NATO Zirvesi ve Solun Tutumu
Akın Erensoy, 19 Haziran 2004

Haziran ayının 28 ve 29’unda İstanbul’da NATO zirvesi düzenleniyor. Bu durum sol çevrelerde bir heyecana yol açmış bulunuyor. Neredeyse altı aydır her çevrenin, gazete ve derginin gündemini NATO’ya karşı ne yapılacağı oluşturuyor. NATO karşıtlığı ve bunun üzerinden politika yapma hevesi tüm sol çevreleri içine çekerek öncelikli çalışma haline gelmiş bulunuyor. İşçi sınıfı temelli bir tutum almaktan uzak olan kimi sol çevreler “ideolojik tartışma yapma sırası değil” diyerek küçük-burjuva katmanların milliyetçi hassasiyetlerini kaşımaya uğraşıyorlar. “Bush gelme!” gibi bir dizi maskaraca slogan öne sürülerek emperyalist sistem sorunu kişilere indirgenmiş oluyor. Sanki ABD’nin başında Bush değil de Demokrat Partiden birileri olsa (meselâ Clinton) farklı olacakmış gibi! Sol çevreler kendinden menkul bir hareket yaratmaya, kendilerini işçi sınıfının yerine ikame etmeye ve ne olursa olsun zirveye engel olacakları iddiasını inandırıcı kılmaya çalışıyorlar. Oysa temel hareket noktası NATO zirvesinin İstanbul’da toplanacak olmasıyla sınırlanamaz; mücadeleyi zirve sonrasına da taşımak ve her daim NATO’nun bütün parçalarına karşı yükseltmek gerekiyor. Ucuzundan ve kolayından politik gündem yaratma saikiyle hareket eden bu sol çevreler, kendi aralarında da bir yarışa tutuşmuş bulunuyorlar: kim daha fazla NATO’ya karşı, kim daha fazla Deniz Gezmişlerin mirasına layık!

Fakat sol çevrelerin tahayyüllerinde cereyan eden fırtınalı NATO savaşları ve yaratılmaya çalışılan gündem pek maya tutmuş gibi görünmüyor. Sol çevrelerin kendilerinin çalıp yine kendilerinin oynadığı bu oyunda, emekçi yığınlar örgütsüzlüğünü ve suskunluğunu koruyor. İzlemekle yetiniyor da diyemeyiz. Zira sol çevrelerin heyecanla yüreklerinin çarpmasına neden olan NATO zirvesi işçi sınıfının gündemine taşınabilmiş değildir. Ama tüm bunlara karşın sol çevreler her şeyi NATO zirvesine bağlamaktan geri durmuyorlar. Adeta sınıf savaşının son sözü zirveyle söylenecekmiş gibi bir atmosfer yaratılmaya çalışılıyor. Tozu dumana katan bu çevrelerin yaptıkları eylem ve basın açıklamasına birkaç yüz insanın dışında kimse katılmıyor. Ama küçük-burjuva sol çevreler kendilerini dev aynasında görmeye devam ediyorlar.

Politik gündem yaratma hevesiyle kendinden geçmişlik ve koşullanma, devrimcisinden reformistine, Stalinistinden Troçkistine kadar tüm çevrelerde hakim. NATO karşıtlığı üzerinden yükseltilen propaganda işçi sınıfının bağımsız uluslararası çıkarlarını çoktan unutturmuş durumda. Anti-Amerikancılığı kitlelere anti-emperyalizm diye yutturmaya çalışanlar, emperyalizm eşittir NATO, o da eşittir ABD şeklinde bir görüşü ileri sürerek bilinçleri bir kez daha karartıyorlar. Emperyalist sömürü sisteminin gerçek doğasını görmezlikten gelerek, emperyalizmi ABD ve onun uzantısı NATO gibi göstermek, emekçi yığınlara sunulmuş en aldatıcı bakış açısıdır. Bu bakış açısı işçi sınıfını kendi ülkesinin burjuvaları karşısında zaafa düşürür. NATO’ya kanlı örgüt diyerek doğru bir temelden hareket eden sol çevreler, bu aynı kanlı örgütün bizzat uluslararası kapitalizmin bir örgütü olduğunu ve en önemli ayaklarından birinin Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olduğunu açıklamaktan imtina ediyorlar. Oysa Türkiye’de somut ve gerçek bir NATO aranacaksa, o da kanlı-canlı TSK’dır. NATO’nun güneydoğu kanadının belkemiği olan TSK, yıllardır Kürt halkını katleden, yaptığı askeri darbelerle işçi sınıfı hareketini ezen, dayattığı yasalarla sınıf hareketinin düzeyini yıllar öncesine savuran, binlerce devrimciyi işkenceden ve ölüm tezgâhlarından geçiren, yüzbinlerce öncü işçiyi hapislere tıkan ordu değil midir? Sormak gerekmez mi NATO karşıtlığının şampiyonluğunu yapanlara, neden NATO’nun bu yüzünü açıklamıyorsunuz? NATO’nun içerideki yüzü TSK ve bizzat emperyalist hiyerarşide basamak atlamaya çalışan TC en başta hedef tahtasına konmadan, silahları içerideki düşmana doğrultmadan emperyalist kanlı örgüt NATO’ya karşı mücadele edilebilir mi?

Ayaklarının kaldırdığı tozda kör olanlar

“Kim NATO’ya daha fazla karşı” didişmesi ideolojik ve politik eksen kaymasına yol açıyor. Reformist partiler kendi aralarında NATO üzerinden bir rekabet yürütüyorlar. Devrimci olarak adlandırılan grupların birçoğu ise küçük-burjuva bir tutumla bu yarışta geri kalmamaya çalışıyorlar. Rekabet daha şimdiden kendisini birden fazla NATO karşıtı platformda ifade etmiş bulunuyor. Ama tüm bu platformlar irili ufaklı sol çevrelerden ve bazı tanınmış kişilerden öteye geçmiyor. Kimi sendikaların ismi var, ama cismi yok. üstelik bu sendikalar, bu sendikaların bürokrasileri 1 Mayıs’ı farklı alanlarda kutlama gerekçelerini NATO karşıtlığına bağlıyorlar. Sol ise, bu duruma çoktan razı. 1 Mayıs’ın gündemini emperyalist-kapitalist sistem, ona içsel olan emperyalist savaş ve kendi topraklarındaki düşmanı teşhir etmek ve ona karşı savaşmak üzerine kuracağı yerde, soyut bir NATO karşıtlığıyla sınırladılar. Aylar öncesinden başlatılan “NATO karşıtı 1 Mayıs” ne yazık ki küçük-burjuva solun lafazanlığından öteye geçip maddi bir temele kavuşmadı.

Ulusalcı darkafalılar alttan alta milliyetçi bir propagandayı yükseltiyor ve bunu da soyutlaştırılmış bir NATO ucubesinin arkasına gizlenerek yapıyorlar. Kimi sendikalar, küçük-burjuva solcular, reformistler güçsüzlüklerinin ve şoven tutumlarının üzerine NATO karşıtlığı cilâsı atmaya çalışıyorlar. EMEP genel başkanı 23 Nisan ve 19 Mayıslarda gençliğe hitabeler düzüp bağımsızlık ve emperyalizme karşı mücadeleden dem vuruyor. Burjuvazinin kendi ulus-devletini kurması, “emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı” olarak genç beyinlere kazınmaya çalışılıyor. Reformist milliyetçi SİP-TKP ise NATO’ya karşı yurtseverlik risaleleri yayınlayarak “İstanbul’un kapılarını NATO’ya kapatıyor”, sanki NATO zaten Türkiye’de değilmiş, zaten İstanbul’da değilmiş gibi!

NATO’ya karşı aylardır tozu dumana katan ve kendi kaldırdıkları tozda körleşen sol, tümüyle milliyetçi bir rüzgâr estirmektedir. Oysa NATO’ya karşı mücadele ne bir günle, bir zirveyle sınırlıdır ve ne de 30 Haziranla birlikte son bulacaktır. NATO’ya karşı mücadele emperyalist-kapitalist sistemin bütününe karşı verilecek mücadelenin yalnızca bir parçasıdır. Sol çevrelerin temel yanlışı da bu noktada başlıyor. Emperyalizm, bu çevrelerinin gözünde büyük yabancı güçlerin yayılmacı, işgalci ve istilacı bir politikasıdır. Emperyalizm bir çeşit sömürgeci politikaya indirgendiğinde artık o, kapitalist üretim ilişkilerinden kopartılmış bir dışsal unsur haline gelir. Artık emperyalizm, yabancı büyük güçlerin izlediği ve güçsüz devletlere dayattığı bir politikadır. Henüz büyük bir emperyalist güç haline gelememiş kapitalist ülkelerde emperyalizm içsel bir unsur olarak değil, dışsal bir güç olarak algılanır. Böyle bir yanılsamaya kapılındığı içindir ki, “emperyalizm geliyor”, “kapıları kapatalım”, “geçit vermeyelim” şeklindeki küçük-burjuva yaygaralarla milliyetçi önyargılar okşanmaya başlanır. Oysa emperyalizm, yerli ve yabancı mali sermaye ortaklığıyla, bankalarla, tekellerle, ekonomik-askeri organizasyonlarla, çoktan “ulusal” kapitalist yapıların içine girmiş bulunuyor zaten.

Bir diğer sorun da emperyalizme karşı mücadelenin emperyalist kurumlarla sınırlanmasıdır. Oysa emperyalist kurumlar ne tek tek ne de bir bütün olarak emperyalizm demek değildir. Emperyalizm, kapitalizmin en üst ve içinden geçmekte olduğumuz aşamasıdır. Kapitalizme ve her şeyden önce onun bu topraklardaki egemenliğinin koruyucusu olan TC’ye ve Türk burjuvazisine karşı uzlaşmaz bir mücadele vermeden emperyalist kurumlara karşı çıkmak, yukarıda değindiğimiz yanlışı yinelemekten, emperyalizmi büyük güçlerin dış politikası olarak algılamaktan başka bir anlama gelmez. Ama sol çevrelerin emperyalist kurumlar hakkındaki yanılsamaları bununla da sınırlı değildir. Emperyalist kurumlar dendiğinde akla ilk gelen NATO ve IMF’dir. Sol çevrelerin büyük bir kısmı, Birleşmiş Milletlerin (BM) de, onun çatısı altındaki çeşitli sözde insancıl kuruluşların da emperyalist bir kurum olduklarının farkında değildirler. örneğin NATO gibi kurumlarla aynı düzeyde olmasa bile benzer hegemonya mücadelesinin araçlarından biri olan İslam Konferansı örgütü (İKö) sol çevrelerin tepkisine ve ilgisine mazhar olmadı. Oysa birkaç gün önce bu örgüt de toplantısını İstanbul’da gerçekleştirdi ve onun da gündemi Ortadoğu’nun geleceği idi. Ve TC, bu toplantıda şimdiye dek beceremediği düzeyde bir ağırlık elde etmeyi başardı. Tepkilerini emperyalist kurumlarla sınırlayan sol çevrelerin bu konferansa ilgisiz ve tepkisiz kalması nasıl açıklanabilir?

NATO bahane milliyetçilik şahane

Türkiye’de emekçi yığınların büyük çoğunluğu ABD karşıtıdır; anti-Amerikancı olmayan yok gibidir. Hatta bu durum Ortadoğu halklarının neredeyse tamamı için geçerlidir. ABD üzerinden soyut bir emperyalizm karşıtlığı ve özünde ABD karşıtlığı söz konusudur. Ancak bu kendi başına anti-emperyalist bir bilincin ifadesi demek değildir. Anti-kapitalist bir bilinç ve örgütlülükten yoksun olan emekçi kitlelerin anti-Amerikancı olmasının altında “kendi” devletlerinin ezilmekte olduğu düşüncesi yatıyor. Kitlelerin gözünde ABD “ülkemizi ezmekte ve sömürmektedir!” “ABD’nin dediklerini kabul etmek zorundayız çünkü IMF’ye ihtiyacımız var!” Yani emekçi yığınlar ABD’nin karşısında kendi burjuvalarını esirgemenin ötesine geçen bir “anti-emperyalist” bilince sahip değillerdir. Yine aynı kitleler, konu AB olduğunda, AB’ye katılmayı istemektedirler. Demek ki geniş yığınların tutumu esasında emperyalizme karşı değil, ABD’nin dünyadaki itici saldırganlığına karşı gelişmiş bir tepkidir ve emperyalizm denince akla gelen de o olmaktadır. Ne acıdır ki, Türkiye’deki sol çevrelerin önemli bir bölümü, işin temeline inilecek olursa kitlelerin bu kendiliğinden bilincinin ötesine geçememektedirler.

Enternasyonalist fikirler proleter sınıf hareketinin omurgasını oluşturur. Fakat yukarıda sözü edilen küçük-burjuva milliyetçiliğinin geniş yığınların bilincinde yer etmesi gerçeği dikkate alındığında işçi sınıfının bir yandan tüm emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelesi daha bir önemle vurgulanmalı, diğer yandan özellikle yerli burjuvaziyi gözlerden uzak tutacak milliyetçi yaklaşımlar mahkûm edilmelidir. İşçi sınıfının örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda proletaryanın bilincini belirleyen ne yazık ki burjuvazi oluyor. Bu gerçekler ışığında yol alan komünistler sınıfın kendiliğinden bilincine teslim olmamalı ve bu burjuva fikirleri sınıfın bilincinde pekiştirecek yaklaşımlara savaş açmalıdırlar.

Bu bağlamda vurgulayacak olursak, NATO karşıtı mücadelede öne sürülen argümanlar işçi sınıfının enternasyonalist bilincinin gelişmesine değil, tersine milliyetçi fikirlerin pekişmesine neden olmaktadır. Milliyetçi fikirler alttan alta onaylanmakta ve hatta yeniden üretilmektedir. NATO karşıtlığı söz konusu olunca en sıradan emekçiyle bile ortaklaşmak mümkündür. Bu anlayışı şöyle özetlemek mümkün: 1) Sömürünün, açlığın ve sefaletin nedeni emperyalizm ve onun temsilcisi olan NATO ve IMF’dir. 2) Emekçi yığınların ve geniş halk yığınlarının örgütlerinin ezilmesinin sorumlusu NATO’dur; bu NATO zirvesinde emekçilere dönük saldırılar tartışılacak. 3) NATO emperyalistlerin eli kanlı örgütüdür. 4) NATO zirvesinin amacı “Irak’taki direnişe” karşı ABD emperyalizminin planlarını tartışmaktır; İstanbul’un bu planların ayrıntılandırıldığı yer olmasını istemiyoruz. 5) Yabancı istihbarat örgütlerini NATO zirvesi yüzünden ülkemizde istemiyoruz; emperyalist ajanları sokaklarımızda istemiyoruz. 6) Kısacası NATO zirvesinin İstanbul’da ve Türkiye’de yapılmasını istemiyoruz![1]

Sömürünün ve baskının kaynağında NATO’nun olduğunu söylemek ya da bunu öne çıkartmak, emperyalist-kapitalist sistemin doğasını unutarak tüm meseleyi bir örgüte indirgemek, bu örgütü ise daha çok ABD emperyalizmi ile sınırlı tutarak yerli burjuvaları, onların silahlı güçlerini emekçilerin gözlerinden uzak tutmak değil midir? Bu, niyetten bağımsız olarak hedef saptırmak ve kendi burjuvazisine karşı savaşı ertelemek anlamına gelir. Emekçilerin ve ezilen geniş yığınların ezilmesinin sorumlusu sadece NATO ise, bu durumda, örneğin Türkiye’de ya da Fransa’da ordu kime hizmet ediyor? NATO’nun dağıtılmasıyla tüm sömürü, baskılar ve emperyalist savaşlar son mu bulmuş olacak? NATO emperyalistlerin eli kanlı örgütü de (ki bu tartışmasızdır) NATO’nun parçaları olan kapitalist ülkelerin orduları halk ordusu mudur? Savaş tacirlerini ülkemizde istemiyoruz diye yaygarayı basanlar, NATO’nun ikinci büyük ordusu olan TSK’nın barış elçisi olduğunu mu düşünüyorlar? Eğer böyleyse bu niye açıkça ifade edilmiyor? Değilse, neden TSK’nın burjuva tabiatı da bir teşhir konusu olarak bu kampanyalarda yerini almıyor? NATO zirvesi emekçilere dönük yeni saldırıların tartışılacağı yer ise, bu durumda her ülkenin burjuva hükümetleri ne işe yarıyor? Dahası böyle bir görüş bu burjuva hükümetlerin dolayısıyla da burjuvazinin emekçilere dönük saldırılarını perdelemiyor ya da aklamıyor mu? Planların tartışıldığı yerin İstanbul olması istenmiyor, neresi öneriliyor? Diğer ülkelerdeki emekçilere dönük saldırılar bizleri ilgilendirmiyor mu? Emperyalistleri “memleketimizde” görmek istemiyoruz da, yerli kapitalistleri görmek istiyor muyuz? Emperyalist ajanları “memleketimizde” görmek istemiyoruz, peki güzel, MİT’e, kontr-gerillaya ve siyasi polise razı mıyız? Sahi bu memleket bize mi ait?

Emperyalizm dışsal bir unsur olarak algılanıp ona karşı mücadele düpedüz yabancı düşmanlığına dayandırıldığında, şüphesiz emperyalist sistemin organik bir parçası olan yerli egemenler sınıfına, onun devletine ve ordusuna dönük eleştirilerde bulunmak pek “akıllı bir politika” olmayacaktır! Kuşkusuz “yurtsever” duyguları okşanmaya çalışılan “emekçi halkımızı” ürkütmemek gerekir!

Her zamanki gibi milliyetçi politik söylem öne çıkarılmıştır. Temel mesele gerçekten kitlelere kavratılmak isteniyorsa her şey tüm çıplaklığıyla ortaya konmalıdır. Yığınlara ters gelmeyecek cilâlanmış milliyetçilikle malûl görüşlerin öne çıkartılmasının altında ucuzundan siyaset yaparak kitleleri kazanma hevesi yatmaktadır. Ne pahasına olursa olsun kitleleri cezbetmek bu sol çevrelerin yegâne parolası olmuştur. Bunun için emekçi yığınlardan gerçekleri saklamak, komünist fikirleri eğip bükmek, çarpıtmak, sulandırmak ve milliyetçi görüşlere meze yapmak gerekiyorsa ne gam! Bu tasvirlerle emekçi kitlelerin gözünde esrarengiz, “memleketimiz”den uzak ve soyut bir NATO imgesi oluşturuluyor. Ancak bu tasvirlerde emekçi kitlelerin NATO’nun, yıllardır kendilerini mengenede sıkan, sendikal ve siyasal örgütlülüklerini dağıtan ve Kürt halkını katleden TC ordusunun da içinde yer aldığı bir bütün olduğunu anlamaları sağlanmıyor. Ve birileri Kafdağının ardındaki NATO canavarına küfredip, sayıp döktükçe işçi sınıfının gözlerine çekilen perde daha bir kalınlaşmakta ve içerideki düşman kendini daha rahat hissetmektedir.

Türkiye egemen sınıfı emperyalist savaşa dahil olmaktan, bölgede hegemonik güç olmaya soyunmaktan, savaş alanlarına asker göndermekten geri durmayarak ve NATO’nun şemsiyesi altında kendini korumaya alarak, komşu ülkelerde askeri üsler kurarak, meclisten savaş kararları çıkartarak kendi yolunda ilerlemektedir. Küçük-burjuva solcular korosu ise NATO ve militarizmi dışarıda arıyorlar. İçerideki düşmanın tüm savaşçı politikalarını ve kanlı saldırılarını görmeyip olanları perdeleyen bir tutum alanlar, bu çabalarının karşılığını kitleselleşerek almak istiyorlar!

6. Filo protestoları ve anti-emperyalizm

Reformistinden devrimcisine neredeyse tüm parti ve gruplar NATO karşıtı kampanyada, ‘68 öğrenci hareketinin öne çıkan önderlerini ve 6. Filo protestolarını sıkça anıyorlar. Bu meyanda tabii, 6. Filo vesilesiyle yükseltilen sloganlar ile milliyetçi propaganda emekçilere zerk ediliyor. Kitleselleşme kaygısı ve bunun için Denizleri bayrak yapma hevesi, 68’de öğrenci gençliğin anti-Amerikancı, anti-sömürgeci temellerde gelişen hareketi, emperyalizme karşı mücadelede örnek olarak sunuluyor işçi sınıfına. Sol çevreler NATO zirvesine karşı geliştirdikleri argümanlarla yanlış bir anti-emperyalizm kavrayışına sahip olduklarını bir kez daha ispatlıyorlar.

Gerek devrimci popülist, gerekse reformist ve merkezci akımlar, kopamadıkları ulusalcı-devletçi sosyalizm anlayışını her yöne sirayet ettiriyorlar. Bu küçük-burjuva akımlar bir dünya sistemi olan emperyalizme karşı bütünlüklü bir görüş ve mücadele geliştirme perspektifinden yoksundurlar. Kendi dünyalarında yarattıkları karşıtlıkta, bir uçta emperyalist ülkeler, diğer uçta ise “ezilen” burjuva ulus-devletler yer almaktadır.

Oysa kimsenin Marksizm adına küçük-burjuva milliyetçi fikirleri öne sürmeye hakkı yoktur. NATO’yu var eden emperyalist dünya sistemini görmezden gelerek, pratikte bu dünya sistemine karşı uluslararası düzeyde örgütlenme görevini atlayarak NATO’ya karşı gerçek bir savaş verilemez. Bu bağlamda 68’e yapılan göndermelerin pek bir yararı yoktur. 6. Filo’ya karşı girişilen eylemleri efsaneleştirip emperyalizme karşı mücadele olarak sunmak belki birilerine “rant” sağlar ama, proletaryanın sınıf bilincinin gelişmesine hizmet etmez. ‘68 öğrenci gençliğinin içinde yaygın olan görüş, Türkiye’yi sömürge, ABD emperyalizmini ise sömürgeci olarak değerlendirmekteydi. Kemalizmi anti-emperyalist bir güç olarak gören bu yaklaşıma göre, sömürgecilere karşı Mustafa Kemal’in verdiği mücadeleyi ilerilere taşımak, kurtuluş savaşını sonuna kadar götürmek, sömürgecileri ve yerli işbirlikçilerini kovmak, yarım kalan demokratik devrimi tamamlamaktı öncelikli mesele. Geçerken belirtelim ki, bu yaklaşım belirsiz bir geleceğe havale ettiği sosyalizmi de ancak devletçi-ulusalcı bir temelde kavrayabiliyordu. Bu durumda Kemalist burjuva devrim onlar için anti-emperyalist bir mücadele olabilmekteydi.

Bu perspektifle ABD askerlerine karşı bir gösteri düzenlenmiş ve birkaç Amerikan askeri dövülmüştür. ‘68 gençliğinin verdiği mücadeleyi ideal bir anti-emperyalist mücadele çizgisi olarak gösterip NATO’ya karşı mücadeleyi küçük-burjuva milliyetçiliğine dayandırmaya çalışan sol çevrelerin unuttuğu ise şudur: Amerikan askerlerinin dövülmesiyle ne 6. Filo defedilmiş, ne Türkiye NATO’dan çıkmış, ne de militarizm son bulmuş oluyordu.

NATO emperyalist sisteme içkin bir oluşumdur ve ona karşı mücadele ancak dünya çapında işçi sınıfının enternasyonalist kavgasıyla başarıya ulaşabilir. Soyut bir NATO karşıtlığı, yerli egemen sınıflara karşı kavgayı geri plana itmek demektir. Bu anlayışın temsilcileri NATO’ya karşı mücadele adı altında bakın 19 Mayıs vesilesiyle neler yazıyorlar:

“Gün yeni bir kurtuluş ve bağımsızlık kavgasının işçi, öğrenci bütün ülkemiz gençliğince örgütlenmesi için harekete geçme günüdür… Cumhuriyetin kurucuları ve gençliğimizin bayramı ancak böyle anılır ve kutlanır… ülkemizin geleceği ve bağımsızlık kavgamızın neferleri olan gençlerimizin bayramını kutluyorum… Ulusal kurtuluş savaşının adımlarının atıldığı ve bir bayram olarak kutladığımız 19 Mayıs’ta her yıl olduğu gibi, bu yıl da bir sürü laf kalabalığı dolu resmi açıklamalar ve gösterişli kutlamalar göreceğiz.”[2]

“Ama bugün onu kutlayan egemenler için bu bayram bir spor ve gençlik gösterisi, tarihsel ve toplumsal köklerinden kopartılmış bir panayır. çünkü onlar uğruna savaş verilen bağımsızlık, ulusal sanayi, ulusal tarım, ulusal ekonomi gibi kurtuluş savaşının temsil ettiği tüm değerleri büyük sermayenin, İMF’nin, Amerika’nın, yerli yabancı rant çevrelerinin, piyasanın çıkarı uğruna denize atmış bulunuyorlar.[3]

Milliyetçiler, kendi ulus-devletinin kurulduğu günleri yeterince önemle kutlamıyor ve dolayısıyla bağımsızlığa sahip çıkmıyor diye burjuvaziye serzenişte bulunuyorlar. 6. Filo protestolarının ruhuyla donanıp NATO’ya karşı savaşa geçenler işçi sınıfına ne öneriyorlar? Emperyalizme karşı ulusal ekonomi, ulusal sanayi, ulusal tarım! Ve tüm bu değerleri, yani burjuva kurtuluş savaşı değerlerini burjuvazi yok etmektedir! Bakın, NATO karşıtlığının arkasına neler gizleniyor!

Anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunamaz!

Kapitalizme karşı mücadele devrimci siyasal bir mücadeledir ve gerçek muhatabı sistemin şu ya da bu kurumu değil bizzat burjuva devlet aygıtıdır. Daha en baştan sınıf hareketinin önüne kapitalist-emperyalist sömürü sisteminin burjuva devletle bağlantılı tüm siyasi-iktisadi-askeri kurum ve örgütleri konmalı ve sınıfın devrimci yığınsal hareketi sistemin temellerine yöneltilmelidir. Bunun en açık ifadesi, egemen sınıfların iktidarlarının cisimleştiği ve ezilen sınıfa karşı bir baskı aygıtı olarak kullandıkları burjuva devlete karşı topyekûn bir mücadeledir. Demek ki işçi sınıfının enternasyonalist kalkışması, kapitalist sistemin doğrudan kendisine yönelmek ve ilk elde burjuva devlet aygıtını hedef almak durumundadır. Dolayısıyla kitlelerin önüne burjuva siyasal iktidarı devirme görevini koymadan, burjuva devlet aygıtına karşı proletaryayı komünist bilinçle donatmadan, sistemin şu ya da bu kurumuna karşı tutarlı bir mücadele verilemez.

Esasında emperyalist sistem, mali-sermayenin dünya çapındaki egemenlik sistemidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu tüm ülkeler bu emperyalist hiyerarşi içerisinde yer alırlar. Sistemin en altındaki ülkelerin orduları ile en tepedeki metropollerin ordularının ortak özelliği, her ikisinin de burjuvazinin çıkarlarını koruma görevini üstlenmelerindedir. NATO gibi askeri kurumlar tek bir emperyalist ülkenin çıkarlarını değil, birçok emperyalist büyük gücün ve özünde de işçi sınıfına karşı dünya kapitalizminin devamını sağlamak üzere kurulmuş savaş örgütleridir. NATO demek sadece ABD demek değildir ve emperyalizm hiç değildir! Kuşkusuz ABD emperyalizminin NATO içinde ağırlığı ve belirleyiciliği vardır. Fakat çeşitli kapitalist güçler arasındaki çekişmeleri ve rekabeti NATO’da da görmek mümkündür. Kapitalizmin dünya ölçeğinde krize girdiği ve bugünkü gibi hegemonya kavgasının kızıştığı dönemlerde bu çelişkiler keskinleşerek çatışmaları artırır. Bugün NATO içinde yer alan ABD ile Almanya-Fransa ekseni arasındaki gerginlik gözle görülebilir boyutlardadır. AB’nin motor gücü Almanya ve Fransa önderliğinde kurulmaya çalışılan Avrupa ordusu ve bu ordunun NATO’nun imkânlarından yararlanma isteği, ABD’nin ise buna karşı çıkması, bu tarz birliklerin ne denli çelişkili birlikler olduğunu ortaya koyuyor.

NATO kanlı bir savaş örgütüdür deniyor; doğru söze ne hacet. Peki, o NATO’nun bileşenlerinden biri olan, yıllardır Kürt halkını ve devrimcileri katleden, TC’nin TSK’sı kanlı bir örgüt değil midir? TSK’ya karşı mücadele edilmeden NATO’ya karşı mücadele edilebilir mi? şu düşüncenin sahipleri gerçekte NATO’ya karşı savaşabilirler mi?

Sosyalist Türkiye’nin devrim ideallerine ve halka karşı sorumlu, düzenli silahlı kuvvetlere gereksinimi vardır. Sosyalist iktidarda “askerlik, kadın ve erkek bütün yurttaşlara zorunludur” diyen TKP’nin bugün NATO üyesi ve sermaye iktidarının aygıtı olan TSK’nın dahi “profesyonelleşmesi”ne itiraz yöneltmesi, temel olarak bugün emperyalist projelere karşı mücadele açısından anlam kazansa bile, tarihsel bir bağlamda da ele alınmak durumundadır. Sosyalist Türkiye’nin daha ilk günden uçabilen savaş uçaklarına, elektronik şifreleri Pentagon’daki bilgisayarlara kayıtlı olmayan hava savunma sistemlerine, güvenle yüzebilen gemilere, ateşleme sistemleri Almanya’dan gelmeyen zırhlı araçlara gereksinimi olacaktır. Bu nedenle şimdiden “yerli silah sanayi”![4]

NATO karşıtlığının şampiyonları işte böylesine bir şovenist temelden hareket ediyorlar. Tek ülkede kurulacak olan devlet sosyalizmi anlayışı onların mücadelesini sadece ülke içerisiyle sınırlı tutuyor. NATO’ya karşı çıkış “tek ülkede sosyalizm” Stalinist ideolojisinin tipik bir yansıması olarak kendini ifade ediyor. TSK’nın silahlanmasına, militarizm eğilimine karşı değillerdir küçük-burjuva milliyetçileri. Yeter ki TSK’nın silahları “yerli silah sanayiinden” temin edilsin! Peki kim izin vermiyor buna? Elbette ki emperyalistler! İşte bu nedenle küçük-burjuva milliyetçileri emperyalizm bağlamında NATO’ya karşı çıkarken kendi burjuva ordularına dokunmuyorlar. TSK’nın silahlanmasını, devrimden sonra emperyalistlere karşı proletaryanın iktidarının garantisi olarak görüyorlar. Demek ki, “uçabilen savaş uçaklarına, hava savunma sistemlerine, güvenle yüzebilen gemilere, ateşleme sistemlerine” ve üstüne üstlük yerli silah sanayine sahip olan ABD’nin ya da Almanya’nın işçileri kendi devletlerinin silahlanmasına karşı mücadele etmemelidirler! Bu anlayıştan hareket edilirse ABD ve Alman işçileri kendi burjuva devletlerinin silahlanmasını karşı mücadele etmemelidirler! Bu anlayıştan hareket edilirse ABD ve Alman işçileri kendi burjuva devletlerinin silahlanmasını –geleceği gözönünde bulundurarak– desteklemelidirler! Çünkü bu silahları bir gün nasıl olsa işçiler kullanmayacaklar mı?

Görüldüğü gibi kendinden menkul bir NATO karşıtlığı sanıldığı kadar masumane değildir, politik bir tercihtir. NATO’ya hangi temelde karşı olunacağı işçi sınıfının dünya ölçeğindeki çıkarları ve enternasyonalist mücadelesinin dışında düşünülemez. Soyut bir NATO karşıtlığının arkasına sığınıp, gerçekte ise milliyetçi küçük-burjuva fikirleri işçi sınıfına yutturmaya çalışanlara, kendi burjuvazisinin kuyruğundan ayrılamayanlara karşı uyanık olunmalıdır. Anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunamaz! İçerideki düşman ve onun tüm siyasal-ekonomik ve askeri aygıtları mücadelenin temel hedefi durumundadır. Emperyalizmi sadece ABD veya AB ile sınırlı tutup, NATO’yu soyut bir düşman olarak ele alıp kendi kapitalist devletlerini, bu devletlerin kanlı ordularını hedef tahtasının dışarısına çıkartanlar işçi sınıfını kandırıyorlar!

Emperyalist sistemin çelişkileri keskinleştikçe dünya çapında militarizm eğilimi de güçlenir. Silahlanma yarışı, toplumu militarist bir yönde manipüle eder. Hızla silahlanma, toplumun üzerinde yoğun baskıların kurulması, anti-demokratik yasaların yürürlüğe konması, siyasi hakların kısıtlanmasıyla tamamlanır. Militarizme karşı mücadele bir bütün olarak dünya kapitalizmine ve onun siyasi-iktisadi-askeri aygıtlarına yönelmelidir. İşçi sınıfının enternasyonalist komünist perspektifi, militarizmi üreten ve her geçen gün insanlığı daha büyük savaşların içine çeken emperyalist-kapitalist sistemi hedef alır. Proletaryanın bilincinde militarist tehlikeyi canlı tutmak istiyorsak, önce kendi burjuva devletimizin ordusunu, onun sürekli silahlanmasını teşhir etmek zorundayız. Bölgesinde hegemonik güç olmaya soyunan, emperyalistleşme niyetleri besleyen, “BOP”un merkez ülkesi olarak emperyalist savaşın aktif taraflarından biri olma hevesi içindeki TC ve ordusuna karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı savaşım verilemez. Böyle bir mücadele perspektifi, mücadelenin örgütsel biçim ve araçlarını da yaratmayı, bunu dünya ölçeğinde inşa etmeyi zorunlu kılar.

19 Haziran 2004


[1]    TKP’nin başlattığı imza kampanyasının bildirgesinin özetidir. Bkz: “İstanbul Kapılarını NATO’ya Kapatıyor”, www.tkp.org.tr

[2] Levent Tüzel, Evrensel Gazetesi, 19 Mayıs 20004

[3]  Evrensel Gazetesi Baş Yazısı, 19 Mayıs 2004

[4] Kemal Okuyan, “TKP Programı: Dış Politika ve Savunma, Sosyalist Türkiye’de Diplomasi ve Ordu”, Komünist Gazetesi, no: 134, 26 Eylül 2003

İlgili yazılar