Kürt hareketinin ayrılmaktan yana değil de aynı topraklarda birlikte yaşamaktan yana irade beyan etmesi, son derece değerlidir. Kürt işçiler, Türkiye işçi sınıfının en büyük ve mücadeleci bölüklerinden birini oluşturuyor. Silahların susması ve Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi, Türk ve Kürt işçilerinin sermayeye karşı ortak mücadele zeminini güçlendirecektir.
PKK, 5-7 Mayıs tarihleri arasında 12. kongresini toplayarak örgütsel yapısını feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sona erdirdiğini açıkladı. Böylece rejim blokunun ikinci lideri Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a, Öcalan’ın ise 27 Şubatta PKK’ye yönelttiği “silah bırakma ve örgütün kendini feshetmesi” çağrısı, örgütün söz konusu kararıyla sonuçlandı. Ancak alınan kararın pratikte nasıl ve ne zaman hayata geçirileceği hiçbir şekilde belli değildir. Zira bir asırdır süregelen ve uzun zamandır uluslararası bir boyut kazanmış olan Kürt sorununun çözümüne yönelik hangi somut adımların atılacağına dair ortada net bir yol haritası yok. Yaklaşık yarım yüzyıldır süren silahlı çatışmanın barışla sonuçlanması için köklü demokratik dönüşümlerin hayata geçirilmesi gerekiyor. Kuşku yok ki Kürt sorunu bağlamında barış sorunu ile demokrasi sorunu birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturuyor. Fakat her türlü özgürlüğü ezen, muhalefeti tümden sindirmeye ve seçim mekanizmasını bile ortadan kaldırmaya çalışan rejim, Kürt sorununun çözülmesi için ciddi demokratik adımlar atabilir mi? Sorunun doğası ile rejimin varlığı tezat oluşturuyor. Başta Kürt hareketi olmak üzere çözümden yana tüm kesimlerin zihnini meşgul eden şey, bu açmazın nasıl aşılacağı ve düğümün nasıl çözüleceği konusudur.
Zaten rejimin Kürt sorununu doğrudan adıyla anmak ve gereğini yapmak yerine, Kürt hareketiyle sürdürülen görüşmeleri “terörsüz Türkiye” olarak adlandırması da onun gerçek yaklaşımını ifade ediyor. Şu noktanın altını çizmek gerekir: Rejimi Kürt hareketiyle görüşmelere zorlayan ana etmen iç dinamikler değil, Türkiye’nin de dolaylı şekilde içinde yer aldığı Ortadoğu Savaşının ulaştığı yeni aşamadır.
ABD’nin Mart 2003’te Irak’ı işgal etmesiyle birlikte Ortadoğu, modern çağın en karmaşık savaşının, emperyalist ülkelerin topraklarından uzakta yürütülen ve kendine özgü biçimler kazanan üçüncü emperyalist dünya savaşının merkezine dönüştü. Böylece bir asır önce çözülmeden bırakılan Kürt sorunu, Kürtlerin yaşadığı dört ülkenin sınırlarını aşarak Ortadoğu’nun ana konularından biri haline geldi. Daha da önemlisi Kürtler, yüzyıl öncesinden farklı olarak Ortadoğu’da göz ardı edilemeyecek bir güç konumuna yükseldi. Bu nedenle, bölge yeniden şekillendirilip siyasal dengeler yeniden kurulurken, tüm emperyalist ve kapitalist güçler kendi çıkarları doğrultusunda Kürtleri dikkate aldı, alıyor. Dönemin ve konjonktürün değişmesi, Kürtlerin yeni ittifaklar kurmasına ve tarihsel düzeyde kazanımlar elde etmesine zemin hazırladı. Geleneksel inkâr ve asimilasyon politikasını sürdüren Türkiye egemenleri ise, tüm müdahalelerine rağmen Irak’ta bir Kürt federal bölgesinin kurulmasının ve ardından Suriye’de Rojava’nın fiili özerk bir bölge olarak gelişmesinin önüne geçemedi.
7 Ekim 2023’te Hamas’ın Siyonist İsrail’e karşı başlattığı “Aksa Tufanı” saldırısı, uzun süredir tıkanmış olan Ortadoğu Savaşında ABD, İngiltere ve İsrail blokuna stratejik bir üstünlük kazandırdı. Ancak bu üstünlüğün, bir halkın sistematik biçimde katledilmesi ve tüm yaşam alanlarının moloz yığınına çevrilmesi pahasına elde edildiğini vurgulamak gerekiyor. ABD ve Batı emperyalizminin açık desteğini arkasına alan İsrail, dünyanın gözleri önünde Gazze’de tarihte benzeri görülmemiş bir soykırım uygulamaktadır. İsrail tarafından Lübnan’da Hizbullah’a ağır bir darbe vurulması ve Suriye’de Esad rejiminin düşmesi, Ortadoğu’daki nüfuz mücadelesini bu güçler üzerinden yürüten İran’ın büyük zemin kaybederek gerilemesine ve siyasal dengelerin değişmesine neden oldu. Ukrayna savaşına yoğunlaşan Rusya’nın ABD ile yürüttüğü pazarlık doğrultusunda Esad rejimini terk etmesi, kuşkusuz bu tablonun ortaya çıkmasını belirleyen temel unsurlardan biridir. Özetle, ABD-İngiltere-İsrail bloku, Ortadoğu’da siyasal dengeleri kendi lehine yeniden şekillendirecek koşulları yaratmış bulunuyor. Elbette bu yeni dengenin kalıcı olup olmayacağını, emperyalist hegemonya krizinin nasıl sonuçlanacağı belirleyecek!
Tüm Arap ülkelerinin İbrahim Anlaşmalarıyla İsrail’i resmen tanıdığı, İsrail’in varlığının ve dokunulmazlığının tartışılmaz hale geldiği, İran’ın ise nüfuz mücadelesinde kesin sınırlara hapsedildiği bir Ortadoğu hedefleniyor. Bu yeni düzende İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın ABD hegemonyası altında belirleyici güçler olması öngörülüyor. Ancak ABD’nin Ortadoğu’da görece istikrarlı ve kalıcı bir denge kurabilmesi için, lime lime edilerek parçalanmış olan Suriye’de bir düzen sağlanması ve özellikle Kürt sorununun belirli sınırlar dâhilinde çözülmesi gerekmektedir. Esad rejiminin düşmesinin ardından İsrail tarafından tüm askeri altyapısı çökertilen ve birkaç parçaya bölünmüş olan Suriye, fiilen bir devlet olma vasfını yitirmiştir. ABD ve Batı bloku, iktidarı ele geçirmesini sağladıkları HTŞ lideri Colani’yi (Ahmed eş-Şara) kullanarak Suriye’yi şekillendirmeye çalışıyorlar. İsrail’i tanıyan ve güvenliğini önceleyen, Batı ve Körfez Ülkeleri ekseninde hareket eden, Kürtlerin belirleyici bir güç konumunda olduğu bir Suriye biçimleniyor.
Türkiye egemenleri, on yılı aşkın süredir Kürtlerin Rojava’daki varlığını ve elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmaya çalışıyor. Fakat tüm müdahalelere rağmen, on yıl öncesine göre çok daha fazla güçlenen Kürtler, Suriye’de belirleyici aktörlerden biri haline gelmiştir. ABD, İngiltere ve İsrail bloku bir süredir Türkiye’yi, Suriye’de Kürtlerin özerk statüsünü kabul etmeye, PKK’yi ise silah bırakmaya zorluyor. Esasında mevcut konjonktür her iki taraf üzerinde de yoğun bir baskı oluşturuyor. Yüzyılı aşkın süredir çözülmeyen Kürt sorunu, bugün çok daha ağırlaşmış biçimde Türkiye egemenlerinin önünde durmaktadır. Geleneksel politikalarında ısrar etmeleri durumunda savaşın çok daha yıkıcı boyutlara ulaşacağının onlar da farkındadır. Bu yüzden, Rojava’daki statünün kabul edilmesi, PKK’nin silah bırakması ve içeride Kürt halkının temel taleplerinin karşılanmasına dayanan bir pazarlık yürütülüyor. Ancak burjuva devlet aklının demokratik adımların atılmasına ne ölçüde izin vereceği tartışma konusudur. Bu yeni durum, on yıllardır Kürt sorununun çözülmesine dair en ufak bir adımı bile baltalayan, şovenist devletçi odağın sözcüsü Bahçeli’nin yeni bir rolle sahneye çıkmasını da açıklar.
Kapitalizm, sermaye sınıfının farklı çıkarlara dayalı olarak kıran kırana rekabet ettiği bir sömürü düzenidir. Burjuvazinin iç rekabeti, egemen sınıf içindeki bölünme ve çatışmalar kaçınılmaz biçimde tüm siyasal alana ve devlete yansır. Bugün iktidarda, AKP ve MHP’nin de içinde yer aldığı faşist bir blok var. Bu rejim, Erdoğancı sermaye fraksiyonunun çıkarlarının korunmasını, içerde ve dışarda Kürt halkının demokratik taleplerinin bastırılmasını, Ortadoğu’da ve daha geniş bir bölgede emperyalist bir siyaset yürütülmesini temel alan üç sütun üzerine inşa edildi. Ancak rejim içindeki rekabet ve çekişme hiçbir zaman durmadı. Bugün de Kürt sorunu bağlamında, rejim içinde farklı yaklaşım ve çelişkilerin olduğu sır değil. Zaten çok sayıda iç ve dış faktörün etkilediği bir sorunun çelişkilerden azade olması düşünülemez.
Tarihsel sınırlarına dayanan kapitalizm, hegemonya krizi başta olmak üzere hayatın her alanında ve dünyanın dört bir yanında içinden çıkılmaz krizler üretiyor. Bu nedenle, ülkelerin dünya ekonomisindeki konumuna, toplumsal sorunların büyüklüğüne ve emperyalist hegemonya mücadelesiyle ilişkisine bağlı olarak, hemen her ülkede egemen sınıf içindeki siyasal krizler derinleşiyor. Çünkü kapitalizmin tarihsel sistem krizi nedeniyle, sermayenin kendini kârlı alanlar üzerinden yeniden üretmesi gitgide zorlaşıyor. Bu durum, sermaye grupları arasındaki rekabeti körüklüyor; devlet kaynaklarının ve kârlı yatırım alanlarının paylaşımı gibi konular olağan dönemlere kıyasla çok daha keskin krizler yaratıyor. Türkiye’deki siyasal gelişmeleri ve totaliter rejimi değerlendirirken, bu küresel olgunun daima göz önünde tutulması gerekiyor.
Egemen sınıfın büyük bir kesimi, Kürt sorununda belirli adımların atılmasının zorunlu olduğunu kavrıyor. Fakat bu kesimlerin her biri, sürece kendi sınıfsal ve siyasal çıkarları doğrultusunda yaklaşmaktadır. Erdoğan, hem iktidarını hem de temsil ettiği sermaye fraksiyonunun çıkarlarını güvenceye almak amacıyla, iç ve dış siyasal gelişmeleri bu yönde şekillendirmeye çalışıyor. Bu kapsamda, HTŞ gibi cihatçı yapıları devreye sokarak Rojava’daki Kürt varlığını geriletmek, ABD’yi (özel olarak da Trump’ı) kendi planlarına ikna ederek Ortadoğu’daki etkisini artırmak ve tüm bunları iç siyasette kullanmak istiyor. Bu hedeflerinde bir ilerleme sağladığını söylemek zor olsa da, bu siyaseti terk ettiği de söylenemez. Kürt hareketiyle sürdürülen görüşmelerde AKP kanadının süreci çıkmaza sokacak şekilde hareket etmesinin arkasında bu stratejik hesapların olduğu söylenebilir.
Aynı politik hedefin bir uzantısı olarak, Öcalan ve Kürt hareketiyle görüşmelerin sürdüğü, DEM Partinin rejimle doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınacağının bilindiği bir dönemde 19 Mart operasyonu başlatıldı. Bu operasyonun tek amacı, Erdoğan karşısındaki en güçlü cumhurbaşkanı adayı olan Ekrem İmamoğlu’nu saf dışı bırakmak değildi. Aynı zamanda İBB dâhil birçok belediyeye ve CHP’ye kayyum atanmasının, toplumsal muhalefetin ezilmesinin ve seçimlerin fiilen ortadan kaldırılmasının koşullarının oluşturulması hedefleniyordu. Rejim güçleri, CHP liderliğinin gelişmeleri pasif bir şekilde kabulleneceğini ve bazı protestolar olsa da yaygın bir toplumsal direnişin ortaya çıkmayacağını öngörüyordu. Bu koşullarda Erdoğan yalnızca en güçlü rakibini tasfiye etmekle kalmayacak, aynı zamanda kendi politik planlarını Kürt hareketine dayatmak için baskı ve basınç mekanizmasını çok daha şiddetli şekilde kullanabilecekti. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı.
İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin polis barikatını aşıp geçmesi, toplumda biriken hoşnutsuzluğun gün yüzüne çıkmasına yol açtı. Toplumsal mücadelenin devreye girmesi, siyasal alanı istedikleri gibi şekillendirmek isteyenlerin planlarını kısmen bozdu. Toplumsal tabandan yükselen tepkiyle birlikte CHP, rejime karşı daha dirençli bir politik çizgi izlemeye yöneldi. Erdoğan, İmamoğlu’nun tutuklanması dışında kapsamlı hedeflerine ulaşamadı. Üstelik rejim içindeki çelişki ve sürtüşmeler arttı. Bu durumda Erdoğan, Kürt hareketini tarafsız bir pozisyonda tutmaya fazla ihtiyaç duymaya başladı. Sürüncemede kalan, besbelli ki karşı taraf üzerinde daha fazla baskı kurmak için ertelenen DEM Parti İmralı Heyetiyle Erdoğan görüşmesi bu siyasal atmosferde yapıldı.
Rejim, Kürt hareketiyle yaptığı görüşmeleri de kullanarak muhalefet cephesini bölüp parçalamak için dört bir koldan hareket ediyor. Ancak şu ana kadar DEM Parti ile CHP’nin arasına arzu ettiği mesafeyi koyabilmiş değil. CHP liderliği ve Ekrem İmamoğlu’nun Kürt hareketiyle yürütülen görüşmeleri desteklemeleri ve sorunun demokratik yollarla çözülebileceğini ifade etmeleri, rejimin pek de hoşuna gitmiyor. Şüphe yok ki iktidar olma hesapları yapan CHP liderliği, Kürt sorununu ve Kürt halkını görmezden gelemez. İYİP ve Zafer Partisi gibi faşist odakları ya da Sözcü Gazetesinde temsil edilen dar kafalı ulusalcıları bir kenara bırakırsak, Türkiye egemen sınıfının önemli bir kesimi –özellikle Ortadoğu’da değişen dengelerin etkisiyle– Kürt sorununun inkârı ve şiddet politikalarıyla daha fazla ilerlenemeyeceğini fark ediyor.
Faşist ve ulusalcı Kemalist çevreler başta olmak üzere birçok kesim, rejimin Kürt hareketiyle yürüttüğü görüşmeleri, Erdoğan’ın DEM Partiyi kendi yanına çekerek yeniden seçilmesinin önünü açmaya indirgiyorlar. Kuşku yok ki Erdoğan, Kürt sorunu kapsamındaki görüşmeleri kendi lehine kullanmak, Kürt hareketinin desteğini alarak yeniden seçilmesinin önündeki engelleri sorunsuzca temizlemek istiyor. Ancak bu görüşmeleri uluslararası gelişmelerden koparıp dar bir bağlama sıkıştırmak, süreci yalnızca Erdoğan’ın siyasi hesaplarıyla açıklamak ve “Kürt hareketi muhalefeti satacak” demek manipülasyondur. Süreci tek yönlü argümanlarla açıklayanlar, gerçekte Kürt sorununun çözülmesine ve Kürt halkının demokratik haklarını elde etmesine karşıdırlar. “Ver Öcalan’a Umut Hakkını, al Erdoğan’ın yeniden seçilmesini” basitliğiyle olup bitenler açıklanamaz. On yıllardır barışa özlem duyan bir halkın bununla yetineceğini sanmak, açıkça bu halkı küçümsemektir. Elbette süreç karmaşık ve açmazlarla doludur. Buna işaret edilirken, aynı zamanda Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesini savunan bir politik tutum sergilenmelidir.
Vurguladığımız gibi, doğası gereği demokratikleşmeyi zorunlu kılan Kürt sorununun çözümü ile mevcut rejimin varlığı birbirleriyle çelişmektedir. Nitekim bu rejimin demokratikleşme gibi bir hedefi bulunmadığı için Selahattin Demirtaş dâhil binlerce Kürt tutsak, sosyalistler, Can Atalay ve Osman Kavala gibi isimler halen cezaevinde rehin tutulmaktadır. Zira demokratikleşme yönündeki her adım, bu rejimin zayıflaması anlamına gelmektedir. Açık ki Kürt tutsakların, Öcalan ve Demirtaş gibi isimlerin serbest kaldığı ama İmamoğlu’nun içeride tutulduğu; bir taraftan Kürt sorununda demokratik adımların atıldığı ama öte taraftan rejimin toplumu baskı altına alarak varlığını sürdüğü bir siyasal tablo düşünülemez, böyle bir durum sürdürülemez! Gerçek şu ki Türkiye egemen sınıfı bir kriz yaşamaktadır ve bu krizin nasıl aşılacağı, düğümün nasıl çözüleceği belli değildir.
Bu noktada yeni anayasa tartışmalarına da değinmek gerekiyor. Hem Erdoğan hem de Kürt hareketi yeni bir anayasa yapılması gerektiğini ifade ediyor. Kuşkusuz iki cepheden gündeme getirilen yeni anayasanın içeriği farklı şekilde dolduruluyor. Erdoğan, siyasal olarak sıkıştığı her dönemde yeni anayasa söylemini yeniden gündeme taşıyarak kendisine alan açmaya çalışıyor. Oysa mevcut anayasayı ayakları altında çiğneyen bir rejim ve liderliğinden daha demokratik bir anayasa yapmasını beklemek sadece politik aptallık olur. Erdoğan, 2017’deki anayasa değişikliğiyle rejimini kurumsallaştırmış olmasına rağmen, hâlâ mevcut anayasadaki sınırlamalara takılıyor, sıkışma yaşıyor. Onun tüm amacı bu sıkışmayı aşmak ve rejimi daha fazla tahkim etmektir.
Anayasa tartışmasını gündeme taşıyanlar, “halkın yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacı var” söylemiyle bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu ifadeyi her şeyden soyutlayarak ele aldığımızda, tüm toplumsal kesimlerin çıkarlarını temsil eden bir sözleşmenin yapılacağı izlenimi doğabilir. Fakat toplum bir soyutlama değil; sınıfların ve sınıf mücadelesinin şekillendirdiği dinamik bir gerçekliktir. Sınıflara bölünmüş bir toplumda, burjuvazi ve işçi sınıfından bağımsız, sınıflar üstü, tüm toplum kesimlerini kapsayan ve onların çıkarlarını ifade eden bir anayasa olamaz.
Marx’ın da belirttiği üzere, kapitalist toplumda anayasa ve hukuk sistemi, verili üretim ilişkilerinin yani kapitalist üretim biçiminin ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir yansımasından ibarettir. Anayasa, bu egemenliğin kurumsallaşmış biçimidir ve devletin, toplumun ve sınıf ilişkilerinin burjuva çıkarları temelinde düzenlenmesini sağlar. Egemen sınıf içindeki güç mücadeleleri, dönemsel siyasal ihtiyaçlar ve burjuvazinin çıkarları anayasa metninin içeriğini doğrudan etkiler. Bir burjuva anayasasının hangi ölçüde demokratik olacağı, siyasal hak ve özgürlükler çerçevesinin nasıl çizileceği sayısız faktöre bağlıdır. Esas olarak belirleyici olan, işçi sınıfının örgütlülüğü, sınıf bilincinin düzeyi, sosyalist hareketin siyasal alandaki etkisi ve ezilen halkların mücadelesidir. Bu nedenle meseleyi sınıfsal bir bakışla ele almak büyük önem taşır. Zira birinci yaklaşım emekçi kitleleri pasifizme iter, ikinci anlayış ise anayasanın demokratik sınırlarının güç ilişkileriyle belirlendiğini hatırlatır ve emekçi kitleleri bu doğrultuda mücadeleye çağırır.
Özetle, bir yanda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçim barajını düşürme, yeniden aday olma ve mevcut rejimi tahkim etmek üzere anayasada değişiklik yapma arayışı, diğer yanda ise Kürt halkının meşru ve demokratik istemleri yer almaktadır. Bu durumda sloganımız açık olmalıdır: Erdoğan şahsında somutlanan faşist rejimi sürdürme arayışlarına hayır! Kürt halkının demokratik haklarının tanınmasına, bu hakların yasal ve anayasal güvence altına alınmasına evet!
Kürt sorununun varlığını kabul etmeyen ve Kürt halkının demokratik haklarına karşı çıkan faşist ve ulusalcı çevreler, PKK’nin fesih açıklamasında yer alan Lozan Anlaşması ve 1924 Anayasası vurgusunu, milliyetçiliği ve düşmanlığı körükleyecek şekilde gündeme taşıyorlar. Sosyalist hareketin geniş kesimleri de aynı konuda görüşlerini beyan ediyorlar. TKP ve onun türevi olan sol Kemalistlere göre “Lozan’ın ve 1924 Anayasası’nın referanslarının tartışmaya açılması çok tehlikelidir.”[1] Bu konuda görüş belirten ve itiraz yükselten tüm çevreler açısından, Lozan ve 1924 Anayasası Türkiye’nin kurucu metinleri olup dokunulmazdır! Faşist odaklar ve ulusalcılar bu metinleri kutsal ve dokunulmaz görebilir; ancak kendisini komünist olarak tanımlayanların bir burjuva devletin kurucu metinlerine dokunulmazlık atfetmesi utanç vericidir. Sosyalistler ve komünistler açısından hiçbir burjuva devletin kurucu belgeleri ne kutsaldır ne de dokunulmazdır. Lozan Anlaşmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluş belgelerinden biri olduğu tartışmasızdır. Ancak aynı zamanda, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesine ortak olan Kürtlerin inkârı ve yüz yılı aşkın süredir devam eden Kürt sorununun temelleri, Lozan Anlaşmasına ve 1924 Anayasasına dayanır.
Ulusalcı çevreler, “Lozan Anlaşması sorgulanarak Sevr Anlaşmasına dönülmek ve Türkiye’nin bölünmesi isteniyor” söylemiyle topluma korku pompalıyor. Tarihsel gerçeklik kasıtlı olarak çarpıtılıyor. Gerçek şudur ki, Sevr Anlaşması Kürt halkının haklarını açıkça tanımamış, bu konuyu belirsiz ifadelerle Milletler Cemiyetine havale etmişti. Ayrıca 1917 Ekim Devriminin ardından oluşan yeni uluslararası dengeler nedeniyle, Sevr kısa sürede geçerliliğini yitirdi. Ulusal Mücadelenin Kemalist önderliği, emperyalist güçler karşısında elini güçlendirmek amacıyla Kürt halkını yanına almak, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’ü kaybetmemek için Kürtlere özerklik vaat etmişti.[2] Nitekim Türkiye adına Lozan’da bulunan İsmet İnönü de, Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye bırakılması gerektiğini, Kürtleri kendilerinin temsil ettiğini dile getiriyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir.”[3] Ancak İngiltere’yle yürütülen pazarlıklar sonucunda, Musul ve Kerkük Türkiye sınırları dışında bırakıldı ve Lozan Anlaşması bu şekilde imzalandı. Böylece Kürtlerin yaşadığı topraklar parçalandı.
Kemalist liderlik, Türkiye’nin bugünkü sınırlarını İngiltere’ye kabul ettirirken Musul ve Kerkük konusundaki ısrarından vazgeçti. Bu vilayetlerin Türkiye dışında bırakıldığı ve Kürt coğrafyasının bölündüğü koşullarda, yeni egemenler, Kürt halkının kolayca bastırılıp asimile edilebileceği düşüncesine kapıldı. Zira o dönemin uluslararası koşulları da bu politikanın önünü açıyordu. Sovyetler Birliği’nin sahnede olduğu bir dünyada, kapitalist sistemin bir parçası olan Türkiye’ye nasıl olsa kimse ses çıkartmayacaktı. Nitekim Kürtlere vaat edilen özerklik hayata geçirilmedi ve 1921 Anayasasında yerel yönetimlere tanınan özerklik maddeleri kaldırıldı.[4] Türk kimliğine dayalı bir ulus inşa süreci başlatıldı ve Kürtlerin inkârı ile asimilasyonu temelinde yeni bir siyasal rejim kuruldu. 1924 Anayasası, İttihat ve Terakki’den devralınan Türkçü ulus-devlet anlayışının bir tezahürü oldu.
Lozan’da Kürtler azınlık olarak tanımlanmadı ve fakat anlaşmanın maddeleri, Kürtlerin de dillerini kullanma ve kültürlerini geliştirip yaşatma hakkını da kapsıyordu. Ancak kurulan Bonapartist tek parti diktatörlüğü, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak toplumu mutlak bir denetim altına aldı, işçi sınıfının iliklerine kadar sömürüldüğü bir emek rejimi yarattı, Kürt halkına yönelik sistematik asimilasyon politikalarını devreye soktu. Bu tarihsel gerçekler görülmeden Kürt sorununda demokratik bir çözüm nasıl geliştirilebilir? Kaldı ki bu sorunların tarihsel temellerine işaret etmek, uluslararası alanda Türkiye’nin kuruluşunu belgeleyen Lozan Anlaşmasını geçersiz kılmaz.
Lozan ve 1924 Anayasasına dokunulmazlık atfedenler, bunu laiklik ve cumhuriyet adına yapıyorlar. Oysa Anayasaya laiklik ilkesi ancak 1937’de eklenmiştir.[5] Dolayısıyla ne Lozan ne de 1924 Anayasası, laiklik ve cumhuriyetle özdeşleştirilebilir. Kuşkusuz sosyalistler dinin siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki belirleyici rolüne karşı çıkarak laikliği, yani din ile devlet işlerinin ayrılmasını ve devletin tüm inançlara eşit mesafede durmasını savunurlar. Aynı zamanda, demokratik hak ve özgürlüklerin en geniş biçimde hayata geçirilmesi, bilimsel ve anadilde eğitimin önünün açılması için mücadele ederler. Gerici sınıfların halkı siyasal süreçlerden dışlayarak yönetimin kaynağını tanrıya, krala veya sultana dayandırmasına karşı cumhuriyet ilkesini benimserler. Ancak tüm bu alanlarda işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti ekseninde, burjuvaziye karşı mücadeleyi ilerletme hedefiyle, kendi tarzlarıyla tutum alırlar. Nasıl ki kendinden menkul, sınıflar üstü bir anayasa ve hukuk sistemi yoksa; aynı şekilde sınıflar üstü bir cumhuriyet de yoktur. Bir cumhuriyetin ne kadar demokratik ve özgürlükçü olacağını belirleyen, emekçi kitlelerin mücadelesidir. Unutulmamalıdır ki İran’daki faşist molla rejimi de biçimsel olarak bir cumhuriyettir. İşçi sınıfı, ezilenler, kadınlar, gençler, sosyalistler, Türkler ve Kürtler için gerçek güvence burjuva cumhuriyet değil; kapitalizmin yıkılmasıyla birlikte doğrudan demokrasiye dayalı, sovyet (konsey) tarzı bir cumhuriyettir.[6]
Ulusalcılar hâlâ Kürt sorununu inkâr ederken, sosyalist kimliğiyle öne çıkan sol Kemalist çevreler ise bu sorunu yalnızca bir yoksulluk meselesine indirgemektedirler. Oysa ulusal sorun bir yoksulluk sorunu değil, özünde burjuva demokratik bir sorundur.[7] Yoksulluk, kapitalist sistem içinde kalındıkça asla çözülemez. Oysa ulusal sorun, ulusların kendi kaderini tayin hakkı temelinde burjuva düzen içinde, şu ya da bu biçimde çözülebilir. Lenin’in ifade ettiği gibi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, siyasal bağımsızlık hakkını, ezilen ulusun ezen ulustan serbestçe ayrılma hakkı dâhil demokratik haklarını kullanmayı içerir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihsel hedefi, siyasal bağımsızlık temelinde bir ulus-devlet kurmak olmuştur. Nitekim 20. yüzyıl boyunca pek çok ulusal sorun bu biçimde çözüldü. Ezilen bir halk, ya kendi ulus-devletini kurarak ya da demokratik hakların tanındığı özerk, federal vb. anayasal bir yapı içinde kalarak kaderini tayin edebilir. Burada asıl önemli olan, halkın bu kararı özgürce verebilmesidir. Kuşkusuz genel teorik ilkelerle somut tarihsel koşullar her zaman tam olarak örtüşmeyebilir, örtüşmez de! Bu nedenle tarihte, genel teorik ve ilkesel çerçeveye birebir uyan ulusal çözüm örnekleri sınırlıdır. Ancak 1917 Ekim Devriminin ardından Finlandiya örneğinde olduğu gibi, işçi iktidarı ezilen uluslara özgürce ayrılma hakkını tanımıştır.
Ortadoğu’nun emperyalist paylaşım savaşının ana merkezlerinden biri haline gelmesi; ABD ve Rusya dâhil büyük emperyalist güçlerin yanı sıra, İsrail, Türkiye ve İran gibi bölgesel devletlerin bu çatışmalara doğrudan veya dolaylı olarak katılması, Filistin ve Kürt ulusal sorununu son derece karmaşık bir düzeye taşımaktadır. Türkiye’de siyasal İslamcılardan faşistlere, ulusalcılardan sol Kemalist çizgideki sosyalistlere kadar geniş bir kesim, Kürt halkının demokratik haklarına karşı çıkmakta; bu tutumlarını Kürt hareketinin emperyalist güçlerle uzlaşmalarını gerekçe göstererek meşrulaştırmaktadırlar. Gerçek şu ki kapitalizmin emperyalizm aşamasında, emperyalist güçler arasındaki rekabet tüm alanlara yansımakta ve ulus-devletlerini kurmuş ülkelerin burjuvazisi gibi, ezilen ulusların kurtuluş hareketleri de emperyalist ilişkiler ağının dışında kalamamaktadır. Bu duruma yönelik istisna, Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinde olduğu dönemde görülmüştür. Küba ve Vietnam gibi ülkeler, SSCB ve Çin’in desteğiyle emperyalist sistemin dışına çıkabilmişlerdir. Keza aynı dönemde, gelişen ulusal kurtuluş hareketleri bu güçlerin desteğini almaya çalışıyorlardı ve aslında kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarının esas nedeni de buydu. Ancak SSCB’nin çökmesi ve Çin’in kapitalist dünya sistemine entegre olarak emperyalist bir güce dönüşmesiyle bu dönem kapandı. Günümüzde, özellikle Üçüncü Dünya Savaşının merkezine dönüşen Ortadoğu’da, ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist ve bölgesel kapitalist güçlerle hiçbir uzlaşmaya girmeden mutlak bir bağımsızlık içinde hareket etmelerini beklemek gerçekçi değildir.
Gerçekleşip gerçekleşmemesinden bağımsız olarak, nihai hedefi bir ulus-devlet kurmak olan bir ulusal kurtuluş hareketinden, kapitalizmi hedef alan işçi sınıfının devrimci parti ve örgütlerinin benimsediği ilkeler temelinde hareket etmesini beklemek, bu olmadığında onu “ihanetle” suçlamak kabul edilemez. Henüz bir ulus-devlet kurmamış olsa da, her ulusal kurtuluş hareketi doğası gereği ulus-devlet mantığıyla hareket eder. Emperyalist ya da kapitalist devletlerle aynı rasyonaliteyle, açık ya da örtük ilişkiler kurar ve uzlaşmalara varır. Bu konuda Kürt hareketini eleştirenlerin, Filistin kurtuluş hareketlerinin girdiği ilişki ve uzlaşmalara sessiz kalmaları ilginçtir. Çok açık ki bir ulus-devlet, mesela Türkiye ya da İran emperyalist güçlerle ilişkiye girip uzlaştığında bunu meşru görmek ama bir ulusal kurtuluş hareketi aynı şeyi yapmak istediğinde onu kınamak çifte standarttır. Bu bakış açısı, ezilen ulusa dolaylı biçimde “ezen ulusun boyunduruğu altında kalmaya devam et” demekten başka bir anlam taşımaz. Ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist ve kapitalist devletlerle ilişkisine dair Lenin’in bu konudaki satırları son derece öğreticidir: “Nasıl ki, örneğin Latin ülkelerde olduğu gibi cumhuriyetçi sloganların halkın aldatılması ve mali soygun amacıyla burjuvazi tarafından kullanılması durumları, sosyal-demokratların cumhuriyetçiliklerinden vazgeçmeleri için bir neden olamazsa; aynı şekilde bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.”[8]
Ulusal hareketlerin kimi hususlarda kapitalist devletlerle uzlaşmalarını gerekçe göstererek ya da tarihsel sınırlarına gelen kapitalizm altında demokratikleşme olamayacağını ileri sürerek ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmek, somut siyasal sorunlara sırt çevirmek anlamına gelir. Bu yaklaşım, Lenin’in yıllar boyunca mücadele ettiği şu anlayışın bir tekrarından ibarettir: “Kapitalizm altında ulusal sorun çözülemez; sosyalizmde ise zaten gereksiz hale gelir.” Bu görüşü savunanlar, pratikte Filistin ve Kürt halkına, mücadele etmek yerine oturup beklemelerini tavsiye etmiş oluyorlar. Ezilen ulusların emekçilerine, “ulusal ezilmeyi çok önemsemeyin, asıl sorun sınıfsal sömürüdür” demek, bu halklarla duygudaşlık kurmamak, onlarla dayanışma zeminini yıkmak anlamına gelir. Oysa ezilen bir halkın haklılığı teslim edilmeden ve onunla gerçek bir empati kurulmadan, ezen ve ezilen ulusların işçi sınıfları arasında gerçek ve kalıcı bir mücadele birliği kurulamaz.
Önemle vurgulanması gereken bir nokta da şudur: Komünistlerin ulusların kendi kaderini tayin hakkını ilkesel düzeyde tanımaları, ulusal sorun diye sahneye çıkan her hareketi desteklemeleri anlamına gelmez, gelemez. Tüm sorunlarda olduğu gibi ulusal sorunda da komünistler, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin ilerletilmesi hedefiyle hareket ederler. Keza komünistler, işçi sınıfının ulus-devlet sınırlarıyla parçalanmasına ve bu sınırlar üzerinden bölünmesine ilkesel olarak karşıdır. Bizler Türk, Kürt, Arap, Fars ve diğer halklardan işçilerin birleşik mücadelesini savunuruz. Türk ve Kürt emekçilerin birbirinden koparılmasına, ortak mücadele zeminlerinin yok edilmesine, bu coğrafyadaki işçi sınıfının zayıflatılmasına ve işçi hareketinin parçalanmasına karşı dururuz. Fakat Türk ve Kürt işçilerinin birleşik mücadelesini güçlendirmenin yolu; kendi kaderini tayin hakkı ilkesinden vaz geçmek, Kürt sorununu yok saymak ya da Kürt halkının demokratik haklarını görmezden gelmek değildir. Aksine, bu tür milliyetçi yaklaşımlar Türk işçisinin bilinç düzeyini köreltirken, Kürt işçisinin ulusal kimlik temelli mücadeleye hapsolmasına neden olur.
Kürt hareketinin ayrılmaktan yana değil de aynı topraklarda birlikte yaşamaktan yana irade beyan etmesi, son derece değerlidir. Kürt işçiler, Türkiye işçi sınıfının en büyük ve mücadeleci bölüklerinden birini oluşturuyor. Silahların susması ve Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi, Türk ve Kürt işçilerinin sermayeye karşı ortak mücadele zeminini güçlendirecektir.
Türkiye toplumunun uzun yıllardır milliyetçilikle zehirlendiği, yapay temellerde kutuplaştırıldığı, faşist rejimin milliyetçilikten beslenerek kitle desteği yarattığı unutulmamalıdır. Devlet ve sermaye sınıfı, grevlerden çevre direnişlerine kadar gelişen tüm toplumsal mücadelelerin meşruiyetini zayıflatmak amacıyla “terör” kavramını bir yafta olarak kullanıyor. Rejim, hak ve özgürlükleri bastırırken toplumu terör tehdidiyle korkutup sindirmeyi sistematik bir araca dönüştürmüştür. Muhalif olan herkesi “terörist” olarak yaftalamaktan bir an bile geri durmuyor. Bu kavram içerik bakımından giderek boşalsa da, toplumsal mücadeleleri itibarsızlaştırmak açısından hâlâ en işlevsel araç olmayı sürdürüyor. Eğer gelişmeler “terör” kavramının altındaki toprağın çekilmesiyle sonuçlanırsa, kuşku yok bu toplumsal mücadelelere olumlu yansıyacaktır.
Devrimci Marksistler, insanlığın kapitalist sömürü ve yabancılaşmadan kurtulması hedefiyle, siyasal ve toplumsal gelişmelere işçi sınıfının birliği, halkların eşitliği ve kardeşliği temelinde bakarlar. Bu noktada, özellikle bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Rejim sözcüleri ve Kürt hareketinin kimi temsilcileri, Türkler ve Kürtler arasındaki tarihsel ittifaktan, bin yıllık kardeşlik hukukundan söz ediyorlar. Bu ittifakı tarihsel ve ideolojik bir zemine oturtmak amacıyla Malazgirt Savaşına ve İslam dinine gönderme yapıyorlar. Ayrıca, Kürt sorununu çözen ve Kürtlerle ittifak kuran bir Türkiye’nin Ortadoğu’da büyük ve etkili bir güç haline geleceği iddia ediliyor. Çok açık ki bu, emperyalist ve yayılmacı bir perspektiftir. Bu perspektif ve “bölgesel güç olma” hayalleri, geçmişte olduğu gibi gelecekte de Ortadoğu’da yeni ve daha derin krizlere zemin hazırlayacaktır. Sosyalistler, bu gerici hedeflere karşı mücadele ederler ama bu gerekçeyle Kürt sorununda olası bir çözüme de karşı durmazlar. Türkiye dâhil tüm devletlerin emperyalist, yayılmacı ve maceracı politikalarına karşı çıkmanın yolu, işçi sınıfının örgütlü birliği ve ortak mücadelesinden geçer. Bizim açımızdan Türk ve Kürt emekçilerinin tarihsel ittifakı, bu topraklarda yaşayan tüm halklardan işçi sınıfının kapitalizme karşı birleşik mücadelesine dayanır. Türk, Kürt, Arap, Fars, Yahudi, Dürzi, Ermeni ve tüm bölge halklarından işçiler, ancak kapitalizmi yıkarak ve Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonunu kurarak gerçek tarihsel ittifaklarını inşa edebilirler!
Suriye’de Esad Rejimi Çöktü, Emperyalist Savaş Genişleyerek Devam Ediyor!
[1] https://tkh.org.tr/lozan-degil-abd-karsiya-alinmalidir/
[2] Utku Kızılok, Kürt sorunu: İnkârcılıkta Yeni Arayışlar, https://gelecekbizim.net/kurt-sorunu-inkarcilikta-yeni-arayislar
[3] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı 1 Yapı ve Kredi Yay.s,349
[4] https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1921-anayasasi/ 1921 Anayasasının 11. Maddesi şöyledir: Vilayetler, yerel işlerde tüzel kişiliğe ve özerkliğe sahiptir. Dış ve iç politika, dinî (şer’i), adlî (yargı), askerî işler, uluslararası ekonomik ilişkiler, hükümetin genel giderleri ve çıkarları ile birden fazla vilayeti ilgilendiren konular hariç olmak üzere; vakıflar, medreseler (eğitim kurumları), eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık (altyapı) ve sosyal yardım işleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılacak yasalara uygun olarak vilayet şûralarının (il meclislerinin) yetkisi ve yönetimi altındadır.
[5] https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/laiklik-ilkesinin-anayasamizda-yer-almasinin-83-yil-donumu-tubakkom-basin-aciklamasi-81108
[6] Utku Kızılok, Marx, Cumhuriyetçilik ve Kemalist TKP, https://gelecekbizim.net/marx-cumhuriyetcilik-ve-kemalist-tkp/
[7] Akın Erensoy, Enternasyonalizm mi, Milliyetçilik mi?, https://gelecekbizim.net/enternasyonalizm-mi-milliyetcilik-mi/
[8] Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.128-29