Rejimin “Dindarlık” Maskesi Düşüyor…
Gülhan Dildar, 31 Mayıs 2021

2010’ların başından itibaren “dindar ve kindar” nesil yaratma projesini dile getiren dönemin Başbakanı Erdoğan, 2012’de katıldığı bir gençlik toplantısındaki konuşmasında şu cümleyi zikretmişti: “Dininin, dilinin, beyninin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik istiyorum.”Erdoğan’ın tartışma yaratan bu açıklamasında geçen “dindar nesil” özleminin asıl özünün “itaatkâr ve kindar” bir nesil yaratma özlemi olduğu, “Dindar Nesil” mi, İtaatkâr İşçiler mi?başlıklıyazımızda detaylı olarak incelenmişti.[1] Esas olarak hedef, yeni kuşakları içeriği dini söylem ve menkıbelerle doldurulmuş milliyetçi histeriyle beslemek ve buradan AKP iktidarına güç devşirmekti. Elbette aynı zamanda AKP iktidarının çıkarları doğrultusunda gerektiğinde vurucu güç olarak kullanılacak kindar bir neslin yaratılmasıydı. Kin ve nefretle yetiştirilecek bir nesil yaratma projesinin üzeri din şalıyla örtülmek isteniyordu. Kuşkusuz bu temelde yetiştirilmiş, kin ve nefretle doldurulmuş genç kuşakların dürüst olması, iyiden, doğrudan, ezilen ve sömürülenden yana tutum alması eşyanın doğasına aykırıydı.

Erdoğan’ın “dindar ve kindar” nesil yaratma projesine, o dönem Kemalistlerin yanı sıra liberallerden ve hatta bizzat AKP içerisinden dahi tepkiler gelmiş, tepeden devlet eliyle ideolojik nesil biçimlendirme girişimlerinin anti-demokratik niteliğine dikkat çekilmişti. Erdoğan, hiddetlenerek “gençliğin tinerci mi olmasını istiyorsunuz” deyivermişti. Bugün Saray duvarlarının ötesindeki yoksulluk ve sefalet uçurumunu inkâr edenler, o gün de sokaklara savrulan tinerci çocukların yoksulluk ve sahipsizlik nedeniyle bu yaşama sürüklendiği gerçeğini çarpıtıp “dindar” olmamaya bağlayıvermişlerdi. Yoksul tinerci çocukların ve gençlerin sayısı, o günden bugüne derinleşen sefalet koşullarıyla birlikte ne yazık ki azalmamıştır. Ancak “kindar ve dindar nesil” projesini “gençler tinerci mi olsunlar” diyerek meşrulaştırmaya çalışanlar, tarihin cilvesine bakın ki, bizzat kendi elleriyle iktidar tabanında, “pudra şekeri” (kokain) çeken, lükse tapan bir gençlik yaratmışlardır.

Eğitimden Diyanet’e, oradan medyaya tüm devlet kurumlarını ve ideolojik aygıtları sınırsızca kullanan Erdoğan rejimi, toplumun dokusunda belirli bir bozulma yaratsa da istediği gibi bir “dindar” gençlik yaratabilmiş değildir. Tersine iktidar nimetlerinden yararlanan kesimlerin çocuklarından oluşan gençlik kesimi, lüks ve şatafat içerisinde sonradan görme bir sarhoşluk yaşamaktadır. Bilindiği gibi AKP’nin iktidara gelmesiyle ama özellikle de iktidarın ilerleyen yıllarında İslamcı/muhafazakâr burjuvazi akıl almaz boyutlarda zenginleşti. Zaten büyük ölçüde dinin biçimsel boyutlarına indirgenen İslamcılık, giderek daha fazla içi boş bir kabuğa dönüştü. Zenginleşen, tüketimin ve konformist bir yaşamın tadına varan İslamcı burjuva kesimler, şeklen “dindar” görünüp, halkın dini inanç ve duygularını sömürerek kendi iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalıştılar. Bu noktada her türlü yalana ve manipülasyona başvurmaktan geri durmayacak, tam bir yolsuzluk bataklığına gömülecek, yozlaşma ve çürüme dönüp bu çevrelerin sergilediği ikiyüzlülüğü besleyecek, pervasızlıkta sınır tanımayacaklardı.

“Dindar” nesilden, “pudracı” nesle rejimin çürümüşlüğü…

2012’den bugüne köprünün altından çok sular aktı. Türkiye artık “eski Türkiye” değil! Çünkü Türk-İslam sentezli totaliter rejim altında; parti-devlet-medya-mafya-tarikat ilişkileri yumağında yer alan güçlerin deveyi hamuduyla götürdüğü, devlet kaynaklarının büyük bir açgözlülükle yağmalandığı “yeni bir Türkiye”ye dönüştürüldü. İktidara “muhafazakâr demokrat” bir parti iddiasıyla yürüyen ve ilk dönem boyunca TÜSİAD burjuvazisinin programıyla ve Batı’nın çizgisiyle uyumlu olan AKP, 2011’den sonra yeni bir sürece girecekti. 2011 “Arap Baharı”yla birlikte Erdoğan, verili koşulları aynen kabul ettiği durumda yıpranacağını ve iktidarı kaybedeceğini gördü, dümeni otoriterleşmeye doğru kırdı. Arap coğrafyasındaki emekçi kitlelerin isyan dalgası bölgede birtakım değişimlerin önünü açtığı gibi ABD’ye dek dünyanın pek çok bölgesindeki emekçilerin isyanını tetiklemişti. Süreç Türkiye’deki siyasi iktidarın da yüreğine korku salmış, politikalarını etkilemişti.

Nitekim Erdoğan’ın “kindar ve dindar” nesil arzusunu sıklıkla dillendirmeye başlamasının bu sürece denk gelmesi tesadüf değildi. Kendisini mazlumlardan yanaymış gibi gösteren, “bir lokma, bir hırka” edebiyatı yapan AKP’nin Gülencilerle çıkarlarının çatışmasının ardından faş olan yolsuzluklarını, ortaya serilen kirli ilişkileri hatırlayalım. Ortalığa saçılan tapelerde hangi ihalenin kime verileceği, hangi arsanın, hazine arazisinin nasıl yapılaşmaya açılacağı ve kimlere tahsis edileceği, para transferlerinin nasıl yapılacağı gibi konular ifşa ediliyordu. 17-25 Aralık operasyonlarıyla iktidarın önde gelenlerinin tepeden tırnağa yolsuzluk, rüşvet bataklığına saplandıkları ortaya çıkmıştı. Tüm bunlar toplumsal hafızaya kaydedildi ve toplumda çok yönlü faktörlerin etkisiyle biriken tepkiyle emekçi kitlelerin AKP’ye verdiği destek erimeye başladı. Nitekim 13 yıl boyunca tek başına iktidar koltuğunda oturan AKP, ilk kez 2015 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olabilecek oyu alamadı.

Tarihsel bir dönemeç noktası olan 7 Haziran seçimleri sonrasında Erdoğan, iktidar gücünü ancak olağanüstü bir rejimle elinde tutabileceğini gördü ve başlayan süreç bugünkü faşist rejimle sonuçlandı. MHP, statükocu-devletçi güçlerin çeşitli kanatları (Ergenekoncular ve Avrasyacılar), mafyayla içli dışlı “derin devlet” güçleri de başlayan sürecin bir parçası konumundaydı. İktidara yürüdüğü dönemde kendinden önceki iktidarların çürümüşlüklerine işaret ederek yolsuzluk, rüşvet ve mafyatik ilişkileri sonlandıracağını iddia eden AKP, eleştirdiği şeyleri yeni bir düzlemde, eski durumu misliyle aşıp geçecek şekilde yeniden üretti. Son haftalardaki ifşaatlar bu yozlaşmayı, çürümeyi bir kez daha sarsıcı bir biçimde gündeme getirmiş bulunmaktadır. Kuşkusuz ortalığa saçılan pislikler buzdağının sadece görünen kısmıdır.

İktidar gücünün nimetlerinden yararlanan İslamcı burjuva kesimler ve siyasi iktidar kol kola girerek kâr ve rant uğruna, doğayı yağma ve talana girişmekle yetinmediler. Para uğruna, inandıklarını iddia ettikleri ahireti unutup “haram, günah” saydıkları ne varsa onun öznesi haline geldiler. Çürüme sadece tepede değil tepenin çevresini saran bürokratlara, küçük memurlara kadar inmiş durumda. İktidar yalakaları, ikbal düşkünleri, çapsız, liyakatsiz kimseler adam kayırmacılıkla, rüşvetle, yolsuzlukla bürokraside mevki makam sahibi oldular. Oturdukları koltuktan aldıkları güçle, pek çok kirli işin (rüşvet, şantaj…) organizasyonunda yer alarak resmi maaşlarının yanı sıra “ek gelir” elde etmeye başladılar. Milyonların işsizliğine, kitlelerin derin sefaletine aldırış etmeden, büyük bir pişkinlik ve utanmazlıkla birden fazla kurumdan “maaş” alanlar, bir de bu durumu normal ve etik olarak sunuyorlar. Sıradan bir memur gibi görünen kimseler haksız kazançla milyonluk araçlara binmeye, yat kat sahibi olup sefa sürmeye başladılar. Üstelik bu tip durumlar artık sıradanlaştı. Kimse “bu değirmenin suyu nerden geliyor, hani bizim davamız” demiyor, sorgulayanlar ise bertaraf ediliyor. Tüm bu çürümenin üzerine örtülen “dindarlık” şalı nicedir parçalanıyor.

Gün geçmiyor ki yeni bir vaka patlak vermesin! Kokain kullanırken çekilen görüntüleri ifşa olan Kürşat Ayvatoğlu, kripto para borsası vurguncusu Faruk Fatih Özer, birkaç yıl öncesindeki Çiftlik Bank vurguncusu Mehmet Aydın vakası ve daha niceleri… Son dönemde arka arkaya patlak veren bu ve benzeri rezillikler rejimin tepeden tırnağa çürümüşlüğünün dışavurumudur. AKP iktidarı döneminde yetişen ve onun tabanından gelen 25-30 yaşlarındaki bu kişiler, rejimin dindar değil, ama “pudracı, vurguncu” bir nesil yarattığının cisimleşmiş isimleri oldular. Bunların yanı sıra AKP içerisinde görev alan veya çevresinde bulunan burjuvaların çocukları öylesine bir zenginliğin içerisindeler ki bu parayı nasıl kullanacaklarını, harcayacaklarını şaşırmış durumdalar. Sonradan görme sarhoşluğuyla şampanyalarla, viskilerle ellerini, saatlerini, arabalarını yıkayanlardan son model milyonluk araçların çeşit çeşit renklerini sıralayıp pozlar verenlere, milyonluk araçlarla, pahalı takılarla, süs eşyalarıyla tiktok videoları çekenine kadar AKP çocuklarının her gün yeni rezilce görüntüleri sosyal medyada paylaşılıyor. Sonradan görme, uyuşturucu bataklığına gömülmüş lümpen gençlikleriyle övünebilirler! Elbette bunlar sadece foseptik çukurundan taşanlardır. Daha nice kepazeliklerin yaşandığını ilerleyen süreçte daha fazla göreceğiz muhtemelen. Nitekim iktidar gücü ve nimetlerinden faydalandığını övünçle anlatan ama kendisinin bir aparat olarak ne tür kirli işlerde kullanıldığını saklayan Kürşat Ayvatoğlu’nun “benim durumumda yüzlerce genç var, birçoğu nüfuzlu ailelerin çocukları”demesi bir gerçekliğe işaret etmektedir.

Ayvatoğlu’nun konuşması, 2001-2012 yılları arasında AKP MKYK üyeliği görevini yürüten ve halen Yeni Şafak’ta yazmaya devam eden gazeteci Ayşe Böhürler’in Aralık 2010’da Yeni Şafak gazetesinde kaleme aldığı bir yazıyı hatırlattı. Böhürler, kendi mahallesindeki değişime ve İslamdan uzaklaşmaya dair çarpıcı bir gerçekliğe işaret etmekteydi: “Geçenlerde Anadolu’dan gelmiş bir genç kızın koca adaylarını değerlendirirken «İstanbul’daki dindar ailelerin erkek çocuklarının içki kullanmaları beni çok şaşırttı» sözleri aklıma geldi. Evet dindar ailelerin çoğunun genç kızları örtülü. Ancak bu, kız ve erkek çocukları ile birlikte bu ailelerin İslami bir hayat tarzını benimsedikleri anlamına gelmiyor. Bu mesele elbette sadece içki ile de sınırlı değil. Tüketim anlayışından işçi haklarına, davranışlardan zevklere, birlikte yaşamaktan çalışma kültürüne birçok alanı kapsıyor. Geçenlerde bir vesile ile 1980-90 arası çıkan eski İslami dergilere bakarken o dönem tartıştığımız konuların hiç birisini bugün konuşmadığımızı fark ettim. Bugün kalabalıklar, yükselen bir trend ile popülist bir dini söylemi benimsiyor. Ancak hem entelektüel manada hem de gerçek manada «İslam» ne yazık ki giderek kan kaybediyor.”[2] Düşünün ki bu satırların yazılmasının ardından 11 yıl geçti ve bu süreçte bu cenahta yozlaşma, çürüme, kokuşma hızlandı, daha fazla insan pisliğe bulaştı. İktidarın ikiyüzlü sözcülerinin dillerinden “dava”yı eksik etmeyip gerçekte lüks ve şatafat içerisindeki yaşamları, paraya tapmaları gençleri de “büyüklerinin” izinden gitmeye teşvik ediyor doğal olarak. Ayvatoğlu, Thodex’çi ve benzerleri; yolsuzlukla, hırsızlıkla, vurgunla, rüşvetle, uyuşturucuyla kirli devlet-mafya ilişkileriyle “yolunu bulmayı” öğreniyorlar.

Esasında Türk-İslamcı cenahın gençliğinin rol modeli geçmişe uzanmaktadır. “Dindar ve kindar bir nesil” isteğini zikreden Erdoğan’ın sarf ettiği yukarıdaki cümle, Necip Fazıl Kısakürek’in Gençliğe Hitabesi’nden alınmıştı. “Dininizi ve kininizi eksik etmeyin”öğüdünün ilham kaynağı Necip Fazıl, ikbal kapısı için yaşamı boyunca zikzaklar çizerek sonunda Türk-İslam ideolojisinin fikir babalarından olmuştur. Necip Fazıl’ın çelişkiler ve bunalımlarla yüklü yaşamı bize bugün onun takipçileri açısından fikir vermekte, nasıl bir geleneğe sahip olduklarını somutlamaktadır. Necip Fazıl, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal’e ve cumhuriyete güzellemeler yapmış, İslamı ise yobazlık olarak nitelemiştir. Mesela CHP’nin yayın organı niteliğindeki Hâkimiyeti Milliye gazetesinde Latin alfabesini öven, cennet-cehennem inancını “aptallık” olarak niteleyen yazılar yazmıştır. 40’lı yılların ortalarında ise “süper mürşid” olan Necip Fazıl, 1945 yılındaki Tan matbaası baskınında anti-komünist gerici güruha hitap eden ve hedef gösterenler arasında yer almıştır.

1940’ların başında CHP’den milletvekili olma isteğinin İnönü tarafından reddedilmesinin ardından Necip Fazıl, Demokrat Partinin kurulmasıyla DP’ye yaslanmıştır. Bu kez Menderes için güzellemeler yapmaya, şiirler yazmaya başlamış, CHP ve Mustafa Kemal’e düşman kesilmiştir. Bir zamanlar “örnek şef” olarak övgüyle bahsettiği İnönü’nün duyma problemini kalemine dolamaya başlamış, yazılarında “Başımıza Kulak İstiyoruz” gibi bugünkü AKP sözcülerinin ve kalemşorlarının düzeysizliğini aratmayan başlıklar atmış, kin ve nefret dolu bir dil kullanmıştır. DP’ye hizmetleri elbette mükâfatsız bırakılmamış, örtülü ödenekten payını fazlasıyla almıştır. Türkçü İslamcı cenahın ecdadı, “Büyük Doğu” ülküsünün kurucusu Necip Fazıl, 1951’de Beyoğlu’nda bir kumarhaneye düzenlenen baskında kumar oynarken yakalanır. “Kumarhane Baskını” olarak anılan hadisede Necip Fazıl, orada kumar aleyhinde yazı kaleme almak için gözlem ve röportaj amacıyla bulunduğunu söyler. Bugün de Necip Fazıl’ın kokain çeken torunları, iktidardan aldıkları cesaretle “pudra şekeri çekiyordum” diyerek pişkinliklerini sürdürüyorlar. Keza Necip Fazıl’ın da adının kokain partilerine karıştığı söylenir. Çıkarları için böylesi zikzaklar çizen, yaptıkları ile söyledikleri birbirini tutmayan bir geleneğe sahip AKP tabanındaki gençlerin de bugün içinde bulundukları duruma şaşmamak gerek.

Dindar gençlerin kurumsal dini sorgulayışı

AKP iktidarı yirmi yılda eğitim sisteminde defalarca değişiklikler yaptı. İmam-hatip okullarını daha alt yaş düzeylerine indirdi ve bu okulların sayılarını arttırdı. Özellikle yoksul semtlerdeki öğrencilere bu okullara kaydolmaktan başka seçenek tanımayacak kimi değişiklikler yaptı. Ama yine de bu okullara ilgi istedikleri gibi olmadı. Tüm medya aygıtlarının rejimin istediği doğrultuda hareket etmesine, Diyanet İşleri Başkanlığının iktidarın çıkarları doğrultusunda faaliyet yürütmesine, TÜRGEV ve Ensar gibi vakıfların önünün açılmasına, doğrudan MEB ile birlikte çalışmalar yürütmelerine rağmen, genç kuşakların zihnini dini düşüncelerle dolduramadılar ve dini merkeze koyan genç bir kuşak yaratamadılar. Aksine bu adımlar dindar muhafazakâr ailelerin özellikle okuyan gençlerini kurumsal dini ve iktidarın “dindarlığını” sorgulamaya yöneltti. AKP tabanındaki muhafazakâr ailelerin çocuklarından bir kısmı kendilerine anlatılanla pratik arasındaki tutarsızlıkları, çelişkileri, yozlaşmayı, çürümeyi kendi çevrelerinde çok daha iyi bir şekilde gözlemliyorlar. En somutunda her gün ekranlarda bir tarafta dillerinden “Allah, din” düşmeyen öte yandan yolsuzlukla, rüşvetle, devlet kaynaklarının sınırsızca yağmalanmasıyla akıl almaz servet sahibi olan “büyüklerini” izliyorlar.

AKP iktidarıyla birlikte palazlandıkça palazlanarak tekelci sermaye grubu haline gelen İslamcı burjuvazi, para ve iktidar hırsı doğrultusunda lüks ve şatafata batalı çok oldu. Son yıllarda giderek şımarıklaşan, lümpenleşen bu kesimler ile dindar yoksullar arasındaki uçurum inanılmaz boyutlarda derinleşti. Bir zamanlar “adil düzen”den, “mülkün Allaha ait olduğu”ndan, “eşitlik”ten bahseden tarikatlar, milyar dolarlık sermayelere kavuştular, holdingleştiler. Üstelik bu zenginleşme din, iman söylemleriyle kitleler afyonlanarak gerçekleştirildi. Bir zamanlar “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyenler, açların mahallelerini terk edip zengin mahallelere, etrafı surlarla çevrili “saraylara” taşındılar. İslami burjuva kesimlerin dini söylemi artık lüks içindeki yaşamlarının üzerini örten bir kılıftan ibaretti. Nitekim bu kılıf artık onların debdebeli yaşamlarını, ortalığa saçılan pisliklerini örtmeye yetmiyor, şalı ne yana çekseler tabiri caizse bir tarafları açıkta kalıyor. Emekçi kitlelerle ortak bir yanları olmadığı yani sınıfsal ayrışma aleni bir şekilde ortaya çıkmış durumdadır. Son yıllarda bir tarikat şeyhinin torununun, düğününde altın varaklı tahta oturması, küçücük bebeklere son derece lüks mevlit törenleri düzenleyip, görgüsüzce tek taş yüzük takılması gibi birkaç örnek bile bu kesimlerin gösteriş düşkünlüklerini, dünya malına tapar hale geldiklerini, “israf haramdır” deyip nasıl harama battıklarını hatırlatmaya yeter.

İhsan Eliaçık, 2010’ların başında AKP iktidarının “mücahitlikten müteahhitliğe” evirildiğine ve dini kontrol altında tutarak çıkarları doğrultusunda kullandığına dikkat çekmişti. Eliaçık ile birebir aynı düşüncede olmasalar da son dönemde AKP “dindarlığını” ve kurumsal dini sorgulayan ve hatta dindarlıktan uzaklaşan ilahiyatçı profesörler ortaya çıkmaya devam etmektedir. Benzer durum gençler için de geçerlidir, aralarında ilahiyat öğrencilerinin de olduğu (gelecekte din bilgisi öğretmeni de olacak olan) muhafazakâr gençler rejimin kurumsal dinini reddetmekte ve deist, ateist, agnostik eğilimler ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle “sizin dindarlığınız buysa, biz dindar değiliz” noktasına varanların sayısı artmaktadır. Bu durumun ortaya çıkmasında, paraya ve güce tapan dinbaz iktidarın her fırsatta kitlelerin dini duygularını istismar etmesinin, kitleleri aldatmasının ciddi bir payı vardır.

Deist, ateist olan gençlerin verdikleri röportajlar, kendilerindeki değişimde iktidarın politikalarının önemli bir rol oynadığını gösteriyor. İmam-hatip lisesi mezunu ve aynı zamanda medrese eğitimi almış, bir zamanlar IŞİD, El-Kaide gibi cihatçı örgütleri sempatiyle izlediğini söyleyen bir genç, kendindeki değişimi şöyle anlatıyor: “Aileme ben ateist olduğumu söyleyemem. Babam başında takkeyle gezen bir adam. Annem günde yedi vakit namaz kılar. Beş vakit, üzerine kuşluk namazı, bir de gece namazı. Gerçekten muhafazakâr bir aile yapımız var. Söyleyemem. Söylesem soğuma olur. Ben bu hükümete destek veren bir insandım. Hükümete desteğimin nedeni biraz daha hümanist davranmasıydı o zaman. Ama her baskı kendi isyancısını doğurur. Bizim üzerimizde baskı kurmaya çalıştıkları zaman biz de ister istemez tepki veriyoruz. Bugünkü dünya sisteminde çoğunlukla sağ partiler iktidarda. Daha çok dini savunan, din kisvesi altında insanları yolan sistemler var. Türkiye için değil başka ülkeler için de geçerli. Hükümetler dini sömürüyor. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı geçen sene en çok bütçe ayrılan ikinci kurumdu sanırım.”[3]

Dindar, muhafazakâr ve siyasi olarak önceleri Milli Görüş, sonra AKP çizgisinde konumlanan bir ailede büyümüş bir başka genç, kendisindeki değişimin sebebini şöyle anlatıyor: “Birkaç yıl önce dindar siyasi iktidarın bazı uygulamalarının doğru olmadığını düşünmeye, olaylara eleştirel yaklaşmaya başladım. Bu eleştirel tutumumun dozajı sürekli arttı. Zamanla kendiliğimden İslamcı yaklaşımla arama mesafe koymuş oldum. 15 Temmuz’un ardından görevimden ihraç edilmem ve çevremdeki dindar bildiğim insanların umursamazlığı ise benim için tam bir kırılma noktası oldu.”

Bir tarafta İslamın barış, hoşgörü, kardeşlik dini olduğunu söyleyip öte tarafta cenazelerde dahi hamasi söylemlerin tutturulması, miting kürsülerinde Kur’an’la boy gösterilmesi, bu şekilde oy devşirilmeye çalışılması vicdanlı insanları sorgulamaya itiyor. Anti-demokratik uygulamalar, hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, baskı gençleri iktidarın peşinden sürüklemeye yetmedi. Pandemide yaşamını yitiren emekçiler için gıyabi cenaze namazı kılmak, iktidarın politikalarını sorgulayan gençlere yasaklanırken; iktidar temsilcileri, işbirliği içerisinde oldukları tarikat mensuplarının cenaze namazlarında binlerce kişiyle fotoğraf vermekten çekinmediler. Polisin İhsan Eliaçık gibi ilahiyatçılara yakın duran muhalif dindar gençleri camide biber gazı sıkıp yaka paça gözaltına alması, “dindarlığın” iktidarın umurunda olmadığını, esas olanın kendi iktidarının bekası olduğunu gözler önüne sermektedir.

İktidar sahipleri, yoksul kitlelerden çektikleri çilelere sabretmelerini isterken, kendileri lüks ve şatafata boğulmakta, dünya nimetlerine tapmaya devam etmektedirler. Üstelik kitlelerin gözüne sokulan bu debdebeli yaşamları, dinin kitleleri uyutma enstrümanı olarak kullanıldığını her geçen gün daha fazla ifşa etmektedir. Keza adaletsizliklerin, yolsuzlukların ve yozlaşmanın nasıl bir ahlâki çürümeye yol açtığını anlatmak, sorgulatmak yerine ekranlara çıkıp iktidarın çıkarları doğrultusunda din şarlatanlığı yapan “hoca”ların kitlelere hurafeler anlatarak kitleleri afyonlaması gençlerde sorgulamaya yol açmaktadır. Çocuk tacizine, tecavüzüne adı karışan, yanmaz kefen satan, “nal-i şerif” pazarlayan, “sümük-ü şerif” anlatan magazinel, karikatürümsü şarlatanlar iktidarın desteğiyle TV kanallarında boy gösterip, din ve ahlâk adamı pozları kesiyor, vaaz veriyorlar. Mesela bunlardan bir tanesi olan, her Ramazan sahur ve iftar vakitlerinin TV yüzü Hatipoğlu, 2017’den beri YÖK üyeliği görevini yürütüyor, bir üniversitede rektörlük, o da yetmeyince dört fakültede dekan vekili görevi yürütüyor. On parmağında on marifet olan “hoca”, ağlamaklı sesiyle anlattığı hurafelerle, menkıbelerle kitleleri hipnoz ederek iktidara hizmetini layıkıyla yerine getiriyor. Bu “kutsal” görevlerinin karşılığında da yayın başına akıl almaz paralar, 5-6 kurumdan birden maaşlar alacak elbette! İş-aş diyerek intihar edenlerin sayısı artmış, ne gam! İktidarın dinle imanla alâkası kalmadığını, işledikleri “günahları”, haksızlıkları, adaletsizlikleri teşhir eden ilahiyatçılar ise ilahiyat fakültelerinden uzaklaştırılmakta, çeşitli bahanelerle haklarında davalar açılmaktadır.

Siyasi iktidar başta kendi yandaş sermaye kesimleri olmak üzere burjuvazinin önündeki dikenli yolları temizleyerek milletin anasını ağlatmaktadır. Kendini “dindar” olarak pazarlayan iktidar güçlerinin ikiyüzlülükleri, yalanları her geçen gün daha fazla ayyuka çıkmakta ve onlarla aynı tarafta olmadıkları yoksul işçi-emekçi kitlelerin bilincinde daha fazla berraklaşmaktadır. İktidarın yürüttüğü ekonomi politikaları sonucunda yoksul işçi ve emekçilerin yaşam koşulları her geçen gün daha da çekilmez hale gelmekte, açlık, yoksulluk ve sefalet derinleşmektedir. Tüm bu yaşananlar rejimin kırılganlığını arttırıyor ve kitle desteğinin erimesine yol açıyor. Mızrak çuvala sığmazken, rejim artık “dindarlık” masallarıyla kitleleri uyutamaz hale gelmiştir. Tüm zalimlerin sonunun geldiği gibi er ya da geç bugünkü totaliter rejimin de sonu gelecektir. 


[1] Detaylı inceleme için bkz: Levent Toprak, Dindar Nesil mi, İtaatkâr İşçiler mi?, marksist.com

[2] Utku Kızılok, İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci/3, Nisan 2011, marksist.com

[3] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-43832877

İlgili yazılar