaj uygulayarak gelişen mücadeleleri burjuva sınırları içinde boğuyor.

Önümüzdeki süreçte muhtemelen Şişe-Cam benzeri pek çok ücadelenin gelişmesine tanık olacağız. Zira bunun işaretleri mevcuttur. Eğer başlayacak olan mücadeleler örgütlü ve bilinçli bir tarzda yürütülürse işçi sınıfının önünü açabilecek genel bir harekete dönüşebilir. Ancak bunun için mücadelelere uzun soluklu hazırlanmak gerekiyor. Başlayan grev ve eylemleri sürdürmek, yaymak ve tüm işçileri mücadelelerin içine katmak tek çıkar yoldur.

TÜPRAŞ, SÜMERBANK, PETKİM ve diğer mücadeleler birleşmeden, ortaklaştırılmadan, işçi sınıfına dönük saldırılar geri püskürtülemez. Önümüzdeki en önemli görev dağınık haldeki eylemleri birleştirmek ve genel bir mücadeleye dönüştürmektir. Bu süreçte işbirlikçi, uzlaşmacı sendika bürokratlarına karşı uyanık olunmalı ve bunlar her fırsatta teşhir edilmelidir.

Bu görev ancak militan sınıf sendikacılığı anlayışının sendikal hareket içinde yaygınlaştırılmasıyla başarılabilir. Bugün için bürokrasinin ve dolayısıyla da burjuvazinin sendikal harekete egemen olduğu doğrudur, fakat bu durum değişmez değildir ve değiştirilmek zorundadır. Burjuvazi bizleri kendi hukukunun çizdiği sınırlara uymaya zorluyor. Bunlara uymadığımız takdirde polisiyle ve mahkemesiyle tehdit ediyor, sindirmeye çalışıyor. Oysa burjuvazinin yasaları değişmez değildir, örgütlü ve devrimci sınıf mücadelesiyle bu yasalar işçi sınıfının lehine değiştirilebilir. Ayrıca da burjuva düzenin belirlediği dar çerçeve işçilerin devrimci mücadelesiyle paramparça edilebilir. Unutmayalım ki, işçi hareketi meşruluğunu burjuva yasalardan değil, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel haklılığından ve gücünden almaktadır. Bizi kurtuluşa götürecek tek yol ise örgütlenmek ve gücümüzü birleştirmekten geçmektedir. 

9 Mart 2004

İlgili yazılar