Savaş, Suriyeli Göçmenler ve Milliyetçilik
Utku Kızılok, 1 Ağustos 2014

Mart 2011’de Suriye’de başlayan halk protestoları, yerini bir süre sonra iç savaşa bıraktığında, Başbakan Erdoğan, Esad rejiminin kısa zamanda çökeceğini ve kısa zamanda Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılacaklarını açıklamıştı. Bu heyecanlı ifadenin anlamı açıktı: Kardeşlikten çıkarılıp kalleş ilan edilen Esad’ın kısa sürede alt edilmesiyle Türk emperyalizmi Ortadoğu’daki rüştünü ispat edecek ve Osmanlı hayalleriyle dolu AKP adeta fetih duygusu tadacaktı. Bu nedenle, bir taraftan Suriye muhalefeti silahlandırılıp desteklenirken, öte taraftan da sorunu Birleşmiş Milletler’in gündemine daha güçlü bir şekilde taşımak ve özellikle de ABD’yi müdahale noktasına çekmek amacıyla Suriye’den göçler teşvik edildi. Böylece dünyaya, Esad rejiminin ne denli gaddar olduğu, rejimin yürüttüğü kıyımla karşı karşıya kalan insanların perperişan evlerini terk ettikleri, Türkiye’nin ise onlara kucak açtığı mesajı verilerek puan toplanacaktı. Televizyon kanalları Suriye’den Türkiye’ye geçen mültecileri canlı yayında veriyor ve ortaya çıkan acıklı manzarayla Esad rejimi teşhir ediliyordu. Lakin Esad rejimi çökmedi; onun gaddarlığını aratmayan muhalefetin ve özellikle de radikal İslamcı güçlerin sergilediği vahşet eşliğinde iç savaş genişledi.

Başta tarihi kent Halep olmak üzere Suriye’nin önemli bir bölümü kelimenin tam anlamıyla cehenneme dönerken, 100 binden fazla insan öldü ve milyonlarcası da komşu ülkelere göç etti. Şu ana kadar 4 milyon Suriyeli ülkesini terk ederek Türkiye, Ürdün, Güney Kürdistan ve diğer komşu ülkelere sığınmış durumda. Türkiye’deki göçmen sayısının bu yılın sonuna kadar 1,5 milyonu aşacağı ifade edilmekte. Ortadoğu’daki siyasi dengelere ve emperyalist savaşın gidişatına baktığımızda, Suriye’deki iç savaşın bugünden yarına bitmeyeceğini ve aslında verili durumun uzun yıllar süreceğini söylemek gerekiyor. Irak’ta körüklenen mezhep kavgası, Lübnan’daki siyasal kriz ve çözülemeyen Filistin sorunu da ortaya koyuyor ki, savaş çeşitli biçimler altında tüm bölge ülkelerini etkisi altına almış bulunmaktadır. Hâlihazırda Ortadoğu’da milyonlarca Filistinli, Iraklı ve Suriyeli, mülteci/göçmen durumundadır. Savaşın tırmanmasına bağlı olarak bu sayının daha da artması kaçınılmaz gözükmektedir.

Üstelik savaşa bağlı olarak gelişen göçmen sorunu yalnızca Ortadoğu’yla ilgili bir sorun da değildir. Emperyalist hegemonya savaşının yoğunlaştığı Afrika’da ya da Af­ga­nistan, Pakistan ve benzeri ülkelerde de yüz binlerce insan, yerini yurdunu terk ederek göçmen haline gelmektedir. Emperyalist kışkırtma neticesinde baş gösteren iç savaşların –bu savaşlar kimi zaman kabile ve mezhep savaşları biçimine de bürünmektedir–, yıkımın, işsizlik ve sefaletin pençesinden kurtulmak isteyen yüz binlerce yoksul, daha iyi bir yaşam umuduyla ölümü göze alarak göç ediyor. Daha gelişmiş ülkelere, özellikle de Batılı ülkelere gitmeyi hedefleyen Afrikalı, Ortadoğulu ve Güney Asyalı yoksulların binlercesi, denizi aşmak üzere çıktıkları yolculuklarda ölmekte, önemli bir kısmı da köle haline gelmektedir.

Kapitalist krizin ve emperyalist savaşın daha da körüklediği bir olgu olarak göçmen sorunu, önümüzdeki dönemde dünyada daha da önemli bir sorun haline gelecektir. Dalgalar halinde daha gelişmiş ülkelere akın eden yüz binlerce emekçi, insan gibi yaşama ve çalışma olanağına kavuşmayı beklerken, gittikleri ülkelerde aşağılanıyor, inanılmaz acılar çekiyor ve daha da önemlisi egemen güçlerin kışkırtması sonucunda ırkçı saldırıların hedefi oluyor. Bugün pek çok Avrupa ülkesinde göçmenlere dönük saldırılar artıyor. Avrupa’da yükselişte olan faşist partiler, temel söylemlerini göçmen karşıtlığı üzerine kurmuş durumdalar. Burjuvazi, işçi sınıfını milliyetçilik tuzağına çekerek kapitalist çelişkilerin üzerini örtmek istiyor.

Batı’ya gitmek isteyen göçmenlerin geçiş noktası olan Türkiye’de de çok sayıda göçmen bulunmaktadır. Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya ülkelerinden gelen göçmenlerin sayısının yaklaşık bir milyon olduğu ifade edilmektedir. Şu ana değin Türkiye’de göçmenler, Avrupa’da olduğu gibi faşist partilerin ana hedefi haline gelmiş ve kitlesel ölçekte bir ırkçı göçmen karşıtlığı şekillenmiş değildir. Ne var ki göçmen sayısının artması ve özellikle de yüz binlerce Suriyeli mültecinin büyük kentlerde barınmaya başlaması, toplumda alttan alta bir tepki mayalanmasına neden olmaktadır. Geçtiğimiz günlerde peşpeşe Maraş, Adana ve Mardin Kızıltepe’de Suriyeli göçmenlere karşı milliyetçi hezeyanlar eşliğinde yapılan gösteriler de bu tepkinin bir dışavurumudur. Maraş’ta bin kişiden oluşan bir grup Suriyelileri linç etmek isterken, Adana’da yüzü maskeli ve eli bıçaklı bir grup Suriyelilere saldırdı. Mardin Kızıltepe’de ise, yerel basın üzerinden başlatılan kampanya sonrasında sokağa dökülen güruh, Suriyelileri istemedikleri yönünde sloganlar attı.

Saldırıların temel gerekçeleri şöyle ifade ediliyor: Suriyeli göçmenler daha düşük ücretlere çalışarak ücretleri düşürüyorlar, iş bulma imkânı ortadan kalkıyor, ev kiraları yükseliyor ve ticarete başlayan göçmenler esnafın işini elinden alıyor! Antep, Hatay, Adana, Mersin, Maraş ve civar kentlerde yapılan röportaj ve anketlerde dile getirilen bu düşünce, aslında sadece o bölgelere özgü değildir. Bugün Türkiye kapitalizminin kalbi konumunda olan İstanbul’da da işçiler arasında Suriyeli göçmenlere karşı tepkiler artıyor. Göçmenlerin ücretleri düşürdüğünü ve işlerini ellerinden aldığını söyleyen kimi işçiler, ırkçı görüşler dile getirmekten de çekinmiyorlar.

Üstelik ifade edilen tepkiler, Ortadoğu’daki gelişmelerin bir sonucu olarak mezhepçi bir boyut da kazanmış durumda. Esad rejiminin devrilmesi için çalışan AKP hükümeti, Ortadoğu’daki siyasetini mezhepçi bir temele, Sünni ekseni üzerine oturtmuştur. AKP’nin sıkça Esad rejiminin bir avuç Alevi (Nusayri) azınlığın iktidarı olduğunu söylemesi, Alevileri dolaylı olarak hedef haline getirmesi ve radikal İslamcı grupların beslenmesi içerideki Alevi kitlelerde bir tedirginliğe yol açmıştır. Suriyeli göçmenlerin ekseriyetinin Sünni olması ve bunların sınırdaki kentlere yerleşmesi bu tedirginliği daha da artırmıştır. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonra binlerce Şii askeri kurşuna dizmesi ve Şiilere karşı cihat ilan etmesi, etkisini doğrudan Türkiye’de de hissettirmektedir. Ortadoğu’da mezhep kavgasının kızışması ve AKP’nin mezhepçi bir siyaset izlemesi, içerideki Alevi kitlelerin Suriyeli Sünni göçmenlere bakış açısını etkilemekte ve önyargıları beslemektedir. Kısacası göçmenlere dönük tepkinin mezhepçi bir boyutunun da olması, Türkiye işçi sınıfı açısından çok büyük bir tehlikeye işaret etmektedir.

Neresinden bakarsak bakalım göçmenlere dönük geliştirilen tepkiler haksızdır. Bu tepkiler, sorunların esas kaynağı olan emperyalist savaş ve onu doğuran kapitalist düzen yerine göçmenlere yönelmiştir. Elbette işçi sınıfının örgütsüz ve enternasyonalist bilinçten yoksun olması, göçmenlere karşı ileri sürülen milliyetçi argümanların işçiler nezdinde itibar görmesine neden olmaktadır. Suriyeli mültecilerin kısa sürede ülkelerine dönmesinin mümkün olmadığı ve tam tersine daha fazla toplumsal hayatın parçası haline gelecekleri dikkate alınırsa, önümüzdeki dönemde göçmen meselesi daha fazla kendini hissettirecektir. Bu nedenle, göçmen sorunu karşısında işçi sınıfının nasıl bir tutum alması gerektiği konusu çok önemlidir.

Göçmenler ve sorunların esas kaynağı

Suriye’den Türkiye’ye sığınan ilk mülteci kafilesi yalnızca 252 kişiden oluşuyordu. Ancak iç savaşın kızışmasına bağlı olarak sayı günden güne arttı. Şu anda Suriyeli mültecilerin 220 bini 10 ilde kurulmuş 22 kampta yaşamaktadır. Yaklaşık 1 milyon Suriyeli göçmen ise sınır bölgesi civarındaki Antep, Adana, Mersin gibi kentlerin yanı sıra İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde yaşıyor. AKP hükümeti, iki üç ay içinde zafer kazanacağına ve Şam’da namaz kılacağına o denli inanmıştı ki, göçmen sayısının bu denli artabileceğini öngöremedi. Nasıl olsa Esad düşecek ve göçmenler de AKP’ye minnettar kalarak ülkelerine geri döneceklerdi! Bu nedenle göçmenlerin planlı bir şekilde yerleştirilmesi, ev ve iş verilmesi, toplumsal hayata uyum sağlamaları için gerekli önlemlerin alınması için hiçbir şey yapılmadı. Hangi kentte ne kadar Suriyeli göçmenin yaşadığı ve nasıl geçindikleri tam olarak bilinmemektedir. Mültecilerin önemli bir kısmı sınır kentlerinde yaşamaktadır. Meselâ raporlara göre, Antep’e bağlı Nizip’teki Suriyeli mülteci sayısı yerli halktan daha fazladır. İstanbul’da ise Suriyeli göçmenlerin sayısının 100 binden fazla olduğu ifade edilmektedir.

Mülteci ya da göçmenlerin sığındıkları ülkelerde kalma süreleri uzadıkça, doğal olarak geri dönme istekleri de azalmakta, gittikleri yerlerde kalıcı bir yaşam oluşturma arzuları artmaktadır. Nitekim bu eğilim Suriyeli göçmenler arasında da giderek daha fazla güçlenmektedir. Ne var ki göçmenlerin Türkiye sınırları içinde hukuksal bir güvenceleri yok. Türkiye, Suriyeli sığınmacıları resmi olarak “misafir” statüsünde kabul etmektedir. 2011 Eki­minde açıklandığında göre, Suriyeli sığınmacılar Tür­ki­ye’de “geçici koruma” uygulamasına tâbiler. Türkiye, Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Cenevre Söz­leş­mesi’ne “coğrafi sınırlama” şerhi koyduğu için, Avrupa Kon­seyi üyesi bir ülkeden gelmeyen sığınmacılara “mülteci” demiyor. Dolayısıyla iç savaş sonucu Türkiye’ye sığınan Suriyeli göçmenler de mülteci olarak görülmüyor ve mültecilikten gelen haklardan yararlanamıyorlar.

Kamplara sığınmış bulunan göçmenlerin kamp hayatı yarı açık cezaevini aratmazken, kentlere dağılmış yüz binlerce göçmenin çoğunluğu ise sefalet koşullarında yaşamaktadır. Bir kere her şeyden önce kendi topraklarından kopup dilini ve alışkanlıklarını bilmedikleri bir başka toplumda yaşamaya çalışmanın getirdiği zorluklar vardır. Evlerinin, işlerinin ve paralarının olmaması, dil bilmemeleri, geldikleri kentleri ve toplumu tanımamaları göçmenleri korkunç bir çaresizliğe itmektedir. Ne yazık ki kapitalist düzenin çürüttüğü insanlar, göçmenlerin bu çaresizliğini kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Özellikle sınır kentlerinde Suriyeli kadınların ikinci eş olarak satılması, kadınların fuhuşa zorlanması ve hatta fuhuş yaptırılan kadınların köleleştirilmesi, yine kadınlara ve çocuklara tecavüz edilmesi, tacizde bulunulması bu insanlıktan çıkmışlığın ifadelerinden sadece birkaçıdır.

Çeşitli kentlere sığınmış bulunan yüz binlerce Suriyeli göçmenin bir kısmı başlarını sokacak bir ev bulamayıp parklarda yaşarken, diğer bir kısmı ise tabiri caizse “it bağlasan durmaz” sözünü hatırlatan izbelere fahiş kiralar vermeye zorlanıyorlar. Bu izbelerde, çoğu kez bir odada 8-10 kişi yatıp kalkmaktadır. Göçmenlerin çoğu iş bulamamakta, bulduklarında ise son derece düşük ücretlere çalışmaya mecbur bırakılmaktadırlar. Açgözlü patronlar, göçmenlerin çaresizliğini kullanarak onları ayda 400 ilâ 500 lira karşılığında uzun saatler boyunca çalıştırarak kârlarını yükseltmeyi hedefliyorlar. İş bulamayanların dilendiğini, bu sırada Suriyeli göçmen olmalarını acıma duygusu yaratmak için kullandıklarını tüm kentlerde görmek mümkün. Yani neresinden bakarsak bakalım, göçmenler insanlık dışı koşullara maruz kalmaktadırlar. Savaşın sonucunda yakınlarını kaybeden, evlerini ve yurtlarını terk eden, kurulu düzenleri bozulan göçmenlerin psikolojileri de bozuluyor ve kolayına atlatamayacakları bir travma yaşıyorlar.

Kapitalist sistemin işçi ve emekçileri ittiği işsizlik ve yoksulluk koşullarının gerçek sorumlusu kavranmadığında, asıl sorumlu kolayca çaresiz göçmenler olarak görülebiliyor. Bu, derindeki çelişkileri görmeyip yüzeydeki görüntüye bakarak hareket etmek demektir ki, burjuvazinin ideolojik tuzaklarına kapılma tam da o anda olmaktadır. Ör­güt­süz olan ve asıl suçlunun kapitalizm olduğunu kavrayamayan kitleler, göçmenlerin ülkeye girmesiyle birlikte kendi yaşam düzeylerinde bir gerileme olacağı kaygısıyla tepki vermektedirler. Hiç kuşku yok ki sayısı yüz binleri bulan göçmenlerin bir ülkeye yerleşmesiyle birlikte, kapitalist düzen dâhilinde o ülkedeki mevcut işler daha fazla sayıda insan arasında bölünmekte ve iş bulma imkânı geçmişe nazaran zayıflamaktadır. Yaşamlarını sürdürmek isteyen çaresiz göçmenler, onlara dayatılan düşük ücretleri ve uzun iş saatlerini kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum ücretleri belli ölçüde aşağıya çekmektedir. Sonuçta göçmenler yedek işgücü ordusuna eklenerek işsizlerin sayısını büyütmekte ve kapitalistler bu durumu ücretleri düşürmek üzere kullanmaktadırlar.

Fakat anlaşılacağı üzere bu durumun sorumlusu göçmenler değil kapitalist sistem ve onun yol açtığı emperyalist savaştır. Hangi emekçi yerini yurdunu terk ederek insanlık dışı yaşam koşullarına, düşük ücretlere ve uzun iş saatlerine katlanmak ister ki? Kapitalistlerin oyununa gelmek istemeyen her işçi bu hakikati kavramak ve ona göre tutum takınmak zorundadır. Kaldı ki işsizliğin artmasında ve ücretlerin düşürülmesinde göçmenlerin oynadığı rol sınırlıdır. Suriyeli göçmenler yokken de kapitalistler ücretleri düşürmek ve kötü çalışma koşullarını dayatmak için işçi sınıfına var güçleriyle saldırmaktaydılar ve şimdi de saldırmaya devam ediyorlar.

Dolayısıyla Türkiyeli işçilerin asıl suçlu göçmenlermiş yanılsamasını bir kenara bırakıp bu katı gerçeği görmesi bir zorunluluktur. Hedef tahtasına konması gereken kapitalist sömürü düzenidir. Üstelik suçlu olarak göçmenleri kafayı takan bir bakış açısı yalnızca burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder, etmektedir. Kapitalizmin yarattığı sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek ve gerçek suçluyu gözlerden saklamak isteyen burjuvazi, işsizliğin ve yoksulluğun asıl sorumlusu göçmenlermiş gibi bir yanılsama üreterek ve işçileri milliyetçi temelde kışkırtarak işçi sınıfını oyalamaktadır. Avrupa’da göçmen karşıtlığının ve İslamofobinin yükselmesi, faşist partilerin oylarını arttırması bu gerçeği gözler önüne sermektedir.

Avrupa’da burjuvazinin sürdürdüğü neo-liberal saldırılar sonucunda “sosyal devlet” çökmüş ve işçi sınıfı tarihsel kazanımlarından önemli kayıplar vermiştir. İşsizlik artmış, işsizlik ödeneğine darbe indirilmiş, emeklilik yaşı uzatılmış, ücretler düşürülmüş, sosyal haklar budanmış, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları ağırlaşmıştır. İşçi sınıfına dönük bu saldırılar arasında en önemli ve en can yakıcı olanı işsizliktir! İşsizlik Avrupa’da durdurulamaz bir yükseliş halindedir. Küresel kapitalist krizle birlikte, ihtimal dâhilinde görülmeyen dev kapitalist şirketler batmış ve yüz binlerce işçi sokağa, işsizliğin kucağına atılmıştır. As­lında “sosyal devlet, barışçıl, güvenli ve müreffeh Batı toplumu” kandırmacasına inandırılmış geniş emekçi kitleler tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşamaktalar. Avrupa Bir­liği ülkeleri bir türlü krizden çıkmıyor, ekonomiler büyümüyor. Burjuvazinin göklere çıkardığı AB projesinin barış ve refah getiremeyeceği anlaşılmış durumda. Em­peryalist kapışma, Ortadoğu ve Afrika’daki gibi sıcak savaşlar ve dünyanın birçok bölgesinde siyasal çalkantılar biçiminde yol almaktadır. İşte tüm bu tablo geniş emekçi yığınları güvensizliğe, huzursuzluğa ve giderek de umutsuzluğa sürüklemektedir.

Ancak huzursuzluk biçiminde kendini dışa vuran, fakat örgütlü ve bilinçli bir düzeye yükselerek asıl hedefine varamayan tepkiler faşist partileri güçlendiriyor. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinin de ortaya koyduğu üzere faşist hareket Avrupa genelinde bir yükseliş halindedir. Ilımlısıyla aşırısıyla tüm sağ partiler, İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden ırkçı, milliyetçi ve faşizan bir söylem kullanıyorlar. Krizin yol açtığı yıkımın asıl müsebbibinin kapitalist düzen olduğunu gözlerden kaçırmak ve hedef saptırmak amacıyla İslam ve göçmen karşıtlığı burjuva siyasetinin ana konusu haline getirilmiş durumda. Avrupa burjuvazisi, kitleleri ırkçı ve milliyetçi temelde kışkırtıyor ve halklar arasında husumet yaratmaya çalışıyor. Geçmişteki göreli iyi yaşam koşullarını kaybeden, krizin, işsizliğin ve siyasal çalkantıların damgasını bastığı bir dünyada gelecek endişesine kapılan Avrupalı işçi kitlelerin ve orta sınıfların bir bölümü, depresif bir ruh haliyle etraflarına baktıklarında, burjuvazi onlara göçmenleri hedef gösteriyor. Tüm bu sorunların kaynağında kapitalizmin olduğunu göremeyen örgütsüz kitleler, ne yazık öfkelerini göçmenlere ve Müslümanlara yöneltiyorlar. Böylece kapitalizmin yarattığı sorunları göremeyen bilinci çarpılmış bu kitleler, öfkelerini yanlış kanallara boşaltıyorlar.

Türkiye’de, Avrupa ülkelerinde ve dünyanın her neresinde olursa olsun göçmenlere önyargıyla ve aşağılayıcı bir şekilde yaklaşmak, kapitalizmin yarattığı sorunların sorumlusu olarak onları görmek egemenlerin tuzağına düşmektir. Konu Avrupa’da göçmenlere ve Müslümanlara dönük baskılar ve ırkçı yaklaşımlar olunca yapılanları nefretle kınayan Türkiyeli emekçilerin, sıra kendilerinin göçmenlere karşı doğru tutum almasına gelince tam tersi yönde hareket etmesi kabul edilemez. Türkiye işçi sınıfı ırkçı, mezhepçi yaklaşımların esiri olmadan ve işsizliğin, düşük ücretlerin, yüksek kiraların ve yoksulluğun asıl sorumlusunun kapitalist düzen olduğu gerçeğini görerek tüm göçmenlere kardeşlik elini uzatmalıdır. Göçmenlerin sağlıklı mekânlara yerleştirilmesi, iş ve ev verilmesi, topluma ve yaşadıkları kentlere uyum sağlamaları için AKP hükümetine baskı yapılmalıdır. Savaşın yarattığı göçmen sorunu büyük acılara yol açarken, aslında bambaşka bir sürecin de önünü açmış bulunmaktadır. Milyonlarca insanın göçmen haline gelmesi ve bölgedeki emekçilerin göçmenlik yoluyla fiilen iç içe geçmesi, Ortadoğu’daki olası bir proleter devrim için büyük imkânlar sunmaktadır. Eğer bölgenin en gelişmiş ve en kalabalık işçi sınıfını oluşturan Türkiye işçi sınıfı, enternasyonalist bir tutum alabilir ve bu temelde bir örgütlenmeye gidilebilirse, savaşın ortaya çıkardığı göçmenlik olgusu kapitalizmin alaşağı edilmesinde bir kaldıraç rolü de oynayabilir. 

1 Ağustos 2014

İlgili yazılar