Proleter Devrimin Şafağı: Paris Komünü
Utku Kızılok, 1 Mart 2007

Bundan 136 yıl önce Paris Komüncüleri şöyle haykırıyorlardı: Yaşasın toplumsal devrim! 18 Mart 1871’de Parisli işçiler ayaklanarak bir kent ölçeğinde de olsa siyasal iktidarı ele geçirdiler ve tarihin sayfalarına unutulmayacak bir iz bıraktılar. Sadece 72 gün yaşayabilen Paris Komünü, işçi sınıfının iktidar biçiminin somutlaşmasıydı. Engels’in ifadesiyle o bir proletarya diktatörlüğüydü. Komün ortaya koyduğu eserle dünya işçi hareketine damgasını bastı. Marx’ın da vurguladığı gibi, Komünün en büyük önemi onun varlığı ve etkinliğiydi. Komünün varlığında somutlanan devrimci ilkeler bugün de, neredeyse tüm yönleriyle önemini koruyor.

Komüne giden yol

Marx, Komünü önceleyen elli yıl içinde Paris’te patlak veren devrimlerin veya devrimci kalkışmaların hemen hepsinin proleter bir öz taşıdığını belirtir. Bu kalkışmalarda büyük bedeller ödeyen işçi sınıfı her seferinde devrim sahnesine kendi istemleriyle çıkmıştı. Şubat 1848 devrimi de proleter bir öz taşıyordu. İşçi sınıfı burjuva cumhuriyetçilerin karşısına toplumsal devrim ve toplumsal cumhuriyet bayrağıyla çıkmıştı. İşçi sınıfı, 1848 Haziran barikatlarında büyük bedeller ödedi. Bir hafta süren savaşta binlerce işçi hunharca katledildi. Haziran savaşında eşi benzeri olmayan bir kıyım yaşandığına değinen Engels, işçi sınıfı kendi öz çıkarları ve kendi öz istemleriyle ayrı bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıkma cüretinde bulunduğunda, burjuvazinin çılgına döndüğünü ve sınır tanımaz bir yırtıcılıkla öç almaya giriştiğinin altını çizer. Lakin burjuvazinin korkunç kudurganlığına rağmen işçi sınıfı 1871’de yeniden ve bu kez daha güçlü bir şekilde burjuvazinin karşısına dikilmekten geri durmayacaktı.

Burjuvazi Haziran savaşımında işçi sınıfını alt etmiş olmasına rağmen proletaryadan ölümüne korkuyordu. Bu korku öyle bir düzeydeydi ki, 2 Aralık 1851’de Louis Bonaparte’ın önce hükümet darbesi yapması ve bilahare II. İmparatorluğu ilan etmesi karşısında bile burjuvazi kendi cumhuriyetine sahip çıkmadı. Hatta Bonaparte’ı “düzen” getirmesi yönünde teşvik ederek alkışladı. Bonapartist diktatörlük döneminde Fransa küçümsenemeyecek ölçüde sanayileşmiş ve işçi sınıfı da büyümüştü. 1864’le birlikte grevler ülkeyi sarmaya başladı. Aynı yıl Birinci Enternasyonal’in kurulması işçi hareketini daha da ivmelendirecekti.

Bonapartist diktatörlük işçi hareketine karşı şiddetle tepki gösterdi. Bonaparte’a göre kızıl heyuladan kurtulmak elzemdi. Bunun için öncelikle Birinci Enternasyonal’in hemen hemen tüm üyeleri tutuklanarak içeri atıldı. Bu tutuklama işçi hareketine ağır bir darbe vurduysa da imparatorluğu ayakta tutmaya yetmedi. İmparatorluk her yönden sıkışmaya başlamıştı. Burjuvazi artık ihtiyaçlarını karşılayamayan Bonapartist iktidarın son bulmasını ve cumhuriyet ilan edilmesini istiyordu. İşçi-emekçi kitleler burjuvazinin cumhuriyet isteğini, kendi taleplerini de öne sürerek destekliyorlardı. 1869’da yapılan seçimlerde, cumhuriyet talebini dile getiren adaylar oyların yarısına yakınını alacaklardı. Beri yandan Prusya, Bismarck önderliğinde Almanya’nın birliğini zorla sağlamış ve kıta Avrupa’sında Fransa’nın karşısına dikilmeye başlamıştı. İmparatorluk içine düştüğü bu sıkışmışlığı savaşa girerek aşmaya çalıştı. Böylece Fransa 19 Temmuz 1870’te Prusya’ya savaş ilan etti.

Savaştan devrime

Marx, Enternasyonal’in savaşa karşı çağrısında şunları yazıyordu: “Louis Bonaparte’ın Prusya’ya karşı açtığı savaşın gidişi ne olursa olsun, İkinci İmparatorluğun ölüm çanı, Paris’te daha şimdiden çalmış bulunuyor. İmparatorluk, başlamış olduğu gibi, bir parodi ile bitecektir.” Fransa, daha savaş başlar başlamaz ağır kayıplar verdi. 2 Eylülde Sedan’da Fransız orduları tarumar oldular ve Bonaparte dahil 83 bin asker tutsak düştü. Fransa yenilmişti. 4 Eylül 1870’te Bonapartist diktatörlük, Engels’in deyimiyle iskambilden bir şato gibi çöktü ve cumhuriyet ilan edildi. 4 Eylül devrimine öncülük eden yine işçi sınıfıydı ve bir kez daha kendi istemleriyle devrim sahnesine çıkıyordu.

Burjuvazi ise düzeni kurtarma peşindeydi. Eski yasama meclisindeki milletvekillerinden müteşekkil bir “milli savunma hükümeti” kuruldu. Burjuvazi cumhuriyete sahip çıktığını, vatan savunması için orduyla halkın birleşmesi gerektiğini söylüyor ve özellikle kitlelerin ulusal duygularını okşuyordu. Fakat çok geçmeden burjuva hükümet yüzündeki maskeyi indirerek sınıfsal özünü dışa vurdu. Dışişleri Bakanı Jules Favre Fransız burjuvazisi adına konuşarak, kendilerini Prusya’ya karşı değil Paris işçilerine karşı savunmaları gerektiğini itiraf edecekti. Zira 4 Eylülden başlayarak hemen tüm işçi bölgelerinde emekçi kitleler kendi örgütlerini kurmaya ve doğrudan silahlanmaya girişmişlerdi. Marx’ın vurguladığı üzere, silahlı Paris demek, silahlı devrim demekti; Paris’in Prusya’ya karşı kazandığı zafer aynı zamanda Fransız kapitalistlerine karşı kazandığı bir zafer olacaktı.

Parisli işçiler Ulusal Muhafız Birliği içinde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Bunun yanı sıra Paris’in yirmi ilçesinde işçi ve emekçiler bir araya gelmiş ve her ilçe kendi savunma komitesini kurmuştu. Bu komiteler tez zamanda, kendiliğinden, mevcut belediyelerin (komünlerin) yerine geçiyor ve ilçelerde idareyi fiilen ele almaya başlıyordu. İlçe komiteleri daha sonra bir araya gelerek Ulusal Savunma Merkez Komitesini kurdular. Savunma Komitesi 14 Eylül 1870’te yayınladığı bir bildiride, polisin yerini Milli Muhafızın almasını, yüksek görevlilerin seçilmesini ve sorumluluk almasını, gıda maddeleri için eşitlik temeline dayalı bir karne ile dağıtım sisteminin kurulmasını, savunma amacıyla alınmış tüm önlemlerin üzerinde bir halk denetimi kurulmasını ve kendisine yararlı olabilecek her şeye el koyma hakkını istediğini bildiriyordu.

Benzeri gelişmeler Fransa’nın diğer önemli kentlerinde de yaşandı. İşçi kenti Lyon ve Marsilya’da devrimci rüzgârlar esiyordu. Bu iki kentte de Kamu Selâmeti Komiteleri kurulmuş ve belediye (komün) yönetimlerini ele almışlardı. Gerek Lyon gerekse Marsilya’daki yönetimlerde Enternasyonal üyeleri önemli bir yer tutuyordu. Lyon Komününü elinde tutan komite önemli kararlar altına imza attı: yüksek görevliler görevlerinden alınmışlardı; bunlar dahil, adalet ve zabıta görevlileri bundan sonra seçimle göreve gelmeye başlayacaklardı. Komite, devlet ile din işlerinin ayrıldığını, tarikatların kaldırıldığını ve öğretimin laikleştirildiğini bildiriyordu. Emniyet Sandığına bırakılan mallar, karşılıksız sahiplerine geri verilecekti. Benzeri kararların diğer kentlerde de alındığının altını çizmek gerekiyor.

Çok açık ki, Fransa düzeyinde bir devrimci durum söz konusuydu ve işçiler Alman (Prusya) ordularına ve Bismarck’a karşı oldukları kadar “kendi” burjuva hükümetlerine ve onun başı Thiers’e de karşıydılar. Özellikle Paris’e hükmeden burjuvazi değil, fiilen işçi-emekçi kitlelerdi. Fransa’da İç Savaş’a yazdığı önsözde Engels, burjuvazinin artık yönetemediğine dikkat çeker. Paris, Lyon ve Marsilya’daki komitelerin varlığı ve her şeyden önemlisi de Parisli işçilerin Ulusal Muhafız Birliğinde silahlanması, düpedüz burjuva hükümetin karşısında bir başka iktidar odağının varlığına işaret ediyordu. Ancak ne yazık ki, ulusal düzeyde mücadeleyi birleştirecek ve kapitalist düzenin temellerine yönlendirecek bir öncü parti yoktu. Her kentteki devrimciler kendi başlarının çaresine bakıyorlardı. Nitekim Lyon ve Marsilya’daki komiteler belediye yönetimini uzun süre ellerinde tutamadılar ve geri çekildiler. Paris’teki devrimci güçler ise, ellerinde tuttukları gücün yeterince farkında değillerdi. Fakat 28 Ocakta hükümetin Prusya’yla ateşkes istemesi ve Paris’i Prusya’ya teslim etmeyi kabul etmesi durumu değiştirdi. Ulusal Muhafız, hükümetin bu isteklerine karşı çıktı ve bağımsız hareket etmeye başladı. Durumun kendisi, işçilerin, nasıl bir gücü ellerinde tutuklarını bilince çıkartmalarına yardımcı olmuştu.

24 Şubatta Ulusal Muhafız Birliğinden beş yüz delege bir araya geldi. Amaç, Ulusal Muhafızları bir federasyon çatısı altında örgütlemek ve merkezi bir yönetime kavuşturmaktı. Böylece Paris’in Prusya’ya karşı savunulması merkezi düzeyde yürütülmüş olacaktı. 10 Martta kabul edilen tüzük, aynı işçi ve asker vekilleri sovyetleri gibi bir örgütlenmeyi içeriyordu. Milli Muhafız Genel Kurulu, bölüklerden, alaylardan ve taburlardan gelen delegelerle toplanacak ve bir Merkez Komite seçecekti. 15 Martta 32 üyeli Merkez Komitesi seçimleri yapılmış ve komiteye 21 işçi seçilmişti. Merkez Komiteye seçilenler arasında pek çok Enternasyonal üyesi de vardı. Böylece Paris Komününün mimarı olan Merkez Komite gözlerini dünyaya açmış oluyordu. Komite yayınladığı bildiride monarşi ve her çeşitten sömürücü ve zalimleri istemediğini, önce Fransa cumhuriyetini, sonra da evrensel cumhuriyeti kuracaklarını açıklıyordu.

Paris işçileri göğü fethe çıkıyor

Burjuva hükümet, ani bir baskınla Ulusal Muhafızları silahsızlandırmak, işçi sınıfının kolunu kanadını kırarak onu kesin yenilgiye uğratmak istiyordu. 18 Martta sabaha karşı 10 bin asker, Paris’in tepelerine konuşlandırılmış mitralyözleri ve topları ele geçirmek üzere harekete geçti. Ancak beklenmedik bir direnişle karşılaştılar. Başlangıçta birkaç kadın ve muhafızın direnişi, dalga dalga Paris’e yayıldı ve hemen her yerde barikatlar yükseldi. Saat 11’e doğru burjuva ordusunun başındaki General Lecomte kurşuna diziliyor ve askerler işçilerin safına geçiyordu. Akşama doğru tüm kışlalar, devlet binaları ve Belediye Sarayı ele geçirilecekti. Fakat burjuva hükümet, kesin sonucu beklemeden, öğleden sonra telâşla Paris’ten kaçmıştı bile. Böylece Paris’i fiilen elinde tutan işçi sınıfı onu resmen ele geçirmiş oluyordu: işçi sınıfı artık iktidardaydı.

Merkez Komite yayınladığı bildiride şöyle diyordu: Proletarya, “yönetici sınıfların tükenmişlik ve ihanetleri karşısında kamu işlerinin yönetimini ellerine alarak işleri yoluna koyma zamanının geldiğini anladı. Proletarya kaderini kendi eline almanın ve iktidarı fethederek geleceğinin zaferini sağlamanın kendi kaçınılmaz görevi olduğunu anladı.” Merkez Komite, hemen o gün sıkıyönetimin ve askeri mahkemelerin kaldırıldığını, adli ve siyasi mahkûmların affedildiğini açıkladı. Ayın 26’sında seçimler yapılacak ve Merkez Komite, görevi, seçilen Komün yönetimine devredecekti. Komüne seçilenler ya işçi ya da işçi sınıfının tanınmış temsilcileriydiler. Seçilenlerden yaklaşık 30’u Enternasyonal üyesiydi. Seçilenler arasında burjuvalar ve kralcılar küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı; fakat bu devrim düşmanları daha ilk günden meclisi terk etmek zorunda kaldılar. Komün yönetimi, tüm bakanlıklara komisyonlar atayarak ve tüm devlet idaresini üstlenerek yepyeni bir hükümet, bir işçi hükümeti olarak yükseliyordu.

Ancak Paris iki taraftan da sarılmış durumdaydı. Prusya’nın uzun menzilli topları Paris’e doğru çevrilmişti. Öte yanda ise, Versailles’a kaçan burjuva hükümet vardı. Şimdi Avrupa burjuvazisi için esas mesele Fransa-Almanya savaşı olmaktan çıkmış, işçi sınıfıyla kendisi arasındaki sınıf savaşına dönüşmüştü. Devrimin önce Fransa’ya ve bilahare Avrupa’ya yayılması Avrupa burjuvazisinin pekâlâ sonunu getirebilirdi. Avrupa’nın burjuva gazeteleri Komüne kin kusuyor, küfür ediyorlardı. Komün, kutsal özel mülkiyetin sonunu getiriyor diyerek vaveylayı koparıyorlardı. Tüm Avrupa burjuvazisi, elbette başta da Alman ve Fransız egemen sınıfları, Komün iktidarına karşı kenetleniyorlardı. 21 Martta Versailles’daki meclis kürsüsüne çıkan Thiers, “ne olursa olsun, Paris’e ordu göndermeyeceğim” diyordu. Oysa gerçek bambaşkaydı. Thiers’in elinde, Paris’e gönderebileceği bir ordusu yoktu. Fakat işçi Paris’in üzerine gönderecek bir orduyu toparladığında Thiers farklı konuşacaktı. Versailles’teki burjuva hükümet 10 Mayısta Almanya ile barış anlaşması imzaladı ve esir düşen Bonaparte’ın orduları serbest bırakıldı. Thiers artık farklı konuşuyor, salyalar akıtarak “acımasız olacağım” diyordu.

21 Mayıs günü işçi Paris, tam 130 bin asker tarafından kuşatıldı. Buna karşın Komünün sadece 40 bin savaşçısı vardı ve ne yazık ki ne gerekli silahlara ne de gerekli bir askeri eğitime sahiptiler. Başlayan savaş ayın 28’ine kadar sürdü. Komünarlar inatla ve inanılmaz bir cesaretle direniyorlardı. Parisli kadın, erkek ve çocuklar barikat barikat savaşıyorlardı. Son barikat, Pere Lachaise’in mezarlığındaki mezar taşlarıydı; akşama doğru oradaki çatışma da son bulmuştu. Sekizinci günün sonunda Komünarlar yenildiler. Katliam korkunçtu. Barikatlarda binlerce direnişçi can vermişken, ele geçirilen 17 bin direnişçi günlerce süren kurşuna dizmeyle katledildiler. Direnişçileri tek tek öldürmekle başa çıkamayan burjuva ordusu, mitralyözler kurarak onları yüzerli gruplar halinde kurşuna dizmeye başlamıştı.

Paris sokakları parçalanmış ceset ve kanla kaplıydı. Cesetlerden boşalan kanla Seine nehri kızıla boyandı. Mitralyözlerle taranan direnişçilerin bedenleri –henüz ölmemiş olanlar da dahil– açılan toplu çukurlara atılarak ortadan kaldırıldı. Burjuvazi, modern tarihin ilk toplu katliamı ve mezarlığı üzerinde zafer sarhoşluğu yaşıyordu. 43 bin komünar tutsak alınarak mahzenlere ve zindanlara kapatılmıştı. Binlerce komünar Paris sokaklarında dolaştırılıyor, burjuva ahalinin önünden geçiriliyor ve onların aşağılamalarına maruz bırakılıyordu. Yargılama ve imha işlemleri 1874’e kadar sürdü. Bugün hâlâ kaç bin kişinin öldürüldüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte, en az 30 bin komünarın katledildiği tahmin edilmektedir. Seçmen listesine kayıtlı 90 bin kişinin ortadan kaybolduğu dikkate alınırsa, katliamların ve sürgünlerin gerçek boyutu daha iyi kavranacaktır.

Komün önderlerinin hataları ve devrimci önderliğin önemi

Marx, daha 6 ve 12 Nisan 1871’de Liebknecht ve Kugelmann’a gönderdiği mektuplarda Komün önderlerinin çelişkili ve zikzaklı tutumlarını kıyasıya eleştiriyordu: “Merkez Komite ve daha sonra da Komün, o pis Thiers cücesine düşman güçleri toplama zamanı bıraktılar. Sanki Thiers Paris’i zorla silahsızlandırmaya çalışarak iç savaşı daha önce başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmadılar. İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden hemen sonra Versailles üzerine yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb. daha da zaman isteyen Komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler. Merkez Komite, yerini Komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı.” Gerçekten de, eğer Komün, kafası karışık devrimci önderlerden değil de, ne yaptığını bilen devrimci önderlerden müteşekkil olsaydı, kısa zamanda kitleleri harekete geçirebilir, Lyon ve Marsilya’da başlayan mücadeleyi de Paris’e bağlayabilir, Versailles’ın üzerine yürüyebilir ve tükenmiş burjuvaziyi darmadağın edebilirdi.

Bunun olanakları mevcuttu. Başlangıçta burjuva hükümetin ne ordusu ne de silahı vardı. Fakat Komün önderleri ne yapacaklarını, bir sonraki hedeflerinin ne olması gerektiğini bilmiyorlardı. Marx’ın da dikkat çektiği gibi, başta Merkez Komite olmak üzere Komün önderleri bir meşruiyet peşindeydiler. “Komün anayasal bir meclis değildir; o bir askeri konseydir. Tek amacı zafer; tek silahı güç; tek bir yasası, toplumsal kurtuluşun yasası olmalıdır” diyen Komün önderlerinden Milliere, Varlin ve Lissagaray gibileri ise azınlıktaydı. Komünün meşruiyet arayışı, onu, hiçbir hükmü kalmamış, zavallılaşmış ilçe belediye başkanlarıyla ve burjuva politikacılarla görüşmeye itti. Böylece sözümona yasal kurumlarla görüşerek Komün önderleri, ne kadar yasal olduklarını göstermeye çalışıyorlardı. Bu sözde yasal kurumlarla görüşme ve bunların Versailles ile Paris arasında arabuluculuk yapması Komüne sadece zaman kaybettiriyordu. Komün önderlerinin meşruiyet arayışı ve içine düştükleri “onur” titizliği öyle bir düzeye varmıştı ki, Komün, Fransız Merkez Bankasını elinde tutmasına rağmen, ne onu devletleştirmiş ne de gerekli ölçüde ondan yararlanmıştı. Bunu yapmadığı gibi, bu bankadan Versailles burjuva hükümetine büyük miktarlarda paralar vermişti. Bu paraları asker toplamak için kullanan Thiers, gerekli orduyu toplayınca Paris’in üzerine yürüdü ve yukarıda betimlediğimiz korkunç manzaralar yaşandı.

Komün, bizzat işçi-emekçi kitleler tarafından, onların mücadelesiyle oluşturulmuştu ve onun bu kitlelerin gözündeki meşruiyeti de buradan kaynaklanıyordu. Merkez Komite, yukarıda da vurguladığımız gibi, işçilerden müteşekkil Ulusal Muhafızın seçimleriyle işbaşına gelmişti. Komün, varlığıyla ve hayata geçirdiği kararlarla burjuva demokrasisinden binlerce kat daha demokratikti. Komünde eksik olan şey, meşruiyet ve demokrasi değil, kitlelere önderlik edecek devrimci parti ve hedefe kilitlenmiş devrimci önderlerdi. 1917’nin Rusya’sında güçlü bir merkezi önderlik, her alanda örgütlü, ne yapacağını bilen Bolşevik Parti olduğu için işçi sınıfı muzaffer oldu. 1871’in Paris’inde ise, böyle bir önderlik olmadığı için ve önderlerinin sayısız hatalarından ötürü işçi sınıfı ağır bir yenilgiye uğradı.

Komünün tarihsel önemi

Komün o dönemin Fransa’sında belediye anlamına geliyordu. Daha 1789’dan başlayarak emekçi kitleler, hemen her devrimde veya devrimci kalkışmada kent yönetimini elinde tutan belediyeleri ele geçirmiş ve kendilerinin doğrudan yönetime katıldığı komünler ilan etmişlerdir. Paris Komünü ise, devletten ziyade emekçi kitlelerin, beledi işlevlerin ötesinde, kendi kendilerini yönettiği öz-yönetim organları niteliği taşımaktadır. 4 Eylül 1870’te Paris, Lyon ve Marsilya başta olmak üzere pek çok kentte emekçi kitleler komün talebiyle ayağa kalktılar; Lyon ve Marsilya’da belediye yönetimini ele geçirerek komün ilan ettiler. Fakat bu kent komünleri ile Paris Komünü temelde birbirinden ayrılıyordu. Onların hiçbirisi belediyenin sınırları dışına çıkıp işçi sınıfının siyasal iktidar biçimine, yani proletarya diktatörlüğüne dönüşemediler. Ama Paris Komünü dönüştü ve zaten onu tarihsel kılan da budur.

Fransa’da İç Savaş adlı eserinde Marx, Komünü şöyle değerlendiriyordu: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” Bu işçi hükümeti, daha ilk günden başlayarak burjuva devlet aygıtına saldırdı. Engels’in de altını çizdiği gibi, siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfı eski devlet makinesiyle yönetemezdi ve iktidarını kaybetmemek için derhal burjuva devlet aygıtını kırıp atmalı ve onun yerine kendi iktidar organlarını geçirmeliydi. Komün sürekli ordu ve polisi kaldırdı ve ordunun yerine silahlı işçi milisleri geçirildi. Tüm devlet görevlileri seçimle göreve gelecek, sorumlu olacak ve istendiği zaman geri çağrılabilecekti. Muazzam bir serveti elinde tutan Kilisenin mülkiyeti devletleştirildi. Din ile devlet işleri ayrılıyor, öğretim laikleştiriliyor, zorunlu ve parasız hale getiriliyordu.

Burjuva devlet makinesini kıran Komün, onun yerine kitlelerin yönetime katıldığı doğrudan demokrasi organlarını geçiriyordu. Komünün parlamenter bir sistem olmadığına, hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir örgüt olduğuna değinen Marx, Komünün hayata geçiremediği örgütlenme taslağına da dikkat çekti: “Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisiyle değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya kondu. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir temsilciler meclisi aracıyla yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini göndereceklerdi; temsilciler her an görevden geri alınabilecek ve seçmenlerinin emredici vekaletleriyle bağlı olacaklardı.”

Bu biçimiyle Komün, bürokrasisi, ordusu ve polisi olmayan, tüm görevlilerinin seçimle gelip, derhal geri çağrılabildiği bir yarı-devletti. Böylece Komün, sadece siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının neler yapması ve yapmaması gerektiğini değil, aynı zamanda geçiş döneminin işçi devletinin nasıl olması gerektiğini de ortaya koydu. Marksizmin Işığında adlı eserinde Elif Çağlı, Stalinist bürokratik diktatörlüğün bir işçi devleti olmadığına değinir ve devrimci Marksizmin işçi devleti tanımlamasına işaret eder: “Devrimci Marksizm proletaryanın nihai amacını, sınıfsız, devletsiz, özgür üreticiler toplumuna ulaşmak olarak tarif eder. Ama bu hedefe varabilmek için proletaryanın kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca bir devlete, fakat daha baştan sönmeye yüz tutmuş, yeni tipte bir devlete gereksinimi vardır.” İşte Komün, kapitalizmden komünizme geçiş dönemindeki, daha baştan sönmeye yüz tutmuş işçi devletinin erken doğmuş bir modeliydi. Bundan ötürüdür ki, Marx, “Komün ilkeleri ölümsüzdür ve yok edilemezler; işçi sınıfı kurtuluşunu elde edeceği güne değin bu ilkeler, kendilerini zorla kabul ettirmekten geri kalmayacaklar” demekteydi.

Komün ve savaşa karşı tutum

Komün yalnızca işçi devletinin en temel ilkelerinin neler olması gerektiği hususunda değil, bugünün başlıca sorunlarından biri olan savaş karşısında tutum konusunda da proleter bir perspektif sunmaktadır bizlere. Fransa Prusya’ya savaş ilan etmeden günler önce Enternasyonal’in Fransız üyeleri yayınladıkları bildiride şöyle diyorlardı: “Bir kez daha Avrupa dengesi ve ulusal onur bahanesi ileri sürülerek, siyasal niyetler dünya barışını tehdit ediyor. Fransız, Alman ve İspanyol emekçileri, seslerimiz savaşa karşı bir kınama çığlığı içinde birleşsin!” Almanya işçilerinden ise şu cevap geliyordu: “Fransa işçilerinin bize uzattıkları kardeşçe eli sıkmakla mutluyuz. Uluslararası Emekçiler Derneğinin, bütün ülkelerin işçileri birleşin sloganına bağlı olarak bütün ülkelerin işçilerinin dostlarımız ve bütün ülkelerin despotlarının da düşmanlarımız olduklarını hiçbir zaman unutmayacağız!” Komün’ün sahiplendiği perspektif de bu enternasyonalist perspektif idi.

Bu perspektifle Komün, Paris’i işgal etmeye gelen Almanya’ya karşı Fransız burjuvazisinin peşinden gitmedi; tersine, Alman işgaline karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirdi. 136 yıl önce hayata geçirilen bu proleter perspektif, Ortadoğu’yu cehenneme çeviren ve giderek yayılan emperyalist savaşa karşı nasıl bir tutum alınması gerektiğini de ortaya koymaktadır. Paris Komünü deneyimi, bugün ABD emperyalizminin işgali altındaki Irak işçi sınıfına da yol göstermektedir. Ulusal bağımsızlığını kazanmış egemen bir kapitalist devletin bir başka kapitalist güç tarafından işgal edilmesiyle “ulusal sorun”ların yeniden gündeme gelebileceğini hatırlatan Elif Çağlı, böyle bir durumda işçi sınıfının, burjuva devletin ihyasına ve restorasyonuna destek vermemesi gerektiğini belirtir. “Kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden «ulusal sorun»lar karşısında komünistlerin görevi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır.” (Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yayınları)

Iraklı komünistlerin ve işçi kitlelerinin önünde zorlu bir görev durmaktadır. Iraklı işçi emekçi kitleler elbetteki Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi yükselteceklerdir; lakin bu mücadelenin hedefi eski burjuva Irak devletini ihya etmek olamaz. Komünist perspektif, bir taraftan ulusal duygularla ayağa kalkmış yığınların mücadelesini ABD emperyalizminin işgaline karşı örgütlemek, ama öte taraftan da bu mücadeleyle, işgalci Amerikan güçleriyle birlikte Irak kapitalist sınıfını da söküp atmak olmalıdır.

Paris Komününü, uluslararası bir komünist önderliğin olmadığı ve dünya sosyalist hareketinin pek çok sorunda bilinç bulanıklığı yaşadığı bir süreçte anıyoruz. Dünya komünist hareketinin ideolojik ve politik şekillenmesinde önemli bir yeri olan, mirasıyla 1917 Ekim Devrimine esin veren Paris Komünü, işçi sınıfına bugün de yol göstermeye devam ediyor. Daha baştan itibaren kendi bayrağını dünya cumhuriyetinin bayrağı ilan eden Komün, enternasyonalist bir karakter taşıyordu. Komünün başta gelen sloganı evrensel cumhuriyetti ve saflarında Rus, Alman, İtalyan ve pek çok ulustan devrimci çarpışarak can verdi. Marx’ın yakın dostları Leo Frankel, kadın Komünarların önderi Yelizveta Dimitriyeva ve barikatlarda can veren Komünün generali Jaroslaw Dombrowski bu ünlü yabancı Komün önderlerinden bazılarıydı.

Komün barikatlarındaki son kadın direnişçi kurşuna dizilirken, burjuvaziye meydan okurcasına gülüyordu. Çünkü ne kadar zalim olursa olsun burjuvazinin gücünün dünya işçi sınıfını yolundan döndürmeye yetmeyeceğini biliyordu. Ölüme giderken gülümseyen direnişçi kadın, yepyeni bir dünya uğruna öldüğünü de biliyordu. Komün yepyeni bir çağın habercisi, açlık ve sefaletin olmadığı, sınıfların ve sömürünün son bulduğu özgürlük dolu bir dünyanın başlangıcıydı. İşte bu unutulmaz eser için Marx şöyle yazacaktı: “İşçi Paris, Komün ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak ebediyen yücelecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, onların günahlarını bağışlamaya yetmeyecektir.”

1 Mart 2007

İlgili yazılar