Sendikal Hareketin Krizi
Utku Kızılok, 2 Ocak 2014

Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Hava-İş kongresinde THY yönetiminin ekibinin seçilmesi, hemen sonrasında ise Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş’te büyük bir yolsuzluğun patlak vermesi sendikal hareketin vahim durumunu yeniden gündeme getirdi. Uzun bir dönemdir Türkiye’de sendikal hareket krizdedir ve bu kriz hâlâ aşılabilmiş değildir. Sendikalar giderek daha fazla bürokratlaşmış, üst bürokrasi burjuvaziyle ve burjuva hükümetlerle daha fazla iç içe geçmiş, yozlaşma ve yolsuzluk alıp başını gitmiştir. Şaşırtıcı olmayan bu son gelişmeler sendikal krizin giderek derinleştiğinin de bir başka ifadesidir.

Aslında Türkiye işçi sınıfı, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden beri büyük bir saldırı altındadır. Faşist rejimin işçi hareketine ağır darbeler indirdiği ve işçi sınıfının önemli siyasal, ekonomik ve sosyal kazanımlarına el koyduğu malûmdur. Bir taraftan işçi hareketi baskı ve yasaklarla denetim altına alınırken, öte taraftan da kapitalist neo-liberal saldırılar kapsamında işçi sınıfının kazanımları günden güne budanmıştır. Geldiğimiz aşamada, işçi sınıfının elinde neredeyse hemen hiçbir ekonomik ve sosyal kazanım kalmamıştır. Emeklilik yaşı ve iş saatleri uzatılmış, reel ücretler düşürülmüş, taşeronlaştırma ve esnek çalışma biçimleri alabildiğine yaygınlaştırılmıştır. Bu sürecin bir parçası olarak örgütsüzleştirme ve sendikasızlaştırma derinleştirilmiştir. Buna rağmen, çalışma alanında burjuvazinin dayattığı orman kanunlarına dur diyecek bir sendikal hareketten söz etmek mümkün değildir.

Sendikal hareket, kelimenin gerçek anlamıyla bir çöküş manzarası çizmektedir. Öyle ki, bir taraftan işçi sayısı giderek artarken, tezat biçimde sendikalı işçi sayısı azalmaktadır. Kamu emekçilerini bir kenara koyacak olursak, toplu sözleşmeden yararlanabilen işçi sayısı hepitopu 650 bin civarındadır. Üstelik bu sayının korunup korunamayacağı da belli değildir. Beri taraftan AKP hükümetinin yürürlüğe koyduğu yeni sendikalar yasasından dolayı birçok sendika baraj altında kalmıştır. İşkolu barajı %3’e indirilmesine rağmen, bazı işkolları birleştirildiği ve işçi sayıları doğrudan SSK kayıtları esas alınarak belirlendiği için başka pek çok sendika da yetkisini kaybetmekle yüz yüzedir. Hâl bu olmasına karşın, sendikal harekette, bu vahim tabloyu değiştirmeye dönük herhangi bir istek ve irade yoktur. Görece mücadeleci sendika ve sendikacıların durumu da farklı değildir. Genel olarak sendikal harekete atalet, uyuşukluk, vurdumduymazlık hâkimdir.

Sınıfın pek çok can yakıcı sorunu çözüm beklerken, sendikalar en temel konularda kıllarını dahi kıpırdatmıyorlar. Meselâ iş kazaları korkunç bir yıkıma yol açmasına ve neticede her ay 100’den fazla işçi yaşamını kaybetmesine rağmen, sendikalar neredeyse tümüyle suskunluğa gömülmüş durumdalar. Keza AKP hükümetinin gündemde tuttuğu Ulusal İstihdam Stratejisi saldırısına ve bunun ana parçalarından birini oluşturan kıdem tazminatının ortadan kaldırılması girişimine dönük anlamlı bir mücadele örgütlenebilmiş değildir. Türk-İş ve Hak-İş üst bürokrasisi tümüyle AKP hükümetine teslim olurken, DİSK’in örgütlediği eylemler göstermelik olmanın ötesine geçememiştir. Türk-İş merkezi yönetimine muhalefet eden ve görece mücadeleci bir çizgiyi temsil eden Sendikal Güç Birliği Platformu ise, şu ana değin bu konu başlıklarında bir girişimde bulunmamıştır.

Burada özellikle bir hususun altını çizmek gerekmektedir: Mesele tek başına sendikalı işçi sayısı değil, sendikaların mücadeleci bir anlayışa sahip olup olmadıklarıdır. Bugün için sendikalarda eksik olan şey, işçi sınıfının çıkarları temelinde militan bir mücadele anlayışına sahip olmamalarıdır. Sınıf mücadelesinin genel geriye çekilişinin bir sonucu olarak burjuva ideolojisi ve kültürü sendikalar üzerinde daha fazla belirleyici olmaya başlamıştır. Artan bürokratikleşme, uzlaşma ve sınıf işbirlikçi tutumlar, örgütlü bir işçi tepkisi olmadığı için kendiliğinden meşrulaşmış ve üstelik bunlar, “yükselen değerler” olarak sınıf kitlelerine yutturulmak istenmiştir. Sendikalar adeta sendikacıların aile şirketlerine dönüştürülürken, işçi aidatlarının oluşturduğu fonlar üzerinde ise aşağılık bürokratik kavga alenileşmiş, normalleşmiş, riyakârlık ve pişkinlik üstünlük olarak pazarlanmıştır. Meselâ çıkar yarışına girişen bürokratlar, bir taraftan sözümona işçilerin haklarını savunur gözükürken, öte taraftan da ailelerine şirketler kurdurarak sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinde bazı işlerin ihalesini almaktan geri durmamaktadırlar. Özetle yozlaşma ve çürüme diz boyudur. Nitekim yakın dönemde Yol-İş, Türk Metal, Belediye-İş, Harb-İş, Tez-Koop-İş ve son olarak Hizmet-İş’te ortaya çıkan yolsuzluklar bu gerçeği gözler önüne sermektedir.

İşçi sınıfının örgütsüz ve sosyalist hareketin güçsüz olduğu tüm koşullarda sendikalar, kaçınılmaz olarak burjuvazinin ve partilerinin çekim alanına girerler. Durum bugün de farklı değildir. İşçi sınıfının örgütleri olan sendikalar, AKP’li, CHP’li ya da MHP’li sendikacılar tarafından ele geçirilmiş ve burjuva partilerin arkasına takılmış durumdadır. Meselâ burjuva siyaset arenasında yaşanan kutuplaşma ve iktidar kavgası sendikaları doğrudan etkilemekte ve bürokratlar, işçi kitlelerini şu ya da bu burjuva parti ve kesimin peşine takmaya çalışmaktadırlar. Bilhassa AKP ile statükocu-devletçi güçler arasında süren iktidar kavgası ve bu temelde yaşanan kutuplaşmanın sendikalara taşınması, işçi sınıfına büyük zarar vermiştir. AKP’nin dümen suyuna giren sendika bürokratları işçi sınıfına dönük saldırılar karşısında tam bir ihanet çizgisi izlerken, CHP’li sendikacıların mücadeledeki temel motivasyonunu ise esas olarak AKP karşıtlığı oluşturmuştur. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisinin güçlenememesi ve kutuplaşmanın bir de sendikalar eliyle pekiştirilmesi işçi sınıfının bilincini bulandırmış, yan yana çalışan işçiler burjuva partiler arasındaki rekabet temelinde karşı karşıya gelebilmiş, böylece örgütlenme ve birlikte mücadele etme istekleri kırılabilmiştir.

Bir taraftan sermayenin yoğun saldırı programını hayata geçiren AKP hükümeti, öte taraftan da sendikaları kendi denetimine alarak işçi sınıfı cephesinden gelebilecek tepkileri önlemeye girişmiştir. Hiç kuşkusuz, iktidardaki her burjuva parti sendikaları kendi yanına çekmek ve böylece işçi sınıfının her türlü tepkisini işbirlikçi bürokrasi aracılığıyla engellemek ister. Meselâ Türk-İş üst bürokrasisinin sağlı sollu burjuva iktidarların yanında saf tutmasını hatırlatmak gerekiyor. Kurulduğu günden beri Türk-İş’in üst bürokrasisi, devlet/düzen sendikacılığının bir gereği olarak, açık ya da örtük biçimde işçi kitlelerinin tepkisini yatıştırmaya, tabandan militan bir mücadelenin gelişmesini engellemeye çalışmıştır. AKP iktidarı döneminde de farklı olmamıştır. Lakin AKP’nin özgünlüğünün sendikal alana da yansıdığını ve daha önceki hükümetlerden çok daha fazla bu alanı kontrol ettiğini belirtmek lazım.

AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, İslamcı/muhafazakâr motivasyonlarla hareket eden Hak-İş ve Memur-Sen’in önü açılmış, bu konfederasyonlar işçi sınıfı içinde hükümetin bir uzantısı olmuşlardır. Gerek baskı ve zorbalıkla gerekse patronaj ilişkileriyle kamu emekçileri Memur-Sen’e üye yapılırken, muhalefet odağı olan ve mücadeleci bir çizgi izleyen KESK, yetkili ve etkili bir sendika olmaktan çıkartılmıştır. Daha sonra ise Türk-İş’e bağlı pek çok sendika ve üst bürokrasi AKP’nin yanında saf tutmaya başlamıştır. Bilhassa Türk-İş’in şu anki yönetimi, aynı Hak-İş gibi doğrudan AKP’nin işçi sınıfı içindeki aparatı konumundadır. Sendikaları zayıflatan ve önemli bir kısmını da kontrolüne geçiren AKP, işçi sınıfına dönük her saldırıyı pek de patırtı gürültü olmadan hayata geçirebilmiştir, geçirmektedir.

Mücadeleci olduğunu söyleyen sendikalar ise, tüm bu süreçlerde yalnızca itiraz etmekten ve bu itirazlarını içi boş tehditlerle süslemekten öteye geçememişlerdir. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde, tüm sınıf kesimlerini kapsayan bir bakış açısıyla etkili eylemler örgütlemek yerine, CHP eksenine yaslanan ve esas olarak AKP karşıtlığına odaklanan bir muhalefet yürütmüşlerdir, yürütmektedirler. Bütün iddialarına karşın bu sendika ve sendikacıların, kapsamlı, hedefli, uzun soluklu bir mücadele anlayışları da mecalleri de yoktur. Onlar, bürokratik rutinizmin ve tükenmişliğin çarklarında yalnızca laf öğütmektedirler. Sendikaların vahim durumu apaçık ortadayken ve bizzat bunu söz konusu sendikacılar da dile getiriyorken, öylece şikâyet edip atalet sarmalından çıkmak için hiçbir şey yapılmamasının başka izahatı yoktur. Nitekim Hava-İş’in işbirlikçi bir yönetime teslim edilmesi bu hakikatin çarpıcı bir ifadesidir. Sendikanın pek çok imkânı olmasına rağmen işçiler arasında uzun soluklu bir örgütlenme çalışması yürütülmemesi, hazırlıksız bir şekilde girişilen eylem ve grev sonrasında ortaya çıkan olumsuz tabloyu değiştirmek için de gerekli adımların atılmaması ve duruma pasifçe boyun eğilmesinin başka bir sonucu olamazdı.

Şurası çok açık ki, sendikal hareket içinde bulunduğu krizini kendi başına aşamaz. Sosyalist hareket güçlenmeden ve kararlı bir şekilde bu alana müdahale etmeden, sendikaların krizden çıkarak burjuvaziye karşı etkili mücadeleler vermesi olanaksızdır. Yeri gelmişken açıkça söylemek gerekiyor ki, sendikal hareketin krizi gerçekte sosyalist hareketin krizidir. Elbette sosyalist hareket ile sendikal hareket arasında diyalektik bir ilişki vardır; belirli etmenlere bağlı olarak kimi zaman sendikal hareket çıkış yapıp sosyalist hareketin önünü açarken, kimi zaman da sosyalist hareket sendikal hareketi ilerleterek işçi hareketinin canlanmasını sağlamıştır. Ne var ki, son tahlilde belirleyici olan politik faktördür ve o politik faktörü temsil eden sosyalist harekettir. Gerek dünya gerekse Türkiye deneyimi gösteriyor ki, sosyalist hareket güçlenip sendikaları belirlediğinde, sendikalar hızla canlanmakta, mücadeleci işçi örgütlerine dönüşmekte ve sınıf mücadelesinin yükselmesini sağlayan aktörler haline gelmektedirler. Şimdiki durumun tam aksine, geçmişte, sendikalar ile sosyalist hareket daima iç içe olmuştur. Bu kapsamda kısaca Türkiye deneyimini hatırlatalım: TİP’i kuran sendikacıların kendi başlarına yol alamamaları ve daha sonra sosyalistleri partiye davet etmeleri, iki hareketin iç içe geçmesiyle yükselen mücadelenin sonucu olarak DİSK’in kurulması çarpıcıdır. Keza 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuran DİSK’in militan mücadelesinin arkasında TKP’den başlayarak güçlenen sosyalist hareketin olduğunun altını kalınca çizmek lazım.

Fakat burjuvazinin 1980’ler boyunca sürdürdüğü neo-liberal saldırıların geri püskürtülememesi, bilhassa da SSCB’nin çökmesi neticesinde dünyada sınıflar arası güç dengeleri değişmeye başladı. Kuvvetlice estirilen neo-liberal politikaların amacı, yarattığı toplam değerden işçi sınıfının aldığı payı azaltmak ve böylece burjuvazinin kâr oranlarını yükseltmek, ama aynı zamanda bu saldırılara karşı işçi sınıfının öfkesini sergilememesi için sendikaların belini kırmaktı. Özellikle Avrupa işçi hareketinin “sosyal devlet” yanılgısından sıyrılıp bu saldırılara zamanında ve yeteri sertlikte yanıt verememesi, daha sonra da sosyalizm olarak algılanan SSCB’nin çökmesi, dünya işçi hareketinde korkunç bir hayal kırıklığına ve geriye savrulmaya yol açtı. Büyük bir tasfiye dalgasıyla karşılaşan sosyalist hareket hızla küçülüp güçsüzleşirken, moral üstünlüğü ele geçiren burjuvazi saldırılarını sürdürdü. Faşist rejim tarafından ezilen Türkiye sosyalist hareketi ise, SSCB’nin çökmesiyle ikinci büyük darbesini almış oldu. Sosyalist hareketin cılızlaşması, ama aynı zamanda moralsizlik, tükenmişlik ve artan ölçüde reformizm sarmalına hapsolması, böylece burjuvazi karşısında bir mücadele iradesi ortaya koyamaması işçi sınıfını ve sendikaları doğrudan etkiledi. Sendikalar küçülüp sermaye karşısında etkisiz örgütler haline gelirken, belirttiğimiz üzere giderek daha fazla bürokratikleştiler, burjuva partilerle iç içe geçtiler ve çürüdüler.

Elbette buradan çıkartılacak sonuç, kimilerinin dile getirdiği gibi sendikaları bir kenara atarak “temiz” yeni örgütler yaratmak olamaz. İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarını kaybetmesinin ve sendikasızlaşmanın derinleşmesinin temel nedeni; sendikaların “kirlenmesi”, bürokratik geleneksel yapılara dönüşmesi ya da üretim sürecindeki birtakım farklılaşma ve esnekleşme değildir. Meselenin bu yönüne odaklananlar, sosyalist hareketin içinde bulunduğu krizi görmezden geliyor, daha da önemlisi kendi üzerlerine düşen görevleri sırtlarından atıvermiş oluyorlar. Unutmayalım ki, mücadelenin yükseldiği her dönem o bürokratik mekanizmalar kırılıp atılabilmekte, köhnemiş ve kirlenmiş sendikal yapılar işçi sınıfı kavgasının ışıldayan örgütlerine dönüşebilmekteler. Türkiye özelinde konuşacak olursak, işçi hareketinin yükseliş devresine geçmesi için nesnel koşullar olgunlaşmış olmasına rağmen, işçi sınıfının bilinç ve siyasal örgütlülük düzeyini ifade eden öznel faktör henüz yeterince güçlenmiş değildir. İşçi sınıfı içinde uzun soluklu, hedefli ve kararlı bir irade ortaya konmadan mücadelenin kolayına gelişmeyeceği açıktır. İşte sosyalist hareketin içine yuvarlandığı derin krizden çıkış yolu böylesi bir mücadele vermesinden geçmektedir. Ne var ki sosyalist hareketin büyük çoğunluğunun işçi sınıfıyla hiçbir bağı yoktur; onlar küçük-burjuva sosyalizminin sığ sularında debelenip duruyorlar.

Bıçak kemiğe dayanmadığı ya da tüm umutlar tükenmediği müddetçe geniş kitlelerin kendiliğinden harekete geçmediği tarihsel ve güncel deneyimlerle kanıtlanmıştır. Meselâ şu günlerde önemli bir yolsuzluk skandalı patlamasına, iktidar kavgası sonucunda devletin tepesinde büyük ve kritik bir kriz ortaya çıkmasına rağmen, geniş işçi-emekçi kitleler suskundur. Tüm olup bitene karşın henüz AKP’nin dışında bir alternatife yönelme eğilimi de göstermemektedirler. Zira burjuva siyaset arenasında AKP’nin alternatifi CHP ve MHP’dir ve geniş kitleler bunlara itibar etmemektedirler. İşte sosyalist hareket bu gerçekliği görmek zorundadır. Bu gerçek, işçi sınıfı içinde uzun ve sabırlı bir çalışma yürütmenin ve devrimci bir alternatif yaratmanın yakıcı önemini bir kez daha gösteriyor. 

1 Ocak 2014

İlgili yazılar