Ortadoğu’da Emperyalist Güçlerin Taktik Savaşları
Utku Kızılok, 25 Temmuz 2017

Geçmişteki iki dünya savaşından farklı olarak, şu anda Ortadoğu’da yoğunlaşan ama dünyanın birçok bölgesinde kızışan rekabet ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vuran üçüncü dünya savaşı, modern çağın en karmaşık ve dolambaçlı savaşıdır. Adı konmamış, herhangi bir ülkenin bir başkasına resmen savaş ilan etmediği, hatta paylaşımın tarafları olan güçlerin birbirleriyle görüşüp kimi konularda, geçici de olsa uzlaştıkları garip bir savaş söz konusudur. Nitekim bu savaşın “vekâlet savaşı” biçiminde adlandırılması, aslında mevcut olgunun kendine has özelliğini de gözler önüne sermektedir.

9Temmuzda Rusya ile ABD arasında, Suriye’nin güneybatı kısmında ateşkes ilan edildi. Bu bölge, Ürdün sınırındaki Dera ve Süveyde kentleri ile uzun yıllardır İsrail’in işgali altında olan Golan’ın etrafındaki Kuneytra’yı kapsıyor. Bu anlaşma, tam da iki emperyalist gücün Suriye’nin güneydoğu bölgesinde alan tutma hamlelerini yoğunlaştırdıkları, Türkiye’nin ise Kürt kantonu Afrin’e operasyon hazırlığında olduğu bir anda geldi. Anlaşmanın yürürlüğe girdiği gün, Irak ordusu Musul’un tamamını IŞİD’den geri aldığını açıklayarak zafer ilan etti. Musul’un geri alınmasından bir süre önce ise, İran destekli Haşdi Şaabi milisleri, Şengal’den gelerek Suriye sınırına (Rojava) ulaştı. Suriye ve Irak’taki savaş, şu an için daha ziyade IŞİD’in elinde tuttuğu toprakların geri alınması etrafında gelişiyor. Suriye’nin Irak sınırındaki güneydoğusunun, Esad rejimi-Rusya ve İran’ın mı yoksa ABD ile Kürt güçlerinin mi eline geçeceği son derece önemli hale gelmiş bulunuyor. Zira Ürdün sınırıyla birlikte bu toprakların kontrolü, yalnızca Suriye ve Irak’ın gelecekte nasıl şekillendirileceğini, haritanın nasıl çizileceğini değil ama aynı zamanda İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunu da belirleyecek. Milyonlarca insanın cehennemi koşullara mahkûm edilmesi pahasına, Ortadoğu boydan boya cayır cayır paylaşılıyor.

Ayrıntıların, savaş alanındaki durumun ya da ilan edilen ateşkeslerin anlaşılabilmesi için, öncelikle bölgede son derece karmaşık, dolambaçlı ve yıpratıcı bir emperyalist savaşın sürdüğünün kavranması gerekiyor. Geçmişteki iki dünya savaşından farklı olarak, şu anda Ortadoğu’da yoğunlaşan ama dünyanın birçok bölgesinde kızışan rekabet ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vuran üçüncü dünya savaşı, modern çağın en karmaşık ve dolambaçlı savaşıdır. Adı konmamış, herhangi bir ülkenin bir başkasına resmen savaş ilan etmediği, hatta paylaşımın tarafları olan güçlerin birbirleriyle görüşüp kimi konularda, geçici de olsa uzlaştıkları garip bir savaş söz konusudur. Nitekim bu savaşın “vekâlet savaşı” biçiminde adlandırılması, aslında mevcut olgunun kendine has özelliğini de gözler önüne sermektedir. Esas güçlerin doğrudan savaşmadığı, onların vekili olarak temsili güçlerin savaş alanında karşı karşıya geldiği, ama arka tarafta ana güçlerin boy ölçüştüğü bir savaş! ABD ve Rusya’nın ya da Türkiye ile İran’ın pozisyonu budur. Musul’da IŞİD’e karşı verilen savaşta ABD, müttefik olarak gördüğü Irak ordusuna havadan destek veriyor. Irak’a nüfuz eden İran ise, yalnızca Irak hükümetini desteklemiyor, aynı zamanda önemli ölçüde kontrol ettiği Haşdi Şaabi milisleri aracılığıyla bizzat IŞİD’e karşı sahada savaşıyor. Olayları karmaşıklığı ile değil de düz, göründüğü gibi kavrayan bir kafa, ABD ile İran’ın müttefik olduğunu söylemekten geri durmayabilir. Oysa ABD ile İran hem Suriye’de dolaylı olarak savaş halindeler hem de ABD İran’ı her alanda yalnızlaştırmak üzere birçok cepheden saldırmaktadır.

Keza ABD ve Rusya, geçmiş örneklerde olduğu gibi doğrudan cephe savaşı vermiyorlar. Lakin Suriye toprakları üzerinde dolaylı olarak birbirleriyle savaş halindeler ve kendi stratejilerini hayata geçirmek amacıyla pek çok taktik adıma başvuruyorlar. Her emperyalist gücün ana hedef doğrultusunda, daha sonra tekrar dönmek üzere tâli sorunları bir kenara koyduğunu, stratejilerini hayata geçirmek amacıyla kimi zaman geri adım atmaktan geri durmadığını görüyoruz. İşte ABD ile Rusya arasında varılan anlaşmayı da, Rusya’nın Türkiye’nin el Bab’a kadar inmesine izin vermesini ve aynı zamanda “çatışmasızlık bölgeleri” anlaşmasını hayata geçirmesini de bu perspektifle kavramak gerekiyor. Her gücün amacı daha fazla alan tutmak, bu arada rakibinin önünü kesmek, sıkıştırmak ve boyun eğdirmek, böylece kendi nüfuz alanını genişleterek emperyalist paylaşımda daha fazla söz sahibi olmaktır!

Kim daha fazlasını kopartacak?

Konunun daha net kavranması için savaş alanındaki bazı temel gelişmeleri hatırlatmakta fayda var. Bilindiği gibi Rusya, İran ve Türkiye ile birlikte 3-4 Mayısta Astana’da “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturma kararı almıştı. Cihatçı İslamcı grupların merkezi haline gelen İdlib başta olmak üzere, bazı küçük bölgeler bu çatışmasızlık alanlarına dâhil edildi. Böylece Türkiye’nin de desteklediği cihatçı gruplar, bu anlaşma çerçevesinde büyük ölçüde savaşın aktif bir parçası olmaktan çıkartıldılar. Esasında bu cihatçı örgütler, Rusya’nın Suriye’deki savaş alanına inmesiyle zayıfladılar ve fiilen yenildiler. Esad rejimini deviremedikleri gibi, birçok bölgeyi ve bu arada yarısını kontrol ettikleri Halep’i de boşaltmak zorunda kaldılar. Kuşkusuz bu yenilgi, aynı zamanda Esad rejimini yıkmak için yanıp tutuşan Türkiye’nin de yenildiği anlamına geliyor.

Rusya, gerçekte askeri olarak yenilmiş bu cihatçı gruplarla gereğinden fazla zaman tüketmek, rejim ordusunun gücünü boşa harcamak yerine, Türkiye’yi de kullanarak onları geçici olarak devre dışı bırakıp savaşın sonucunu belirleyecek alanlara odaklandı. Çünkü Rakka’dan başlayarak, Irak’taki toprakların bir kısmını da içine alacak şekilde, Suriye’nin tüm güneydoğusunda IŞİD’in hâkimiyeti vardı. Yalnızca, Rakka ve Irak sınırı arasında yer alan ve uzun zamandır kuşatma altında olan Deyr el Zor Esad rejiminin denetimindeydi, halen de öyle. Tam da ABD, Kürt güçleriyle birlikte Rakka operasyonuna hazırlanırken söz konusu “çatışmasızlık bölgeleri” anlaşmasının gelmesi tesadüf değil. Nitekim bu anlaşmayla soluklanan ve güç toplayan rejim ordusu, IŞİD’in elinde tuttuğu alanlara ve bu arada Rakka’ya doğru saldırıya geçti ve Irak sınırına doğru ilerlemeye başladı.

Rakka’yı kimin alacağı tartışılırken, YPG’nin ana gövdesini oluşturduğu ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Halep ile Rakka arasında yer alan, Fırat Nehri üzerindeki Tabka’yı ele geçirerek rejim ordusunun önünü kapattı. Haziranın başında ise SDG, Rakka operasyonunu başlatarak kenti tümüyle kuşattı. Böylece tablo netleşmiş oldu: Rakka ile Irak sınırı arasında yer alan güneydoğu bölgesini kim ele geçirecek? Şu anda adeta zamana karşı bir yarış var. Suriye toprakları üzerinde pozisyon tutmak ve emperyalist savaşta üstünlük kazanmak için tüm güçler aynı anda birçok hamle yapıyorlar

Rusya, Esad rejimi ve İran, Halep ve Humus’tan ilerleyip güneydeki Deyr el Zor kuşatmasını yarmak, Irak sınırına ulaşmak, IŞİD’i tüm bu alanlardan temizlemek istiyor. Böylece hem rejim gelecekte doğuya (Haseki-Rojava) dönme imkânı bulacak hem de Irak sınırı kontrol altına alınacağı için Suriye’nin şekillendirilmesinde üstünlük ele geçirilmiş olunacak. Fırat Nehri üzerine kurulmuş Deyr el Zor, gerek tarım arazilerine su sağlanması gerekse de zengin petrol yataklarına sahip olması nedeniyle son derece önemli. Güney bölgesinin rejimin kontrolüne geçmesi, İran’ın planları açısından da ayrıca son derece hayati. Zira İran, önemli ölçüde nüfuz ettiği Şii Irak üzerinden, Suriye yoluyla Akdeniz’e ulaşmayı hedefliyor. Esad rejimi kontrolünde Suriye ve Irak sınırlarının kontrol altına alınmasıyla İran’ın bölgedeki nüfuzu da artmış olacak.

Amerika’nın hedefi ise, İran destekli Şaabi milislerinin ve Irak ordusunun Esad güçleriyle birleşmesinin önüne geçmektir. Zaten Özgür Suriye Ordusu adı altında eğitip desteklediği silahlı gruplar aracılığıyla Ürdün sınırını kontrol eden ABD, tüm güneyi boydan boya etkisi altına almak istiyor. Eğer bu plan başarılı olursa, Suriye haritasının çizilmesinde ABD büyük bir koz elde etmekle kalmayacak, aynı zamanda İran’ın Akdeniz’e ulaşma yolunu kapatarak nüfuzunu sınırlayacak ve gelecekte İsrail üzerinde baskı kurmasının da önüne geçecek.

Taktik savaşları ya da cayır cayır yanan Ortadoğu

Görüleceği üzere, mesele yalnızca Suriye değil onunla birlikte bir bütün olarak Ortadoğu’dur! İşte bu yüzden hem emperyalist hem de kapitalist bölgesel güçler kendi hedefleri doğrultusunda adım atıyor, daha fazla alanda pozisyon tutmaya çalışıyorlar. Örneğin ne Suudi Arabistan öncülüğünde yaratılan Katar krizi ne Türkiye’nin Afrin hamlesi ne de Güney Kürdistan’da Barzani’nin Eylülde bağımsızlık referandumuna gitme kararı tesadüftür.

ABD, desteklediği güçler aracılığıyla Suriye’nin güneyini kontrol ederek yalnızca İran’ın Akdeniz’e ulaşmasının önüne geçmek istemiyor, aynı zamanda Irak’ın Sünni kentleriyle sınır olan bu toprakları, Irak’ın şekillendirilmesinde kendi planları çerçevesinde kullanmak istiyor. Şurası açık ki, IŞİD yenilse ve görünürde ortadan kalksa da, onu yaratan toplumsal koşullar değişmeden kalacaktır. IŞİD sahneden silinebilir ama Musul’da şahit olduğumuz üzere, taş üstünde taş bırakmayan savaşın yol açtığı toplumsal yarılma, Şii-Sünni biçimindeki toplumsal ayrışma bugünden yarına ortadan kalkmayacaktır. Bu açıdan bakarsak IŞİD rolünü oynamıştır. Zaten uzun süredir kendi planları için uygun zemin yaratmaya çalışan ABD ise, IŞİD’in yol açtığı yıkımdan sonuna kadar yararlanmaktan geri durmayacaktır. Dolayısıyla gelecekte Irak’ta bir Sünni federe yapının olmayacağını kimse iddia edemez, kaldı ki Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD’nin böyle bir planı olduğu cümle âlemin malûmudur.

Jeopolitik açıdan bakarsak, ABD’nin planlarını hayata geçirmesiyle, İran’ın karşısına Rojava’dan Güney Kürdistan’a ve Suriye’nin güneyinden Irak Sünni bölgesine uzanan yekpare bir alan çıkmış olacak. Şii İran karşısına uzun zamandır Sünni bir eksen çıkartmaya çalışan Suudi Arabistan, tam da bu yüzden ABD’nin planlarını destekliyor. Suudi Arabistan’ın Körfez ülkeleriyle birlikte, boyundan büyük işlere kalkışan ve İran ile yakın ilişkiler kurmaya çalışan Katar’ı ambargoyla kuşatıp boğmak istemesinin nedeni de budur. Suudi Arabistan, İran’a nefes aldıracak ve alan açacak her hamleyi kendi bölgesinde ezmeyi hedefliyor. Bilindiği üzere Suriye savaşı, aynı zamanda Suudi Arabistan ve İran savaşıdır.

ABD’nin planlarının gerçekleşmesi yalnızca İran’ı değil, onunla birlikte Rusya’yı da derinden etkileyecek, bölgedeki nüfuzunu zayıflatacaktır. Bu da haliyle yarışı kızıştırmış durumda. Her iki emperyalist gücün de karşılıklı olarak hamlelerini hızlandırdığını görüyoruz. Her iki güç, kendi hedefleri doğrultusunda ilerlerken, aynı zamanda karşısındakinin oyun planını da bozmaya çalışıyor. Meselâ tam da Esad güçlerinin İdlib’e operasyon yapmak üzere hazırlıklarını tamamladığı bir dönemeçte, 7 Nisanda Trump yönetiminin Şayrat hava üssünü vurması bunun bir ifadesidir. Bu hamleyle ABD, hem Suriye’deki savaşta daha aktif olacağını ortaya koymuş hem de rejimin İdlib’deki cihatçıları ezerek güçlenmesinin önüne geçmiştir. Nitekim bu saldırıdan sonra rejim İdlib’e operasyon başlatmaktan vazgeçmiştir. Kurduğu oyun bozulan Rusya, zaman daralmasını da dikkate alarak, “çatışmasızlık bölgeleri” anlaşmasıyla bir başka hamle yapmış ve önüne çıkartılan engeli aşmayı başarmıştır. Lakin İdlib’deki cihatçı yapı bir tehdit unsuru olarak kalmaya devam etmektedir.

Gerek Rusya gerekse ABD, hedeflerinin IŞİD’i bertaraf etmek olduğunu söylüyorlar. Fakat gerçekte başka çıkarlara sahipler ve diyelim IŞİD’den boşalan alan Rusya’nın ya da rejimin elini güçlendiriyor ve bu Amerika’nın hedefleriyle örtüşmüyorsa, IŞİD’in yenilmesi hiç de Amerikan’ın isteyeceği bir şey olmaz. Bunun tersi de aynen doğrudur. Amaç tek başına IŞİD’i bertaraf etmek değil, onunla birlikte karşı tarafın hareket alanını da sınırlamak. Nitekim benzeri taktik hamleleri Ürdün sınırında da görmekteyiz. Rejim güçleri, Suriye-Ürdün-Irak sınırına ulaşmak üzere operasyon başlatırken, bu operasyonu sekteye uğratmak amacıyla ABD peş peşe hava saldırıları düzenledi. Zira ABD, ÖSO güçleri aracılığıyla IŞİD’in kontrolündeki topraklara ulaşmak ve güney bölgesini boydan boya garanti altına almak istiyordu. Lakin tüm engellemelere rağmen Suriye ordusu Irak sınırına ulaştı ve böylece ÖSO ile IŞİD arasına girerek Amerika’nın planlarına darbe vurmuş oldu. Amerika, Ürdün sınırındaki hava saldırılarının ardından, bu kez Tabka’d            a Kürt güçlerini hedef aldığını iddia ederek bir Suriye uçağını düşürdü. Bu gelişmeyle birlikte Rusya ve ABD arasındaki gerilim bir kez daha tırmanırken; Rusya, 19 Haziranda Suriye hava sahasında Amerika ile işbirliğini askıya aldığını açıkladı.

İşte bu günlerde Türkiye’nin Afrin’e operasyonu gündemine alması hiç tesadüf değil. Aslında Türkiye, uzun zamandır Kürt kantonlarını boğazlamak için fırsat kolluyor ve fakat çıkarlarıyla örtüşmediğinden dolayı ne ABD ne de Rusya onun bu arzusuna cevaz veriyorlar. Küresel ölçekte düzen kurucu olma iddiasındaki AKP Türkiye’si, hakikatte, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinden ve çatlakların artmasından yararlanabilecek bir güçtedir ancak. Bu çatlaklardan yararlanarak kimi zaman oyun bozan da olabilir ama bunun için de uygun zamanın gelmesi gerekmektedir. Türkiye, el Bab’a kadar uzanmayı Rusya ve ABD arasındaki gerilime borçludur. Daha büyük parçayı kopartmak, Halep’i alarak savaşın gidişatını değiştirmek isteyen Rusya, tali bir alana Türkiye’nin yerleşmesine razı olmuştu. İşte Amerika ve Rusya arasındaki gerilimi değerlendirerek bu örneği tekrarlamak isteyen Türkiye, Rusya’dan Afrin için yeşil ışık yakmasını talep etti. Ne var ki Türkiye’nin Afrin kantonunu boğazlaması yalnızca Kürtlerin kazanımına ağır bir darbe indirmeyecek ama aynı zamanda Suriye’deki pozisyonunu da bir hayli güçlendirmiş olacaktı. Bunun bugünkü koşullarda ne Rusya ne rejim ne de İran için kabul edilecek bir yönü vardı.

Rusya’nın bir taraftan Kürtleri tümüyle ABD’ye angaje olmamaları konusunda uyarmak, öte taraftan ise ABD’nin planlarını bozmak amacıyla Afrin operasyonuna sıcak bakıyormuş havası yarattığı bir sır değil. Zira Türkiye’nin Afrin operasyonuyla birlikte Kürtler, kaçınılmaz olarak Rakka’dan güç kaydırmak zorunda kalacak, böylece Rakka’nın IŞİD’den alınması gecikecek ve belki de başlatılan operasyon başarısız olacaktı. Böyle bir sonucu Amerika’nın göze alamayacağı çok açık. Nitekim Trump ve Putin’in G20 Zirvesindeki görüşmesinin ardından, Ürdün sınırında çatışmasızlık anlaşmasına varıldığı açıklandı. Bu anlaşma ile Ürdün sınırındaki çatışmalar geçici olarak ertelendi ve rejim güçlerine nefes alma imkânı yaratıldı. Daha da önemlisi, Amerika’nın planları sekteye uğradı.

Söz konusu anlaşmadan sonra Rusya, Türkiye’nin Afrin’e operasyon yolunu kapatmış gözüküyor. Emperyalist güçler arası çatlaklardan yararlanmak isteyen ve G20 Zirvesinde Putin’den yeşil ışık yakmasını bekleyen Erdoğan’ın eli boş döndüğü bir gerçek. Hükümetin yayın organı niteliğindeki Yeni Şafak, bu hayal kırıklığını açıkça yazmaktan geri durmadı. ABD’nin Türkiye’yi oyaladığını ve Rusya cephesinde de durumun farklı olmadığını ifade etti: “Yine ABD ile yeniden flört etmeye başlayan Rusya’nın da Türkiye’yi durduran bir diğer unsur olduğu belirtiliyor. Rusya, Türkiye’ye ‘çatışmasızlık bölgelerine yoğunlaşalım’ telkininde bulunuyor.” Putin’in, “sizin duruşunuz sayesinde, Suriye’deki durumu iyiye doğru değiştirmek mümkün oldu” övgü dolu sözleri ise, “dünya liderinin” tek kazanımı! Ancak Kürt halkının kazanımlarını yok etmek üzere hareket eden Türkiye, sürekli olarak provokasyonlara girişmekten, kantonları ezmek amacıyla her fırsatı değerlendirmekten geri durmayacaktır.

Bu arada söz konusu anlaşmanın önemli noktalar içerdiğini, en azından ABD’nin hedeflerini yansıttığını da vurgulamak lazım. Bir açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, IŞİD’den ya da diğer “terörist” örgütlerden kurtarılan bölgelerin Esad rejimine teslim edilmemesi, rejim güçlerinin işgale yeltenmemesi gerektiğini belirtti. Bu ve benzeri taleplerin söz konusu anlaşmada olduğu, Esad’ın geleceğinin ise Rusya’ya bırakıldığı anlaşılıyor. Bunun anlamı, Rojava’dan Rakka’ya Kürt güçlerinin ve bu arada Ürdün sınırında ABD destekli ÖSO’nun elinde tuttuğu toprakların rejim güçlerine verilmeyeceğidir. Bunun karşılığında ABD’nin Rusya’nın hareket çizgisine tâbi olup olmayacağı belirsiz. Gerçek olan şu ki bu tür anlaşmalar kalıcı değildir, taktikseldir ve her an bozulabilir.

Emperyalist ve kapitalist güçler, kendi stratejik hedefleri temelinde karşılıklı hamleler yapıyor ve adeta satranç oynuyorlar. Lakin savaş bir satranç değil. Ortadoğu emperyalist ve kapitalist güçler tarafından bölünüp parçalanırken, emekçi kitleler kurban olmaya devam ediyorlar. Musul’daki yıkım, on binlerce insanın yerini terk etmesi, on binlerin derin bir yoksullukla yıkıntıların üzerinde yaşam mücadelesi vermesi emperyalist savaşın ve kapitalist barbarlığın gerçek yüzünü gözler önüne seriyor. Tüm bu yıkım ve acıya rağmen, emperyalist ve kapitalist güçlerin planları, attıkları adımlar her noktada patlamaya hazır yeni barut fıçıları yaratıyor.

23 Temmuz 2017

İlgili yazılar