Ortadoğu Savaşı
Utku Kızılok, 1 Eylül 2014

2003’te ABD emperyalizminin savaş makineleri Irak’ı yerle bir ederken, dönemin ABD başkanı Bush sonsuz bir savaş başlattıklarını açıklamıştı. Söz konusu ifade gelişigüzel bir şekilde telaffuz edilmiş değildi. Pek çok ABD sözcüsü benzeri ifadeler kullanmaktaydı ve onlar, fitilini ateşledikleri emperyalist savaşın bugünden yarına bitmeyeceğini ve değişik biçimler alarak on yıllarca sürebileceğini anlatmak istemekteydiler. Bizler Marksist Tutum sayfalarında kapitalizmin içine yuvarlandığı tarihsel krizi ve açmazı derinlemesine analiz etmiş, Balkanlar’da başlayan ve çeşitli biçimler altında devam eden, Afganistan ve Irak’la birlikte yeni bir aşamaya yükselen emperyalist savaşın tahripkâr sonuçlarını ve siyasal dengeleri nasıl değiştireceğini öngörmüştük. Pazar, yatırım ve enerji kaynaklarının yeniden paylaşılması ve emperyalist-kapitalist sistemin hegemonik gücünün yeniden tayin ve tesis edilmesi amacıyla başlatılan savaş, bugün esas itibariyle Ortadoğu’da yoğunlaşmış ve alabildiğine karmaşık bir Ortadoğu savaşına dönüşmüştür.

Savaş, Ortadoğu halkları için tarifi güç korkunç bir katliam ve yıkım getirmekle kalmamış; bizzat bu yıkıma yol açan emperyalist barbarlığın, kapitalist çürümüşlüğün ve umutsuzluğun bir sonucu olarak, son derece ilkel vahşet sahneleri sergileyen tepkisel hareketler de ortaya çıkarmıştır. İşte Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) denen gözü dönmüş cani örgüt, bu gerçekliğin sonucudur. Dolayısıyla emperyalist güçlerin, IŞİD benzeri örgütlerin sahnelediği ilkel vahşeti kendi suçlarını saklamak amacıyla kullanmaları tam anlamıyla riyakârlıktır. Afganistan ve Irak’ı en gelişmiş savaş uçaklarıyla yerle yeksan edip yüz binlerce insanı katleden, üstelik bunu aksiyon filmi gibi televizyonda canlı yayın eşliğinde sunan emperyalist barbarlıkla, insanların kafalarını keserek ilkel bir vahşet sergileyen IŞİD gibi gerici hareketler kapitalist çürümüşlüğün değişik ifade biçimlerinden başka bir şey değildir.

Ortadoğu kelimenin gerçek anlamıyla bir cehenneme dönerken, sürüp giden savaş da son derece karmaşık bir boyut kazanmış durumda. Ortadoğu savaşı hâlihazırda siyasal dengeleri değiştirmiş; Irak’la Suriye arasındaki sınırı fiilen ortadan kaldırmış ve ortaya yeni güç odakları çıkartmıştır. Ortadoğu’da tam bir keşmekeş hüküm sürmektedir ve savaşın ne zaman sonuçlanacağı, siyasi dengelerin yeniden nasıl kurulacağı belirsizdir. Daha şimdiden 11. yılını geride bırakarak her geçen gün genişleyen Ortadoğu’daki savaşın, kapitalizmin tarihsel krizi nedeniyle bugünkünden daha büyük bir yıkıma ve çürümeye yol açarak uzun bir süre daha devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. IŞİD türü örgütlerin peydah olup muazzam büyüklükteki toprakları ele geçirip buralarda otorite kurabilmesi ya da kendini devlet ilan edebilmesi, sürecin kaotik niteliğini gözler önüne sermektedir.

IŞİD, Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u aldıktan ve kendini devlet ilan ettikten sonra, devam eden saldırılarda ayrıca birçok kenti, yerleşim alanını ve bölgeyi ele geçirmiştir. İslam adı altında gözü dönmüş bir saldırganlık sergileyen bu mezhepçi örgüt, yarattığı dehşetle insanları sindirmek ve teslim almak istemektedir. Ezidi ve Hıristiyan gibi Müslüman olmayan azınlıkları ya da Şiileri katlederek, özellikle Sünni kitlelerin tarihsel önyargılarını harekete geçirmek ve kendini meşrulaştırmak istemektedir. Bir taraftan Ezidi Kürtlerin yaşadığı Şengal başta olmak üzere Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ve aynı zamanda Rojava’nın topraklarını ele geçirmek için katliam yaparken, öte taraftan da Suriye’nin batısına doğru ilerlemektedir. Suriye’de Halep’in kuzeyinden başlayarak Rakka, Haseke’nin güneyi ve Deyr ez Zor vilayetlerini ele geçiren örgüt, son olarak Rakka havaalanında da kontrolü sağlamış durumda.

IŞİD’in, Sünni Arapların desteğiyle Musul merkezli bir İslam Devleti ilan etmesi Irak’taki fiili bölünmeyi derinleştirmiştir. IŞİD’in bugünkü düzeyde sahne alması, başka bir tarihsel gelişmenin daha önünü açmış ya da eninde sonunda gerçekleşecek olan şeyi hızlandırmıştır. Bu, PKK’nin Kandil’den inerek Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin topraklarını savunması ve böylece Irak’taki iç savaşın bir parçası haline gelmesi, IŞİD karşısında dört ayrı ülkenin sınırlarında kalan Kürtlerin askeri güçlerini birleştirmeleri ve Rojava’dan Güney Kürdistan’a kadar bir direniş hattı kurulmuş olmasıdır. Hiç kuşkusuz bugünkü Ortadoğu savaşının en önemli aktörlerinden biri Kürtlerdir. Bugünkü konumlarıyla Kürtler, yüzyıl öncesindeki koşullardan tamamen farklı bir yerde durmaktalar. Ortadoğu’da yeniden çizilecek sınırlar ve kurulacak siyasal dengelerde, özellikle kendi ulusal gelecekleri konusunda önemli bir rol oynayacakları tartışmasızdır.

IŞİD ve emperyalist-kapitalist güçler

Son birkaç aydır siyasal analizler yapılırken en çok sorulan sorular şunlardır: IŞİD kimdir, arkasında kimler vardır ve nasıl oluyor da bu denli destek bulup hızlı bir şekilde ilerleyerek pek çok kenti kontrol altına alabiliyor? Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez ülkelerinden IŞİD’e büyük miktarlarda para ve silah aktığı bir gerçektir. Bu destekçilere AKP yönetimindeki Türkiye’yi de eklemek gerekmektedir. ABD’nin bu ülkelerde çok önemli askeri üsleri olduğu ve bilhassa gerici Arap rejimlerini desteklediği malûm. Meselelere yüzeysel bakan biri, bu fotoğraftan şu sonucu çıkarabilir: Söz konusu ülkelerin üzerinde ABD’nin büyük bir siyasal ağırlığı vardır ve dolayısıyla IŞİD ABD’nin beslemesidir! Meselenin bu kadar basit olmadığı, fotoğrafın arkasında başka karmaşık süreç ve ilişkilerin olduğu bir gerçektir. IŞİD’in yaptığı bazı şeylerin ABD’nin de işine yaraması, onun ABD’nin kuklası olduğu anlamına gelmez. Ancak açık olan bir gerçek var ki, IŞİD’in katliamlarla sahneye çıkması ABD’nin hayli işine yaramıştır. Irak savaşıyla meşruiyetini kaybeden ABD emperyalizminin, şimdi önü alınamayan katliamcı IŞİD’i durdurmak amacıyla Ortadoğu’ya “kurtarıcı” olarak dönmek istediğine ve prim yaptığına şahit olmaktayız.

Aslında bugünkü karmaşık durumu anlamak için Irak ve Suriye’deki iç savaş sürecine, olayların gelişim çizgisine, aldığı değişik yön ve biçimlere bakmak gereklidir. Hatırlanacağı üzere ABD emperyalizmi 2003’te Irak’ı işgal ettikten sonra Saddam Hüseyin rejimi yıkıldı. Yeni, özgür ve demokratik bir Irak kurma iddiasında olan ABD, Sünni burjuvazinin egemen olduğu devlet yapısını neredeyse tamamen parçaladı ve Şiilerin egemenliğinde yeni bir devlet mekanizması kuruldu. ABD’nin işgaliyle birlikte Irak, bugünkü kadar net çizgilerle olmasa da Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında fiilen üçe bölünmüş durumdaydı. Sünni egemen kesimler, dışlanmalarının da bir sonucu olarak yeni kurulan iktidarın bir parçası olmayı reddederken, özellikle Baas rejimi unsurları ABD’ye karşı bir direniş hareketi örgütlediler. İrili ufaklı çok sayıda İslamcı örgüt de işgale karşı yürütülen direniş içinde yer aldı. İşte bugünkü IŞİD, o dönem işgale karşı verilen mücadelede yer almış örgütlerin içinden çıktı.

İslamcı örgütlerin taban bulup güçlenmesini sağlayan şey, ABD emperyalizminin Irak halkına, bilhassa da direniş bölgelerindeki Sünni Araplara karşı uyguladığı tarifi mümkün olmayan zulümdü. ABD askerleri, Felluce’yi yerle bir edip büyük bir katliam gerçekleştirirken, bu katliamda seyreltilmiş uranyum kullanmaktan bile çekinmediler. İşgal boyunca Irak halkı korkunç bir şekilde aşağılandı, horlandı ve kurşunların hedefi haline geldi. Milyonlarca insan, adeta bir cehennem çukuruna atılmışçasına kendini değersiz ve umutsuz hissediyordu. Ebu Garip Cezaevinde ABD askerlerinin Iraklı tutsaklara yaptığı işkenceler ise insanın kanını donduruyordu. Savaşın yarattığı yıkım, sürüp giden karmaşa, işgalci emperyalist güçlerin aşağılamaları ve giderek büyüyen umutsuzluk doğal olarak kitleleri tepkisel bir çizgiye itmiş ve işgale karşı direniş sergileyen İslamcı örgütler de bu tepkiyi örgütlemişlerdir. Bir komünist hareketin ve onun öncülüğünde bir direniş hareketinin olmadığı koşullarda, emperyalist savaşın yarattığı cehennem, tam da kendi doğasına uygun olarak, son derece gerici ve akıldışı olana can vermiş ve onu büyütmüştür. Hiç kuşku yok ki, gerek Afganistan gerekse Irak’taki işgallerden ve devam eden emperyalist katliamlardan sonra İslamcı örgütler daha da radikalleşmiş, tepkisellik onları daha da gericileştirmiş ve en akıldışı uygulamalarla kendilerini ifade etmeye başlamışlardır. IŞİD ve benzerleri, çağımızın garabeti ve aynı zamanda emperyalist kapitalist sistemin çürümüşlüğünün bariz görünümlerinden biridir.

Başta emperyalist güçler olmak üzere çok sayıda ülkenin istihbarat servislerinin bu tip örgütlerin içine sızmaması ya da bunlarla bir biçimde bazı işler tutmaması imkânsızdır. Tüm kapitalist güçler kendi gizli servis elamanlarını bu tip örgütlere yerleştirerek onları manipüle etmek isterler. Geçmişte ABD’nin kendi çıkarları için bu tip örgütleri nasıl örgütlediğini veya bugün Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri ve Türkiye’den bu örgütlere mali kaynak ve silah akıtıldığını biliyoruz. Lakin bu gerçeklik doğrudan doğruya söz konusu örgütleri o ülkelerin kuklası haline getirmiyor. Gerici içeriğinden bağımsız olarak, radikal İslamcı örgütlerin programları ve hedefleri var; ve yüzlerce insan, çıkışsızlığın ve yanılsamanın ama neticede bir şeyler yapma arzusunun sonucu olarak bu örgütlerde savaşmaya gidiyorlar. Ancak bu örgütler kapitalist düzenin bir parçası konumunda olan örgütlerdir. Bizzat savaş ve karmaşa ortamının boşluğunda hayat bulan bu örgütler, tuttukları alanlarda kendi “savaş beylikleri”ni kurmakta, düzen içi ama devlet dışı aktörler olarak şekillenmektedirler. Bu durumları, kendi çıkarları temelinde nüfuz alanlarına ya da savaş bölgelerine müdahale etmek isteyen emperyalist-kapitalist güçlerin de işine gelmektedir. Dolayısıyla ABD’den Suudi Arabistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye kadar birçok ülke, bu örgütlerle taşeronluk temelinde bir ilişki kurmaktan geri durmuyor.

İşte bu örgütlerle Suriye iç savaşında da bu şekilde bir ilişki kuruldu. IŞİD dâhil pek çok İslamcı örgüt, ümmetçi bir motivasyonla da dolarak, emperyalist-kapitalist güçlerin yönlendirmesi ve ön açmasıyla Suriye’ye “kâfir” Esad rejimine karşı savaşmaya gitti. Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri ve Türkiye zaten bağlantılı oldukları bu örgütlerin önünü açtılar, muazzam mali kaynaklar ve silahlar aktardılar. İslamcı militanların Suriye’ye geçişi için her türlü kolaylığı sağladılar, sağlıyorlar. Esad rejiminin düşmesini isteyen Batılı emperyalist güçler de bu desteğe göz yumdular. Daha önce Afganistan’da, Balkanlar’da, Çeçenistan’da savaşmış, tabiri caizse “kafayı sıyırmış” ve hayata tutunamamış İslamcı militanlar da Suriye’ye aktılar. IŞİD, El Nusra ve diğer radikal İslamcı örgütler Suriye iç savaşıyla birlikte hem büyüdüler hem de savaş koşullarından dolayı giderek daha fazla gericileşip vahşet saçmaya başladılar. Savaşın ve emperyalist-kapitalist güçlerin palazlandırdığı bu örgütler, ele geçirdikleri topraklar üzerinde kendi emirliklerini ilan etmeye ve hatta bu temelde kendi aralarında savaşmaya da giriştiler. Zaten Irak’ın Suriye sınırındaki bazı toprakları kontrol eden IŞİD, Suriye’de de önemli bölgeleri kontrol etmeye başladı. Bu bölgelerin bir kısmından petrol çıkarıldığını ve bunun satışından önemli bir gelir elde edildiğini de vurgulamak lazım. Irak kökenli olması nedeniyle IŞİD, bilhassa yurtdışından gelen militanların ağırlıkta olduğu El-Kaide/El-Nusra gibi örgütlerden farklıdır ve bu farklılık kendini somutta da dışa vurmaktadır.

IŞİD’in elindeki petrolü satın almasından ve onun kontrol ettiği bölgelere bulaşmamasından ötürü IŞİD’i Esad rejiminin desteklediği de dile getirilmektedir. Aslında bu da pekâlâ mümkündür. Neticede her ülke, IŞİD benzeri güçleri kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmaz. Unutmayalım ki, kapitalist düzende ve özellikle savaş bataklığına dönüşmüş Ortadoğu’da burjuva güçler, aynı anda birbiriyle iş tutup ama aynı zamanda müttefik saydıklarının ayağına kurşun sıkmaktan geri durmazlar. Nitekim Esad tarafından desteklendiği söylenen IŞİD’in yüzlerce rejim askerini kurşuna dizmesi bu gerçekliği gözler önüne seriyor. Egemen güçlerin taşeronu haline gelen söz konusu örgütlerin de kendi ölçeklerinde ve işlerine geldiği sürece, iş tuttukları ülkeleri kullandıklarını bir kenara atmamak lazım.

Irak kökenli IŞİD’in önemli bir güç haline gelmesi, hiç kuşku yok ki başka ittifak arayışlarını da beraberinde getirmiştir. Nitekim Irak’taki Sünni egemen güçlerin önemli bir bölümünün ve Saddam’ın eski generallerinin IŞİD ile ittifak yapması da bu gerçekliğin ifadesidir. Irak’ta %18 nüfusu temsil eden ve son 11 yıldır Şiilerin egemenliğindeki devletin baskısı altında olan Sünniler, 2011’den itibaren kendi federal bölgelerini ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Ne var ki bunun IŞİD ile bir ittifak temelinde hayata geçirilmek istenmesi, Sünni egemen güçler arasında bazı kırılmaların ve saf değiştirmelerin olabileceğine, böylece bir kısmının IŞİD ile ittifak yaparak ön aldığına işaret etmektedir. Musul’un IŞİD’in eline geçmesinden hemen sonra, meselâ Türkiye’de siyasi sürgün olan Tarık Haşimi gibi Sünni egemenler, olup biteni bir “Sünni halk devrimi” olarak selamlamaktan geri durmamışlardır. Ancak öyle gözüküyor ki bir ittifak temelinde Musul’u ele geçiren IŞİD, müttefiklerinin siyasi planlarını pek de dikkate almadan, tez zamanda İslam Devleti ve Halifelik ilan etmiştir.

Yine IŞİD’in Musul’daki Türkiye konsolosluğunu ele geçirerek konsolosluk çalışanlarını rehin alması, benzer şekilde, ittifak kurduğu çevreleri dikkate almadan hareket ettiğini göstermektedir. Bugün daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki Türkiye ve AKP, Sünni egemen güçlerin planlarından ve IŞİD’in Musul’u ele geçireceğinden haberdardır. Lakin AKP, IŞİD’in konsolosluğu alacağını beklemiyordu. Hiç kuşkusuz IŞİD’le birlikte yeni bir boyut kazanan Ortadoğu’daki savaş, AKP’nin dış politikada ne denli sıkıştığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Osmanlı hülyalarıyla Ortadoğu’da nüfuz sahibi olmayı arzulayan AKP, Esad rejiminin çökmemesi ve Mısır’da İhvan’ın iktidardan devrilmesiyle zaten büyük bir sıkışıklığın içine düşmüştü. Şimdilerde, IŞİD’in akıl almaz bir vahşet eşliğinde ilerlemesi ve ele geçirdiği topraklarla dengeleri değiştirmesi AKP’yi yeni bir çıkmazla karşı karşıya getirmiştir. Zira Türkiye’nin IŞİD ve El-Nusra dâhil radikal İslamcı örgütleri desteklediğini, muazzam para ve silah aktardığını, bu örgütlere katılmak üzere gelen militanları kendi sınırından geçirdiğini, içeride ise kimi yardım derneklerinin militan topladığını cümle âlem bilmektedir.

Bilhassa İslamcı örgütlerin Suriye’de büyümesi ve hatta Batılı emperyalist güçlerin desteklediği muhalefeti bastırmaya girişmesinden sonra, ABD ve Avrupa ülkeleri İslamcı örgütlere gideceği kaygısıyla yardımları kesmiş ve Türkiye’nin politikasını da hedefe koymuşlardı. IŞİD’in sahneye çıkıp Kürt bölgesi başta olmak üzere her tarafa saldırması ve dengeleri değiştirmesi, kendi çıkarlarının tehlikede olduğunu gören ABD ve Avrupalı emperyalistleri harekete geçirmiş ve AKP yoğun bir şekilde eleştirilerin hedefi haline gelmiştir. Son günlerde gerek ABD gerekse İngiltere’nin en önemli ve emperyalist mahfillerle içli dışlı gazeteleri AKP’nin IŞİD’i desteklediğini dile getirerek onu topa tutmaktadırlar. Yardımların ve militanların hangi yollarla gönderildiği ayrıntılarıyla işlenirken, AKP’nin Sünni eksenli mezhepçi politikası da teşhir edilmektedir.

Değişen çıkarlarından dolayı ABD, şimdilik Irak’ın bölünmesine, dolayısıyla Sünnilerin ve Kürtlerin ayrılmasına, Şiilerin ise baskıcı politikalarla bu yolda onlara çanak tutmasına karşı çıkmaktadır. Bu nedenle Irak’ta tüm kesimleri kapsayan bir hükümet kurulmasından yana tutum almış ve bu noktada İran ile birlikte hareket etmiştir. Keza, IŞİD’in saldırısı altında olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yardım noktasında da ABD ve İran yan yana düşmüştür. Zira ABD, nüfuzu altındaki Kürt bölgesini kaybetmek istemezken, molla rejimi ise Şiileri hedef alan ve dengeleri değiştirerek İran’ın Irak’taki çıkarlarına darbe vuran IŞİD’in karşısında yer almaktadır. Nitekim ABD hava desteğiyle IŞİD’i vururken, Kürdistan yönetimine açıktan silah yardımı yaptığını duyuran ilk ülke İran olmuştur. Ortadoğu’nun lideri olmaya soyunan AKP yönetimindeki Türkiye, tüm bu süreçte pek ortalarda gözükmemiş ve daha da önemlisi dikkate alınmamıştır. En önemlisi de ABD, radikal İslamcı örgütlere yardımları kesmesi, militanların geçişlerini engellemesi ve IŞİD’e karşı kurulacak savaş koalisyonuna katılması için AKP’ye baskı yapmaktadır.

AKP ise şu an için beklemeyi seçmiş gözükmektedir. Tüm gelişmeler, boyundan büyük heveslere kapılan ve saldırgan bir emperyalist politika izleyen AKP’nin çıkışsızlığına işaret etmektedir. Ancak Erdoğan ve Davutoğlu’nun AKP’nin tepesinde yaşanan değişim sürecinde yaptıkları konuşmalarda ortaya koydukları emperyalist perspektif, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde de fazlasıyla heveskâr ve maceracı emperyalist politikaya devam edeceğini gösteriyor. Tarih tekerrür etmez, ama birçok açıdan benzeri durumlar yaratır. AKP’nin maceracı emperyalist politikasıyla, Osmanlı’yı parçalamaya götüren İttihat ve Terakki paşalarının yayılmacı politikaları arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Ortadoğu ve Kürtler

IŞİD’in Musul, Tikrit ve diğer birçok bölgeyi alması ve Irak merkezi ordusunun tarihi petrol kenti Kerkük’ü bırakıp kaçmasının ardından Peşmergenin Kerkük’e yerleşmesiyle birlikte Irak, tartışmasız bir şekilde fiilen üçe bölündü. Böylece uzun bir süredir Irak merkezi yönetimi ile Kürtler arasında ihtilaf konusu olan Kerkük, kendiliğinden Kürt yönetiminin eline geçmiş oldu. Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesi ve ortaya çıkan bu siyasal tablo, Kürtlerin bağımsızlığının önünü daha fazla açtı. Nitekim Barzani liderliğindeki Kürt yönetimi, daha yüksek sesle bağımsız Kürdistan’dan söz etmeye başladı. Ancak ABD ve Avrupalı emperyalistlerin çıkarları şu anki konjonktürde bağımsız bir Kürt devletinden yana olmadığı için Barzani şimdilik frenlenmiştir. Bölgesel veya büyük emperyalist güçlerin desteğini almamış bir Kürt devletinin bugünkü Ortadoğu’da tutunabilmesi pek mümkün gözükmemektedir. Nitekim IŞİD’in saldırıları da bu gerçekliği gözler önüne seriyor.

Musul’u alan IŞİD’in Kerkük ve civarına saldırarak başta Ezidiler olmak üzere Kürtleri katletmesi, birden bire ortaya bambaşka bir tablo daha çıkardı. Kürdistan Bölgesel Yönetiminin ordusu Peşmergenin kaçması ve IŞİD’in girdiği yerleşim yerlerini yerle bir ederek binlerce kişiyi katletmesi ve on binlerce Ezidinin Şengal Dağı bölgesinde sıkışıp kalması Kürt halkında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Buna mukabil PKK güçlerinin devreye girerek Mahmur’u IŞİD’den alması ve Rojava’daki PYD’nin askeri kanadı YPG ile birlikte bir koridor açarak Şengal bölgesindeki Ezidileri kurtarması dört parçadaki Kürt halkı nezdinde büyük bir takdir toplamıştır. PKK’nin Türkiye’nin ötesinde savaşa girmesi ve dört parçadan Kürtlerin Kerkük Savunma Güçleri adı altında bir askeri güç oluşturmaları tarihi önemde bir gelişmedir. Ortadoğu savaşı Kürtlerin birliğine giden yolu açarken, Barzani karşısında Türkiye’deki Kürt hareketinin elini de oldukça güçlendirmiştir. Bu durum, kendi çıkarları temelinde AKP ile işbirliği yapan, bu nedenle de Rojava’da PYD’nin denetimini kırmaya ve PKK’yi etkisizleştirmeye çalışan Barzani’nin liderliğine ve aynı zamanda AKP’nin siyasetine vurulmuş ağır darbedir.

Tam da Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü içindeyken, yüzyıl öncesinin koşullarındaki Kürtler ile yüzyıl sonrasının koşullarındaki Kürtleri karşılaştırmak anlamlı olacaktır. Yüz yıl önce Kürtler ekonomik ve sosyal gelişmemişliğin çıkmazında boğuşuyorlardı; nüfusun ezici çoğunluğu birbirinden kopuk bir şekilde köylerde yaşıyordu. Dolayısıyla Kürtler, gelişmiş ve modern toplumsal ilişkilerin hâkim olduğu kentlere sahip değillerdi. Tüm bunların bir sonucu olarak Kürt hareketi, ya bir avuç aydın hareketi olmanın ya da geleneksel aşiret isyanları biçiminde ortaya çıkmanın ötesine geçemedi. Oysa bugün, yüzyıl sonra tümüyle bambaşka koşullar söz konusu. Irak’taki Kürtler fiilen bağımsız bir yapıya sahipler. Suriye’de (Rojava) başka bir Kürt devletinin temelleri atılmış durumda. Ulusal mücadelenin sonucu olarak Türkiye Kürtleri geri dönüşü olmayan ulusal bir bilinç kazanırken, Kürt hareketi, yüzden fazla belediyenin yönetimini elinde tutmaktadır. Meselâ Diyarbakır’ın nüfusu yaklaşık iki milyonken, diğer birkaç kentin nüfusu ise bir milyona yakındır. Tüm Kürdistan’da artık modern kapitalist ilişkiler ağır basmaktadır ve zaten bunun bir sonucu olarak, dört parçada da modern Kürt hareketleri ortaya çıkmıştır. Yani neresinden bakarsak bakalım, önemli kazanımlar elde etmiş ve kendi silahlı gücünü oluşturmuş bir Kürt halkından söz etmekteyiz.

Evet, yüz yıl öncesinden farklı koşullar hüküm sürmektedir ve dolayısıyla Kürtler, özellikle bugünkü Ortadoğu koşullarında önemli bir siyasi aktör haline gelmişlerdir. Ortadoğu’da kapitalist ilişkilerin derinleşmesini ve emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonunu arzulayan emperyalist güçler açısından da, modern bir yapıya sahip Kürt hareketlerinin varlığı önemlidir. Bu nedenle de Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Kürtlerin önemli bir yer tutacağı açıktır. Ancak şunu da vurgulamak lazım: Ortadoğu’yu bir cehenneme çeviren ABD ve Avrupalı emperyalistlerin, kendi suçlarını temizlemek ve kendi çıkarlarını garanti altına almak amacıyla Kürtleri kullanmak isteyecekleri de bir gerçektir. Nitekim Batılı emperyalist güçlerin IŞİD karşısında Kürtlere silah yardımı yapması ve Batılı gazetelerin Kürtlerin Batı’nın piyadeleri olduğunu yazıp çizmeleri boşuna değildir.

Kürtlerin ortak bir savunma gücü oluşturmaları ve kendi topraklarını savunmaları, özellikle Türkiye’deki Kürt sorununu doğrudan etkileyecektir. Son gelişmeler, Türkiye ve AKP’nin tüm kaçış yollarını kapatmakta ve onu daha fazla sıkıştırmaktadır. Ortadoğu’da süreç TC egemenlerinden yana değil Kürt halkından yana işlemektedir.

Şu gerçeği de vurgulamak gereklidir: Ortadoğu’da böylesi bir savaş sarmalı ve kargaşa hüküm sürerken Kürtlerin buradan sıyrılarak bir istikrar ve barış adası yaratmaları mümkün değildir. Emperyalist-kapitalist sistem derin bir krizle boğuşurken ve emperyalist savaş yayılırken Ortadoğu’daki savaşın bugünden yarına bitmeyeceği açıktır. Tersine, tüm olgular bu savaşın daha da derinleşeceğine, kaosun uzun yıllar süreceğine işaret etmektedir. Ortadoğu’daki emperyalist savaş korkunç dramlar yaratmıştır. Milyonları aşan insan katledilmiş, milyonlarcası yerini yurdunu terk etmiş, tarihi kentler dâhil olmak üzere onlarca yerleşim yeri yerle bir edilerek büyük ölçüde insansızlaştırılmıştır. Savaşın ateşlediği mezhep kavgası halkları tehdit etmektedir. Yani nereden bakarsak bakalım kapitalist düzen çerçevesinde bir çıkış yolu gözükmemektedir. Bu savaş bataklığından tek bir çıkış yolu var. O yol, Ortadoğu işçi sınıfının birleşerek tüm egemenleri yarattıkları savaş bataklığına gömmesidir. Ortadoğu’da emekçi halkların bir Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonu altında bir araya gelmesi kesinlikle hayal değildir. Savaşlara neden olan, mezhep ve ulusal ayrılıkları kışkırtan, bir tarafta sömürenler öte tarafta ise sömürülenler yaratan, açlık ve sefaleti bir tarafta muazzam zenginliği ise öte tarafta toplayan kapitalizm yıkıldığında ancak barış gelebilir ve tüm insanlar huzur bulabilir. Kapitalizm yıkıldığında tüm halklar özgür olacak ve tüm insanlar her türlü inançlarını özgürce hayata geçireceklerdir. 

1 Eylül 2014

İlgili yazılar