Bilindiği gibi 2025 yılı, iktidar tarafından “aile yılı” ilan edildi. Tanıtım toplantısında konuşan Erdoğan, gençlerin erken yaşta evlenmesini ve evli çiftlerin en az üç çocuk yapmasını istedi; bu doğrultuda çeşitli “müjde” paketleri açıkladı. Bu paketlerden biri, 18 ila 29 yaş arasındaki gençlere yönelik iki yıl geri ödemesiz, 48 ay vadeli ve faizsiz 150 bin lira tutarındaki evlilik kredisiydi. Ayrıca doğum ve çocuk yardımları kapsamında, 1 Ocak 2025’ten sonra gerçekleşen ilk doğumda tek seferlik 5 bin lira, ikinci çocuk için beş yaşına kadar aylık 1500 lira, üçüncü çocuk ve sonrası içinse yine beş yaşına kadar aylık 5 bin lira nakdi yardım verilecek. Ancak yüksek enflasyonun reel ücretleri erittiği ve yoksulluğun derinleştiği bir ortamda, iktidarın bayram harçlığı kabilinden bu yardım vaadi aile kurumuna ne denli sevdalı olduğunu bir kez daha gösterdi! Totaliter rejimin anti-demokratik ve gerici siyasetiyle birleşen yoksulluk emekçileri nefessiz bırakırken, bu anlamsız destek paketleri, geleceksizlik girdabında savrulan milyonlarca genci yalnızca öfkelendirmiştir.
Evlilik yaşının yükselmesi, evlenme oranlarının düşmesi, hiç evlenmeme eğiliminin artması, doğum oranlarının azalması ve boşanmalardaki artış, toplumsal mühendisliğe girişen rejimin gündeminden düşmüyor. Kapitalist gelişme sürecinde büyük ölçüde (%93) kentleşen Türkiye toplumu, çok yönlü bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşümün en çarpıcı boyutlarından biri, kadınların geleneksel rollerini terk ederek toplumsal yaşama daha aktif biçimde katılmalarıdır. Kentleşen, modernleşen ve işçileşen kadın, aile içindeki şiddet ve çatışmalara rağmen, bir birey olarak kendini kabul ettirme, baskıdan kurtulma ve özgürleşme adımları atmaktadır. Ancak bu toplumsal değişim rejimi rahatsız etmektedir. Zira modern ilişkiler ağı içinde dönüşen kadının, erkekle eşit haklara sahip olduğunun bilincine varması ve bir birey olarak tanınması, mevcut toplumsal sınırları sarsmaktadır. Bu durum daha fazla hak arayışına ve özgürleşme mücadelesine kapı aralayabilir. Kadının eski pasif konumundan çıkması, ataerkil ilişkiler ağını kullanarak siyasal alandaki etkisini pekiştiren rejimin işine gelmemektedir. Kapitalist toplumda bugünkü aile kurumu, burjuva ideolojisinin yeniden üretildiği temel toplumsal çekirdek, en önemli kültürel kap ve taşıyıcı konumundadır. Dünya genelinde burjuvazi, toplumsal dönüşümler sonucu bu ideolojik-kültürel yapının işlevsizleşmesinden endişe etmektedir. Bütün sağ akımların, faşist hareketlerin ve kadın düşmanı Trump gibi siyasetçilerin bile aileyi “kutsal” ilan etmesinin nedeni budur.
Rejim açısından makbul kadın profili, “fıtratına uygun” biçimde kutsal annelik görevini yerine getiren, kocasının ve düzenin taleplerine boyun eğen kadındır. Nitekim rejimin arzuladığı erkek egemen ve sömürü düzeniyle uyumlu geleneksel aile yapısını korumak ve güçlendirmek amacıyla birçok bakanlık seferber edilmiştir. Doğurganlık oranlarındaki düşüşü bir “milli güvenlik sorunu” olarak gören iktidar, bu durumu sömürü düzeninin bekası için bir tehdit olarak tanımlamaktadır. Bu doğrultuda çözümler üretmek üzere özel kurumlar bile oluşturdu. Örneğin 25 Aralık 2024 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde “Nüfus Politikaları Kurulu” ve “Aile Enstitüsü” kuruldu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın başkanlığındaki bu kurul sekiz bakanın yanı sıra TÜİK, Diyanet İşleri Başkanlığı, İletişim Başkanlığı ile Strateji ve Bütçe Başkanlığı temsilcilerinden oluşmaktadır.
Aradan geçen beş aylık sürede kayda değer bir gelişme yaşanmaması ve “Aile Yılı” kapsamında belirlenen hedeflere ulaşılmasının pek mümkün görünmemesi üzerine Erdoğan, “Aile ve nüfus, bir yıla sığdırılacak kadar dar bir gündem değildir” dedi. İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Aile Forumunda konuşan Erdoğan, 2026-2035 yılları arasını “Aile ve Nüfus 10 Yılı” olarak ilan etti. Türkiye’nin 2024 yılına ait doğurganlık hızının 1,48’e gerilemesini “felaket” olarak nitelendirirken, tıbbi zorunluluk harici kürtajı bir kez daha “cinayet” olarak tanımladı. Erdoğan, daha önce “Sezaryen Türkiye’ye karşı bir komplodur” demişti. Doğum hızının düşmesinin sebebinin ise “ekonomik zorluklardan ziyade, popüler kültürün konforu, tüketimi ve nefsi hevesleri yücelten telkinleri” olduğunu ileri sürdü.
Rejim temsilcilerine göre, “ailenin güçlendirilmesi” projesi kapsamında atılan her adım “Güçlü Toplum, Güçlü Türkiye” hedefi içindir. Ancak bu toplumun sınıflardan oluştuğunu ve AKP’nin de bir sermaye partisi olduğunu nedense hiç dile getirmiyorlar. Oysa “Güçlü Toplum” ve “Güçlü Türkiye” söyleminden kastedilen, sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmiş genç işçi ordularının üretilmesidir. Nüfusun yaşlanması ve ucuz, genç işgücünün azalması onlar için esas kaygı konusudur. Rejimin işçi sınıfının sorunlarına en küçük bir duyarlılık göstermediği ise ayan beyan ortadadır. Açık ki sınıfların ve sömürünün olduğu toplum bir bütün değildir ve güçlenemez de.
Ülkede her ay ortalama 150 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. Her geçen gün daha fazla genç ve çocuk işçi bu vahim tabloya ekleniyor. Kadın cinayetleri ve şüpheli kadın ölümleri durmaksızın sürüyor.[1] Küçük çocuklar cinsel saldırıya uğruyor, katlediliyor. Doğanın talanı korkunç boyutlara ulaşmış durumda; sokak hayvanları toplatılıp sistematik şekilde öldürülüyor. İşsizlik, pandemi döneminin bile üzerine çıkarak 13 milyona dayanmış durumda.[2] Enflasyon, hayat pahalılığı ve yoksullaşma her geçen gün daha da yakıcı hale geliyor. Faşist rejim, baskıda sınır tanımıyor; toplumu nefessiz bırakıyor, gençleri geleceksizlik ve depresyon sarmalına itiyor. Muhalifler tutuklanıyor, cezaevlerine konuluyor. Ekonomik, siyasal ve toplumsal krizler kartopu gibi büyürken, bu gerçeği görmezden gelen iktidar umursamazlıkta ve pervasızlıkta da sınır tanımıyor. Tüm bu koşulları yok sayarak, sanki ülkede güllük gülistanlık koşullar varmış gibi gençlerden evlenmelerini, üstelik de çok sayıda çocuk yapmalarını istiyor.
Türkiye’de çalışanların yaklaşık yüzde 60’ı asgari ücretle ya da çok az üstünde bir gelirle geçinmeye çalışıyor. Asgari ücretin 22 bin lira olduğu, kiraların ise çoğu zaman bu tutarı aştığı bir ülkede ay sonunu getirebilmek büyük bir maharet. Rejim, istediği kadar doğum ve çocuk destek paketleri açıklasın; bu tür önlemler emekçilerin hiçbir yarasına merhem olamaz. İşçi sınıfının kalbi olan İstanbul’da, İstanbul Planlama Ajansının 2025 Mayıs verilerine göre dört kişilik bir ailenin aylık yaşam maliyeti 91 bin 722 liraya ulaşmıştır. Ajansın 2023 Ekim verileri, yeni doğan bir bebek için ailelerin yalnızca bez ve mama masrafı olarak her ay en az 3 bin 400 lira harcaması gerektiğini ortaya koyuyordu. Bebek bezi fiyatlarının bir yılda yüzde 55’ten fazla arttığı düşünüldüğünde, yeni doğan çocuklar için verilen nakdi desteğin bez masrafını bile karşılayamadığı görülür. Üstelik çocuklar büyüdükçe eğitim, sağlık ve giyim gibi temel giderler de hızla artacaktır.
Tek bir kişinin çalışarak bir ailenin tüm yaşam giderlerini karşılaması mümkün değildir. Eşler, gelirlerini az da olsa artırabilmek için gece gündüz demeden fazla mesai yapıyor ve her türlü ağır çalışmaya katlanıyorlar. Bu koşullar altında aile bireyleri birbirini bile göremiyor, anneler çocuklarına doya doya sarılamıyor. Aile bağlarının güçlendirilmesinden söz etmek bir yana, milyonlarca aile dağılma noktasına gelmiştir. Ailenin kutsallığını ve yüceliğini ağızlarından düşürmeyen iktidar sözcüleri, konu ailelerin en temel geçim araçlarının karşılamasını sağlayacak asgari ücretin hesaplanmasına geldiğinde sahtekârca hareket ediyorlar. Asgari ücret, TÜİK’in sahte enflasyon rakamlarına ve üstelik de tek bir kişinin temel yaşam giderlerine göre hesaplanmaktadır. Asgari ücret, dört kişilik bir ailenin açlık sınırının altında kalmıştır. Çiftlerden en az üç çocuk yapmalarını isteyen iktidar, bu çocukların yaşam giderlerini görmezden geliyor ya da doğar doğmaz çalışıp aile bütçesine katkı sunacaklarını varsayıyor. Aileyi gerçekten düşünüyorlarsa, milyonlarca emekçiyi derin bir yoksulluğa mahkûm eden ücret politikasına derhal son versinler! Asgari ücret, dört kişilik bir ailenin temel yaşam giderlerini karşılayacak düzeyde belirlensin!
Çocuklara ilişkin açıklanan veriler, ailelerin neden böylesine karanlık bir dünyaya çocuk getirme konusunda kaygı duyduklarını açıkça ortaya koyuyor. Yetersiz beslenme, derin yoksulluk, çocuk işçiliği ve istismar gibi sorunlar artık vahim bir düzeye ulaşmış durumdadır. 2024 OECD verilerine göre, Türkiye’de 6,5 milyon çocuk aşırı yoksulluk koşullarında yaşıyor. Her beş çocuktan biri yeterli beslenemiyor ve her dört çocuktan biri ise okula aç gidiyor. Sendikalar ile sosyalist parti ve örgütlerin yürüttüğü kampanyalarla gündeme gelen okullarda öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilmesi talebinin, iktidar tarafından karşılanmadığını unutmayalım. Fisa Çocuk Hakları Merkezinin verilerine göre, 2024 yılı içinde en az 78 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını kaybetti. Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneğinin “2024 Yılında Türkiye’de Çocuk Olmak” başlıklı raporuna göre ise yalnızca 2023 yılı içinde 31 binden fazla çocuk istismarı davası açıldı.
Türk Eğitim Derneğinin düşünce kuruluşu TEDMEM’in yayımladığı 2024 Eğitim Değerlendirme Raporuna göre, zorunlu eğitim çağındaki 612 bin 814 çocuk hâlâ okul dışında kalmaktadır. Bu çocukların 73 bini ilkokul (6-9 yaş) ve 86 bini ortaokul (10-13 yaş) çağındadır. Lise düzeyinde ise okul dışında kalan öğrenci sayısı, 2023-2024 eğitim öğretim yılında bir önceki yıla göre yüzde 59,4 artış göstererek 452 bin 672’ye yükseldi. Yalnızca bu yaş grubunda bile her 11 çocuktan biri eğitime erişememektedir.[3] Çocukların okuldan kopmasına ve erken yaşta çalışmaya başlamasına neden olan en temel etken yoksulluktur. Bu tablo, yalnızca bugünün değil, yarının çocukları için de umutsuz bir geleceği ortaya koymaktadır. Çok açık ki hayal kurmanın bile giderek olanaksızlaştığı bir ülkede, yeni doğacak çocukları da aynı karanlık döngü beklemektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu gerici siyasal atmosfer, artan geleceksizlik ve güvencesizlik, psikolojik kaygılar ve çocuk bakım maliyetlerinin yükselmesi gibi ekonomik faktörler, evlenme ve çocuk sahibi olma eğilimini ciddi biçimde aşağı çekiyor. TÜİK’in rakamları da doğum oranlarının düştüğünü, evlenme yaşının yükseldiğini destekliyor. Ortalama ilk evlenme yaşı, her iki cinsiyet için de yükselmektedir; 2024 yılı itibarıyla erkeklerde 28,3, kadınlarda ise 25,8 olarak kaydedilmiştir. Türkiye’nin nüfus artış hızı 1960’ta yüzde 2,4 iken, 2010’da yüzde 1,4’e, 2022’de yüzde 1’in altına düşmüş, 2023 yılı sonunda ise yüzde 0,11 olarak ölçülmüştür. Bu keskin düşüş özellikle Türkiye ekonomisinin yavaşlama eğilimine girdiği 2009 yılı sonrasında hızlanmıştır. Nüfus başına bir kadının yaşamı boyunca dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısını ifade eden doğurganlık hızı 2024 yılında 1,48’e gerileyerek, Türkiye nüfusunun kendini yenileme eşiğinin (2,10) altında kalmıştır.
Yukarıdaki veriler, doğurganlık oranlarındaki düşüşün nedeninin iktidarın iddia ettiği gibi popüler kültürün sağladığı konfor değil, büyüyen ekonomik ve toplumsal sorunlardır. Kapitalist sömürü düzeni dünyamızı cehenneme dönüştürürken; yoksullaşma, savaş, iklim krizi ve geleceğe dair kaygılar emekçi sınıfları derinden etkilemektedir. Lakin egemenler, yarattıkları dünyaya bakmak yerine popüler kültürü şeytanlaştırıp hedefe koyuyor ve dikkatleri başka yöne çekmeye çalışıyorlar.
Sağlık Bakanlığı, çocuk yapma kapasitesini sınırladığı gerekçesiyle sezaryen doğumları ve kürtajı yasaklamanın ya da olabildiğince sınırlandırmanın yollarını aramaktadır. Resmi Gazetede 19 Nisanda yayımlanan yeni yönetmeliğe göre, tıp merkezlerinde planlı sezaryen doğumlar artık yapılamayacak. Bu düzenleme, sezaryen doğumun sınırlandırılmasına yönelik ilk adımdır ve ilerleyen süreçte diğer hastaneleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi muhtemeldir. Kadınların kaç çocuk doğuracağına ve nasıl doğum yapacağına kadar yaşamın her alanına müdahale edenler, bunu meşrulaştırmak adına futbolculara “Doğal olan normal doğumdur” pankartı taşıttıracak kadar ileri gittiler.
Sezaryen doğum oranlarının yüksek olduğu doğrudur ancak bu durumun çok sayıda toplumsal ve tıbbi gerekçesi vardır. Tıbbın yeterince gelişmediği geçmiş dönemlerde, vajinal doğum sırasında çok sayıda kadın hayatını kaybetmekteydi. Sezaryen doğumun yaygınlaşmasıyla birlikte, doğum sırasında anne ölümleri geçmişe nazaran önemli ölçüde azalmıştır.
Öte yandan kentleşme, işçileşme, kadınların daha fazla emek sürecine katılması, uzun ve ağır çalışma saatleri ile hareketsiz yaşam tarzı, kadın bedeninin doğuma dair fizyolojik esnekliğini azaltmaktadır. Ancak sezaryen oranlarının yükselmesinin en önemli nedenlerinden biri, sağlığı ticarileştiren, özel hastaneleri teşvik eden neoliberal sağlık politikalarıdır. AKP iktidarı altında önleri açılan ve tam anlamıyla ticarethaneye dönüşen özel hastaneler, daha fazla kâr elde etmek için tıbben gereksiz durumlarda bile sezaryenle doğumu tercih etmektedir. Bu durum iktidar başta olmak üzere herkes tarafından bilinmektedir. Yeni doğan bebek çetelerinin peyda olduğu, para için minicik bebeklerin canına kıyıldığı bir ülkede, sezaryen ile doğumun artmasında şaşılacak bir durum olmasa gerek! Bu koşullarda, rejim sözcülerinin vajinal doğumu “normal ve fıtrata uygun” olarak yüceltmeleri, buna karşılık sezaryen doğumu adeta bir suç gibi sunmaları yeni sorunların önünü açıyor. Rejim, tıbben zorunlu hâllerde sezaryene başvuran kadınları psikolojik baskı altına almakta ve sağlık çalışanlarının doğru karar almasını zorlaştırmaktadır.
“Sezaryen bir doğum şekli değildir” sözleriyle bilimsel gerçekleri yok sayan Sağlık Bakanı, “Eğer çocuğunuz yoksa aile olamıyorsunuz, sadece karı koca oluyorsunuz” diyecek kadar zıvanadan çıkmıştır. Bu açıklama, çok istemelerine ve tıbbi tedavilere rağmen çocuk sahibi olamayan binlerce çift için baskı, toplum nezdinde değersizleşme ve “yetersiz görülme” anlamına gelmiyor mu? Rejim sözcüleri, bu kez de aile kavramını değiştirmeye, kendi ideolojik anlayışları doğrultusunda yeniden tanımlamaya çalışıyorlar. Her fırsatta kendilerine makbul gelen kadın ve aile tiplerini öne sürerek dışlayıcı, baskıcı ve gerici zihniyetlerini açığa vuruyorlar.
Daha 2007 yılında, dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ “Artık aile planlaması dönemi kapanmıştır, bizim için önemli olan üreme sağlığıdır” diyerek iktidarın yaklaşımındaki değişimi ortaya koymuştu. 2012 yılında ise Erdoğan’ın “kürtaj cinayettir” açıklamasının ardından, yasalarla açık bir yasak getirilmemiş olsa da toplumda bir yasak algısı yaratılmış ve kamu hastanelerinde kürtaj uygulamaları fiilen sona erdirilmiştir. Bu süreçle birlikte kamusal alanda doğum kontrol yöntemlerine erişim önemli ölçüde sınırlandırılmış, kadınların ücretsiz korunma yöntemlerine ulaşma hakkı neredeyse ortadan kaldırılmıştır. Aile sağlığı ve planlaması alanında yaşanan bu sistematik gerileme göz önüne alındığında, “Aile Yılı” kapsamında kürtaja yönelik yeni adımların resmi bir yasaklamaya kadar ilerletilmesi hiç de ihtimal dışı değildir. Bu gerici politikaları, her zaman olduğu gibi bugün de emekçi kadınlar toplumsal mücadelede ön saflarda yer alarak durdurabilir.
“Aile Yılı” ilanıyla birlikte, aile yaşamına uyumlu yeni çalışma biçimlerinin hayata geçirileceği müjdesi verilmişti. Aile Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, “Aile üyelerinin çalışma hayatının kolaylaştırılmasını, esnek ve uzaktan çalışma modelini ve mahalle odaklı kreş sistemini hayata geçirmek için adımlar atıyoruz. Aile dostu işyeri standartları geliştirmeyi hedefliyoruz” açıklamasında bulunmuştu. Aklımızla alay eden bu sözlerle kadın emeğini daha da değersizleştiren bir sürecin üzeri örtülmek isteniyor. Esnek ve uzaktan çalışma modeli, kadın emeğinin daha da ucuz hale getirilmesi demektir, güvencesiz çalışma demektir. Kadının evden çalışması nefes almadan hem çocuklarının bakımını sırtlanması ve ev işlerinin altında ezilmesi hem de patronun sınırsızca sömürüsüne açık hâle gelmesi demektir. Kadının çalışma yaşamı ile aile yaşamının iç içe geçirilmesi; dinlenmeden, durmaksızın çalışması ve fiziksel-psikolojik olarak tükenmesi anlamına gelir. Eve kapanması, yalnızlaşması, sosyal hayattan kopması demektir. Örgütlülüğün, sendikalı çalışmanın ağır bir darbe alması demektir.
“Aile ve iş yaşamının uyumu” söylemi, kapitalist sömürü düzeninde kulağa hoş gelen bir masaldan başka bir şey değildir. Zira sermayenin dini, imanı daha fazla kâr elde etmektir. İktidar, sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırarak dikensiz bir gül bahçesi yaratmış, kadınıyla erkeğiyle işçilerin dizginsiz sömürüsünün koşullarını yaratmıştır. Aile kurumunu dinamitleyenler, uzun, yoğun ve tüketici çalışma koşullarını egemen kılanlardır. Anne olmayı düşünen kadın işçilerin karşı karşıya kaldıkları sorunlar, baskı ve haksız uygulamalar, kapitalist sömürü düzeninin aileyi zerrece umursamadığını ve aslında ailenin düşmanı olduğunu gözler önüne seriyor. Örneğin birçok fabrikada kadın işçiler işten atılma korkusuyla hamile olduklarını uzun süre gizlemek zorunda kalıyorlar. Bazı işyerlerinde, izin dönüşlerine göre sistemli bir şekilde sırayla hamile kalmaları isteniyor. Kadın işçiler, hamilelik ve annelik gerekçesiyle işten ayrılma, haklı fesihte bulunma ve tazminat alma hakkına sahip değiller. Buna karşılık patronlar, kadın işçileri doğum veya emzirme izinleri nedeniyle “verimsiz” bularak keyfi gerekçelerle işten çıkarabilmektedir. Çünkü patronlar, hamile işçileri diledikleri bölümde sınırsızca sömürerek tam performans alamadıklarını düşünüyorlar. Bu tablo, “kutsal aile”yi yücelten düzenin ve onun sözcülerinin nasıl sahtekâr ve ikiyüzlü olduğunun ifadesidir.
Aile Bakanının sözünü ettiği “mahalle odaklı kreş sistemi” ise başka bir garabettir. Bu öneri, çocukların güvencesiz ve sağlıksız ortamlarda büyütülmesi anlamına gelmektedir. Oysa bakanlığın asli görevi, hâlihazırda var olan bir hakkı, 150’den fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde kreş açma zorunluluğunu denetlemek ve etkin şekilde uygulanmasını sağlamaktır. Ne var ki yasal olarak bu zorunluluğa sahip olan birçok işyeri, komik ve caydırıcılıktan uzak para cezalarını ödeyerek yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar. Kreş açmazken, emzirme odası dahi bulundurmuyorlar. Kadın işçilere tanınan, doğumdan önce sekiz ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam 16 haftalık doğum izni ise hem fizyolojik hem psikolojik açıdan yetersizdir ve mutlaka uzatılmalıdır. Emzirme ve ücretsiz izin hakları, patronların uyguladığı baskı yüzünden çoğu zaman kullanılamamaktadır. Öte yandan, diğer ebeveyn olan babaya da anlamlı ve uzun süreli doğum izni tanınması gerekiyor. Bu, toplumsal cinsiyet eşitliğinin de bir gereğidir.
Sömürü düzeninde aile kurumu, bireylerin yaşamında egemen ideolojinin ve kültürel ilişkilerin yeniden üretildiği temel ideolojik bir yapı olarak işlev görmektedir. Aileyi kutsayan egemenlerin amacı işçi veya yoksul ailelerinin mutluluğu değildir. Amaç, geçmişten günümüze sürüp gelen “kutsal aile” söylemini kullanarak mevcut iktidar ilişkilerini meşrulaştırmak ve sürdürmektir. Aileyi perişan eden politikaları uygulayan, ailenin paramparça olmasına yol açan sömürü koşullarını ağırlaştıran ama aynı zamanda gece gündüz “kutsal aile”den söz ederek halkın inanç ve değerlerini sömüren yine onlardır!
Kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu aile yapısına, özellikle faşist hareket ve rejimler özel bir önem atfederler. Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası gibi tarihsel örneklerde görüldüğü üzere, geleneksel ve otoriter aile yapısını korumak ve güçlendirmek için özel politikalar geliştirilmiştir. Örneğin Nazi Almanyası’nda nüfus artışını teşvik etmek amacıyla kadınlara çocuk sayısına göre madalyalar veriliyordu. Bu madalyalar, gamalı haç ve Hitler’in imzası işlenmiş sembollerle süsleniyordu. Dört ila beş çocuk doğuranlara bronz, altı veya yedi çocuk doğuranlara gümüş, sekiz ya da daha fazla çocuk doğuranlara ise altın madalya veriliyordu. Mussolini İtalyası da benzer biçimde aileyi büyütmeye ve geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirmeye dönük politikalar yürürlüğe sokmuştu. Faşizm; aile kavramını, anne ve çocuk ilişkisini kendi kötücül ideolojisi temelinde dönüştürerek kullanıyordu. Buna göre kadın aile bağının çekirdeği, anne çocuğun yurdu, aile ise “küçük çapta bir millet”ti.
Türkiye’deki faşist rejim de ideolojik fabrika olarak kullanılan otoriter aile yapısına büyük ihtiyaç duymaktadır. AKP’nin kadın-erkek ilişkilerine müdahale ederek “boşanmaları azaltma”, “aileyi koruma” adı altında toplumsal yaşamı kendi amaçları doğrultusunda şekillendirme çabası, faşist ideolojilerin aileyi koruma takıntısıyla birebir örtüşmektedir. Çünkü faşist ya da otoriter rejimler için ailedeki baskının kırılması, kadınların ve gençlerin toplumsal baskıyı aşarak kendi haklarının farkına varması ve birey olarak görünür hâle gelmesi ciddi bir tehdit anlamına gelir. İşte bu yüzden kadının dönüşmesine, modernleşmesine, sosyal hayata katılmasına, birey olarak varlık göstermesine ve kendi yaşamına ilişkin kararları erkekten bağımsız biçimde alma hakkına tahammül edemiyorlar. Kadının erkeğe bağımlı kalmasını, eve kapanmasını ve geleneksel rollerine mahkûm edilmesini hedefliyorlar.
Faşist rejimlerin ihtiyaç duyduğu aile modeli, eşit haklara sahip bireylerin karşılıklı saygı ve sevgi içinde yaşadığı bir yapı değildir. Onların idealindeki aile, erkeğin “reis”, kadının ise yalnızca “anne” rolüne indirgenerek itaatkâr nesillerin üretildiği geleneksel otoriter/baskıcı yapıdır. Bu tür bir ailede sadece çocuk yetiştirilmez, aynı zamanda rejimin bekası için gerekli olan faşist ideoloji ve toplumsal davranış kalıpları yeniden üretilir. “Çocuklar küçüklükten itibaren itaatkâr, otorite karşısında uslu, terbiyeli, düzenin istediği ahlâk yapısına uygun bir şekilde yetiştirilsin istenir. Böylece gençlik dönemlerinde haksızlıklara karşı isyan etmemesi öğretilmiş olur. Artık kişi otoriter düzene uyumlu, yokluk ve aşağılanmaya karşın her türlü ezilmişliği sineye çeken bir «kul» haline getirilir. Otoriter devlet, her ailede babayı kendi temsilcisi sayar, böylelikle aile en değerli iktidar aracı olur.”[4] Böyle bir rejimde kadın yalnızca doğurganlığıyla tanımlanır, birey olarak yok sayılır. Annelik yüceltilir, idealize edilir ama gerçekte değersizleştirilir. Kadınların annelikle birlikte karşılaştıkları ekonomik, psikolojik ve duygusal zorluklarla ilgilenilmez. Onlar çocuk bakımı ve ev işleri gibi görünmeyen, son derece tüketici işlerle boğuşurken, başlarını kaldırıp dünyada olup biteni sorgulamamaları istenir.
“Elbette kadınlar bu geri zihniyete ve politikalara karşı çıkıyor, mücadele ediyorlar. Kadınlar geçmişe nazaran çok daha büyük oranda kentlerde yaşıyor, iş yaşamına katılıyor, «biz de varız» diyerek toplumsal yaşamın her alanında yerlerini alıyorlar. «Eşit olmak ve saygı görmek istiyoruz» diyen kadınlar, geleneksel kalıplara hapsedilemeyeceklerini ve tarihin tekerleğinin geri döndürülemeyeceğini meydanlara çıkarak, haklarına sahip çıkarak her geçen gün daha fazla gösteriyorlar.”[5]
—
[1] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2022’de 334, 2023’te 315, 2024’te de 394 kadın cinayeti gerçekleşti.
[2] DİSK-AR’ın TÜİK verilerinden yararlanarak hazırladığı “İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu (Nisan 2025)”na göre, mevsim etkisinden arındırılmış geniş tanımlı işsiz sayısı Nisan 2025’te 12 milyon 996 bin kişiye ulaşarak 13 milyon sınırına dayandı.
[3] https://www.isigmeclisi.org/21260-ovunun-buyukler-600-bini-askin-cocuk-egitim-disinda
[4] Gülhan Dildar, Faşizm ve Kitle Psikolojisi, https://gelecekbizim.net/fasizm-ve-kitle-psikolojisi/
[5] https://gelecekbizim.net/kadina-siddeti-ve-erkek-egemen-zihniyeti-doguran-kapitalizmdir/
8 Mart: Direncin, Umudun ve Kararlılıkla Değiştirmenin Tarihi