Ortadoğu Savaşında Yeni Hamleler
Utku Kızılok, 1 Haziran 2017

Bugünkü koşullar iki kutuplu dünya düzeninden oldukça farklıdır. “Soğuk savaş” döneminde kutuplar öylesine keskin ve öylesine katıydı ki, meselâ ne Avrupalı emperyalistler ne de Türkiye bugünkü gibi Amerika ile açıktan ve bu denli keskin çelişkiye düşebilir ve çıkar çatışmasına girebilirdi. Ancak günümüzde, örneğin Türkiye hem tarihsel olarak Batı kampında yer almaktadır ama hem de ABD ile belli noktalarda çelişen ve çatışan pozisyondadır. Yani hem yan yanalar hem de rekabet ve çatışma halindeler. Doğası rekabet ve çatışma olan kapitalist düzende, emperyalist/kapitalist güçler arasındaki ilişki zaten başka türlü de olamazdı.

Üçüncü dünya savaşının merkezine dönüşmüş olan Ortadoğu’da her geçen gün yeni gelişmelere ve yeni hamlelere tanıklık ediyoruz. ABD’nin Suriye’ye füze saldırısı gerçekleştirmesinin ardından Rusya ile ABD arasındaki gerilimin alabildiğine artmasını; Rusya, İran ve Türkiye’nin 3-4 Mayısta Astana toplantısında Suriye’de güvenli bölgeler oluşturma kararı almasını; Türkiye’nin tüm itirazlarına ve tehditlerine rağmen ABD’nin YPG’ye ağır silahlar vermesini; bu adım karşısında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, talepleri karşılanmadığı takdirde ABD ile Türkiye ilişkilerine nokta konacağını açıklayan Erdoğan’ın, tarihi bir dönüm noktası olarak sunduğu Trump ile görüşmesinden geriye daha da sıkışan bir Türkiye’nin kalmasını ilk elden sıralayabiliriz. Bunlara Trump’ın Suudi Arabistan ve İsrail’i kapsayan Ortadoğu ziyaretini de ekleyelim.

Adeta baş döndürücü hızdaki tüm bu gelişmeler, medyadaki bilgi kirliliği ve algı operasyonlarıyla birleşince gayet tabii olarak kafa karıştırabiliyor. Öncelikle şu hususun altını çizmekte fayda var. Görüntülerin ve söylemlerin ötesindeki asıl gerçek şudur: Ortadoğu’yu yeniden paylaşmak için savaşan emperyalist/kapitalist güçler, kendi güçleri ve manevra yetenekleri ölçüsünde yeni hamleler yapıyorlar. Bölgeyi kasıp kavuran emperyalist savaş Suriye cephesinde belirli bir tıkanma ve doyum noktasına gelirken, aynı zamanda yeni alanlara doğru ilerliyor. Aslında konunun özeti şudur: 1) Sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek, yeni pazar ve yatırım alanlarıyla birlikte enerji kaynaklarını ve nakil güzergâhlarını kontrol etmek isteyen ve bu kapsamda Büyük Ortadoğu Projesini geliştiren ABD emperyalizmi, kendi planlarını hayata geçirmeye devam ediyor. 2) ABD karşısına emperyalist bir kutup başı olarak dikilen Rusya, Suriye’de kazandığı mevzileri güçlendirmeye çalışıyor. Böylece ülkenin yeniden şekillendirileceği paylaşım masasına daha güçlü bir şekilde oturmayı hedefliyor. 3) Cin olmadan adam çarpmaya kalkan kişi gibi, kendi gücünün çok ötesinde bir iddiayla küresel düzen kurucu rolüne soyunan ve izlediği hırslı emperyalist siyasetin kurbanı olan Türkiye, iflas siyasetinde ısrar ediyor ve bu yüzden de her geçen gün daha fazla Ortadoğu çıkmazına saplanıyor. 4) İran ve Suudi Arabistan’ın Şiilik ve Sünnilik mezhepleriyle örtmeye çalıştıkları bölgeye hâkim olma savaşı harlanıyor.

Değişen dengeler ve geçerliliğini yitiren ittifaklar

Şurası açık ki Ortadoğu’daki emperyalist savaşın karmaşık bir yapısı var. Meselâ ABD ve Rusya ya da İran ve Türkiye gibi güçler Suriye’de dolaylı olarak hem birbirleriyle savaşıyorlar ama hem de birbirleriyle görüşüp kimi ortak kararlar alabiliyorlar. Bu güçlerin yaptıkları taktik hamleler, mevcut durumla birleşerek karmaşayı daha da artırmakta ve kafa karıştırıcı olabilmektedir. Dolayısıyla emperyalist savaşın verili durumdaki karmaşık doğasını kavramak ve daha da önemlisi emperyalist savaşın hangi tarihsel-toplumsal şartlar altında yürütüldüğünü ve kimin neyi hedeflediğini asla unutmamak gerekiyor.

SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, esas olarak Birinci Dünya Savaşıyla temelleri atılan ve İkinci Dünya Savaşıyla da pekiştirilen siyasal dengeler ortadan kalktı. Böylece o ana kadar oluşturulan tüm siyasi ittifaklar ve buna dayanan siyasal dengeler gerçekte geçerliliğini yitirmiş oldu. Bu durum, aslında büyük bir kaosun işaretiydi. Zira her an birbirlerinin boğazına sarılabilecek emperyalist/kapitalist güçler arasındaki siyasal dengeler boşlukta var olmaz; çeşitli anlaşmalar, bu anlaşmalara dayanan ittifaklar ve dengeler üzerinde yükselir. Tam da bu yüzden SSCB’nin çökmesiyle ABD emperyalizmi “yeni dünya düzeni” kurulduğunu ilan etti. Bunun anlamı, iki kutuplu dünya düzeninin son bulduğu ve tüm dünyanın ABD’nin hegemonyası altında olacağı idi. Ne var ki nesnel gerçeklik ile ABD’nin kendi hegemonyası altında tek yanlı olarak yaratmaya çalıştığı siyasal dengeler örtüşmüyordu ve bu yüzden, tabiri caizse “yeni dünya düzeni” tutmadı.

İki kutuplu dünyada kendi aralarındaki çelişkileri bastırıp ABD’nin arkasına sıralanan emperyalist güçler, eski koşulların son bulmasıyla hızla paylaşım sahasına indiler. Meselâ 1995’e kadar Balkanlar’da gerçekleşen kanlı savaş ve halkların birbirine boğazlatılması bu paylaşımın ifadesiydi. 2000’lerin başına gelindiğinde ABD, bizzat emperyalist sözcülerinin ifadesiyle sonsuz bir savaş başlattı. Önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etti. Bu savaşın aynı zamanda kapitalizmin tarihsel kriziyle örtüşmesi, hiç kuşkusuz ki tesadüf değildi. Savaşta ön alan ABD emperyalizminin amacı; pazar ve yatırım alanlarını, enerji yataklarını kontrol altına almak, rakiplerini geride bırakmak ve uluslararası siyasal dengeleri yeniden kendi hegemonyası altında oluşturacağı koşulları yaratmaktı.

İşte Büyük Ortadoğu Projesi de bu kapsamda geliştirildi. ABD emperyalizmi bu proje çerçevesinde, Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar onlarca ülkeyi hem siyasal hem de ekonomik açıdan dönüştürmeyi, kapitalizme derinden entegre etmeyi ve hegemonyası altına almayı hedefliyor. “Soğuk savaş” döneminde SSCB ile emperyalist blok arasında tampon bölge rolü oynayan ve kapitalist sisteme derinden entegre edilemeyen Ortadoğu, eski ittifakların ve siyasal dengelerin ortadan kalkmasıyla ABD’nin dünyayı yeniden şekillendirme planının merkezine oturtulmuştur. Çok açık ki halklara tarifsiz acılar yaşatan söz konusu emperyalist planlama, aynı zamanda Ortadoğu’nun siyasi haritasını değiştirmeyi de içermektedir.

Afganistan’ın işgaliyle başlayan emperyalist savaş Irak’ı ve ardından tüm Ortadoğu’yu sararken ve oradan da Kuzey Afrika’ya ilerlerken, aradan tam 16 yıl geçti. Savaşta ön alan ABD emperyalizmi elbette tüm planlarını hayata geçirebilmiş değil. Bizzat bu süre içinde, emperyalist/kapitalist ülkeler arasında önemli güç değişimleri oldu ve doğal olarak bu durum uluslararası siyasal dengelerde de etkisini gösterdi. Sovyetler’in çökmesiyle dünya siyasetinde görece etkisini yitiren Rusya ve bu arada Çin, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını doğrularcasına, özellikle 2000’lerin ortasından itibaren yükselişe geçtiler. ABD, karşısında yeni ve yükselen emperyalist güçler bulurken, başta Ortadoğu olmak üzere paylaşım alanlardaki hegemonya mücadelesi de alabildiğine kızışmaya ve karmaşık hale gelmeye başladı. Bu durum, Elif Çağlı’nın da dikkat çektiği üzere, aslında kapitalizmin tarihsel krizine derin bir hegemonya krizinin eşlik ettiğini gözler önüne seriyor. Tarihsel konumunu kaybeden ABD, hâlâ dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü olmasına rağmen, emperyalist sistemi kendi hegemonyası altında hizaya sokacak durumda değil. Askeri açıdan güçlü ama ekonomik açıdan zayıf Rusya’nın ya da dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükselen Çin’in şimdilik emperyalist sistemi şekillendirecek bir gücü yok. Dolayısıyla emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşı aynı Suriye’de olduğu gibi dolaylı; birbirini yıpratma, geriletme ve yeni mevziler kazanma üzerine kurulu bir karakter taşımaktadır. Emperyalist savaşın bugünkü doğası; Türkiye, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerin ekonomik ve siyasi güçlerinin ötesinde savaşa müdahil olmalarına; IŞİD, el Kaide ya da Hizbullah gibi devlet dışı siyasal güçlerin önemli rol üstlenmelerine yol açmaktadır. Böylece Ortadoğu’da savaş, uzatmalı ve karmaşık bir karaktere bürünerek yeni alanlara doğru genişlemektedir.

Emperyalistlerin Suriye’de pozisyonlarını güçlendirme hamleleri

Suriye’deki iç savaş 5. yılını geride bırakırken, gelinen noktada, özellikle Rusya’nın doğrudan savaşa müdahil olmasıyla Esad rejiminin yıkılamayacağı anlaşılmış durumda. Gerek ABD ve Batılı emperyalist güçler gerekse Türkiye ve Suudi Arabistan genel hatlarıyla, Rusya’nın savaş alanına inerek yarattığı sonucu kabul etmiş gözüküyorlar. Ne var ki Esad rejimi ayakta kalsa da, Suriye’nin bir daha eski günlerine dönmesi ve tek parçalı bir Suriye’nin söz konusu olması pek mümkün değil.

Emperyalist/kapitalist güçlerin boy ölçüşme alanı haline gelen Suriye, şu anda, rejimin Halep dâhil bazı yerleri kurtarmasına rağmen tam anlamıyla parçalanmış durumda. Türkiye, Suudi Arabistan ve ABD’nin desteklediği silahlı gruplar, Suriye’nin bazı bölgelerini kontrol ediyorlar. Bunların en önemlisi, cihatçı grupların merkez üssü ve yığılma alanı haline gelen Türkiye sınırındaki İdlib’dir. Cerablus ve el Bab ise Türkiye’nin denetimindedir. Rakka ve Suriye’nin daha ziyadesiyle çöl kısımları IŞİD’in elindeyken, Rojava PYD’nin kontrolündedir. Rusya’nın “gerilimi azaltma bölgeleri” oluşturma planı; İdlib dâhil Lazkiye, Halep ve Hama’nın belli bölümlerini; Şam’a bağlı Doğu Guta’yı ve ülkenin güneyinde yer alan Dera ve Kuneytra’nın yine bir kısmını kapsıyor. Bu bölgelerin bir kısmı, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın desteklediği cihatçı grupların denetiminde bulunuyorlar.

Söz konusu planın başarıya ulaşıp ulaşmayacağından bağımsız olarak söylersek, Rusya’nın amacı çatışmaları durdurmak, meselâ IŞİD’in elindeki alanlara saldırıya geçmek üzere rejimin soluklanmasını ve güç toplamasını sağlamaktır. Nitekim rejim ordusu Irak sınırına doğru harekete geçmiştir. Aynı zamanda Rusya, savaş alanında ele geçirdiği üstünlüğü kullanarak cihatçı grupları izole etmeyi, tabiri caizse savaştan uzak tutarak onları çürütmeyi ve bölmeyi amaçlıyor. Zira kimilerinin kendi aralarında savaştığı cihatçı grupların bir kısmı Astana sürecini desteklerken, bazıları ise karşı çıkıyor.

Şu anki aşamada Suriye’deki savaş tıkanmış ve esasında belirli bir doyum noktasına ulaşmış durumda. Bu nedenle emperyalist/kapitalist güçler yeni hamleler yapıyor ve daha güçlü pozisyonlar elde etmeye çalışıyorlar. Bu noktada tarihe ve örneklere bakarsak, Suriye’deki durum ile 1995’e kadar Balkanlar’da süren savaş arasında önemli benzerlikler görürüz. Üç yıl boyunca Balkanlar’da kan gövdeyi götürmüş, ikiyüzlüce açıklamalar yapmaktan öteye geçmeyen emperyalist/kapitalist güçler kozlarını paylaşmış ve her biri bölgede nüfuz alanı oluşturmak üzere belirli mevziler kazandıktan sonra müdahale etmişlerdi. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla sonuçlanan bu savaş, ABD’nin önerdiği Dayton Anlaşması ile son bulmuştu.

Savaş sonucunda şekillenen fiili tablo, Suriye’nin birkaç parçaya bölüneceğine işaret ediyor. Paylaşım masasına oturmadan önce Rusya nasıl ki kazanımlarını korumak ve genişletmek üzere hamleler yapıyorsa, aynı şekilde Amerika da Rakka’yı kontrol ederek Suriye’nin şekillendirilmesinde belirleyici olabilmek için güçlü bir zemin yaratmayı hedefliyor. Geçtiğimiz haftalarda ABD’nin Suriye’ye füze saldırısı düzenlemesinin ve Trump’ın Rakka operasyonu için YPG’ye ağır silahlar verilmesi kararını onaylamasının bir başka nedeni de budur.

Ortadoğu ve Kürt çıkmazında Türkiye

Amerika ve Rusya Suriye’de savaşıp güçlü mevziler kazanırken, dizginlenemez bir arzuyla Esad rejimini devirip Suriye’de egemen olmaya çalışan Türkiye etkisiz bir konuma itilmiş durumda. İzlediği hırslı ve maceracı siyaseti iflas eden Türkiye, tüm gücünü, Kürt halkının Rojava’da elde ettiği kazanımın resmi bir statüye kavuşmasını engellemek için kullanıyor. Bu doğrultuda son derece çelişkili ve gelgitli bir politika izliyor ki, aslında bu onun çıkışsızlığının, zayıflığının ve çaresizliğinin sonucudur.

Türkiye’nin uluslararası alanda sıkışmasına neden olan iki temel sebep var: Birincisi, AKP iktidarının kendini dev aynasında görerek Türkiye’nin ekonomik ve askeri gücünün çok ötesine taşan emperyalist bir siyaset izlemesi, bu temelde emperyalist merkezlerin planlarıyla belli noktalarda çelişen ve çatışan bir noktaya düşmesidir. Oysa büyüklenmek ile gerçekten de büyük olmak farklı şeylerdir. Nesnel bir temeli olmayan ve esas olarak öznel vehimlere dayanan iddiaların kendisi, emperyalist paylaşım alanında ayağa dikilip güç haline gelmiyor. Uluslararası politikayı şekillendirmenin yolu ekonomik ve askeri alanda güç olmaktan geçmektedir ve dolayısıyla emperyalist paylaşım savaşına hayalci hesaplarla girmenin sonucu bellidir. Nitekim küresel ölçekte düzen kurucu olduğu iddiasındaki AKP Türkiye’sinin, emperyalist güçlerce önünün kesilmesi ve birçok alanda kolunun kanadının kırılarak sıkıştırılması bu gerçeği gözler önüne seriyor.

İkincisi, Türkiye’nin tüm ezme ve boğma çabasına rağmen uluslararası bir boyut kazanan Kürt halkının özgürlük mücadelesidir. Yukarıda işaret ettiğimiz üzere, yüzyıl önce şekillendirilen siyasal dengeler geçerliliğini yitirmiş durumda. Ortadoğu’nun siyasi haritası, Birinci Dünya Savaşının ardından esas olarak İngiliz ve Fransız emperyalizmi tarafından oluşturuldu. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım temelinde, masa başında çizilen haritalarla çok sayıda yeni devlet kurulurken, Kürt halkının yaşadığı topraklar dört ayrı parçaya bölünerek Türkiye, Suriye, Irak ve İran tarafından paylaşıldı. Ancak Ortadoğu bir kez daha emperyalist paylaşımın kanlı sahasına dönüşmüşken, Kürtlerin durumu yüzyıl öncesinden oldukça farklıdır. Kürtler artık Ortadoğu’daki siyasal tablonun şekillenmesinde dikkate alınması gereken bir güç konumuna yükselmişlerdir.

Gayet tabii olarak emperyalist güçler bu gerçeği görüyor ve kendi planları çerçevesinde Kürtlerle işbirliği yapıyorlar. Şu hususu daima akılda tutmakta fayda var: Emperyalistler açısından önemli olan kendi çıkarlarıdır. Eğer Kürtler Ortadoğu’da dikkate alınacak bir güç haline gelmemiş olsalardı, elbette Kürt halkının ulusal talepleri emperyalistlerin zerrece umurunda olmazdı. Dolayısıyla ne bugün fiilen bağımsız hareket eden Irak Kürdistanı uluslararası ölçekte tanınan bir güç haline gelirdi ne de Irak’tan sonra Suriye’de özerk bir Kürdistan’ın temellerinin atılmasına izin verilirdi. Şu anda Kürtler bir güç konumundalar ve ABD, Rusya ya da Batılı emperyalist güçler Ortadoğu’yu paylaşırken kendi çıkarları temelinde Kürtleri de dikkate alıyorlar. Geldiği nokta itibarıyla Kürt sorunu, emperyalistler tarafından da doğrudan ele alınması gereken bir sorun haline gelmiştir. Atılacak adımların ne olacağı ya da çözüm diye hangi biçimlerin sunulacağından bağımsız olarak söylersek, yüzyıl önceki siyasal dengeleri aynen yaratmak ve Kürtleri zorla boyunduruk altında tutmak bugün artık imkânsızdır.

Ne var ki Türkiye egemenleri ya bu gerçeği kavramıyor ya da ne pahasına olursa olsun Kürt halkının mücadelesini ezebileceklerini düşünüyorlar. Neticede ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır: Tarihin tekerleğini geriye çevirmek! Özellikle şu konunun altını çizmek istiyoruz: Türkiye’nin çaresizliği ve çıkışsızlığı onun haklıyken yalnız kalmasından değil, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin edebileceği koşulların oluşmasını engelleme zorbalığından kaynaklanıyor. Türkiye’nin son derece maceracı bir dış siyaset izlemesinin bir nedeni de budur. Kürt hareketlerini boğmak ve Kürt halkının mücadelesini bastırmak için başta IŞİD olmak üzere cihatçı grupları desteklemekten bile geri durmadı, durmuyor. Lakin AKP’nin bu siyaseti Kürt halkının örgütlü mücadelesine çarparken, aynı zamanda emperyalist güçlerin çıkarlarıyla örtüşmüyor ve kaçınılmaz olarak Türkiye’yi onlarla karşı karşıya getiriyor.

AKP iktidarı, bir taraftan tam da yüzyıl önceki ittifakların ve siyasal dengelerin ortadan kalktığını bilerek son derece hırslı emperyalist bir siyaset izlerken, öte taraftan sanki 1923’te Türkiye’nin kurulmasını sağlayan tarihsel koşullar varmış ve sanki Türkiye hâlâ SSCB sınırında NATO bekçisi rolünü sürdürüyormuş gibi hareket ediyor. Avrupa Birliği’ne ve ABD’ye tehditler savuruyor, yeni ittifak arayışlarına gireceği mesajını veriyor. Lakin Erdoğan’ın ABD gezisi öncesinde doruğa ulaşan bu tehditlerinin gerçekte bir karşılığı yoktur. Bu nedenle, “ya Türkiye ya YPG” dayatması, ilişkilere nokta konacağı tehditleri, Türkiye’nin kendi göbeğini kendisinin keseceği açıklamaları gök kubbe altında bir aksi seda olarak kalmıştır. Tüm bu açıklamaların esas olarak iç kamuoyuna dönük olduğu malûm! Nitekim Erdoğan’ın gezisinden bir hafta önce Trump, YPG’ye silah verilmesi kararını onaylayarak Türkiye’ye ABD’nin mesajını vermiş oldu. Buna rağmen Erdoğan Amerika ziyaretini ertelemedi. Çünkü Erdoğan’ın gezisinin en önemli nedeni, posta koyduğu ABD yönetimi tarafından Beyaz Saray’da kabul edilmek ve böylece referandum sonuçlarının büyük güçler nezdinde meşru sayıldığını göstermekti.

Şurası açık ki, Türkiye bugünkü siyasetini sürdürdüğü müddetçe ABD ile olan çelişkileri derinleşerek devam edecek. Kendi hegemonyasını yeniden tesis edeceği koşulları oluşturmak üzere sonsuz bir savaş başlattığını açıklayan ve Büyük Ortadoğu Projesini geliştiren ABD emperyalizmi, bu savaşın bir parçası olarak Suriye’de önemli bir mevzi kazanmış durumda. Onyıllardır Rusya’nın nüfuz alanı olan Suriye parçalanırken, ABD gelip Suriye’ye askeri olarak yerleşmeyi başarmıştır. Daha şimdiden Rojava’ya birçok askeri üs inşa eden ABD’nin amacı, buradaki Kürtlerin aynı Güney Kürdistan’daki gibi resmi bir statüye kavuşmasını sağlamak ve Rojava’daki varlığını güvenceye almaktır. Nitekim bu amaç doğrultusunda elini güçlendirmek ve Suriye’nin şekillendirilmesinde daha fazla söz sahibi olmak için Rakka’yı kontrol etmek istiyor. Türkiye’nin ise esas karın ağrısı Rakka’nın da dâhil olacağı bir Suriye Kürt federal yapısının daha fazla ihtimal haline gelmesidir. İşte bu yüzden YPG’yle ortak yapılan Rakka operasyonuna karşı çıkarak ve aslında Suriye’deki mevcut durumun devamını arzulayarak Kürtleri ezme fırsatı kolluyor.

Elbette Türkiye Ortadoğu’da önemli bir güçtür ve ABD emperyalizmi onu bir kenara atamaz, atmak da istemez. Lakin Kürt çıkmazındaki Türkiye’nin izlediği siyaset, Suriye’de olduğu üzere ABD’nin emperyalist planlarıyla doğrudan çatışmaktadır. Fakat ABD ile Türkiye arasındaki tek ihtilaf konusu Kürt meselesi değil. Türkiye’nin aynı zamanda bölge gücü olduğunu, emperyalist paylaşımdan gücünü aşan ölçüde pay istediğini de unutmamak lazım…

Bugünkü koşullar iki kutuplu dünya düzeninden oldukça farklıdır. “Soğuk savaş” döneminde kutuplar öylesine keskin ve öylesine katıydı ki, meselâ ne Avrupalı emperyalistler ne de Türkiye bugünkü gibi Amerika ile açıktan ve bu denli keskin çelişkiye düşebilir ve çıkar çatışmasına girebilirdi. Ancak günümüzde, örneğin Türkiye hem tarihsel olarak Batı kampında yer almaktadır ama hem de ABD ile belli noktalarda çelişen ve çatışan pozisyondadır. Yani hem yan yanalar hem de rekabet ve çatışma halindeler. Doğası rekabet ve çatışma olan kapitalist düzende, emperyalist/kapitalist güçler arasındaki ilişki zaten başka türlü de olamazdı. Dolayısıyla “müttefiklik” ilişkisi emperyalist/kapitalist güçlerin kendi aralarındaki rekabet ve çıkar çatışmasını ortadan kaldırmıyor. Ne var ki bu noktada kimin belirleyici olduğu son derece önemlidir. Meselâ Amerika, kendi planlarını hayata geçirirken aynı zamanda çeşitli manevralarla Türkiye’yi oyalamakta, teskin etmekte ve şu ya da bu biçimde politikalarını ona dayatmaktadır.

ABD ve Türkiye arasındaki ilişki, emperyalist bir güç ile en fazlasından alt-emperyalist bölgesel bir gücün kabiliyet ve manevra yeteneklerinin ne denli farklı olduğunu gözler önüne seriyor. Ekonomik ve askeri açıdan son derece güçlü olan ABD emperyalizmi, çeşitli manevralar yapabilmekte ve potansiyelleri sayesinde izlediği çelişik politikaların üstesinden gelebilmektedir. Meselâ Kürt meselesinde Türkiye ile çelişkiye düşen ABD, aynı zamanda uluslararası alanda İran karşıtı siyaseti egemen kılarak ve Türkiye’yi daha fazla İran karşıtı eksende tutum almaya iterek onu sıkıştırabilmektedir. Türkiye’nin manevra imkânları ABD ile karşılaştırıldığında son derece sınırlıdır. Dolayısıyla ABD, kendi çıkarları açısından hayati olmayan birkaç tavizle bu tip ülkelerin elindeki kozları boşa çıkartabilmektedir.

Bu hakikat, Türkiye egemenlerinin ve AKP kalemşorlarının “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” söyleminin gerçeklikten uzak olduğunun da ifadesidir. Zira bir devletin gözü karartıp sonu gelmez maceralara girişmesi ile gerçek bir güç olarak kendi siyasetini rakiplerine kabul ettirmesi başka şeylerdir. Örneğin Kürtleri durdurmanın yolunun Esad rejimini kabul etmekten, Rusya ve İran çizgisine yanaşmaktan geçtiğini düşünen Türkiye, bu kapsamda Rusya’ya yanaşmaktan ve Astana’da “Esad’ın kaderine Suriye halkının karar vermesi” yönündeki deklarasyona imza koymaktan geri durmadı. Elbette Türkiye’nin amacı aynı zamanda Rusya ile ilişkileri yumuşatmak, ekonomik yaptırımları kaldırmak, Suriye’deki sürece bir şekilde dâhil olmak ve ABD ile Batılı emperyalist güçleri dengelemekti. Rusya ise hem ABD’nin planlarını bozmak hem de kendi planlarını hayata geçirmek üzere Türkiye’nin Suriye topraklarına girmesine ve el Bab’a kadar ilerlemesine izin verdi. Fakat bunun karşılığında Rusya, Türkiye’nin desteklediği cihatçı grupların Halep’i terk etmesini sağlayarak Esad rejimine çok önemli bir mevzi kazandırdı. Hedefine ulaşan Rusya, Amerika ile de anlaşma halinde Türkiye’nin el Bab’tan öteye gitmesine izin vermediği gibi, Astana görüşmelerinde Kürtlere özerklik tanıyan Suriye anayasasını da önüne koydu. “Güvenli bölgeler” anlaşmasının da Rusya’nın dayatması olduğunu belirtmek lazım. Rusya’nın Kürtlerle işbirliği yaparak Afrin’de üs kurması ve sınıra bayrağını çekmesi, tüm efelenmelerine rağmen Türkiye’nin gücünün ve manevra alanının son derece sınırlı olduğunu gözler önüne seriyor.

Nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin izlediği Kürt düşmanı politika onu Ortadoğu’da derin bir açmaza sürüklemiştir. Ne var ki Türkiye’nin egemenleri çıkmaza saplanan bu yanlış politikadan geri adım atacaklarına, içine düştükleri durumu hazmedemiyor ve büyüklenme nöbetleri eşliğinde maceracı siyasetlerini sürdürüyorlar. Bu nedenle, bu hastalıklı siyasetin bir sonucu olarak Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta çeşitli Kürt bölgelerine operasyonlar yapması gündeme gelebilir. Fakat böylesi bir macera Kürt ve Türk halklarına daha fazla acı ve gözyaşından başka bir şey vermeyecektir.

Trump’ın Ortadoğu gezisi: Para para ya da savaş!

20-22 Mayıs arasında Suudi Arabistan ve İsrail’i ziyaret eden Trump, 110 milyar doları doğrudan silah satışını içeren ve toplamda 350 milyar doları bulan bir anlaşmaya imza attı. Daha bu anlaşmanın imzası kurumadan ise tüm gücüyle Ortadoğu’ya barış getirmek için çalışacağını açıkladı. Şaka gibi gelen bu açıklama, aslında emperyalist ikiyüzlülüğün kristalleşmiş hali! Hem Irak savaşına “şok ve dehşet” adını veren hem de ülkeye demokrasi getireceklerini söyleyenler de bu emperyalist haydutlar değil miydi? Emperyalist sözcülerin dilindeki barışın gerçekte savaş ve yıkım anlamına geldiği düşünülürse, önümüzdeki dönemde Ortadoğu’nun daha fazla cehenneme çevrileceği kolayca anlaşılabilir.

Nitekim İran karşıtı Sünni cephenin güçlendirilmesi maksadıyla, Trump’ın gezisi sırasında yeni bir adım atıldı. Uzun süredir Şii İran karşısında Sünni ülkeler ekseni yaratmaya çalışan Suudi Arabistan, 2015’te 34 ülkeyi kapsayan bir İslam Ordusu kurulduğunu açıklamıştı. Lakin bu ordu sadece bir tasarı olarak kaldı. Şimdi Trump’lı ABD yönetiminin İran’ı yeniden hedefe oturtmasıyla Suudi Arabistan, Sünni cephe ve İslam ordusu için güçlü bir zemin yakalamış oldu. Arap/İslam-Amerikan Zirvesinin sonuç bildirisinde, 55 ülkenin altına imza koyduğu söylenen İslam Askeri Konseyi adıyla yeni bir ordu ilan edildi. Söz konusu ordu, Suudi Arabistan ile ABD’nin yayınladığı ortak bildiride “İran’ın bölge ülkelerindeki şeytani etkisini kırmak için güçlü, birleşik bir güvenlik yapısının kurulması” biçiminde tarif ediliyor.

Suudi Arabistan, İran’la yapılan nükleer anlaşmanın bazı maddelerinin gözden geçirilmesi için de ABD’ye baskı yapıyor. Bilindiği üzere Obama yönetimi döneminde, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist güçler, nükleer silah programının durdurulması karşılığında İran ile bir anlaşma yapmışlardı. Bu anlaşmaya en fazla karşı çıkan ve anlaşmanın bir an önce yırtılıp atılması amacıyla çeşitli provokasyonlar yapmaktan bile geri durmayan iki ülke vardı: Suudi Arabistan ve İsrail! Şimdi Trump’ın İran’ı hedefe oturtmasıyla Suudi Arabistan ve İsrail muradına ermiş oldu. Ancak Trump’ın İran karşıtı siyaseti yeniden ısıtması ve Sünni-Şii eksenli gerilimi arttırmasıyla birlikte, Amerikan silah tekellerine gün doğmuş bulunuyor. Nitekim ExxonMobile, General Electric ve JP Morgan vb. dâhil petrol, doğal gaz, inşaat, finans ve silah tekellerinden 50 CEO’nun Trump’ın gezisinde yer alması ve on milyarlarca dolarlık anlaşmaların yapılması bu gerçeği gözler önüne seriyor. Yaptığı anlaşmayla adeta mest olan Trump’ın, anlaşma üzerine konuşurken “muazzam bir gündü, iş, iş, iş” demesi ve kendini kılıç dansı yapan Suudi egemenlerinin içine atıp şov yapması, Amerikan burjuvazisinin bir kesiminin ilan ettiği gibi aptal değil ama açgözlü bir kapitalist ve emperyalist sözcü olduğunu gösteriyor. Anlaşmanın Amerikan şirketleri için yeni fırsatlar yaratacağını ve silah sanayiinin on binlerce iş imkânı yaratacağını açıklayan Trump yönetimi, kendisini istemeyen kesimlere nereye odaklanmaları gerektiğinin de mesajını vermiş oldu.

Trump, seçim kampanyası esnasında Müslüman karşıtı açıklamalar yapmış ve hatta 11 Eylül saldırısını İranlıların değil Suudilerin yaptığını söyleyerek Suudi Arabistan’ı hedef almıştı. Şimdi aynı Trump, IŞİD ve el Kaide’nin hem finans hem de ideolojik merkezi olan Suudi Arabistan ile uluslararası terörizme karşı ortak mücadele edeceğini açıklıyor. Bir taraftan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı kışkırtılıp emekçi kitlelerin bilinci bulandırılırken ve bu şekilde kitlelerden oy alınırken, öte taraftan terörizmi bitirme adı altında savaş kışkırtılıyor ve yüz milyarlarca doları bulan anlaşmalar yapılıyor. Amerikan Dışişleri Bakanı Tillerson’a göre 110 milyar dolar silah alan Suudi Arabistan artık kendini savunabilecek ve habis İran’ı dengeleyebilecekmiş! Bu emperyalist sözcüye inanacak olursak İran şeytan ve zalim, Suudi Arabistan ise yalnızca kendini savunmaya çalışıyor. Peki, savaş gemilerinin, tankların ve savunma füzelerinin de içinde olduğu bu 110 milyar dolarlık silahları Suudi Arabistan nerede kullanacak? İran’ı dengeleme adı altında Yemen’i adeta taş devrine geri götüren Suudi Arabistan egemenleri, bu yıkıcı silahlarla daha fazla insanın canını alacaklar.

Ortadoğu savaşının merkezine Suriye oturtulduğundan ötürü, Yemen’deki savaş çok az öne çıkıyor. Oysa Yemen, aynı Suriye gibi, Suudi Arabistan ve İran başta olmak üzere kapitalist güçlerin birbirleriyle savaştıkları, inanılmaz bir yıkımın gerçekleştiği, kıtlık ve açlığın kol gezdiği bir ülkeye dönüşmüş durumda. Suudi Arabistan’ın başını çektiği ve aralarında Körfez ülkelerinin de olduğu savaş koalisyonu, Mart 2015’te Şii Husilerin egemenliğini kırmak amacıyla Yemen’i bombalamaya başladı. O günden bu yana, başta başkent Sana olmak üzere Husilerin egemen olduğu birçok bölge savaş uçakları tarafından yakılıp yıkıldı. Savaşın yol açtığı korkunç yıkımdan dolayı 18 milyon insan yardıma muhtaç hale gelirken, bunun 7 milyonu açlıkla boğuşuyor.

Lakin Suudi egemenleri en ağır silahlar eşliğinde yakıp yıkmaya rağmen, Yemen’de Husilerin egemenliğini kırabilmiş değiller. İran destekli Husiler, Yemen’i işgal etmeye çalışan Suudilere ağır darbeler indiriyorlar. Buradaki savaş kızıştıkça, Suudi Arabistan ve İran arasındaki gerilim de gün geçtikçe yükseliyor. Saddam’ın devrilmesiyle Irak’ta Şiilerin iktidara gelmesi, tarihin şu cilvesine bakın ki ABD’nin hesaplarının aksine Şii İran’ın önünü açtı. Bugün Pakistan’dan Yemen’e İran, Şii nüfus üzerinden bölgede önemli bir etkiye sahiptir. Yine İran ve Rusya’nın desteğinden ötürü, Suudi Arabistan ortağı Türkiye ile birlikte Esad rejimini yıkamadı. İran’ın Şiiliği kullanarak Ortadoğu’da bir imparatorluk kurduğunu iddia eden Suudi Arabistan, bir Sünni cephe yaratarak kendi çıkarlarını egemen kılmaya çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, savaşın Suudi Arabistan’da değil İran’da gerçekleşeceğini söyleyerek tehditler savurması, İran ile Suudi Arabistan arasındaki nüfuz mücadelesinin ne denli kızıştığını gösteriyor. Ortadoğu’yu kendi planları çerçevesinde dönüştürmek isteyen ABD emperyalizmi ise, gerilimi tırmandırarak silah satışını patlatıyor!

***

Tüm bu kara tablo, emperyalist/kapitalist güçler arasındaki paylaşım savaşının Ortadoğu’da yeni alanları tutuşturmaya devam edeceğini gösteriyor. Türkiye egemenleri ise, ülkenin bir beka sorunuyla karşı karşıya olduğunu söyleyerek işçi-emekçi kitleleri savaşa, içerideki totaliter rejime ve hak gasplarına ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan pay kapmaya çalışan, bunu yaparken küresel ölçekte düzen kurucu vehimlerine kapılan ve hırslı emperyalist siyasetinin sonucunda sıkışan aynı egemenlerdir. AKP iktidarı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkarak bir çatışma yaratıyor ve sonra da dönüp bu çatışmadan kaynaklı uluslararası alandaki sıkışmışlığını beka sorunu olarak sunuyor. Gerçekte Türkiye’nin Kürt sorununu çözmeme, Kürt halkının demokratik haklarını tanımama, çözümsüzlüğü dayatma ve üstelik bunu Suriye’de de sürdürme sorunu vardır. Bu nedenle, Türkiyeli işçi-emekçi kitleler iktidarın milliyetçi kışkırtmalarına gelmeden bu gerçeği görmeli ve Kürt halkının haklı ve demokratik taleplerine sahip çıkmalıdırlar. Bu, aynı zamanda, egemenlerin ülkeyi Ortadoğu’daki cehenneme daha fazla itmesine karşı çıkışın da bir ilk adımı olacaktır.

3 Haziran 2017

İlgili yazılar