Rejimin Çıkmazı Büyürken…
Utku Kızılok, 22 Ekim 2021

Her geçen gün rejimin yolsuzluk ve kirli ilişkilerinin deşifre edildiği belge ve olayların sayısı artıyor. Son olarak, Bilal Erdoğan’ın başında bulunduğu TÜGVA ve benzeri kurumların ordu ve polis başta olmak üzere devlet içinde nasıl örgütlendiğine dair belgeler yayınlandı. Tam da Erdoğan sonrasının hem içeride hem de uluslararası alanda yüksek sesle konuşulduğu bir süreçte, bu tür ifşaatların artması bir tesadüf değildir. Sedat Peker örneğinde de gördüğümüz üzere devlet ve AKP içinden belirli kesimlerin sızdırdığı bu belgeler, rejimin iç kenetlenmesindeki artan çözülmenin ve güçsüzleşmenin ifadesidir. Su alan gemiyi terk eden fareler misali, rejimin gemisinden inen ya da inmek istediğini ve artık bu gemiye ait olmadığını duyuranların, mesaj verenlerin sayısı artıyor. Erdoğan, Peker ve arkasındaki güçlerin ifşaatlarıyla patlayan lağım borusunu tamir edip süreci kontrol altına alamıyor. Zaman içinde Erdoğan ve rejimin gücü zayıflamış, rejimin kırılganlığı daha fazla artmıştır. Erdoğan’ın sergilediği gerçeklikten kopukluk ve biteviye ezber tekrarlaması da bu durumun yansımasıdır.

Ağustos ayında şu hususların altını çizmiştik: “Türkiye’deki rejim tüm hücrelerine kadar çürümüştür. Devletin en tepesinden gazetecisine, bürokratından kapitalistine kadar rejim tepeden tırnağa yolsuzluk bataklığına gömülmüştür. Kapitalizmin çürümesi derinleştikçe yolsuzluk, rüşvet ve yozlaşmanın da düzeyi artar. Ancak Türkiye’de çok özel bir durum söz konusudur. Faşist rejimle birlikte devlete hâkim olan güçler keyfilikte sınır tanımazken, devlet kaynaklarının yağmalanması, yolsuzluk, rüşvet, mala çökme yani gasp ve çürüme alabildiğine hızlanmıştır. Kriz, işsizlik ve derinleşen yoksulluk, salgın sürecinin yönetilememesi, orman yangınları karşısında sergilenen boş vermişlik ve vurdumduymazlık, tümüyle sermayenin kayrılmasına odaklanma ve emekçilerin kaderiyle baş başa bırakılması, esnafın çökmesi, rejimin parçası olan kesimlerin har vurup harman savurması emekçi kitlelerdeki eşitsizlik ve adaletsizlik duygusunu arttırmaktadır. Bu koşullarda patlayan lağımın üzeri kolayına kapatılamaz.” [1]

Nitekim kapatılamıyor da. Toplumsal sorunlar her alanda bir yumağa dönüşürken, rejimin bu sorunları çözmeye dair ne enerjisi ne kabiliyeti ne de ekonomik gücü var. Rejimin toplumsal desteğinin zayıflamasında ve onun iç mekanizmasındaki gevşemede, ekonominin eğik düzlemde yol alması başat rol oynamaktadır. Bu noktada Erdoğan’ın manevra alanı büyük ölçüde tükenmiştir. Bir kez daha faizleri indirerek ve piyasaya ucuz kredi pompalayarak bir rahatlama yaratmak, özellikle ucuz krediye ihtiyaç duyan yandaş sermaye fraksiyonuna nefes aldırmak istiyor ama liranın dolar karşısında tutunamayıp tepetaklak yuvarlanması bu hamleyi pahalı hale getirip sorunları büyütüyor. Rejim açısından bu tam bir kısırdöngüdür ve Türkiye’nin sermaye birikim düzeyi bu kısırdöngünün aşılmasına yetmemektedir. Türkiye ve benzeri ülkeler, kendi iç potansiyellerinin ötesine geçen bir ekonomik büyüme sağlamak için dış sermaye akışına ve krediye/borca ihtiyaç duyarlar. 2008 küresel krizinde çöküşü durdurmak üzere emperyalist merkezler piyasaya trilyonlarca dolar pompaladılar ve bu süreçte sıcak paranın bir kısmı Türkiye’ye aktı. Türkiyeli banka ve şirketler, yurtdışından ucuz faizle borçlanarak içeride yatırımlara kaynak sağladılar ve bu arada tüketici kredileri de adeta patladı. Yani bu dönemde AKP’nin sefasını sürdüğü ekonomik büyüme muazzam borçlanma sayesinde olabildi. Fakat süreç içinde sermaye akışı yavaşlayıp ucuza borç bulma dönemi kapanırken, Türkiye’nin toplam dış borcu 500 milyar dolara dayandı. Hem yukarıdaki faktörler hem de Erdoğan rejiminin izlediği dış siyaset Türkiye’nin uluslararası alanda olağanüstü düzeyde sıkışmasına ve ekonomideki kırılganlığın daha da artmasına neden oldu. Nitekim 2018’de patlayan kriz aşılamadan dünya ekonomisini sarsan 2020 krizi ve onunla birleşen pandemi geldi.

Fakat bu süreçte Erdoğancı sermaye fraksiyonu başta olmak üzere sermaye sınıfı palazlanırken, iktidar ve çevresinin sonradan görmelikle karakterize olan sefahat düzeni sınır tanımaz hale geldi. Toplumun geniş kesimlerini kapsayan yoksullaşma gitgide derinleşirken, iktidar ve çevresinin şatafatı, devlet kaynaklarının ve doğanın yağmalanmasına son gaz devam edilmesi emekçi kitlelerin dikkatinden kaçmıyor. Dolayısıyla rejimin göstermelik market soruşturmaları ya da Erdoğan’ın Tarım Kredi Kooperatiflerinin marketlerinden alışveriş yapılması önerisinin emekçilerin derdine derman olmayacağı, artan hoşnutsuzluğu gidermeyeceği açık. Rejimin hayat pahalılığının sorumlusu olarak marketleri ve esnafı göstermesi, Bahçeli’nin kebapçıları “terörist” ilan etmesi bir zıvanadan çıkma haline işaret ediyor.

İşsizlik, derinleşen yoksullaşma ve geleceksizlik emekçi kitleleri umutsuzluğa ve karamsarlığa sürüklüyor. Depresyon ve anksiyete vakalarının artışında Türkiye’nin Avrupa’da birinciliğe oynaması da bu gerçekliğin ifadesidir. Öte yandan faşist rejimin toplum üzerinde kurduğu baskı, toplumu bitmeyen yapay gündemler etrafında kutuplaşmaya zorlaması, özgürlüklerin yok edilmesi, yaratılan korku iklimi, kültürel çölleşme de en az diğer sorunlar kadar etkilidir. Ancak her şey karşıtıyla var: Bir taraftan da toplumun derinlerinde öfke ve değişim arzusu birikiyor. Rejim partilerinin oy tabanındaki çözülme ve kopuş hızlanıyor. İktidarı, dolayısıyla devlet kaynaklarını sınırsızca yağmalama ayrıcalığını kaybetme ve en önemlisi hesap verme korkusu rejim kadrolarının paçasını tutuşturmuş durumda. “İktidar fetvacısı” Hayrettin Karaman’ın “Bu iktidardan pek çok beklentiniz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikâyetle doğruları söylemek caizdir diyemem” sözlerinin WhatsApp gruplarında dolaştırılması, AKP-rejim içindeki yalpalamaya dair fikir veriyor.

Dışarıda hüsran

Son dönemde ABD ve Batı nezdinde yeniden itibar görme arayışına giren Erdoğan, Türkiye’nin içine düştüğü uluslararası sıkışıklığı aşmaya, Türkiye’nin “güvenilir” ülkeler kategorisinde yükselmesini sağlayarak sermaye akışının önünü açmaya ve ekonomiye taze yaşam soluğu üflemeye çalışıyor. Lakin bu kapsamda BM’nin yıllık toplantısı için ABD’ye giden ve Biden ile bir yolunu bulup görüşmek isteyen Erdoğan, tüm çabasına rağmen muradına erememiş ve ülkeye eli boş, hüsranla dönmüştür. Esasında Biden yönetiminin, S-400’ler dâhil birçok konuda Türkiye’nin ABD’nin istediği adımları atmadığı için Erdoğan’a gelmemesi yönünde mesaj ilettiği basına yansımıştı. Besbelli ki Erdoğan, öyle ya da böyle Biden ile görüşeceğini veya bir fotoğraf karesine gireceğini, bunu da içeride “büyük lider” propagandasına dönüştüreceğini hesaplıyordu. Olmadı! Türkiye ekonomisinin eğik düzlemde ilerlediğini ve sürecin kendi elini güçlendirdiğini gören ABD emperyalizmi, şimdiki koşullarda Erdoğan’a istediğini vermemiştir. Dikkate alınmamak Erdoğan’ın o denli canını acıtmış olmalı ki, birçok konuşmasında Biden’a dönük hayal kırıklığını dile getirmekten geri durmadı.

Büyüklenme hastalığına yakalanıp boyundan büyük emperyal politikalar izleyen ve Türkiye’yi uluslararası alanda çok yönlü bir sıkışmanın içine sokan Erdoğan rejimi, tüm çırpınmalarına rağmen bu sıkışmayı aşamıyor. Bunun temel nedeni, Üçüncü Dünya Savaşında büyük güç olma, küresel aktörlerle aşık atma, İslam dünyasının lideri düzeyine yükselip modern çağın Osmanlısına dönüşme heveslerine kapılan Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin bu hedeflerine ulaşamaması ve kaybetmesidir. Bugün Türkiye’nin Libya, Suriye vb. çatışma alanlarında varlık göstermesi bu gerçekliği değiştirmiyor. Yarının ne getireceği ayrı bir konudur ama hâlihazırda tabloda kocaman bir “kaybettin” yazmaktadır. İşte Erdoğan rejimi bu gerçekliği tam olarak kabul etmiş ve politikalarını bu doğrultuda değiştirmiş değildir.

Temelsiz böbürlenme ile Şark kurnazlığını büyük güç siyaseti zanneden Erdoğan Türkiye’si büyük ölçüde yalnızlaşırken, karşısındaki güçler safları sıklaştırmaya devam ediyorlar. Doğu Akdeniz’de gördüğümüz üzere Mısır’dan Fransa’ya, Suudi Arabistan’dan Yunanistan’a, Rusya’dan İsrail’e geniş bir cephe Türkiye’nin karşısında yer almaktadır. Geçtiğimiz haftalarda Fransa ile Yunanistan arasında oluşturulan yeni askeri ittifak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve uluslararası alandaki yalnızlığının yeni bir görünümü oldu. Söz konusu anlaşma Yunanistan’ın 6 milyar avro karşılığında Fransa’dan savaş gemileri almasını, iki ülkeden birisinin kendi topraklarında saldırıya uğraması durumunda karşılıklı savunma yardımı yapmalarını öngörüyor. Hatırlanacağı üzere yaz aylarında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de gerilimi yükseltmesi üzerine Fransa savaş gemilerini göndererek Yunanistan’a destek vermiş ve iki devlet askeri tatbikat yapmıştı. Bilahare gelen bu anlaşmanın esas amacı Yunanistan’ın Fransa’nın askeri gücünü arkasına alması, Fransa’nın da Yunanistan üzerinden Doğu Akdeniz’de ve bölgede nüfuz alanını genişletme arzusudur.

Daha önce BAE ve İsrail’le çeşitli düzeylerde askeri anlaşmalar yapan Yunanistan, Türkiye sınırındaki kentlerde ABD’nin askeri üslerini genişletmesine izin vermişti. Fransa’yla yapılan anlaşmadan birkaç gün sonra, bu kez de ABD ile Yunanistan Dışişleri Bakanları iki ülke arasında var olan askeri anlaşmanın süresini beş yıllığına uzatan belgeyi imzaladılar. Bu tablo Türkiye’nin bölgede zemin kaybettiğini gözler önüne seriyor. Bir zamanlar Türkiye egemenleri, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’nin vazgeçilmez olduğunu söylüyor, bunu fazlasıyla abartıp bel bağlıyorlardı. Fakat SSCB’nin dağılmasıyla birlikte verili ittifakların nesnel zemini ortadan kalktı ve süreç içinde bölgede çok yönlü değişimler meydana geldi. Mesela yarım yüzyıldan fazladır devam eden İsrail-Arap ihtilafının yumuşaması, Mısır’dan sonra birçok Arap ülkesinin İsrail ile diplomatik ilişki kurması, üstelik bunların esas tehlike olarak İran ve Türkiye’yi görerek aynı cephede birleşmeleri söz konusu değişimin bir ifadesidir. Gerek Türkiye’nin ABD ve İsrail açısından öneminin azalması gerekse Rusya’ya doğru kaykılması, Rusya’yı Balkanlar ve Karadeniz üzerinden de sıkıştırmaya çalışan ABD nezdinde Yunanistan’ın önemini artmıştır.

Ardı ardına gelen bu anlaşmalar üzerine Erdoğan rejimi, ABD’den 6 milyar dolar karşılığında 40 F-16 savaş uçağı almayı teklif ederek hem Biden yönetimi nezdinde itibar görmeye hem de Yunanistan’ı dengelemeye çalışıyor. Parasını ödediği daha gelişmiş F-35 savaş uçaklarını alamamış bir ülkenin bu duruma düşmesi söz konusuyken; Erdoğan, Çavuşoğlu ve diğer rejim sözcüleri Türkiye’nin küresel oyun kurmasından söz ediyorlar! Oysa Türkiye’nin ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendine alan açma politikası sınırlarına dayanmakla kalmamış, bizzat ayağına dolanmaya başlamıştır. Erdoğan rejiminin izlediği hırslı emperyal politika, emperyalist güçlerin ekmeğine yağ sürerken, bu güçlerin yaptığı hamleler kimin küresel oyun kurucu olduğunu da gözler önüne seriyor. Türkiye’ye 2,5 milyar dolara S-400 hava savunma sistemleri satan Rusya, aynı zamanda bu hamlesiyle onu ABD ile karşı karşıya getirmiştir. Suriye’de kendisine alan açmak üzere Rusya’ya yanaşan ve bu kapsamda söz konusu savunma sistemlerini alan Türkiye, bunları kullanmadığı gibi F-35 savaş uçaklarından da olmuştur. Sonuçta emperyalist güçler Türkiye ve Yunanistan’a milyarlarca dolarlık silahlar satıp kasalarını doldururken, her iki ülkenin kaynakları silahlanmaya gidiyor ve emekçiler daha fazla yoksullaşıyor.

Dışarıda gerilim politikası

İç ve dış faktörler birleşip iç içe geçerek Erdoğan rejimini gitgide büyüyen bir sıkışma ve çıkmaza sürüklemiştir. Bu yüzden Erdoğan, kuşkusuz Batı kapısında aradığını bulamamasının ve ekonomiye can suyu olacak olanaklara kavuşamamasının da sonucu olarak, yeniden uluslararası alanda gerilimi yükseltme yönünde adımlar atıyor. Doğu Akdeniz’de tansiyonu tekrardan yükseltme doğrultusunda hareketlilik gözlenirken, Suriye’ye dönük bir operasyonun da işaretleri veriliyor. Erdoğan olası operasyonu gerekçelendirirken Türk askerlerinin saldırı altında olduğunu ve kendilerini savunmak istediklerini söylüyor. Oysa geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden askerlere saldırı, Türkiye’nin işgali altındaki Suriye topraklarında yapıldı. Yani hem açıkça bir çarpıtma hem de başka bir ülkenin topraklarına göz dikme var.

Uluslararası alanda böyle bir operasyonun zemininin olup olmamasından, ABD ve Rusya’nın böyle bir operasyona yeşil ışık yakıp yakmamasından bağımsız olarak söylersek; elbette Erdoğan’ın öncelikli amacı bir kez daha savaş politikalarıyla iç siyaseti şekillendirmek, işsizlik ve yoksulluktan doğan sorunların üzerini kapatmak, muhalefeti sindirip rejimi güçlendirmektir. Kuşkusuz Erdoğan’ın dış politikada gerilimi yükseltmesinin bir başka nedeni de uluslararası alanda sıkışmayı aşamaması ve dikkate alınmamasıdır. Kaç zamandır Erdoğan’ın üzerinde yürüyeceği bir zemin, elinde kullanacağı bir koz kalmamıştır. Ancak Suriye’ye dönük olası bir operasyon Türkiye’nin uluslararası alandaki sıkışıklığını daha fazla derinleştirmekten başka sonuç vermeyecektir. Ne var ki rejimin içeride bir parça rahatlama arayışı her zamanki gibi baskın çıkmaktadır. Olası bu operasyonla iktidar bloku içinde büyüyen çatlakların daha fazla açılmasının önüne geçilmek, muhalefet milliyetçilik tuzağında boğulmak, kitleler savaş politikasıyla oyalanmak, oy tabanındaki erime durdurulmak ve rejime zaman kazandırılmak isteniyor.

Lakin rejim bir hamleyle tüm arzularını yerine getiremeyeceği gibi, böyle bir operasyonun uluslararası koşulları da son derece zayıftır. Hatırlanacağı üzere ABD’de hüsrana uğrayan ve kendisini rahatlatacak bir sonuç elde edemeyen Erdoğan, Putin’e övgüler yağdırarak 29 Eylülde Soçi’ye gitti. Dışişleri yetkililerinin bile alınmadığı ikili arasındaki görüşmede tam olarak nelerin konuşulduğu bilinmemektedir. Fakat Erdoğan’ın Suriye ordusu ve YPG’nin birlikte kontrol ettiği Tel-Rıfat bölgesine bir operasyonu gündeme getirdiği son günlerde netleşmiş bulunuyor. Ne var ki Suriye konusunda uluslararası konjonktür bir iki yıl öncesine göre farklıdır. Son birkaç yıldır Arap devletleri Suriye ile yeniden diplomatik ilişki kurup sınırları açarken (mesela Ürdün), Esad rejimi uluslararası alanda daha fazla meşruiyet kazanmaya başlamış, Esad’a karşı savaş baltalarını gömeceklerinin işaretini veren ülkelerin sayısı artmıştır. Geçtiğimiz haftalarda Amerikalı haftalık dergi Newsweek’in Esad’ı kapağına taşıyarak “Esad dünya sahnesine dönüyor” manşeti atması manidardır. Dolayısıyla Rusya’nın kısmi bir operasyona yeşil ışık yakıp yakmayacağı ve yakması durumunda karşılığında ne alacağından bağımsız olarak, böyle bir operasyonda Arap devletlerinin geçmişten daha fazla seslerini yükseltecekleri açıktır. Diğer taraftan son dönemde Azerbaycan üzerinden Türkiye ile ilişkileri gerilen ve bölgesel güç mücadelesi veren İran’ın da bu operasyona cevaz vermeyeceği açıktır.

Daha önce Türkiye’nin Suriye’ye dönük tüm operasyonları Rusya ile ABD’nin onayı ve göz yummasıyla gerçekleşmiştir. İdlib’deki verili durumun sürmesini, Esad rejimi ve Rusya’nın burada oyalanmasını stratejisi açısından yararlı bulan ABD, Fırat’ın batısında ama özellikle de İdlib konusunda Türkiye’nin arkasında durmuştur. Fakat Biden yönetiminin Suriye konusunda Rusya ile yaptığı pazarlıklar kapsamında bu çizgide bazı değişiklikler olduğu anlaşılıyor. Nitekim Erdoğan’ın Suriye’ye operasyonu gündeme getirmesi üzerine açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Suriye’de istikrarı daha da bozacak her türlü harekâta karşı olduklarını dile getirmiştir. Esasında bu açıklama, geçtiğimiz günlerde ABD askerlerinin Suriye’deki görev süresini uzatan kararnameyi imzalayan Biden’ın Kongreye gönderdiği gerekçe ile de uyumludur: “Suriye’deki ve Suriye’yle ilişkili durumlar, özellikle de Türkiye hükümetinin Suriye’nin kuzeydoğusuna askeri taarruz düzenleme yönündeki eylemleri, IŞİD’i yenilgiye uğratma çabasına zarar veriyor, sivilleri tehlikeye atıyor; bölgede barış, güvenlik ve istikrarı zedeleme tehdidi barındırıyor ve ABD’nin ulusal güvenliği ve dış politikasına karşı alışılmadık ve olağanüstü bir tehdit oluşturmayı sürdürüyor.”

İçeride baskı ve tehdit ama…

Dışarıda gerilim siyasetini ısıtan rejim, içeride de muhalefete dönük tehdit ve şantajlarına devam ediyor. Bilindiği üzere rejim uzun süredir HDP’yi kriminalize etmeye, en başta CHP olmak üzere muhalefet cephesinin onunla yan yana gelmesini engellemeye dönük bir strateji izliyor. HDP ile görüşen CHP anında “terörist ve “bölücülerle” kol kola girmekle damgalanıyor, muhalefet cephesi bir bütün olarak gayrimeşru gösterilerek itibarsızlaştırılmak isteniyor. Fakat rejimin, düzen muhalefeti dâhil karşısında yer alan tüm kesimleri terörist ilan etmesi, giderek bu kavramın toplumda yarattığı alerji ve korkunun da etkisizleşmesine neden oluyor. Nitekim CHP’nin “Kürt sorununda esas muhatap meşru bir organ olan HDP’dir” çıkışının ardından rejim ama özellikle MHP, milliyetçi histeriyi körüklemek istediyse de toplumda aradığı karşılığı bulamadı. CHP’nin Kürt sorununu dile getirerek HDP’nin meşruiyetine vurgu yapması, rejimin “kriminalize et ve parçala” taktiğini işlevsizleştirmede rol oynamış gözüküyor. Keza demokratik taleplerin ifade edildiği bir deklarasyon yayınlayan HDP’nin “Millet İttifakı”nın bir parçası olmayacağını açıklaması da, milliyetçiliği kışkırtarak kitlelerin algısını yönetmek isteyen rejimin elini zayıflatmıştır. Ortadoğu düzeyine yükselen ve uluslararası bir boyut alan Kürt sorunu kendisini yakıcı biçimde dayatmaya devam ediyor. CHP’nin Kürt sorunu bağlamındaki çıkışının boyutlarının ne olduğu önümüzdeki günlerde daha fazla belli olacaktır. Bundan bağımsız olarak, HDP olmadan rejim karşısında burjuva muhalefeti yol alıp rejimi değiştiremez. İşte son gelişmelere bu bağlamda bakmak gerekiyor.

Daha önce “Dur bakalım daha başınıza neler gelecek” diyerek muhalefet cephesini tehdit eden Erdoğan’ın, bu kez de “ülkenin yönetimine talip olduklarını söylemekten vazgeçmelerinin kendileri için daha iyi olacağını da hatırlatmak istiyoruz” demesi aynı siyasetin parçasıdır. Çeşitli denemeler yaparak muhalefet cephesini parçalayamayan Erdoğan, gelinen aşamada açıkça muhalefeti tehdit ederek iktidarı unutun demektedir. Rejimin 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki kanlı sürecin gölgesini muhalefetin üzerine düşürmeye çalışması, benzeri bir sürecin tekrarlanabileceği yönünde toplumda algı oluşturmak istemesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Kuşkusuz rejim varlığını korumak için elinden geleni yapacaktır ancak elinin eskisi gibi güçlü olmadığını da unutmamak lazım. O günden bugüne Türkiye toplumu önemli bir süreçten geçti; yaratılan kaos ve kanlı sürecin Erdoğan’da cisimleşen totaliter rejimi kurmak için olduğu şu ya da bu biçimde biliniyor. “Özel savaş aygıtı” olarak tasarlanmış SADAT ve benzerlerinin bir kez daha kanlı kaos planları çerçevesinde kullanılacağının, bu kapsamda siyasi cinayetlerin devreye sokulabileceğinin muhalefet tarafından teşhir edilmesi son derece önemlidir. Birçok kez vurguladığımız gibi yükselen ve güçlenen bir rejim değil, uluslararası alanda sıkışmış, ekonomik çöküş nedeniyle içeride toplumsal zemin kaybetmiş ve giderek çıkmaza girmiş bir rejim söz konusudur. Hem iç hem de dış siyasal gelişmeler bağlamında, 7 Haziran sonrasının koşulları ile bugünün koşulları birbirinden farklıdır.

Hırslı, gerçeklikle örtüşmeyen ve ayakları yere basmayan emperyal politikasıyla Erdoğan, Türkiye’yi adeta Avrupa’nın “hasta adamı” konumuna düşürmüştür. Üstelik artık kamuoyuna da mal olmuş Erdoğan’ın hastalığı ile Avrupa’nın Osmanlı’nın durumunu betimlemek için yaptığı “hasta adam” benzetmesinin örtüşmesi, tarihin bir cilvesi olsa gerek! Geçtiğimiz haftalarda Foreign Policy’de Steven Cook ilginç bir şekilde Erdoğan’ın hastalığını ve Erdoğan sonrası yeni arayışları yazdı. ABD dış politikasını belirleyen ve uygulayanlarla içli dışlı birisi olan Cook’un bu yazıyı durup dururken yazmadığı açık. Keza İngiliz Financial Times gazetesi, yoksulluğun derinleştiğini ve halkın öfkesinin büyüdüğünü manşetten verdi. Bunun anlamı açıktır; Batı Erdoğan’a hastasın, ülkende kriz ve öfke var, istenmiyorsun mesajı veriyor, ona yeni bir “hasta adam” muamelesi yapıyor. ABD ve AB’nin Türkiye büyükelçilerinin birlikte bir bildiri yayınlaması ve Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını istemeleri de kuşku yok ki girilen yeni dönemin ifadesidir.

Esasında son haftalarda Kılıçdaroğlu’nun ve arkasından da sermayenin TÜSİAD kanadının yaptığı çıkışlar da bu gelişmelerle bağlantılıdır. Düzen muhalefeti ve TÜSİAD, iç ve dış koşulların kendilerinden yana daha fazla olgunlaştığına kanaat getirerek sesini yükseltmeye başlamıştır. Nicedir ifade ettiğimiz gibi, “Erdoğancı sermaye fraksiyonunun özgül ihtiyaç ve çıkarları ile sermayenin genel çıkarları arasındaki açı büyümüştür. İnşaatçılık, emlak yağması, kamu kaynaklarının dizginsiz ve denetimsiz talanı, dış sermaye girişinin ana adresi konumundaki Batı’yla çatışmacı ilişkiler vb. hususlar, faiz politikaları, Merkez Bankasının emir kulu haline getirilmesi, kamu bankalarının tüm ölçüyü kaçırarak dar bir sermaye fraksiyonunun arka bahçesi haline getirilmesi, giderek özel bankalara baskı uygulanıp sıkboğaz edilmeye başlanmaları gibi yaklaşımlar bu açı büyümesini somutlayan belli başlı çizgiler olarak şekillendi. Ne var ki bu politikalarla ciddi ölçüde semiren bu sermaye fraksiyonu bir noktada tıkanmaya başladı, deyim yerindeyse deniz bitti.”[2] Bir kez daha faiz indirme politikasına başvuran rejim, “benden sonra tufan” diyerek kendi sermaye fraksiyonunu rahatlatmak için her türlü zorlamayı sürdürüyor. Faizlerin bir parça düşürülmesinin rejimi ne ölçüde rahatlatacağı belirsizdir ama köprü, tünel, hastane, havaalanı, baraj vb. projeleri dolar anlaşmalı inşa eden ve üstelik devletin bu projeler için yolcu, hasta veya elektrik alım garantisi verdiği Erdoğancı sermayenin fırlayıp giden dolar nedeniyle ihya olacağı açıktır. Sonuçta emekçiler yoksulluk uçurumunun diplerine doğru yuvarlanırken, sermaye sınıfının üzerinde oturduğu zenginlik dağı yükseldikçe yükseliyor. Özetle, sayısız toplumsal sorun birikip çözümsüz kalırken, rejim her alanda ülke için tam bir yıkım kaynağına dönüşmüş durumda. Dolayısıyla rejimin ve Türkiye’nin bugünkü durumunun uzun süre aynı şekilde sürdürülemeyeceği açıktır.

Nüfusunun yüzde 90’ından fazlasının artık kentlerde yaşadığı, 10 milyona dayanan işsizlerin önemli bir kısmını üniversite mezunlarının oluşturduğu, toplumsal ihtiyaçların çeşitlenip arttığı bir çağda yoksullaşmanın giderek daha fazla derinleştiği, gelecek kaygısının artıp depresif bir sonuç doğurduğu, buna baskı ve kültürel çölleşmenin eşlik ettiği bir durumu Türkiye toplumu ilk kez yaşıyor. Toplumda biriken değişim arzusu, hoşnutsuzluk ve öfke çeşitli kanallardan kendini dışa vuruyor. Ne var ki bu değişim arzusu ve öfke rejime veya kapitalist düzenin yarattığı sorunlara karşı bir toplumsal mücadeleye dönüşmüş değildir ve kendiliğinden dönüşeceği de beklenmemelidir. Bunda, 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle açılan süreçte emekçi kitlelerin itildiği örgütsüzlük kadar Türkiye’nin Asyatik arka planının özgünlükleri de rol oynamaktadır. Bu durum, toplumsal mücadele açısından neyin önemli ve acil bir ihtiyaç olduğunu, sınıf devrimcilerinin nereye odaklanması gerektiğini de gözler önüne seriyor. 

22 Ekim 2021


[1] Utku Kızılok, Orman Yangınları Rejimin İflasının Göstergesidir

[2] Levent Toprak, Rejim Yalpalıyor ve Saldırıyor, marksist.com

İlgili yazılar