Savaş, Devrim ve Faşizm Üzerine
Akın Erensoy, 29 Aralık 2003

“Eğer Komünist Partisi devrimci umudun partisi ise, bir yığın olarak faşizm de karşı-devrimci umutsuzluğun partisidir.” -Troçki

Tarih sahnesine çıkışından itibaren kapitalizm, gezegenimiz üzerinde sık sık yıkım ve felâketler meydana getirdi. Kapitalizm yaşadığı krizleri yıkımlar örgütleyerek ve bu yıkımları yeniden üreterek aşmaya çalıştı. Ancak bu sarmal yerini kendiliğinden bir başka ekonomik formasyona bırakamayacağından dolayı da, aslında sorun olduğu gibi devam ediyor: ekonomik yükselişler ve çöküşler. Aslında tüm bu yıkım ve felâket süreçlerinin anası kapitalist mülkiyet tarzından başkası değildir.

Üretimin devasa düzeylerde toplumsallaşmasına karşın üretim araçlarının özel mülkiyeti, insanlığa giydirilmiş bir deli gömleğidir. Sermayenin yoğunlaşarak ve merkezileşerek tekelleri oluşturması kapitalizmin çelişki ve çatışmalarının daha yoğun ve üst düzeylerde yaşanmasına neden oluyor. Kapitalizmin en üst aşamasından başka bir şey olmayan ve dünya çapında kendi ilişkilerini egemen kılan emperyalizm, söz konusu çelişkileri daha üst düzeylere taşıyarak yeni ve devasa yıkımları örgütlemenin yolunu döşemekten ileri gidemedi. Kapitalist rekabet, tekeller düzeyine yükselerek şiddetli ve kıran kırana bir mücadeleyle karakterize oldu. Finans kapital, kapitalist üretim tarzının çelişkilerini 1914’te dünya üzerinde korkunç bir savaşı örgütleyerek ve böylece dünya pazarlarını yeniden paylaşarak çözmeye çalıştı. Fakat milyonlarca insanın ölümü ve üretici güçlerin tahrip olmasına karşın çelişkiler çözülememiş, katlanarak ve büyük yıkımları örgütleyerek sistem yoluna devam etmiştir.

Çelişkilerin üst boyutlara çıkması ve katlanılmaz hale gelmesi tekelci kapitalizme korkunç bir saldırganlık özelliği verir. 1914-1918 savaşında çözülemeyen çelişkiler, 1939-1945’teki İkinci Emperyalist Savaşla çözülmeye çalışılmıştır. Ama bu çözüm, dünyanın bir kez daha emperyalistlerce yeniden paylaşılmasından ileri gidememiştir. Bugün dünya kapitalizminin içine yuvarlandığı kriz bir kez daha gösteriyor ki, kapitalizm kendi çelişkilerini aşmaya çalışırken, bu çelişkileri daha derin ve daha geniş bir ölçekte yeniden üretmekten ve felâketlerin yolunu döşemekten başka bir şey yapamadı ve yapamaz.

Savaşın yarattığı devrimci buhran ve faşizmin toplumsal temelleri

20. yüzyılın ilk çeyreğinde dünya siyasal arenasında yaşananlar, daha sonraki tüm tarihsel süreci belirlemiştir. Emperyalist sistemin başlattığı kanlı savaş, büyük kapitalist güçlerin dünya pazarlarını ve nüfuz alanlarını güçleri oranında yeniden paylaşmaları amacını gütmüştür. Oysa savaş barut, ölüm ve kan olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal bir harekettir de. O güne kadarki tüm devinimsiz yapıları, varlıkları harekete geçiren ve olayların içine katan bir devdir savaş. Savaşın toplumsal yanı kadar önemli bir yanı da, sınıfsal oluşudur. Savaş kapitalistler için korkunç kârlar ise, emekçiler için yıkım ve felakettir. Demek ki, savaşın gidişatı bu sınıflar için farklı anlamlar taşımaktadır ve savaş bu sınıfların etkisinin, müdahalesinin dışında kalamaz. Kitlelerin savaşla birlikte kaosun içine çekilmeleri ataletten ve biteviye yaşamlarından kurtulmaları, eski “kör” toplumsal ilişkilerden sıyrılıp çıkmaları demektir. Bu çıkış, emekçiler açısından savaşa bambaşka bir yön verir. Savaşın toplumsal yönü işte tam da bu noktada kendini açığa vurur. Savaş devrim-karşıdevrim anaforuna dönüşür.

1917 Ekim Devrimiyle Rus proleterleri silahlarını kendi burjuvalarına doğrultup siyasal iktidarı fethettiklerinde, savaş tüm dünyada bir devrimci buhranlar sürecini başlatmıştı. Rus Çarının kellesinin düşmesi, Almanya’da Hohenzollern’in akıbetinin de müjdecisiydi. Rus proleter devriminin ardından, Avrupa’da da finans kapitalin çıkarları için kan ve baruta bulanmış emekçi yığınlar yepyeni bir dünyayı kurmanın umudu ve heyecanıyla silahlarını kendi burjuvalarına doğrulttular. Avrupa’da peş peşe devrimci ayaklanmalar yaşanırken, sömürge ülkelerdeki “köle” halklar da silah elde savaş cephesinde yerlerini almış bulunuyorlardı. Rus proletaryasının devrimci ışığı, ulusal kurtuluş mücadelesi veren tüm halkların yolunu aydınlatmıştı. Dünya emperyalist burjuvazisi, aralarındaki ihtilaflar daha çözülmeden, pazarların yeniden paylaşımı henüz tamamlanamadan savaşa son vermek zorunda kaldı. Ancak her şeye karşın savaşın galipleri ve mağlupları vardı. Bir de savaştan istediklerini elde edemeyen emperyalist ülkeler! Alman emperyalizmi Antant ülkeleri[1] tarafından tam anlamıyla kolu kanadı kırılarak etkisizleştirildi. Bu koca bir devin elini ayağını bağlayıp ehlileştirmeye çalışmaktan pek de farklı değildi.

9 Kasım 1918’de Almanya’da gerçekten de Hohenzollern hanedanı yerle yeksan oldu. Savaş tüm işçi ve köylü yığınları açlık ve sefalete sürüklemişti. Ücretler düşmüş, temel ihtiyaç maddeleri temin edilemez olmuş, ısınma ve barınma en büyük çile haline gelmişti. Bunun yanında, savaşa şenliklerle uğurlanan on binlerce asker, cephelerde sapır sapır ölüyordu. Köylüler sefalete sürüklenmiş, bununla birlikte bir umutsuzluk dalgası tüm yığınları kaplamıştı. Kasım Devrimi tüm ezilen kitleler için yepyeni bir umuttu. Kurtuluş nihayet gerçekleşecekti; açlık ve sefalet geride kalacak, köylüler topraklarına, işçiler işlerine, askerler evlerine ve kadınlar kocalarına kavuşacaktı.

Devrimci işçi ve asker kitleler daha 9 Kasım öncesinde her yerde kendi öz-örgütlülüklerini kurup mücadeleye girişmişlerdi. 9 Kasım Devriminden kısa bir süre önce kurulan konseyler siyasal iktidarı eline alan tek güçtü. Ancak konseyler ihanetçi Sosyal Demokrat Partinin elindeydi ve SPD siyasal iktidarı alması için işçi sınıfına önderlik etmemekle kalmayıp, devrime ve işçi sınıfına ihanet etti. 1921’de Orta Almanya’da Zinovyev, Buharin ve Radek önderliğinde hazırlıksız ve zamansız bir devrim girişimi daha yapıldı ve o da başarısızlıkla sonuçlandı. 1923 Ekimindeki Alman Devrimiyse yine Komintern önderliğince harcandı.

Alman emperyalizmi her ne kadar yenilen ve genç İtalyan emperyalizmi de ne kadar yenen tarafta yer almış olsa da, aslında, ikisi de aynı kaderi paylaşıyordu. Almanya yenilmişti ve boynuna boyunduruk vurulmuştu. İtalya ise savaştan istediklerini alamamıştı. İki ülkede de devrimci buhranlar baş göstermiş, işçiler, köylüler, askerler mücadelenin içine sonuna kadar dalmışlardı. Kitleleri harekete geçiren aynı toplumsal zemindi. 1920’de İtalya’da devrimci gelişmeler en tepe noktasına vardı. Eylül ayında başlayan fabrika işgalleri, her yerde konseylerin işleri kendi eline almasıyla tamamlanıyordu. Her şey tamamdı; iktidar fiilen işçilerin eline geçmiş ve köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koymuşlardı. Fakat bir tek şey eksikti: İtalya’da bir Bolşevik devrimci önderlik yoktu ve Sosyalist Parti Almanya’daki SPD’nin ihanetini tekrarlayarak siyasal iktidarı alması için proletaryaya önderlik etmedi. Oysa Almanya’da ve de İtalya’da keskinleşen çelişkiler, devrimci krizin derinleşmesine ve süreklileşmesine neden oluyordu.

Devrimlerin başarıya ulaşamaması kitleleri umutsuzluğa ve yılgınlığa sürüklerken, askerden terhis olanlar, işten atılan işsizler, mülksüzleşen küçük-burjuvazi ve köyünü terk ederek kentin yolunu tutanlar, sokakları dolduran başı boş yığınlara dönüşmüşlerdi. İlerleyen günlerde karşı-devrim kampının saflarını bu umutsuzlar yığını dolduracaktı. Devrim ve karşı-devrim kampı arasında salınan bu yığınlar, devrim kampının yeni atılımlarının her başarısızlık anında, karşı-devrim güruhunun vurucu gücü olarak proletaryanın üzerine çullanacaktı. Daha sonra ise İtalya’da ve Almanya’da siyah gömlekleri giyerek düzenli çeteler haline geleceklerdi. Ne demişti Clara Zetkin: “faşizm, Rusya’da başlamış devrimi devam ettirmediği için, proletaryanın çekmek zorunda kaldığı bir cezadır.

Troçki 1933’te Nasyonal Sosyalizm Nedir makalesinde faşizmin ortaya çıkış koşullarını ve toplumsal tabanını inceliyordu:

“Savaş sonrasının kargaşası, zanaatkârlara, küçük tüccarlara ve memurlara da işçilerden daha hafif bir darbe indirmedi. Tarımdaki ekonomik bunalım köylüleri yıkıma uğratıyordu. Orta tabakaların çöküşü bunların proleterleşmelerini sağlamadı: proletaryanın kendisi de sürekli olarak bir işsizler ordusu üretiyordu çünkü. Kravatları ve suni ipek gömlekleriyle ancak örtünebilen küçük burjuvazinin yoksullaşması, bütün resmi inançları ve hepsinden çok da demokratik parlamentarizmi aşındırıp yok etti.”[2]

Kapitalist ekonominin yükseliş dönemlerinde sistem küçük-burjuva öğeleri yeniden ve yeniden üretir. Çünkü bu dönemler ticaretin geliştiği, ekonominin büyüdüğü, sermaye dolaşımının hızlandığı ve dolayısıyla yeni iş imkânlarının doğduğu bir dönemdir. Kapitalist ekonominin bu döneminde, küçük-burjuvazi kendini burjuvaziye daha yakın görür ve proleter saflardan nefretini ve küçümsemesini de gizlemez. Ancak aynı tabansız sınıf, büyük burjuvazi karşısında bir tapınma eğiliminden de kendisini alamaz. Küçük mülkü ve toplumsal statüsünden ötürü küçük-burjuvazi kendini dev aynasında görür. Kriz dönemleri ise küçük-burjuvazinin tam bir yıkıma sürüklendiği dönemlerdir. Bu yıkıma proleter devrim cevap olamadığında bu umutsuz yığınlar karşı-devrim kampının zeminini oluştururlar.

“Savaş, bozgun, tazminatlar, enflasyon, Ruhr’un işgali, bunalım, yokluk ve kinle kızmış bir atmosfer içinde küçük-burjuvazi, kendisini aldatan bütün partilere isyan etti. İflastan kurtulamayan küçük mülk sahiplerinin, bunlardan üniversiteden çıkıp da iş ve müşteri bulamayan oğullarının, çeyizsiz ve nişanlısız kalan kızlarının karanlık durumları ve bitmek bilmeyen yıkımları düzen ve otorite talebini doğuruyordu.”[3]

Gerek İtalya ve gerekse Almanya’da savaşın getirdiği toplumsal yıkım askerler üzerinde de kendini hissettirmişti. Mütareke sonrası terhis olan askerlerin sayısı İtalya’da 600 bini geçmişti ve Almanya’da bu sayı daha da yüksekti. Buna ayrıca subay ve astsubayları da eklemek gerekiyor. Uzun yıllardır savaşmaya alışmış bu askerlerin lümpen kesimleri toplumla bağ kurma yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi. Askerler derin bir huzursuzluk içinde kıvranıp duruyorlardı.

Birçok asker köyüne dönmemiş ve kentlerde başı boş dolaşır olmuştu. Çünkü onlara köyde çalışmak ağır geliyordu artık ve onca süredir savaşmalarına karşın kendilerine minnettar kalınacağına kaldırılıp sokağa atılmışlardı. Anna Seghers savaş sonrası ve faşizm üzerine yazdığı eserlerinde ortak özellikler taşıyan karakterlere vurgu yapar. O dönemki toplumsal ruh halini oldukça iyi anlattığı için, Seghers’den bir pasajı aktarmayı yararlı görüyoruz.

“Bitmişti savaş, evindeydi artık, kaçamazdı kurtulamazdı bu gerçekten. Daha ilk günün akşamı köyün meyhanesine atmıştı kendini. Allahın cezası meyhaneci ucuz şarap koymuştu bardağına. Önce içine kapanmış, sonra iyice kudurmuş ve “ben artık bu tezek yatağına döndüm. Berbat ettiler savaşı. Bizim dört elle sarıldığımız, tertemiz savaşımızın içine okudular. Ben şimdi nasıl inek sağarım? Bana yakışır mı? Ne yapayım yani? Atı tırnaklarımla mı tımar edeyim? Şu ellerime bir bakın, beş parmağıma bakın. Bunun ne işler başardığını sizler nerden bileceksiniz?”[4]

Söz konusu karakter Zillich, birkaç ay sonra karşı-devrimci faşizmin gömleğini, eski yüzbaşısıyla birlikte giyecekti. Askerlerin ve özelikle subay takımının ruh hali üzerine ise Troçki şunları yazar.

“Nasyonal Sosyalizm bayrağı eski ordunun orta ve ikinci dereceden kadrolarından gelen kişiler tarafından yükseltildi. Madalyalarla donanmış subay ve astsubaylar vatan için katlandıkları eziyetlerin ve kahramanlıkların boşa gitmiş olmasını ve en çok da kendilerine hiçbir minnettarlık gösterilmemesini kabul edemiyorlardı. Devrime ve proletaryaya duydukları nefretin kaynağı budur.”[5]

Mart 1920’de karşı-devrimci bir hareket olarak gelişen Kapp komplosunun başında bu subay-astsubay ve askerler vardı. Rus Kornilov’unun karşılığını Almanya’da Prusya valisi Kapp almıştı. Ama özünde her iki hareket de aynıydı: proletaryanın devrimci hareketini ezmek, örgütlerini dağıtmak, burjuvazinin düzeninin egemenliğini yeniden tesis etmek!

Faşizm, hem İtalya’da ve hem de Almanya’da, küçük-burjuva yığınlara ve lümpen proleterlere istemlerinin savunucusu olarak kendini yutturmayı başardı. Bu yığınların ruhunu okşayan, düzen, otorite, üstünlük gibi demagojiler çeşitli motiflerle iç içe geçirilerek sunuldu. Faşizm kitlelerin aklına değil, inançlarına hitap etti. “Faşizmin dini vatanıdır”, “bizim mitosumuz millettir, milletin yüceliğidir”, “kutsal İtalya, tanrısal İtalya”, “Tanrım, Duçe’nin şahsında İtalya’yı kurtar” ifadeleri faşizmin amentüleriydi. “Kitleler” diyorduMussolini “sadece basit ve uç (aşırı) duygulara aşinadır. Onları sadece imajlar etkiler.” Hitler ise kitleler hakkında şu vaazda bulunuyordu:

“Kim ki kitleleri elde etmek ister, kitlelerin kalbini açacak anahtarın ne olduğunu nerde olduğunu da bilmek zorundadır. Bütün tarih boyunca, en şiddetli devrimleri harekete geçiren güç, kitleleri kendine bağlayan bir bilimsel düşüncenin yayılmasından çok, kışkırtıcı bir fanatizmde ve kitleleri çılgına çeviren gerçek bir histeride saklıdır…. Akıl ve mantık size, bana yönelmemenizi salık verebilirdi: sizi bana getiren sadece imanınız oldu!”[6]

Faşizmin kitleleri fethetmesinin nedenlerinden biri, umutsuzluğa kapılmış insanları yeni bir düzen kuracağına inandırmış olmasıdır. Otorite olmadan ise bu düzen mümkün değildi. Marksizme karşı mücadelemizin nedeni diyordu Goebbels, işçi hareketi olduğu için değil, işçi hareketinin kötü bir kopyası olduğu içindir, “Avrupa’nın tek gerçek sosyalistleri bizleriz.” İtalya ve Almanya’daki faşizm ideolojisi kişi kültleri üzerine kuruldu ve kendi uluslarından olan her şey kutsallaştırıldı. Alman ırkı ari ırktı ve saf Alman olmayanlar Alman olmayı hak etmiyordu. Almanlar ve elbette İtalyanlar en güçlü, en üstün ve en uygar milletlerdi. İnsan kendi imgesinden bir Tanrı, kendi suretinden tapınacak bir lider yaratıyordu.

1922’nin Ekim ayında Mussolini finans kapitalin saçtığı paralar altında Roma yürüyüşünü başlattı ve iktidarı ele geçirdi. Böylelikle karşı-devrim başarıya ulaşmıştı ve tüm işçi örgütlerinin ve siyasal önderliklerinin ezilmesinin yolu açılmıştı. Faşizm yeni bir burjuva diktatörlük biçimiydi ve tekelci sermayenin açık baskıcı diktatörlüğü olarak kendini örgütledi. İtalyan modeli, Nazi liderliği için paha biçilmez bir örnek teşkil etti ve faşizm Almanya’da katıksız haline büründü.

Devrimci buhran ve Almanya’da faşizm

Faşizm, sermayenin canının istediği zaman var ettiği bir olgu değildir. Faşizm, derin ve burjuva düzenin olağan işleyişi içinde çözümlenemeyen krizler döneminin bir ürünüdür. Savaşların ve ekonomik-sosyal krizlerin yarattığı toplumsal çöküşe proletaryanın devrimci önderliğinin yanıt olamaması, umutsuz yığınları hayal kırıklığına sürükler ve onları yeni bir düzen arayışına iter. Anlaşılması gereken öncelikle şudur: gerek İtalya ve gerekse Almanya’da devrimci kriz proletaryanın iktidarıyla sonuçlanmamıştır. Oysa köylü ve küçük-burjuva kitleler yüzlerini proletaryadan yana çevirmişlerdi. Devrimin başarısızlığı onları derin bir umutsuzluğa itmiştir. Küçük-burjuvazinin bir kısmı mülksüzleşerek işçi sınıfı saflarına katılırken, bir kısmı mülksüzleşmese de sefalete sürüklenmektedir. İşçi sınıfı yığınlarında da aynı umutsuzluk gözlenmektedir. Zira sürekli işten atılmalar devam etmekte ve işsizlik korkusu işçileri bir mengenede sıkmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen burjuvazi siyasal olarak güçsüzdür ve olağan yöntemlerle yönetemez haldedir. İşte bu boşlukta, umutsuzluk içinde salınan küçük-burjuva ve lümpen proleter kitleler üzerine basarak faşizm gelişir. Böylece finans kapital kendini bu siyasal tabana yaslayarak, karşı-devrimi sonuna kadar götürüp başarıya ulaştıracak, arzuladığı otoriter düzeni tesis edecek bir siyasal önderliğin önünü açar.

Alman emperyalizminin yenilmesi ona pahalıya patlamıştı. Antant ülkeleri Almanya’yı var olan sömürgelerinden de kovmuş, pazarlarına el koymuş ve yüklü tazminatlara mahkûm etmişti. 1920’de yapılan Versailles mütarekesiyle Fransız emperyalizmi Alman emperyalizminin tepesine çökmüştü. Almanya’nın elindeki hammadde kaynakları ve önemli sanayi bölgeleri olan Lorrain, yukarı Silezya, Saar ve sömürgeler elinden alınmıştı. Silahsızlanmaya zorlanmasının yanında tam 132 milyar altın mark tutarında bir tazminat ödemeye mahkûm edilmişti. Alsace Lorraine Fransa’ya bırakıldı ve birkaç yıl sonra Fransa Ruhr bölgesini işgal etti. Savaş ve Versailles antlaşmasının yıkımlarının etkisi devam ederken 1921’de patlayan ekonomik kriz Alman finans kapitalinin kâr oranlarını düşürdü; ekonomi daraldı; işçiler işlerinden olurken küçük-burjuvazinin ve köylü kitlelerin bunalımını derinleştirdi.

İtalyan burjuvazisi de Alman burjuvaları ile aynı kaderi paylaşmıştı. Toy ve körpe İtalyan emperyalizmi dünyaya arzı endam ettiğinde artık çok geç kalmıştı ve savaş tarihin tekerliğini geri çevirmedi. İtalyan finans kapitali paylaşım sofrasında kalan kırıntılarla yetinmek zorundaydı. Ona, Afrika’nın çöllerinden gayri pek bir şey kalmamıştı ve savaşla birlikte vaat edilen “ödüller” de verilmemişti. İtalya adeta aldatılan genç damat rolündeydi ve intikam yeminleri ediyordu.

Almanya’ya gelince. 1924’ten sonra ABD ile Almanya arasında yapılan bir anlaşma sonucunda Amerikan sermayesi Almanya pazarlarına akmıştı. Bu sayede gerçekleşen ekonomik düzelme, Sosyal Demokratların ve Komünistlerin yanı sıra Nasyonal Sosyalistlerin oylarında da düşüşe neden olmuştu (SPD yine de meclisin en büyük partisi olmayı sürdürüyordu). Ancak ortaya çıkan aşırı üretim ve Almanya’nın pazarlarının sınırlı oluşu hızla kâr oranlarının düşünü getirdi. 1929 krizi patlak verdiğinde Amerikan sermayesi kısa vadeli alacaklarının peşine düşerken, yabancı sermeye soluğu Almanya topraklarının dışında aldı. Böylece Alman ekonomisi tam anlamıyla felce uğradı.

1928’de Komünist Partinin ve SPD’nin oyları artarken Nasyonal Sosyalistlerin oylarında bir gerileme söz konusuydu. Ancak 1930’a gelindiğinde Nasyonal Sosyalist Partinin oyları yüzde 700 gibi bir artışla 810 binden 6 milyon 500 bine çıktı.

  Mayıs 1928 Eylül 1930
Parti Oy Yüzde Oy Yüzde
Sosyal Demokrat Parti 9.153.000 29,8 8.577.700 24,5
Komünist Parti 3.264.800 10,6 4.592.100 13,1
Nasyonal Sosyalist Parti 810.000 2,6 6.409.600 18,3

Bu korkunç bir patlamaydı ve kitlelerdeki değişimin ne kadar keskin ve sorunlarının da ne kadar can yakıcı olduğunu gösteriyordu. Yığınlardaki bu keskin dönüşü göremeyen Komünist Parti, SPD’yi “sosyal-faşist”likle suçlamayı sürdürdü.

Her iki seçimde de SPD en çok oy alan partiydi ve Komünist Parti ya ikinci ya da üçüncü en büyük parti konumundaydı. Ne var ki faşizmin ayak sesleri kulakları tırmalarken, Stalin’in kontrolündeki Komintern bu tehlikeyi görmezden geliyor, küçümsüyor ve Sosyal Demokrasiyi sosyal-faşist olarak faşizmin ikiz kardeşi ilan ediyordu. Komintern’e göre, parlamenter düzen içinde faşizm de Sosyal Demokrasi gibi emekçilerin gözünden düşecekti. Stalin, “faşizm aktif destek için Sosyal Demokrasiye dayanan burjuvazinin askeri örgütüdür. Sosyal Demokrasi, nesnel olarak, faşizmin ılımlı kanadıdır” diyordu.[7] Stalinist bürokrasinin sınıfsal çıkarlarını güden bir alete dönüştürülmüş Komünist Enternasyonal’in Yürütme Kurulu ise şu tezi ileri sürüyordu:

“Faşizm de sosyal-faşizm (sosyal-demokratlık) de kapitalizmin, burjuva diktatörlüğünün ayakta tutulması ve sağlamlaştırılması için ortaya atılırlar, ama bu noktadan farklı taktik sonuçlar çıkartırlar. … Sosyal-faşistler burjuva sınıfsal zorunun daha ölçülü ve “yasalara uygun” bir kullanımını yeğlerler, çünkü onlar burjuva diktatörlüğü zemininin daralmasına karşıdırlar…”[8]

Böylelikle faşizm sadece burjuva diktatörlüğünün basit bir genişlemesi olarak sunuldu. Bu genişlemede faşizmin yaslandığı zemin ise “ikiz kardeşi” Sosyal Demokrasiydi! Sosyal-Demokrasiyle ittifak yapmanın karşı-devrimcilik olduğunu öne süren Stalinist önderliğe göre, faşizmden önce Sosyal Demokrasi tepelenmeliydi!

Gerek Sosyal Demokrat ve gerekse Stalin önderlikler, gelişen devrimci kabarışa önderlik edip proletaryanın siyasal iktidara yerleşmesine öncülük etmedikleri gibi, karşı-devrim kampının finans kapitalin çıkarlarıyla karakterize olmuş vurucu gücü faşizmi küçümsemeye devam ediyorlardı. İtalyan Nitti şunları yazıyordu: “İleri bir iktisadi uygarlık düzeyine ulaşmış ülkelerde, faşist bir teşebbüsün başarı şansı yoktur… Almanya’da demokratik partiler ve Cumhuriyet sağlam temeller üzerine oturmuşlardır”. Alman Sosyal Demokratları da aynı görüşteydiler: “İtalyan usulü faşizm, İtalya şartlarına tekabül eder. Alman işçi sınıfının örgütlenme gücü ve yüksek siyasi seviyesi ve proleter olmayan Alman kitlelerinin nisbi zayıflığı, İtalya’yla kıyaslandığında, bizde demokrasinin bu kadar gaddar bir şekilde ezilmesini imkânsız kılar.” Stalin’in akıl hocası ve teorisyenlerinden, Çin politikasının mimarı ve Lenin’in düşmanı eski Menşevik Martinov da şunları yumurtluyordu: “Saf şekliyle faşizm, bizim sadece geri ve yarı tarımsal ülkelerdeki baş düşmanımızıdır.”[9]

Şubat 1930’da Almanya’da işsiz sayısı 4 milyonu aşmıştı. Gerek Almanya’da gerekse İtalya’da işçi sınıfının güçlü bir mücadele geleneği vardı. Sendikalar işçiler arasında güçlü örgütlülüklere sahiptiler. Her iki ülkede de Sosyal Demokrasinin işçiler üzerinde siyasal egemenliği söz konusuydu. Devrimci buhranlar burjuvaların gözünü korkutmakla kalmamış bir dizi taviz vermelerini de sağlamıştı. İtalya’da metalurji patronları işçi denetimini kabul etmek zorunda kalmışlardı. İşçi ücretlerinde ve sosyal haklarda kazanımlar elde edilmişti. Oysa tekelci sermeye tüm olanlara diş biliyordu. Tekelci burjuvazi tüm sosyal hakların kaldırılmasını, ücretlerin dondurulmasını, vergilerin yumuşatılmasını istiyordu. Kaybedilen pazarların yeniden alınması için savaşmak gerekliydi ve bunun için de silahlanmak, bütçeyi buna göre ayarlamak Alman ve İtalyan emperyalizmleri için bir zaruretti. Ancak tüm bunlar ardı arkası kesilmeyen devrimci buhranların önü alınmadan, işçi örgütleri dağıtılmadan yapılamazdı.

Faşizmin yükselişi süresince finans kapital onu desteklemekten, paralar akıtmaktan ve bu çeteleri işçi örgütlerinin üzerine saldırtmaktan geri durmadı. Troçki şöyle yazar:

“Burjuva diktatörlüğünün “normal” polis ve askeri kaynaklarının ve bunların parlamenter palavralarının toplumu bir denge durumunda tutmaya yetmedikleri anda, faşist rejimin zamanı gelmiş demektir. Kapitalizm, faşist acenta aracılığıyla çıldırmış küçük burjuva kitlelerini ve sınıfsızlaşmış ve umutsuzluğa kapılmış lümpen proleter çetelerini harekete geçirir; bizzat finans kapitalin umutsuzluğa ve cinnete sürüklediği sayısız insanı seferber eder. Kapitalizm, faşizmden işini tam yapmasını ister; bir kez iç savaş yöntemlerine baş vurduktan sonra, yıllarca sürecek bir barış dönemi ister. Ve faşist acenta da, küçük burjuvaziyi bir tokmak gibi kullanarak, yolundaki bütün engelleri ezerek işini sonuna kadar götürür.”[10]

Şubat 1933’te Naziler Reichtag’ı yakarak parlamenter rejime dönük saldırıyı başlattılar. Faşizm kendi yöntemlerini en açık biçimiyle kullanmaktan geri durmamıştı. Parlamentonun yakılmasının suçu komünistlerin üzerine atıldı. Binlerce komünist ve sosyal demokrat tutuklanırken, cumhurbaşkanı Hindenburg pek çok özgürlüğü ve hakkı içeren anayasa maddelerini iptal etti. Böylece her türlü toplanma, örgütlenme ve yayın özgürlüğü kaldırıldı. 5 Martta yapılan seçimlerde Naziler oyların 17 milyonunu almayı başardı. 23 Martta Hitler parlamentodan kendisine diktatörlük yetkisi verilmesini istedi ve aldı. Faşizm artık muzafferdi ve kuşkusuz bu zaferde Alman Komünist Partisine Stalinist Komintern tarafından dayatılan ihanet politikalarının payı çok büyüktü.

“Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir. Bir devletin faşistleşmesi, yalnız hükümet biçim ve yöntemlerinin Mussolini’nin getirdiği model doğrultusunda değiştirilmesi demek değildir (bu alandaki değişiklikler sonuçta daha önemsiz bir rol oynarlar); bu aynı zamanda ve öncelikle, bütün işçi örgütlerinin yok edilmesi, proletaryanın şekilsiz bir duruma indirgenmesi demektir; kitlelerin içine derinlemesine sızan ve proletaryanın bağımsız billurlaşmasını engelleyen bir idare sisteminin yaratılması demektir. Faşizmin özü, işte budur.”[11]

Faşizm, Alman ve İtalyan kapitalizmini bir savaş makinesine dönüştürdü. Ekonomi baştan aşağı militarize edildi. Dünyanın kaderi bir kez daha namluların ucundaydı. “Bütün sınai ve ticari teşebbüslerin kârları 1933’te 6,6 milyar marktan 1938’de 15 milyar marka yükseldi. Ama Bremen Yünlü Dokuma Fabrikalarının satışları olduğu yerde kalır ve AEG’ninki (General Elektrik Şirket) sadece yüzde 55 artarken Siemens’in satışları iki katına, Krupp ve Mannesmann’inkiler üç katına ve Alman Silah ve Cephane Fabrikaları şirketinin satışları da on katına yükseldi.”[12]

Bu aynı olgu İtalya için de geçerlidir kuşkusuz. Hızlı bir silahlanma yarışına giren İtalyan emperyalizmi 1935’te Afrika’ya bir kez daha geri döndü. Ama bu kez Habeşistan’ı işgal ederek ve Arnavutluk’a saldırarak.[13]

Gerek İtalya’da Mussolini gerekse de Almanya’da Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti kitlelere “anti-kapitalizm” söylemiyle seslenmekten geri durmadılar. Bu sözde anti-kapitalizm, “milletin bütünlüğü” sağlanarak gerçekleştirilecekti. Faşizm, burjuvazinin aczine bir çözüm olarak, kitlelerdeki anti-kapitalist enerjiyi boşa çıkartmak ve saptırmak için milliyetçiliği kullandı. Mussolini, Milletler Cemiyetini “proleter milletlere karşı zengin milletlerin bir çeşit sigortası” olmakla suçluyordu. Naziler, Versailles Antlaşmasına karşı olmalarını emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele olarak sunuyorlardı. Goebbels, geleceğin Almanya’sının yeryüzünün bir proleteri olmaktan çıkacağını söylüyordu.

Ancak bu “anti-kapitalizm”, küçük-burjuvazinin anti-kapitalizmiydi. Kitlelerdeki anti-kapitalist bilincin bulandırılıp çarpıtılması için faşizm, “proleter milletler” safsatasının yanına anti-semitizmi de ekledi. Küçük-burjuvazinin çektiği bütün kötülüklerin kaynağı olarak, Yahudi tefeciler ve tüccarlar gösteriliyordu. Sermayenin tekelleşmesi sonucu ezilen ve mülksüzleşerek çıldıran küçük-burjuvazi, Yahudileri gerçek düşmanı olarak görüyordu. Ama aslında işin özü, Alman kökenli tekelci sermayeye gücü yetmeyen küçük-burjuvazinin Yahudilerin elinde toplanmış sermayeye duyduğu ilgiydi. İşçileri faşizmin tuzağına düşürmenin ve anti-semitizmi kabul ettirmenin yolu ise sözde sosyalist bir söylem kullanmaktan geçiyordu. Şöyle diyordu Goebbels: “Sosyalizm ancak Yahudilere karşı gerçekleştirilebilir. Bizler, sosyalizmi istediğimiz içindir ki, Yahudi düşmanıyız.”

Faşizm, sınıflar arasındaki çıkarları ortakmış gibi göstermeye çalıştı. Böylelikle sınıf mücadelesi de “milletin bütünlüğü” içinde eriyip gidecekti. Kitlelere sunulan şey “korporatif devlet”ti. Sermayenin tekellerde yoğunlaşması karşısında ecel terleri döken küçük-burjuvazi, faşist devlet tarafından örgütlenecek ve üreticilere “ekonomik eşitlik” sağlayacak bu mesleki lonca örgütlerine ya da “korporatif devlete” can havliyle sarıldı. Devletin bağrında toplanmış bu korporasyonlar sözde rekabeti engelleyecek ve tekelci sermayenin küçük-burjuvaziyi ezmesini önleyerek eşitlik fırsatı sunacaktı! Böylelikle küçük-burjuvazinin nefret ettiği büyük-burjuvazinin gürzü sürekli kafasına inmeyecekti. Kent küçük-burjuvazisinin tekelci sermayeye korporasyonlarla karşı koyma umuduna küçük-burjuva köylülük de sarıldı. Faşizmin sık sık tekrarladığı “toprak işleyenindir” sözü küçük-burjuvazinin duygularına tercüman oldu adeta. Tarımda çalışanların sayısının 20. yüzyılın ilk çeyreğinde İtalya’da 10,3 ve Almanya’da 9,8 milyon olduğu düşünülürse bu oldukça anlaşılırdır.

“Anonim ortaklıkların ve pay senetli şirketlerin kapatılması, spekülasyonculuğun her türlüsünün yasaklanması, kredi dağıtımı işiyle uğraşacak bir milli örgütün kurulması, ve böylece kredi mekanizmasının işleyişini devletin üzerine alması, çalışmadan kazanılan gelirlere el konması, sermayenin aşırı derecede müterakki bir vergi sistemiyle vergilendirilmesi.”[14] Bütün bu sözlerin Mussolini’nin faşist partisinin programında yer alması, Hitler’in büyük sermayeye atıp tutması, küçük-burjuvazinin yüreğine su serpiyordu ve adeta onu fethediyordu.

İşçilerse, “değişik iktisadi dallara bağlı patron ve işçilerin, karşılıklı güven ve sorumluluk duygusu içinde milli üretimde bulunmak ortak amacına yönelmelerini sağlamak için… mesleki korporasyonlarda kaynaştırılmaları” fikrine inandırıldılar. Çünkü faşist propagandaya göre, bu korporasyonlarda “işverenler ve çalışanlar aynı haklara sahip olarak birlikte bulunacaklardı”. Hatta korporasyon üyeleri ilerde korporasyonun birer paydaşı durumuna geldiklerinde, kelimenin kapitalist anlamında mülkiyet kavramı da “aşılmış” olacaktı! Böylelikle proleter kitlelerin işsiz, örgütsüz ve bilinçsiz kesimlerini faşizm fethetmeye muzaffer oldu ve işçiler devrim umutlarını yitirdikleri ölçüde faşist devlete onay verdiler.

Sonsöz

Kapitalist sistem, krizler, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler olasılığını her daim içinde taşıyor. Günümüzde yaşanan derin kriz ve istikrarsızlık koşulları, birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları dönemlerindeki toplumsal altüstlükleri hatırlatıyor. 

Geleceğe ilişkin doğru öngörülerde bulunabilmek için komünist teoriyi doğru bir siyasal hat üzerine oturtmak, tarihsel olguları doğru tahlil etmek gerekir. Geçmiş dönemlerde İtalya ve Almanya’da yaşanan faşizm deneylerinden çıkartılacak çok ders var. O tarihsel kesitte olduğu gibi, şayet günümüzde de ayağa kalkan kitleler karşı-devrimci saldırının nereden geleceğini bilmezler ve karşı-saldırıya geçecek uyanıklık ve yetenekliliği gösteremezlerse, yığınların hareketi yine ezilir, mücadelenin aktarma kayışları kopar, tarihsel hafıza ağır darbeler alır. Böylece, sınıf mücadelesi karanlık bir döneme girerek yıllarca kanıyla kazanmaya çalıştığı mevzileri yine kaybedebilir. Bu bakımdan, proletaryanın öncüsünün devrimci hazırlık döneminde yalnızca başarılı ayaklanma örnekleriyle değil, karşı-devrimci saldırıların neler olabileceğine ilişkin derslerle de donatılması zorunludur.

Kapitalizm var oldukça, faşizm ve benzeri burjuva diktatörlük biçimleri de olasılık dâhilindedir. Kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin yarattığı dayanılmaz çelişkiler yeniden devrimci buhranları doğururken, devrimci olasılıklara karşı burjuvazi de faşist yönetim biçimlerini yeniden tarihsel bir zorunluluk olarak görebilir.

Faşizm, burjuvazi durup dururken böylesi bir olağanüstü iktidar biçimini tercih ettiğinden değil, tarihsel koşullar dayattığı için umutsuzluğun karşı-devrimci gücü olarak tezahür etmiştir. Günümüzde de faşizm koşullarının oluşması halinde burjuva düzenin yine bu yola sapmasını kendiliğinden engelleyecek bir mekanizma yoktur.

Kapitalist düzenin insanlığı yıkıma götürmesini önlemenin tek ve zorunlu yolu onu yıkmaktan geçiyor. Çelişkileri üreten bu sistem var oldukça krizler, savaşlar, toplumsal yıkımlar ve faşizm de var olmaya devam edecektir. Kapitalizmin ürettiği tüm çelişki ve toplumsal yıkımlara ancak bir proleter devrim son verebilir. Bu nedenle dünya işçi sınıfının kapitalizme son vermek üzere örgütlenmesi ve mücadeleye atılması tarihsel bir zorunluluktur. Tarihten çıkartılması gereken ders işte budur. Ortaya çıkacak devrimci buhranların bir karşı-devrim ve faşist örgütlenmeyle sonuçlanmasını, işçi sınıfının tüm mevzilerini kaybetmesini ve mücadelenin karanlık bir döneme sürüklenerek onlarca yıl geriye düşmesini istemiyorsak bu doğrultuda harekete geçmeye mecburuz.

29 Aralık 2003

Tarihten Hatırlamak: Hitler Faşizminin Kurumsallaşma Süreci


[1] Birinci Dünya Savaşında Almanya’ya karşı savaşan devletler (İngiltere, Fransa, Rusya).

[2] Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yay., Ekim 1993, s. 404

[3] Lev Troçki, age, s. 404

[4] Anna Seghers, Yedinci Şafak, Evrensel Basım Yay., Kasım 1997, s. 372. Ayrıca yazarın Ölüler Genç Kalır yapıtı da o dönemki Almanya’yı oldukça iyi betimlemektedir (Can Yay., 1985).

[5]  Lev Troçki, age, s. 404-405

[6] Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, Suda Yay., 1975, s. 91-92-93

[7] Aktaran Lev Troçki, age, s. 161

[8] Hermann Weber, III. Enternasyonal Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979, s. 207-208

[9] Daniel Guerin, age, s. 442

[10] Lev Troçki, age, s. 158

[11] Lev Troçki, age, s. 159

[12] Lev Troçki, age, s. 18

[13] Faşizmin İtalya ve Almanya’da iktidara gelmesi dünya devrimin yolunu tıkayarak korkunç bir gericilik dönemini başlattı. Bu sırada, Amerikan ve diğer Avrupa emperyalist ülke burjuvazisi kendi işçilerini dize getirirken, Sovyetler’de ise Stalinist bürokrasi Moskova Mahkemelerinde Bolşevik-Leninistlerin son yaşayanlarını da yok etmeye çalışıyordu. Almanya’da işçi örgütlerinin ve siyasal önderliklerinin dağıtılması, komünistlerin ve öncü sosyal demokrat işçilerin toplama kamplarına konması ile Moskova’da yürüyen kurşuna dizmelerin, sürgün kamplarında yok edilmelerin aynı döneme gelmesi ne tesadüf değil mi?

[14]  Daniel Guerin, age, s. 124

İlgili yazılar