Paris Zirvesi Küresel Isınmayı Durduracak mı?
Gülhan Dildar, 29 Aralık 2017

Doğanın ve insanlığın çıkarlarının hiçe sayıldığı, kâr dürtüsünün her şeyin önünde geldiği kapitalist üretim sisteminde yıllardır küresel ısınma konusu gündemde. Sanayi devriminin ardından fark edilmeye başlanan sıcaklık artışı önceleri bilimsel olarak ispat edilemedi, kapitalistler tarafından pek de umursanmadı. Ancak kapitalist üretim biçiminin dünyanın en ücra köşelerine dahi girmesiyle birlikte sıcaklık küresel ölçekte ciddi bir artış gösterdi ve teknolojinin gelişmesi ve bilim adamlarının çalışmaları sonucunda küresel ısınma ispat edildi. 1970’li yıllarda sera etkisi yaratan gazların sıcaklık artışına sebep olduğu saptandı. Bu tespiti yapan bilim adamları, Dünya Meteoroloji Örgütü aracılığıyla, 1979 yılında, Birinci Dünya İklim Konferansı için Cenevre’de bir araya geldiler. Konferansın ardından hükümetlere “insanın sebep olduğu” iklim değişiminin olumsuz etkilerinin önlenmesi için çağrıda bulunuldu. Bu çağrının ardından 36 yıl boyunca defalarca dünyanın farklı başkentlerinde küresel ısınma ve iklim değişikliği konferansları, zirveleri toplandı. Ama yüzlerce burjuva siyasetçinin, binlerce bilim adamının bir araya geldiği zirveler sonucunda henüz bir ilerleme kaydedilmediği ortadadır. Üstelik emperyalist hiyerarşinin tepesindeki ABD ve dünyanın atölyesi haline gelen Çin gibi ülkeler yıllarca bu protokolleri imzalamaktan kaçındılar.

“Tarihi zirve” palavrası

Yıllardır gerçekleştirilen hemen her zirve “önemli adım”, “tarihi zirve” gibi nitelendirmelerle dünya kamuoyunun gündemine sokuldu. Bu yıl da 30 Kasım-12 Aralık tarihleri arasında Paris’te 21. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP21) gerçekleştirildi. 196 ülkeden 40 bin katılımcının yer aldığı zirvenin “tarihi bir anlaşma” ile sonuçlandığı dünyaya duyuruldu. Dünyanın geleceği için çok önemli bir adım ve dönüm noktası olduğu söylenen Paris Zirvesinde 31 sayfalık bir metin üzerinde anlaşma sağlandı. Görünürde tüm ülkelerin kabul ettiği anlaşma metninde üç temel madde öne çıkıyor. Devletler küresel sıcaklık artışını 2100 yılına kadar 2 santigrat derecenin altında tutacak, hatta artışı 1,5 santigrat derecede sınırlandırmaya çalışacak; sera gazları salımını azaltacak ve beş yılda bir bu planlarını gözden geçirecek; gelişmiş ülkeler, küresel ısınmanın önüne geçecek teknolojilerin az gelişmiş ülkelere de taşınması için mali destekte bulunacak ve bunun için oluşturulan fona her yıl en az 100 milyar dolar aktaracak.

Bu yılki iklim zirvesine ev sahipliği yapan Fransa devlet başkanı François Hollande açıklanan karar öncesinde temsilcilere hitap ederek, “dünyayı değiştirme şansı hayatta çok nadir ele geçer” diye konuştu. Anlaşmanın sağlanmasından sonra konuşma yapan BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ise, “Bir zamanlar inanılmaz olan şey, şimdi durdurulamaz duruma geldi” diyerek anlaşmanın “tarihsel önemine” vurgu yapmış oldu. Paris’te varılan anlaşmanın, dünyanın düşük karbonlu bir gelecek idealine olan bağlılığını gösterdiğini ve bu bakımından değerli olduğunun vurgulayan Obama ise, “sahip olduğumuz tek gezegeni korumak adına bu anlaşma en iyi şansı temsil ediyor” dedi.

Paris Anlaşması için övgüler düzen burjuva siyasetçiler, bürokratlar, bilim adamları daha önce de başka protokoller için benzer nitelemeler yapmışlardı. Örneğin Paris Zirvesinde öne çıkan benzer maddeler üzerinde mutabakata varılan 2009 Kopenhag İklim Zirvesi sonrasında, Obama söz konusu mutabakatı “benzersiz” olarak niteleyip bunun iklim değişikliğiyle mücadele için imzalanacak kalıcı bir antlaşmanın ilk adımı olduğunu belirtmişti. Aynı şekilde Çin delegasyonu elde edilen neticeden son derece memnun olduklarını ifade etmiş, Ban Ki-moon ise başarılı bir sonuç elde edildiğinden dem vurmuştu (bkz. Selim Fuat, Kopenhag İklim Zirvesi Fiyaskosu, MT, Ocak 2010).

Önceki yıllarda yine çok önemli bulunan zirveleri bir kenara bırakırsak sadece Kopenhag Mutabakatı üzerinden 6 yıl geçmiş olmasına rağmen burjuva devletler dişe dokunur bir adım atmadılar. Her seferinde dostlar alıverişte görsün misali bir şeyler yapıyorlarmış görüntüsü çizdiler. Küresel sıcaklık artışının 2°C’yle sınırlı kalması bile doğanın mahvına sebep olabilecekken hâlâ oyalama siyaseti yürütülüyor. Oysa küresel ısınmanın durdurulabilmesi için atılması gereken somut adım, sera gazı salımını arttıran fosil yakıt kullanımına hızla son verilmesidir.

İnsanlık ve doğa tehdit altında

Sanayi devriminden beri dünya 0,7°C ısındı, atmosferdeki karbondioksit miktarı %32, metan gazı miktarı %250 oranında arttı. “Doğal felâket” olarak nitelendirilen kasırga, sel, kuraklık gibi olayların son yıllardaki artışı göz önünde bulundurulduğunda, dünyanın 2°C ısınması durumunda insanlığı ve doğayı çok daha büyük felâketlerin beklediği ortadadır. Kapitalistlerin güdümündeki bilim adamları dahi şu gerçeği gizlemiyorlar: Sıcaklık artışı 2°C’yle sınırlı tutulsa dahi deniz seviyesindeki yükseliş Marshall Adaları ve Kiribati gibi Pasifik ülkelerini sular altında bırakacaktır. Küresel sıcaklık artışının 2°C olması durumunda okyanus suyu artan bir şekilde asitlenecek, deniz ekosistemi tehlikeye girecektir. Buz örtüsüyle kaplı Grönland, geri dönüşü olmayan bir erime sürecine girecektir. Bu da deniz seviyesinin yükselmesini hızlandıracak ve böylelikle bütün kıyı şehirlerinin varlığı tehlikeye girecektir. Akdeniz havzasını kuraklık, yangınlar ve korkunç sıcak dalgaları vuracaktır. İklim değişikliği yüzünden canlı türlerinin üçte biri yok olma tehlikesiyle burun buruna gelecektir. Yani 2°C’lik sıcaklık artışı, dünya üzerinde milyarlarca insan dâhil tüm canlıların hayatını değiştirecektir. Kaldı ki 187 ülkenin Ekim ayında Paris Zirvesi öncesinde sundukları sera gazı salımlarını azaltma planları göz önünde bulundurulduğunda, küresel sıcaklık artışının 1,5-2°C’yi fazlasıyla aşacağı görülüyor. Yapılan analizlere göre ülkelerin karbon salımlarını azaltma planlarını devreye sokmaları halinde bile bu yüzyıl sonuna varılmadan küresel sıcaklık artışı 2,7-3,5°C’yi bulmaktadır. Küresel sıcaklıktaki 3°C’lik artış dünyada 170 milyon insanı deniz taşmasına maruz bırakacak ve 550 milyon insan daha açlık sınırında yaşamaya mahkûm olacaktır.

Daha önce Serhat Koldaş’ın “Küresel Isınma ve Doha’nın Doğası” yazısında belirttiği üzere, derhal önlem alınmazsa dünyanın geleceği pek de parlak görünmüyor:

“Küresel ısınma toplam yağış miktarını azaltırken yağışların daha kısa süreli ve şiddetli olmasına sebep oluyor. Bu türdeki yağış, sel ve toprak kaymalarına davetiye çıkartmaktadır. Kuzey kutbundaki buzullar ve kuzey yarımkürede yüksek dağlardaki buzullar eriyor. Ortalama sıcaklık artışı deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. Suların yükselmesi sonucu 21. yüzyıl sona ermeden New York’un büyük bölümü sular altında kalabilir. Bangladeş, Mısır, Çin ve Nijerya’da deniz seviyelerinin altında kalan nehir deltaları sel riskiyle karşı karşıyadır. Yüz milyonlarca insanın yaşadığı bu nehir deltalarında sel riski gerçekleşirse zarar ölçülemeyecek boyutlara ulaşacaktır. Deniz seviyesinin yükselmesi Akdeniz kıyı bölgelerini tehlikeye sokacak, nehirleri ve kıyılardaki diğer tatlı su yataklarını denizlerin tuzlu suyunun istila etmesi, içme suyuna ve tarımda kullanılan suya erişimi daha da zorlaştıracaktır. Kasırgalar ve seller gibi olağanüstü meteorolojik olaylar sıklaştıkça konutlarda, üretim tesislerinde ve şehirlerin altyapısında yıkımlar yaşanacak, ekonomik ve sosyal hasarlar milyonlarca emekçinin hayatını olumsuz etkileyecektir. Ani ve hızlı yağmurlar sellere ve toprak kaymalarına yol açarken, toprak kalitesi ve verimi düşecektir. Sıcaklığın ve karbondioksit yoğunluğunun artışı doğal ekosistemlerin dengesini tehdit edecektir. Doğu ve Güney Asya ülkelerinin sahil kesimleri ve irili ufaklı çok sayıda okyanus adası sulara gömülecektir. Küresel ısınma ve küresel iklim değişikliğinin etkileri sonucu Endonezya, Hindistan ve Filipinler dahil olmak üzere pek çok ülkede bulunan tropik ormanların dörtte üçü de yok olma ihtimaliyle karşı karşıya kalacaktır. Küresel hububat rekoltesi ise azalacak, aynı zamanda gelecekte kuraklıklar daha yaygın biçimde ve çok daha ciddi şekilde hissedilecektir.”

Doğanın korunması kapitalistlerin doğasına aykırı

Kapitalistler, insanlığı ve doğayı bekleyen tüm bu tehlikelerin farkındalar ve bunun önüne nasıl geçileceğini bal gibi biliyorlar. Yaşadığımız dünyanın bugünkü duruma gelmesinde en büyük etken, kapitalist üretim sistemi ve burjuvaların kendi aralarındaki kıyasıya rekabettir. Paris Zirvesinde, 196 kapitalist devlet, küresel ölçekte fosil yakıt kullanımına son vererek rüzgâr, güneş, dalga enerjisi gibi yenilenebilir temiz enerji kaynaklarının kullanımına geçecekleri konusunda anlaşmaya vardıklarını duyurdular. Yıllardır dünya gündemini işgal eden konferanslar gerçekleştirmenin ve tartışmalar yürütmenin dışında bir arpa boyu yol almayan devletler, şimdi dünyanın artık fosil yakıt çağının ilerisine geçmesi gerektiğini söylüyorlar. Ama fosil yakıtların yani kömür, petrol, doğalgaz tüketiminin egemen olduğu kapitalist sistemde, bu kaynaklar tümüyle tükenmeden temiz enerjiye geçmek pek de mümkün görünmüyor. Hele de içinden geçmekte olduğumuz tarihsel kriz göz önünde bulundurulduğunda bu daha da zor görünmektedir. Zaten Paris’te anlaşmış görünen emperyalist-kapitalist devletler, 2020 sonrası için yükümlülük almışlardır. Üstelik 2050 sonrası için öncelikle gelişmiş ülkelerin sera gazı salımını sıfıra indirecek tedbirler alması için çalışmalar bekliyorlar. Bölgesel ve küresel güçlerin her gün yeni bir gelişmeye yol açan hamlelerinin yoğunlaştığı şu günlerde bir gün bile çok uzun gelmeye başlamışken, insan ister istemez 2050’ye kadar kim öle kim kala diyor! Görünen o ki hiçbir bağlayıcılığı ve yaptırım gücü olmayan ve üstelik bir burjuva kurum olan Birleşmiş Milletler’in denetiminde sağlanan bu anlaşma ile kapitalistler günü geçiştirme derdindeler.

Emperyalist-kapitalist devletler, kıran kırana bir rekabetin içindeler. Bu rekabetin sonuçlarını Ortadoğu’da yoğunlaşan ve giderek kızışan 3. Dünya Savaşıyla birlikte görüyoruz. Tüm devletler daha ucuz enerjiye sahip olabilme ve ekonomilerini büyütme, kapitalist krizden kurtulma çabası içindeler. Bugün Almanya’dan Türkiye’ye pek çok ülke enerji ihtiyacını kömür, petrol gibi fosil yakıtlarından karşılarken nasıl olacak da fosil yakıt çağı sona erecek? Dünyanın enerji arzının %81’i, %25 kömür, %23 doğalgaz, %33 petrol olmak üzere fosil yakıtlardan oluşuyor. Güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerjiler ise dünyanın toplam enerji arzının sadece %1,5’ini oluşturuyor. Bu veriler bile, kömür madenlerinden enerji ve petrol şirketlerine, silah sanayiine pek çok sektörün Paris anlaşmasının gereği olan fosil yakıt çağının sona ermesine izin vermeyeceğini ortaya koyuyor. Bir kere onyıllarca yetecek kömür (109 yıl), doğalgaz (55 yıl), petrol (51 yıl) rezervleri olduğu varsayılırsa, gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistler kolay kolay bu kaynakların tüketiminden vazgeçmeyecekler. Trilyon dolarlar değerindeki fosil yakıt rezervlerini ellerinde tutan devasa şirketler ve devletler, bunu toprağın altında bırakmamakta ısrarcılar.

Örneğin geçtiğimiz yıl elektrik enerjisinin %44’ünü kömürden elde eden Almanya, 2020 yılı için belirlediği sera gazı salımı hedefinden sapmış durumda. Dünyanın ekonomik ve siyasal gücünü elinde bulunduran Çin, ABD, AB ülkeleri en çok karbon salımı yapan ülkeler. AB, 1990 seviyesine göre 2030 itibariyle yüzde 40’lık bir azaltım, ABD 2025 itibariyle 2005 seviyesine göre yüzde 28’lik bir azaltım taahhüt ederken, Çin sera gazı salım artışını 2030 itibariyle zirve yapıp net olarak azaltmayı, Hindistan 2030 itibariyle ekonomisinin karbon yoğunluğunu 2005’e göre yüzde 35 azaltmayı, Meksika ve Güney Kore ise referans senaryoya göre 2030 itibariyle sırasıyla yüzde 25 ve 37 azaltım taahhüt ettiler. Ama bunların sadece kâğıt üstündeki taahhütler olarak kalacağı çok açıktır.

Türkiye sorumluluktan kaçıyor

Türkiye, Paris Zirvesinde, İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar başkanlığında 159 kişilik bir delegasyon ile temsil edildi. Türkiye, her ne kadar anlaşmayı onaylasa da zirvede takındığı tutumla fosil yakıt kullanımına son vermeye hevesli olmadığını gösterdi. Son yıllarda ekonominin büyümesiyle orantılı olarak sera gazı salımını hızla arttıran Türkiye’nin enerji ve kalkınma politikaları fosil yakıt kullanımına dayalı. Enerji ihtiyacının önemli bir kısmının termik santrallerden karşılandığı Türkiye’de fosil yakıtlara verilen teşvikler çok ciddi boyutlara ulaştı. Bunun somutlandığı alanlar kömür madenlerinin kural tanımaksızın işletilmesinin önünün açılması ve termik santrallerin sayısındaki artıştır.

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve yürürlükten çıkan Kyoto Protokolünü 12’şer yıllık gecikmelerle imzalayan Türkiye, Paris’te, tarafları gelişmişlik statüsüne göre ayıran “ekler” tanımının kaldırılması ve kendisini gelişmiş ülkelerden farklı olarak konumlandıran “özel şartlar” ifadesinin eklenmesi için çaba sarf etti. Bu temelde konuşmalar yapan Erdoğan ve Çevre Şehircilik Bakanı, Türkiye’nin gelişmiş bir ülke olmadığını öne sürdüler ve iklim değişikliğine karşı finansal ve teknolojik yardım talep ettiler. Ancak Türkiye sera gazlarını sınırlayan Kyoto Anlaşmasından önce bu konuda aktif olmadığı için OECD üyesi statüsüyle gelişmiş ülke kabul edilmişti. Bu nedenle de Türkiye’ye sera gazı salımını azaltma ve fona destek yükümlülüğü getirildi.

Emperyal arzularla yanıp tutuşan Türkiye, büyüyen ekonomisiyle övünürken yükümlülükten kaçmak için gelişmiş bir ülke olmadığını iddia edecek kadar gülünç duruma düştü. Ne yaman çelişki! Şark kurnazlığı ve yalan dolan üzerine kurulu burjuva politikalarının iyi bir örneğini sergilemiş oldu Türkiye. Musul ve Kerkük gibi petrol rezervleri bakımından zengin kentlere göz diken Türkiye, buralara sadece eski Osmanlı toprağı olduğu için göz dikmiş olmasa gerek! Bu arzuları da göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye de diğer kapitalist ülkeler gibi fosil yakıtlara elveda demek istememektedir.

Burjuvazi, çevre sorunlarının kapitalizm altında çözülemeyeceğini vurgulayan sosyalistlerden, devletleri daha ciddi önlemler almak konusunda adım atmaya çağıran çevreci örgütlerin eylemlerine, her türlü muhalif sesi boğmak istiyor. 13 Kasımda Paris’te IŞİD’in gerçekleştirdiği ve 130 kişinin katledildiği saldırı sonrasında Fransa’da olağanüstü hal ilan edilmiş ve her türlü eylem yasaklanmıştı. Devam eden yasak bahanesiyle Fransa polisi, Paris’te toplanan devlet başkanlarını ve burjuva politikaları protesto eden eylemcilere azgınca saldırdı. Yapılmak istenen yürüyüş, 200’den fazla gösterici gözaltına alınarak engellendi.

Kapitalist sistem krizinin derinleşmesi ve emperyalist savaşın kızışmasıyla burjuva devletler daha fazla otoriter, baskıcı yasaları devreye sokuyorlar. Burjuvazi kendi çıkar savaşını verirken işçi sınıfı mücadelesinin kendisine ayak bağı olmasını istemiyor. Burjuvazi, doğanın korunması, küresel ısınmanın önüne geçilmesi taleplerini dahi sert bir biçimde bastırıyor. İklim değişikliği ve küresel ısınma gibi doğa ve insanlık için son derece ciddi sorunların çözümü kapitalizme karşı örgütlü mücadelenin yükseltilmesinden geçmektedir. Doğanın ve insanlığın düşmanı kapitalizm yıkılıp yerine doğayla uyumlu bir üretim tarzı inşa edilmedikçe doğanın mahvı son bulmadığı gibi insanlığın kurtuluşu da mümkün olmayacaktır!

İlgili yazılar