Müslüman Coğrafyada Emperyalist Savaş ve İdeolojik Manipülasyonlar
Akın Erensoy, 1 Ocak 2016

Tüm yıkıcılığıyla sürüp giden ve gün geçtikçe genişleyen emperyalist savaş, bugün esas olarak Müslüman coğrafyada yoğunlaşmış bulunuyor. Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Yemen’e ve oradan Afrika’ya uzanan bölge emperyalist paylaşımın şimdiki cephelerini oluşturuyor. Emperyalist savaşın Müslüman coğrafyada yoğunlaşması, bizzat bu savaşın bir parçası olan Müslüman ülkelerin egemen sınıfları tarafından çarpıtılıyor, kendi günahlarının üzerini kapatmak ve kitlelerin bilincini bulandırmak amacıyla kullanılıyor. Meselâ Türkiye’de AKP de dahil olmak üzere, İslamcı örgüt ve tarikatlar savaşların daima İslam coğrafyasında meydana geldiğini, dün olduğu gibi bugün de Hıristiyan Batı’nın ve Yahudilerin İslamın değerlerini yok etmek istediğini iddia ediyorlar. Bugün için Müslüman coğrafyasında yoğunlaşan emperyalist savaş sanki kalubeladan beri sürüp geliyormuş ve hedef petrol, doğalgaz ve yatırım alanlarıyla birlikte İslamın değerleriymiş gibi konuyor. “Neden hep Müslüman coğrafya ağlıyor?” sorusu eşliğinde kitleler ajite edilirken, ABD ya da Rusya gibi emperyalist Hıristiyan güçlerin İslam coğrafyasının zenginliklerini yağmalamak ve Müslümanları parçalamak istediği dile getiriliyor, bu fikir özellikle öne çıkartılıyor. Elbette bu görüş işlenirken, emperyalist savaşların nereden kaynaklandığına dair tek bir kelam edilmiyor. Böylece mesele sanki İslam ya da din meselesiymiş gibi sunulurken, hem emperyalist savaşı kapitalizmin yarattığı gerçeğinin üzeri örtülüyor hem de Türkiye’nin emperyalist maceracılığına kılıf üretiliyor.

Bu kesimler, Müslüman coğrafyadaki mağduriyeti öne çıkartırken, bilhassa Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin Müslüman coğrafyayı önemseyen tek İslam ülkesi olduğunu ileri sürmekten de geri durmuyorlar. Gerek hükümetin yayın organı haline gelmiş yandaş medyada ve gerekse tarikatların yayın organlarında bu konu derinden derine işleniyor. Meselâ İslamcı çevreler içinde oldukça önemsenen, dinî konulardaki açıklamaları dikkatle izlenen ve referans alınan, hatta AKP’nin yolsuzluklarını aklamak için fetva veren Hayrettin Karaman, ümmetin şuurundan ve birliğinden söz ederken Türkiye’nin rolüne değiniyor. Türkiye’nin Musul’a asker göndermesinden sonra toplanan Arap Birliği’nin Türkiye’yi kınamasını ve askerlerini geri çekmesini istemesini eleştiren Karaman şöyle yazıyor: “Vahim duruma bakar mısınız: Gayrimüslim sömürücüler İslam ülkelerinde at oynatıyorlar, doğrudan savaşa katılarak Müslümanları (ümmetin çocuklarını) öldürüyor, ülkelerini harabeye çeviriyorlar, Arap Birliği ise toplanıyor, bunlara karşı çıkacak ve ümmeti birliğe ve yardımlaşmaya çağıracak yerde ümmet için orada olan Türk askerine karşı çıkıyorlar, onları işgalci sayıp derhal çekilmelerini istiyorlar!” Elbette Karaman, Şii İran’ı bu İslam topraklarını işgal eden gayrimüslim sömürücülerin içine yerleştirmekten ve ümmeti esas olarak Sünnilerin meydana getirdiğini ima etmekten de geri durmuyor. Böylece emperyalist paylaşımdan pay kapmak için yanıp tutuşan Türkiye egemenlerinin ve özellikle de onun Erdoğan ve ekibinde cisimleşen liderliğinin maceracı politikasını “mağdur Müslüman coğrafyasını ve ümmeti savunan Türkiye” adı altında meşrulaştırmak istiyor.

Elbette meselenin şu boyutuna da dikkat çekmek gerekiyor: Müslüman coğrafya, özellikle de Batılı emperyalist güçler tarafından tam anlamıyla kan banyosuna çevrildiği için bu tür propagandalar Müslüman halklar nezdinde karşılık buluyor. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından “uluslararası terörizm”i bahane eden ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ı işgal ederek bu toprakları tam anlamıyla cehenneme çevirmesi, tarifi mümkün olmayan acılara yol açmıştır, açmaktadır. Bir taraftan Müslüman coğrafya emperyalist savaş tarafından tahrip edilirken, öte taraftan da Batı’da İslamafobi kışkırtılarak Müslümanlar aşağılanmaktadır. Aslına bakılırsa İslam ile “terörizm”in özdeş olduğu ve Batı uygarlığını tehdit ettiği söylemiyle, “amaç Müslüman coğrafyaya ve ümmete boyun eğdirmek, İslamın değerlerini yok etmek” söylemi bir madalyonun iki ayrı yüzüdür. Her iki taraf da bu söylem eşliğinde “medeniyetler çatışması” safsatasını beslemektedir. Her iki taraf da olguları kökten çarpıtarak sunuyor, böylelikle dün ve bugün egemen sınıfların ve onların devletlerinin yürüttüğü yağma ve talan savaşlarının üzerini “medeniyetler savaşı” ya da “din savaşları” kılıfıyla örtmeyi amaçlıyor.

Hıristiyan coğrafyadan Müslüman coğrafyaya emperyalist savaş

Ne sürüp giden savaşlar din ve medeniyetler savaşıdır ne de savaşlar daima Müslüman coğrafyayı hedef almaktadır. Meselâ kapitalizmle birlikte dünya ölçeğine taşan, son derece yıkıcı modern silahların kullanıldığı Birinci ve İkinci Dünya Savaşının merkezi esas olarak Avrupa’dır. Evet, Osmanlı Almanya’nın yanında emperyalist ganimet savaşına katıldığı için Birinci Dünya Savaşının bir cephesini Müslüman ülkelerin yer aldığı coğrafya (Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar) oluşturuyordu. Ancak bu savaşın esas cepheleri Avrupa’daydı. Almanya, Avusturya, Osmanlı bir tarafta, üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere ve onunla birlikte Fransa ve Rusya diğer taraftaydı. 1917 Ekim Devriminden sonra Rusya savaştan çekilirken, ABD emperyalizmi İngiltere-Fransa ittifakının yanında savaşa katılacaktı. Savaşın amacı dünyanın ve sömürgelerin yeniden paylaşılması, pazar ve yatırım alanlarının buna göre belirlenmesiydi. Kapitalist temelde sanayi atılımı yapan ancak sömürgesi olmayan ve kendisine yatırım alanları açmak için yanıp tutuşan Alman emperyalizmi ile dünyanın o günkü hegemonik gücü olan ve Almanya’yı durdurmak isteyen İngiltere arasındaki kapışmanın bir sonucuydu Birinci Dünya Savaşı. Esas olarak Avrupa cephelerinde cereyan eden bu savaşta 15 milyon insan yaşamını kaybetti. Görüleceği üzere, birinci emperyalist savaşın esas cephesi Avrupa olduğu gibi, karşı karşıya gelen güçlerin ekseriyeti de Hıristiyan uluslardı.

İkinci Dünya Savaşı da bir kez daha Avrupa merkezli olarak cereyan etti. Fakat bu kez Doğu Asya ve Pasifik de emperyalist savaşın cephesi haline geldi. Birinci emperyalist savaşta yenilen ve ağır tazminata mahkûm edilen Alman emperyalizmi, yarıda kalan savaşı tamamlamak ve özellikle de Avrupa’yı hegemonyası altına almak üzere harekete geçti. İşçi sınıfı ve sosyalist hareket ezilirken, toplum faşist rejim altında tümüyle kontrol altına alındı; Alman tekelci burjuvazisi Hitler liderliğinde akıl almaz bir hızla son derece yıkıcı silahlar üreterek savaşa hazırlandı. Savaş başladıktan sonra Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın neredeyse tamamı Alman emperyalizminin tankları altında teslim oldu. Ancak Alman emperyalizmi ikinci kez yenilecekti. Bu emperyalist savaşta 20 milyonu SSCB vatandaşı olmak üzere toplamda 55 milyon insan can verdi. En ağır silahlar kullanılarak Avrupa bir boydan bir boya yakılıp yıkıldı. ABD’nin Japonya’ya atom bombası atmasıyla Hiroşima ve Nagazaki haritadan silindi. Ve Japonya hariç savaştaki ana ülkelerin tamamı Hıristiyan ülkelerdi.

Eğer o günlerde Vatikan ya da herhangi bir ülkede kilise çıkıp “bu savaşlar neden hep Hıristiyan coğrafyasında oluyor, amaç Hıristiyanlığın değerlerini yok etmek” deseydi haklı mı olacaktı? Elbette olmayacaktı, zira tarih boyunca hiçbir savaşın gerçek nedeni din ya da kültür değildir. Aslında emperyalist savaşın Hıristiyan coğrafyadan Müslüman coğrafyaya kaymasının nedenleri son derece anlaşılırdır. SSCB’nin çökmesinden sonra, İkinci Dünya Savaşının şekillendirdiği iki kutuplu dünya ortadan kalkarken, uçsuz bucaksız topraklar da emperyalist güçlerin göz diktiği nüfuz alanları haline geldi. İki kutuplu dünyada, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri SSCB ile ABD önderliğindeki emperyalist kamp arasında denge durumundaydılar ve bunu kendi çıkarları açısından kullanmaktan da geri durmuyorlardı. Az gelişmiş bu kapitalist ülkeler kapitalizme derinden entegre olmuş değillerdi. Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri, Kuzey Yemen, Pakistan gibi ülkeler ABD’nin denetimindeki ülkelerdi. “Yeşil kuşak projesi” çerçevesinde SSCB’yi kuşatmak üzere harekete geçen ABD emperyalizmi, bu ülkeler üzerinden radikal İslamcı güçleri besleyerek palazlandırmıştır.

SSCB ise, uluslararası düzeyde yürüyen mücadelede Cezayir, Somali, Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerin başında bulunan milliyetçi güçleri yanına çekerek nüfuz alanını geniş tutmaya çalışmıştır. Ulusal burjuva kalkınmacı bir program uygulanan bu ülkelerde iktidarı elinde tutan sivil-asker bürokrasi, ayrıcalıklarını korumaya geçtiğinde SSCB gibi bir alternatifle karşılaşmıştır. Ya da SSCB’nin varlığı, büyük ölçüde devlet kapitalizminin hüküm sürdüğü bu ülkelerde iktidarı elinde tutan ulusalcı kesimleri cesaretlendirmiştir. Bu ülkelerdeki egemenler ile SSCB’nin çıkarları örtüştüğünde, Sovyet bürokrasisi bu ülkelerin izlediği yola özgün bir isim takmaktan bile imtina etmemiştir: “Kapitalist olmayan kalkınma yolu!” Fakat gerçekte bu ülkeler hiçbir zaman SSCB’nin Doğu Avrupa’daki kopyaları gibi olmamışlardır. Uluslararası konjonktür böylesi bir dönüşüme izin vermezken, bu ülkelerde egemen sınıfın iç iktidar mücadelesine göre siyasal yönelimler de değişime uğramıştır. Meselâ Mısır’da Amerikancı iktidarlar iş başına gelmiştir.

Neticede iki kutuplu dünyanın çökmesiyle eski dengeler tepetaklak olurken, SSCB ile ABD arasında sıkışıp kalan Afrika ve Arap ülkeleri eski rollerini oynayamaz hale geldiler. Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya uzanan uçsuz bucaksız toprakların kapitalizme entegre edilmesi, petrol ve doğalgaz gibi enerji yataklarının kontrol edilmesi, bu temelde nüfuz alanları oluşturulması emperyalist güçlerin ağzını sulandırmaya başladı. Nitekim bu toprakları “Büyük Ortadoğu” olarak adlandıran ABD emperyalizmi, iki kutuplu dünya sonrasında sarsılan konumunu yeniden tesis etmek, rakip emperyalist güçlere boyun eğdirmek, söz konusu pazar ve yatırım alanlarını kendi nüfuzu altında şekillendirmek üzere önce Afganistan’ı, sonra da Irak’ı işgal etti.

Görüldüğü üzere emperyalist savaşın Müslüman coğrafyaya kaymasının nedeni, emperyalist-kapitalist güçlerin söz konusu pazar ve yatırım alanlarını paylaşma, enerji yataklarına el koyma arzusudur. Emperyalist savaşa yol açan şey dinler değil, kapitalist üretimin işleyiş yasalarıdır. Evet, emperyalist savaş bugün Müslüman coğrafyada yoğunlaşmaktadır ama giderek kızışan ve yayılan bu savaşın Avrupa’ya ya da diğer bölgelere sıçraması ve emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya getirmesi hiç de olmayacak şey değildir.

İdeolojik manipülasyonlara dikkat!

Savaşların esas nedeni din değil maddi çıkarlardır. Dünden bugüne egemen sınıflar kendi iktidarlarını baki kılmak, topraklarını genişletmek, zenginliklerini arttırmak, maddi kaynaklar ve yeni pazarlar elde etmek için savaşa başvurmuşlardır. Hiç kuşkusuz her savaşın bir gerekçesi vardır ve din bu noktada egemen sınıflar için daima işlevli bir araç olarak kullanılagelmiştir. Eğer dünyada her şey adlı adınca vuku bulsaydı ve meselâ savaşların temel gayesinin paylaşım ve yağma olduğu açıkça söylenseydi, kuşku yok ki ezilen ve sömürülen sınıflar egemenlerin çıkarları anlamına gelen savaşlara koşa koşa gitmezlerdi. İşte bu nedenle egemen sınıflar her daim toplumları savaşa ikna etmek için çeşitli gerekçeler uydurmuş ve savaşı onların bilincinde haklılaştırmak istemişlerdir.

“Tarih gösteriyor ki, bugüne değin tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve onları söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için muhtelif ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan Haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa aslında bu savaş, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen sınıflarının ticaret yollarını ele geçirmek üzere giriştikleri çıkarlar savaşıydı. O dönemde Müslümanlar İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi, Doğu’nun ticaret yollarını ve limanlarını ele geçirmekle kalmamış, Avrupa ve Bizans egemenlerini de tehdit etmeye başlamışlardı. Dönemin Avrupalı egemen sınıfları feodal beyler ve Kilisenin ruhban sınıfı bu tehdidi savuşturmak ve esas olarak da yeni topraklarla birlikte ticaret yollarını ele geçirmek amacıyla 1095’te –iki yüz yıl sürecek– Haçlı seferlerine start verdiler. Yoksul köylü kitlelerini sonu belli olmayan meçhul bir savaşa ikna edebilmek için, İslamın barbar olduğu ve Hıristiyanlığı yok etmek istediği biçiminde, din üzerinden propaganda yürütülüyordu. Bunun yanı sıra, İslam şeytanlaştırılıyor ve bir din olarak kabul edilmeyerek sapkın damgası basılıyordu.”[1]

Bu tarihsel gerçeklikten hareketle İslamcı çevreler, kitlelerin bilincini bulandırmak, meseleyi dinler arası bir savaş ve esas olarak da “İslamın değerlerinin yok edilmesi” biçiminde sunmak için Haçlı seferlerini tepe tepe kullanmaktan geri durmuyorlar. Haçlı seferleri Müslüman kitlelerin zihninde o denli olumsuz bir çağrışıma sahiptir ki, bunu bilen AKP medyası, kitlelerin bilincini bulandırmak amacıyla 7 Haziran seçimleri öncesinde bu çağrışımı ahlâksızca kullanmaktan çekinmemiştir. Meselâ HDP hedef alınarak tüm gazeteler “Haçlılar” manşetleriyle çıkmış ve bu karşıtlık üzerinden AKP İslamiyetin savunucusu olarak sunulmuştur. AKP ve İslamcı çevreler, Haçlı seferleri üzerinden Hıristiyanlığın günahlarını sergileyip kitleleri dinsel temelde kışkırtırken, İslamiyet adı altında yapılan kötülükleri ise görmezden gelmektedirler. Meselâ Osmanlı’nın bilmem kaç kez ümmetin bayrağını Viyana kapılarına dikmek için sefere çıktığını anlatmayı ve menkıbeler düzmeyi pek severler. Ancak nedense bu seferlerin amacının yağma ve talan olduğundan, savaşa meşruiyet kılıfı oluşturmak için İslamiyetin kullanıldığından söz etmezler. İslam bayrağı adı altında yürütülen yağma savaşları da son derece kanlıdır ve özünde Haçlı seferlerinden bir farkı yoktur.

Diğer taraftan, Osmanlı da dâhil İslam devletlerinin elde edilecek ganimetler ve vergiye bağlanacak yeni topraklar uğruna dini motiflere bürüyerek yürüttükleri fetih savaşlarını bir kenara bırakalım, İslam içi mezhep kavgalarının bile yeterince kıyıcı ve kanlı olduğu açıktır. Tüm kurumsallaşmış tek tanrılı dinlerin tarihi, mülk sahibi sınıfların çıkarları doğrultusunda kanla yazılmış bir tarihtir. İslamın tarihinde meydana gelen ve bugünkü mezheplerin doğmasına neden olan savaşlar, gerçekte dinsel görüş farklılığından kaynaklanmıyordu. Dinsel görüş ayrılıklarını koşullandıran şey, maddi çıkarlar ve bu temelde yürütülen iktidar kavgalarıydı. Nitekim Sünnilik ve Şiilik temelinde İslamı iki ana çizgiye bölen mezhepler, iktidar için yürütülen savaşların sonucunda ortaya çıkmışlardır.

Aslında Avrupa’da din ve mezhepler arası çatışma olarak sunulan 30 Yıl Savaşları, bu gerçeğin bir başka ifadesidir. 1618’den 1648’e kadar süren ve Katolikler ile Protestanların karşı karşıya geldiği bu savaş, hemen hemen bugünkü Avrupa sınırlarını şekillendiren bir savaştır. Bir tarafta Katolik Almanya ve İspanya, öte tarafta ise Protestan Hollanda, İngiltere, Danimarka, İsveç gibi ülkelerin yer aldığı savaş, kitlelere mezhep çatışması olarak sunulmuştur. Gerçekte Protestanlık, dünyevi şeyleri sert bir şekilde reddeden Katolikliğe karşı, gelişen burjuvazinin üretim ilişkileri temelinde biçimlendirdiği toplumsal yaşamın dinsel düzeyde ifadesiydi. Katolik kilisesinin siyasi egemenliğinden kurtulmak ve kendi bağımsızlıklarını kazanmak isteyen ülkelerin Protestanlığı benimsemesi bir tesadüf değildir. Kapitalizmin ilk geliştiği ülkelerden Hollanda ve İngiltere buna örnektir. Dolayısıyla 30 yıl boyunca sürüp giden savaşlar, farklı ülkelerin ve egemen sınıfların Katoliklik ve Protestanlık adı altında kozlarını paylaşmasının dışavurumudur. Aslında bu savaşın bir mezhep savaşı olmadığını, Katolik Fransa’nın Protestan ülkelerin yanında Almanya’ya karşı savaşa katılması da gözler önüne sermektedir.

Sınıflı toplumlarda hangi ülkenin kiminle yan yana geleceğini din değil, maddi çıkarlar belirler. Bu nedenle hiçbir zaman tüm Hıristiyanları kapsayan bir Hıristiyan birliği olmamıştır. İslamcıların her daim dile getirdikleri İslam ümmetinin birliği de bir hayaldir, gerçekçi değildir. Öncelikle çeşitli İslam ülkelerinin egemen sınıflarının birbirleriyle çıkar uyuşmazlıkları temelinde farklı saflarda yer almaları sözkonusudur. İşte bu nedenle Türkiye ile İran, Suudi Arabistan ile İran karşı karşıya gelmektedir. İşte bu nedenle İran karşısında Sünnilik ekseninde müttefik olan Türkiye ile Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler’in iktidardan düşürülmesi konusunda karşı karşıya gelmişler, Suudi Arabistan, Türkiye’nin “düşmanı” Yahudi İsrail ile birlikte Müslüman Kardeşler’in devrilmesi için mücadele etmiş ve darbecilere milyarlarca dolar aktarmıştır. Tüm bunlar İslamcı burjuva güçlerin emekçi kitleleri oyalamak için ileri sürdükleri “İslam birliği” ülküsünün neden gerçekleşmeyeceğini gözler önüne sermektedir. Daha önemlisi, İslam ümmeti denilen topluluğu bölen daha önemli bir ayrım noktası mevcuttur. İslam ümmeti en başta burjuvazi ve işçi sınıfı olarak uzlaşmaz iki ana sınıfa bölünmüştür. Tüm toplumsal zenginliğe el koyan Müslüman burjuvazi ile yoksulluk koşullarında yaşayan Müslüman işçi sınıfının çıkarları bir ve aynı olamaz.

Açık ki geçmişten bugüne din, keza günümüzde “uluslararası terörizm”, “özgürlük ve demokrasi adına savaş” gibi gerekçeler egemen sınıfların yürüttüğü çıkarlar savaşının üzerini örten ideolojik meşruiyet araçları olarak kullanılmaktadırlar. Dolayısıyla, kapitalizm altında gerçek çelişkilerin toplumun sınıflara bölünmüş olmasından değil de, değişik dinlere ve uygarlıklara bölünmüş olmasından kaynaklandığını iddia eden ve böylece sınıflar mücadelesi unsurunu bertaraf etmeye çalışan burjuva güçlere karşı uyanık olunmalıdır. Bugün Ortadoğu’yu kana bulayan emperyalist savaş kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklanıyor ve Müslüman kapitalist güçler de bu savaşın bir parçasıdırlar. Bu nedenle işçi-emekçi kitleler, Müslüman coğrafya dâhil olmak üzere tüm dünyada emperyalist savaştan, katliamlardan, acı ve gözyaşından kurtulmak istiyorlarsa kapitalist sömürü düzenini alaşağı etmelidirler. Bunun ilk adımı ise egemen sınıfın ideolojik manipülasyonlarına kanmamaktır. 

2 Ocak 2016


[1]  Utku Kızılok, Oryantalizm, Medeniyetler Çatışması ve Ilımlı İslam, Marksist Tutum dergisi, Ekim 2007

İlgili yazılar