“Rüyalar Ülkesi”nde Milyonların Sefaleti
Gülhan Dildar, 27 Ekim 2013

Yunanistan, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinden ABD’ye kadar dünyanın her köşesinde ekonomik kriz derinleşiyor. Şehirler, ülkeler iflaslarını açıklama noktasına geliyor. İşçi-emekçi kitlelerin sorunları daha da katmerleşiyor. Emekçiler yoksulluk ve sefalet koşullarında yaşam mücadelesi verirken, burjuvazi kriz koşullarını fırsata çevirerek sermayesine sermaye katıyor. Yoksulla zengin arasındaki gelir uçurumu gün geçtikçe daha da derinleşiyor. Dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesi olarak sunulan ABD bunun en çarpıcı örneğini oluşturuyor. 2010 yılında Amerika’nın en zengin 400 kişisinin 150 milyon Amerikalının toplam gelirinden daha büyük bir servete sahip olması, söz konusu uçurumu çok net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Dünyanın hemen her yanından göç alan ve on milyonlarca işçiye “fırsatlar ülkesi” olarak sunulan ABD’de gelir dağılımındaki eşitsizlik had safhadadır ve o “fırsatlar” işçiler için değil kapitalistler için geçerlidir. Kriz dönemlerinde bu tablo tahmin edileceği üzere her zamankinden daha vahim boyutlara ulaşmaktadır. Büyük sermaye daha da büyürken, işçilerin payına kapanan fabrikalar, işsizlik ve hak gaspları düşmektedir.

Hayalet şehre dönen Detroit

Michigan eyaletine bağlı olan Detroit kenti, uzun yıllar boyunca Amerikan otomotiv sanayiinin merkezi durumundaydı. “Herkese bir ev, bir otomobil” diye tanımlanan Amerikan rüyasının simgesi kabul edilen Detroit, geçtiğimiz Temmuz ayında 18,5 milyar dolarlık borç nedeniyle iflas başvurusunda bulundu. Böylece otomotiv işçilerinin kenti Detroit, en büyük şehir iflası olarak tarihe geçti.

Kent şimdilerde terk edilmiş fabrikalarla, 78 bin terk edilmiş binayla ve arabadan ucuza satılan evlerle dolu. 2009 yılında otomotiv devleri General Motors ve Chrysler’in iflasını istemesiyle başlayan süreçte, uygulanan kurtarma paketleriyle bu tekeller yeniden kâra geçse de, buradan işçilerin payına işsizlik, düşük ücretler ve ağırlaşan çalışma koşulları düştü. Aslında daha öncesine dayanıyor bu yaşananlar. Kapitalist ekonomide İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan canlanma yerini 70’lerin sonu ve 80’ler boyunca gerilemeye bıraktı. Bu yıllarda “Üç Büyükler” olarak adlandırılan General Motors, Ford ve Chrysler maliyetleri düşürme arayışına girdiler.

Michigan 2000-2010 yılları arasında üretim işlerinin %48’ini kaybetti. 1980’de Detroit nüfusu 1,2 milyondu. 2000-2010 yılları arasında işsizlik nedeniyle nüfusun %25’i göç etti. Böylece son 30 yılda genel nüfus kaybı 500 bin kişi oldu. Hayalet şehre dönen Detroit’te çocukların yüzde 60’ı yoksulluk içerisinde büyüyor. Toplumun %50’sinin yeterli düzeyde okuma-yazma bilmediği söyleniyor. Detroit’in %33’ü boş veya terk edilmiş durumda. Resmi rakamlara göre nüfusun %18’i işsiz. Ancak, istatistiklere katılmayanlar ve artık yardım almayanlar da eklendiğinde, gerçek işsizlik oranı bunun çok üstüne çıkıyor.

Detroit Amerikan işçi hareketi açısından itici güç konumundaydı. Kapitalistler, uzun yıllar boyunca otomotiv işçilerinin mücadeleleri sonucu elde ettikleri pek çok hakka göz diktiler. En çok da sendikalı işçilerden kurtulmak istiyorlardı. Bu nedenle de üretimi, işgücü maliyetlerinin ve sendikalaşma oranlarının düşük olduğu bölgelere kaydırdılar. Böylece fabrikalar kapanırken yüz binlerce işçi işsiz kaldı. Sendikalı işler azaldı ve yerini düşük ücretli, işçilerin ihtiyaçlarını karşılamayan işler aldı. Yüz binlerce işçi sendikasız, yoğun çalışma temposuyla, geçici işlerde çalışmak zorunda bırakıldı. Ücret kesintileriyle karşı karşıya kalındı. Şu anda sadece belediye işçileri sendikal örgütlülüklerini koruyor durumdalar. Onlar da iflas bahanesi altında zor koşullarda ücretlerini alıyorlar.

İflas eden Detroit’te, kamu çalışanlarına ve sendikalı işçilere yönelik saldırılara sürekli yenileri ekleniyor. Hazırlanan “acil mali yönetim programı” ile atanan Acil Durum Müdürüne, kamu çalışanlarının sözleşmelerini feshetme, toplu sözleşme haklarını ortadan kaldırma gibi olağanüstü hal yetkileri tanınmış durumda. Krizin yükünü işçi sınıfının sırtına yıkan ve burjuvaziyi koruyan söz konusu programı çıkaran Cumhuriyetçileri, Demokratlar da destekleyerek işçi sınıfının haklarına saldırılar konusunda aralarında pek de bir fark olmadığını gösterdiler. Kriz ve iflas bahanesiyle işçi sınıfına yönelik saldırılara girişen burjuva siyasetçiler, sermaye sınıfının bu konudaki arzularını yerine getirmekte kusur etmiyorlar.

Acil Durum Müdürü Kevyn Orr, mali durumu düzeltmek için gereken parayı, sağlık haklarından, ücretlerden, emeklilerin ve şehir çalışanlarının ödeneklerinden kesintiler yaparak toplamayı planlıyor. Emekliler için sağlık hizmeti kapsamı daraltılıyor. Emeklilik fonunda biriken paralar yağmalanmak isteniyor. Milyonlarca kamu çalışanının emekli maaşlarına göz dikiliyor. Şehrin parkları, hayvanat bahçeleri, sanat galerileri ve havaalanı da satılma tehdidi altında.

Detroit’te kriz ve iflas bahanesiyle gerçekleştirilen saldırılar tüm ülke için bir örnek olarak kullanılmak ve bu saldırılarla işçi sınıfının mücadeleleriyle elde edilmiş olan kazanımlar ortadan kaldırılmak isteniyor. Sendikalar ise mücadeleden uzak ve sınıf uzlaşmacı bir tutum sergiliyorlar. Bu saldırı programının geri çekilmesi için hiçbir ciddi eyleme yanaşmıyorlar.

Nehrin iki yakası arasındaki uçurum

ABD’de gelir dağılımı uçurumu, bölgeler arasında, hatta bir nehrin iki yakası arasında bile çarpıcı bir boyuta ulaşabiliyor. Gelir tablolarına bakıldığında, iflas bayrağını çeken Detroit ile sınır olan Oakland, sıralamada ülke genelinde dördüncü zengin bölge olarak yer alıyor.

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin çarpıcı bir biçimde görülebileceği yerlerden biri de New York’un en zengin bölgesi Manhattan’dır. Bir yanda toplumun en üst sınıfının, ultra zenginlerin yaşadığı bölgeleri, diğer yanda ise Amerika’nın en yoksul kesiminin yaşadığı Güney Bronx bölgesini barındırıyor Manhattan. Park Caddesi, kuzeye doğru gidildiğinde 10 dakika sonra Harlem Nehriyle kesişiyor. Yoksulların yaşadığı Güney Bronx bölgesi, dünyanın en büyük şirketlerinin CEO’larının yaşadığı bölgeden sadece 10 dakika uzaklıkta, nehrin karşı yakasında yer alıyor. Burada 700 bin insan yaşıyor ve bu insanların %40’ı yoksulluk içinde yaşıyor. İşsizlik oranı resmi rakamlara göre %19; ancak gerçek oran bunun çok üzerinde. İşçilerin gelirleri sürekli düşerken her şeyin fiyatı artıyor. Sağlıklı beslenme koşulları yok. Sağlık sorunları ile ilgilenilmiyor. Çocukları kaliteli bir eğitim alamıyor, kötü okullara gitmek zorunda kalıyor.

Manhattan’daki Park Caddesi 740 nolu bina ise Amerika’da en çok milyarderin yaşadığı bina. Dünyanın en büyük şirketlerinin yöneticileri bu binada yaşıyorlar. Bir zamanların petrol zenginleri, şimdilerin borsacıları bu binada bulunuyorlar. Burada yaşayanlar, milyon dolarlarını sadece arabalara, evlere, lükse harcamıyorlar. Aynı zamanda politikaya da yatırım yapıyorlar. Tabii ki bu yatırım toplumun çıkarları için yapılmıyor. Tepedekiler daha fazla kazanmak için kazandıkları paraların bir kısmını politikaya yatırarak çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarttırıyorlar. Yasa tasarıları lobiciler tarafından tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kaleme alınıyor. Daha fazla kâr ve daha düşük maliyet güdüsüyle hareket eden kapitalistler için vergi indirimi yasaları çıkartılıyor. Örneğin, astronomik maaşlarla çalışan finans yöneticileri, vergi sisteminde yapılan değişiklikle bir bakkal kadar vergi ödemeye başlamış durumdalar. Bir itfaiyecinin bir milyarderden iki kat daha fazla vergi vermesi Senato tarafından normal karşılanıyor. İşçi ve emekçilerin ihtiyaçlarını ise kimse görmüyor. Milyonerler için gelir vergisi indirimi son 20 yıl içerisinde %25’e, milyarderler içinse %50’ye kadar çıktı.

Bir yanda muazzam servetler, diğer yanda korkunç bir yoksulluk ve sefalet yaratılıyor. İşte “rüyalar ülkesi” ABD’deki yaşam da bunun çarpıcı bir ifadesidir. 12 milyon Amerikalı iş bulamıyor. Her yedi Amerikalıdan biri devlet yardımına muhtaç ve günlük 3 dolardan az paraya denk gelen bu yardım bile kesilmek isteniyor. Yoksulların yarısından çoğunu yaşlılar ve çocuklar oluşturuyor. 50 milyona yakın insan yoksullukla boğuşurken, milyonlarcası sokakta yaşıyor.

Ama Amerika tüm bunlara rağmen hâlâ “fırsatlar ülkesi” olarak görülüyor. Yeterince çalışıp doğru hedefler konulursa, herkesin zirveye çıkabileceği yalanı pompalanıyor. Oysaki dünyanın her tarafında sınıfsal çelişkiler derinleşiyor, işçiler yoksullaştıkça kapitalistler işçilerden sömürdükleriyle zenginleşiyorlar. İnsanlar daha doğarken eşit olmayan koşullarda doğuyorlar. Dolayısıyla fırsat eşitliği olduğunun söylendiği ve çok çalışmanın savunulduğu “Amerikan Rüyası”na göre Bronx’ta doğup “740. Park Avenue”da ölebilmek kocaman bir yalandan başka bir şey değildir.

İlgili yazılar