Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar-3
Utku Kızılok, 1 Eylül 2006

3. Bölüm

Chavez ve diğer popülist liderler nasıl bir zeminde yükseliyor?


Daha önce “kurtarıcı” ve “Mesihçi” geleneğin Latin Amerika’da yeni görünümlere bürünerek, kendine yeni temsilciler bulmaya ve caudillolar yaratmaya devam ettiğinden söz etmiştik. Şimdi de dönüp bunun günümüz şartlarındaki bir görünümü sayılabilecek olan Chavez’in ve diğer popülist solcu liderlerin nasıl bir çelişkiler zemininde yükseldiklerine bakalım. Aç, eğitimsiz, işsiz, her türlü sosyal güvenceden yoksun milyonlarca insan, Latin Amerika’da yaşam mücadelesi veriyor. Ve bu milyonlarca insan, büyük ölçüde kentlerin varoşlarında salkım saçak, üst üste, yaptıkları teneke evlerde yaşamaya çalışıyorlar. Bu manzaranın tam karşısında tüm zenginliği elinde toplamış bir avuç burjuvanın yaşamı… Latin Amerika’nın pembe dizilerine yansıyan sefahat görüntüleriyle işçi-emekçi yoksul kitlelerin betimlediğimiz yaşamı arasında bir benzerlik var mı? Latin Amerika’da toplumsal çelişkiler alabildiğine derinleşmiştir ve çuvala sığmayan bu çelişkiler, rakamların soğuk dilinde bile çarpıcı hale gelebilmektedir.

Lula’nın Brezilya’sı alt kıtanın en zengin ülkesi olmasına rağmen yoksulluk oranı %22, Kirchner’in Arjantin’inde %52, Vazqez’in Uruguay’ında %24, Morales’in Bolivya’sında %70 ve Chavez’in Venezuela’sında ise %47. Ve rakamları daha anlaşılır kılacak bir veri daha ekleyelim: Latin Amerika’da nüfusun yaklaşık %40’ı günde sadece 2 dolarla geçiniyor. Yani milyonlarca insan karnını bile doyuramıyor. Rakamların kuru dilinin sınırlı anlatımını bilerek birkaç veri daha ekleyelim: Latin Amerika’daki toplam nüfus içinde en zengin %10’luk kesim toplam gelirden %50 civarında pay alırken, en yoksul %10’luk kesim toplam gelirin sadece %2’sine yakınını alabilmektedir. Venezuela’da ise, en zengin %20’lik kesim toplam gelirin %53,4’üne el koyarken, en yoksul %20’lik kesimin elde ettiği gelir sadece %3’tür. Resmi işsizlik ise sırayla şöyle: Brezilya’da %12, Arjantin’de %17, Ekvador’da %10, Uruguay’da %16, Bolivya’da %12 ve Venezuela’da %18. Gerçek sayıların bunların çok üzerinde olduğu alt kıtanın hemen tüm ülkelerinde manzara budur.

Kapitalist gelişmeyle birlikte kır hızla çözülmüş ve şehrin yolunu tutan milyonlarca insan işsizlik denizine düşüvermiştir. Örneğin, Venezuela’da nüfusun %80’i kentlerde yaşıyor. Alt kıtanın genelinde ve özellikle Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerde de durum budur. Brezilya’da kırda meydana gelen değişim sonucunda binlerce kır işçisi işsiz kalmış ve Topraksız İşçiler Hareketi adıyla ve toprak istemiyle bir hareket başlatmışlardır. Bolivya’nın önemli sanayi kentlerinden biri olan El Alto son 30 yıl içinde denebilir ki, bir belde düzeyinden devasa bir şehir haline gelmiştir. Son birkaç sene içinde El Alto’nun nüfusu yarım milyon artarak bir milyona yaklaşmış bulunuyor.

Kentin yolunu tutan yoksul kitleler sadece işsizlik ve açlık sorunu çekmiyorlar; yanı sıra kısa zamanda ne işçileşebiliyorlar ne de kentli olabiliyorlar. Genellikle köyle kent arasına sıkışmış bu kitleler gettolarda yaşıyorlar ve kültürel çatışmanın yanı sıra bir dizi toplumsal çelişkiyle de boğuşuyorlar. Burjuva devlet yoksulların yaşadığı bu bölgelere en temel altyapı hizmetleri olan yol, su ve elektriği bile götürmüyor. Bu bölgeler sağlık hizmetlerinden de neredeyse tamamen dışlanmış bulunuyor. Bu çarpıcı gerçek kendini Venezuela’da daha bir açığa vuruyor. Caracas’ın varoşlarına yerleşen yoksullar bugüne kadar adeta yok sayılmışlardır. Venezuela’nın yoksul kitleleri kentlerde yaşamalarına rağmen büyük ölçüde okuma yazma dahi bilmiyorlar. 1998’e kadar okula gitme imkânı bulamayanların oranı %59’du ve eğitime ayrılan bütçe oldukça düşüktü: GSMH’nin %2’si. Yaklaşık 1,5 milyon kişi okuma yazma bilmiyordu ve bununla birlikte 2 milyon kişi ilkokulu yarıda bırakarak bu orduya katılmıştı.

İşte Chavez ve diğer popülist liderlere iktidar yolunu açan da betimlediğimiz bu manzaradır. Bu iktidarların dile getirdiği, hayata geçirdiği ya da geçireceğini vaat ettiği uygulamalar, reformlar ya da tutumlar bir “devrim” olarak sunulmakta. Bu tür liderler, hareketler ve iktidarlardan devrim ya da sosyalizm bekleme yanılsaması giderek yayılmaktadır. Bu nedenle söz konusu uygulama ve söylemlerin gerçek niteliğini ortaya koymak bir zorunluluktur.

“Devrim” dedikleri!

Son on yılda, yukarıda ismi geçen ülkelerin neredeyse tamamında devrimci durumlar yaşandı. İşçi-emekçi kitleler burjuva devlet kurumlarını işlemez hale getirdiler; gelişmiş ve olgunlaşmış bir düzeyde olmasa da, sovyet tipi organlar da yarattılar. Bir proleter devrimin nesnel koşulları ortaya çıkmış olmasına karşın, ayağa kalkan kitleler eylemlerini siyasal iktidarın fethine ilerletemediler. Böylece Latin Amerika somutunda da gördük ki, proleter devrim perspektifine sahip bir devrimci önderliğin yol göstericiliği olmadan işçi sınıfı siyasal iktidarı fethedemez. Latin Amerika’da yaşanan devrimci durumları burjuvazi açıktan şiddet kullanarak ezebilmiş değildir; fakat devrimci önderlik boşluğunu Chavez ve Morales gibi sol popülist milliyetçi burjuva liderler doldurmuş ve kitleleri kapitalizmi devirme yolundan şimdilik saptırmıştır.

Kitlelerin 2002 yılında Chavez’e karşı girişilen darbeyi geri püskürterek politik arenaya aktif bir şekilde girmesiyle Chavez, köklü bir söylem değişikliğine gitmiştir. Burjuvazinin yapılan reformlara bile tahammül edemeyerek Chavez’i devirmeye kalkması, işçi-emekçi kitlelerdeki tepkinin devrimci bir tarzda açığa çıkmasına vesile olmuştur. Bu tarihe kadar parlamenter yolla iktidara gelmiş milliyetçi reformcu ve daha çok da “halk adamı” imajı çizen Chavez, kitlelerin yükselen mücadelesine bağlı olarak giderek söylem değiştirmiş ve “sosyalist” oluvermiştir! Hatırlanırsa Chavez’in sosyalizmi andığı tarih 2005’in hemen başıdır.

Devrimci durumun ortaya çıkmasıyla Chavez, sınıfsal çelişkilerin üzerinde yükselen bir hakem, bir Bonapart edasıyla hareket etmeye başlamıştır. Nitekim bir taraftan o güne kadar tekrarladığı “ne sosyalizm ne de kapitalizm” retoriğine bir son vererek kerte kerte sosyalizm söylemine dümeni kırarken, öte taraftan da kitleleri oyalayarak devrimci durumun sönümlenmesini sağlayıp kapitalist düzeni yıkılmaktan kurtarmıştır. Lakin Chavez, bu misyonunu, sosyalizm söylemine daha fazla vurgu yaparak, anti-Amerikancılığı anti-emperyalizm gibi sunarak ve kitlelerin de baskısı üzerine “Bolivar 2000” programına kimi fabrikaların devletleştirilmesini alarak ve uyguladığı kısmi reformlarda kararlılık göstererek perdelemiştir.

Fakat gerek Latin Amerika emekçileri gerekse dünya sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu, bırakın devrimci durumların geri çekildiğini ve popülist liderlerin kitleleri kapitalizmi yıkma yolundan çevirdiğini, tersine, popülist solcu liderlerin başını çektiği bir devrim yaşandığını düşünmeye devam ediyorlar. Özellikle reformistlere göre. “Bolivarcı Devrim”in bileşenleri olan Kendi Kaynaklarına Dayanarak Kalkınma Çemberleri (kooperatifler, “ortak yönetim”), Kamusal Zorunluluk Programları (sağlık, eğitim ve yoksullukla mücadele), Yerel Kamusal Planlama Konseyleri (katılımcı bütçe uygulamaları) “21. yüzyıl sosyalizmi”nin üzerinde yükseldiği sacayakları. Bu başlıklara bakıp gözleri kamaşan reformistler farklı bir “mülksüzleştirme” deneyimi yaşandığını ileri sürüyorlar. Yani onlara göre kapitalizmin paralelinde alternatif mülkiyet ilişkileri gelişiyor; böylece bir işçi devrimine gerek kalmadan, kapitalizm içeriden fethedilerek sosyalizm inşa edilecek! İşte size “21. yüzyıl sosyalizmi”!

Şimdilerde bu “devrim” kervanına Bolivya da katılmış bulunuyor. Morales, aynı Chavez gibi kendini devrimci bir lider olarak sunuyor. Morales ile röportaj yapan bir solcu gazeteci şöyle soruyor: “Siz Bolivya için büyük değişiklikler istiyorsunuz değil mi? Buna devrim diyebilir miyiz? Buna sosyalist bir devrim istiyorsunuz diyebilir miyiz?” Morales ise şu cevabı veriyor: “Evet doğru. Bir kültürel devrim, bir demokratik devrim, bir devrim, Latin Amerika’nın birleşmesi ve yaşamın sürdürülmesi için bir devrim. Yalnız, sadece bu yoksullar için değil, marjinaller için değil, herkes için olacak. Yüksek sınıfların da, orta sınıfın da, çünkü orta sınıf şu anda çok ciddi problemlere sahip, birçoğu işlerini kaybetti.” Görüldüğü gibi, Morales’in gönlü pek geniş ve o her sınıf için devrim istiyor! İlerleyen satırlarda Morales, söz konusu devrimden ne anladığını da açık ediyor. Ona göre özelleştirmelere ve neo-liberalizme karşı çıkarak, eğitim, sağlık, su ve elektrik gibi hizmetlerin devlet tarafından üstlenilmesi ve yaygınlaştırılmasını savunmak sosyalizmdir. Morales son olarak da, “biz hiçbir şeyimizin uluslararası şirketlere gitmesini istemiyoruz” diye ekliyor.

Her fırsatta altını çizdiğimiz gibi, Chavez ve Morales’in yaptığı reformlar hangi adla sunulursa sunulsun, son tahlilde, kapitalist düzenin sınırlarını aşmayan, ulusalcı-kalkınmacı çerçevede kalan reform uygulamalarından başka bir şey değildir. Bunlar her taraftan dikişleri atmış kapitalist sistemi onarma, açıklarını yamama, açlık ve yoksulluğu, artan işsizliği, yaygın eğitimsizliği sosyal reform politikalarıyla bir nebze de olsa giderme ve böylece keskinleşen sınıfsal çelişkileri yumuşatma programlarıdır.

Chavez’in “devrim” programında kapitalist düzeni bir işçi devrimiyle yıkmak ve yerine işçi sınıfının sovyet tipi yönetim organlarını geçirmek yoktur. Neo-liberal politikalara karşı çıkmaya, “sosyal devlet” uygulamalarını savunmaya, petrol ve doğalgaz gibi ulusal kaynakları devletleştirerek elde edilecek kaynağın bir kısmını iktisadi ve kültürel geriliği aşmakta bir kaldıraç olarak kullanmaya ve büyük toprak sahiplerini hedef almayan bir toprak reformuna devrim demek koca bir aldatmacadır. Bugüne kadar kapitalizmin ıslah edilerek adil bir toplum yaratıldığına veya bir işçi devrimine gerek kalmadan reformlarla kapitalizmin ortadan kaldırıldığına şahit olunmadı.

“Farklı bir mülksüzleştirme” mi?

Venezuela’da “farklı bir mülksüzleştirme” yaşandığını ileri süren reformistler bu savlarını, kurulan işçi kooperatiflerine dayandırıyorlar. Bununla birlikte, devlete ait kimi fabrikalarda başlatılan “ortak yönetim” ve özel sektörde patronları tarafından kapatılan kimi fabrikaların önce devletleştirilmesi ve sonra da hisselerinin bir bölümünün buraları yeniden işletmeye başlayan işçi kooperatiflerine aktarılması reformistlerin bir başka gerekçesi. Bilinçli bir çarpıtma yapmaktan da geri durmuyorlar; işçilerin, patronların yönetimindeki kurullara katılması olan “ortak yönetim”i, patronların fabrikadan atılması ve kontrolün her düzeyde işçilerin eline geçmesi olan işçi yönetimi olarak sunuyorlar. Bu noktada, sadece reformistler değil, gerek Stalinist gerekse Troçkist çevreler de aynı çarpıtmayı sürdürüyorlar. Böyle bir akıl yürütmeyle, işçilerin fabrikaları yönettiği ve giderek iktidarı ellerine geçirdiği sonucuna varıyorlar.

Chavez iktidara geldiğinde Venezuela’da kooperatif sayısı 800 civarındaydı; o günden bugüne kadar 70 bini aşkın kooperatif kurulmuş bulunuyor. Bu kooperatifler şirketler kuruyor, devletten ucuz krediler alıyor ve ihalelere katılıyorlar. Bunun yanı sıra, kooperatifler bünyesinde olsun veya olmasın, küçük işletmeler teşvik ediliyor. Yeni bankacılık kanununa göre bankalar kredilerinin %30’unu kooperatiflere, küçük işletmelere veya tarım yapan küçük köylüye vermek zorunda. Böylece ya kooperatifler bünyesinde ya da bağımsız olarak binlerce küçük işletme açılmış bulunuyor; buralarda 210 bin kişinin çalıştığı söylenmektedir. Kurulan kooperatifler aynı zamanda “Bolivarcı Halkalar”ın temel bileşenlerinden biri; bu kooperatifler reformistlere göre kapitalist mülkiyete bir alternatif oluşturuyor ve kolektif mülkiyeti temsil ediyor!

Chavez’in “devrimi” hiç de farklı bir “mülksüzleştirme” biçimi ortaya koymuş değildir, tersine, yeni küçük-burjuvalar yaratılmaktadır. Belirtmek gerekiyor ki, kapitalist sistemin işleyiş çarklarının dönmesinde küçük-burjuvazinin önemli bir rolü vardır. İşçi-emekçi kitleler küçük-burjuvazinin toplumdaki konumuna ve yaşam biçimine özendirilir ve sömürünün kaynağı olan kapitalist sistemi yıkmak gerektiği fikri unutturulur. İşçilere kapitalist sömürü düzenini yıkmak yerine kooperatifler açmayı öğütleyen, ucuz krediler veren ve bunu da “devrim” olarak adlandıran Chavez ve onun kuyrukçusu sosyalist çevreler acaba kime hizmet ediyorlar?

Çok yıllar önce Proudhon, işçilerin grev yapmasına ve ücretlerine zam istemesine karşı çıkıyordu. Zira Proudhon’a göre işçilerin grev yapmaları ve ücretlerine zam istemeleri burjuva düzenin sömürüsünü, ahlâksızlığını kabul etmek ve onu meşrulaştırmak demekti. Keza diyordu Proudhon, işçilerin ücretlerinin yükselmesi fiyat artışını da beraberinde getirecektir. Bu sebeple işçiler bu boş hedef için mücadele vermemeliydiler! Bunun yerine işçiler ucuz veya bedava kredi alarak kooperatifler kurmalıydılar. Bu kooperatifler öylesine örgütlenecekti ki, giderek kapitalizm bir devrime gerek kalmadan son bulacaktı. Sefaletin Felsefesi ve Mülkiyet Nedir? adlı kitaplarında bedava kredi hakkını savunan Proudhon, kredi mekanizmasını, kurulacak bir Halk Bankasının yönlendirmesini savunuyordu. Marx, Proudhon’a şiddetle saldırdı ve Felsefenin Sefaleti adlı eserinde Proudhon’un düşüncelerini çürüttü. Marx şöyle diyordu Proudhon için: “Bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa, sermaye ile emek, ekonomi politik ile komünizm arasında ileri geri fırlatılıp duran küçük-burjuvadır yalnızca.”

Proudhon’un hayali, küçük üreticilerin kooperatiflerine dayalı bir sosyalizmdi; ancak küçük-burjuva sosyalizminden başka bir şey değildi bu hayal. Küçük-burjuva sosyalizmi çeşitli kılıklara bürünerek ve kendisine destekçiler bularak günümüze kadar gelmiştir. Şimdilerde ise Venezuela’da işçi sınıfının devrimci önderlik boşluğundan yararlanarak kitlelerin bilincine sızmaya çalışıyor. Kooperatifler aracılığıyla küçük üretimin yaygınlaşması ya da işçilerin kooperatifleştirilmiş fabrikaların hissedarı olması, ne kapitalizmin tasfiyesi ne de sosyalizme giden adımlar olarak nitelendirilebilir. Çünkü kooperatif mülkiyeti, burjuva mülkiyete alternatif değil onun biçimlerinden biridir yalnızca.

Devletleştirmeler ve sosyal programlar

Chavez’in iktidara gelmesiyle yeni bir burjuva Kurucu Meclis oluşturulmuş ve bu meclis yeni bir anayasa hazırlamıştır. Geçerken belirtelim ki, Morales’in seçilmesiyle Bolivya’da da yeni bir Kurucu Meclis oluşturulmaya başlanmıştır; bu meclis yeni bir anayasa hazırlayacak ve ulusalcı-kalkınmacı programın temel sacayakları olan petrol ve doğalgazın devletleştirilmesi böylece anayasal güvence altına alınacak. Nitekim Venezuela’nın yeni anayasasının en temel maddelerinden birisi petrol kaynaklarının özelleştirilmesinin yasaklanması ve doğal kaynakların işleme hakkının devlete verilmesidir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz kafa karışıklığı devletleştirmeler konusunda da kendisini açığa vuruyor. Sosyalizmi devlet mülkiyeti ile özdeşleştiren anlayışlar, Venezuela’da petrolün kontrolünün devlette olmasını ve Bolivya’da petrol ve doğalgazın devletleştirilmesini, yürüyen “devrim”in önemli bir parçası sayarak alkışlıyorlar. Burjuva devletin eline geçen işletmeleri halkın malı olarak sunan bu çarpık kavrayış ne yazık ki pek yaygın. Chavez ve Morales gibi milliyetçi liderler de bu noktada kitlelerin bilincini diledikleri gibi bulandırıyorlar. Örneğin, Bolivya’da devletleştirmelerin yapıldığı işletmeleri şu tip pankartlar süslemekteydi: “Kamulaştırıldı: Bolivyalıların Mülkiyeti”. Sınıflara bölünmüş kapitalist toplumda devlet, bilindiği gibi burjuvazinin devletidir; devlet mülkiyeti ise burjuvazinin kolektif mülkiyetidir. Burjuvazinin ve işçi sınıfının üzerinde yükselen, sınıflardan ve onların çıkarlarından bağımsız bir devletten söz etmek mümkün değildir. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “bir petrol rafinerisinin Amerikalı bir şirket yerine bir Venezuela şirketine ya da şu kapitalist devlete değil de bu kapitalist devlet şirketine ait olması, işçi sınıfının ücretli kölelik koşullarında hiçbir değişim yaratmamaktadır.” Petrol gibi zengin kaynaklardan gelen gelirin bir kısmının sosyal programlara ayrılması bu gerçeği değiştirmiyor.

Venezuela’da petrol şirketi PDVSA devlete ait olmasına rağmen, zamanla adeta “devlet içinde devlet” haline gelmişti. Petrol gelirlerinden devletin aldığı pay ise 1974’te %80 iken, bu oran 2002’de %20’ye kadar düşmüştü. Venezuela petrol üreticisi bir ülke olmasına karşın, ham petrolün işlenmesini Royal Dutch/Shell, Exxon Mobil ve Chevron gibi emperyalist tekeller yapıyor ve oldukça düşük vergi veriyorlardı. 2002’deki darbe girişiminin ardından Chavez, PDVSA’nın başına çöreklenmiş ve oligarşinin saflarına katılmış bürokratlara yol vererek ve emperyalist petrol tekellerinin vergilerini artırarak bu alandaki çarpıklığa bir son verdi ve petrol gelirlerinin bir kısmını sınıfsal çelişkilerin yumuşatılmasına ayırdı. Zira Chavez’in sosyal programının yakıtını petrol gelirleri oluşturmaktadır; petrol gelirlerinin bir kısmı eğitim, sağlık ve yoksullukla mücadele programına aktarılarak bu alandaki sorunlar çözülmeye çalışılıyor.

Fakat bu tür sosyal reformları ne abartmak gerekiyor ne de ilk sefer uygulanıyormuş gibi bir yanılsama yaratmak gerekiyor. “Sosyal devlet” uygulamaları kapitalist sistemin bir dönemine damgasını basmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında güncel bir devrimle karşı karşıya gelen burjuvazi, çözümü işçi sınıfına taviz vermekte ve “sosyal devlet” politikaları uygulamakta buldu. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik bizzat devlet tarafından kamu hizmeti olarak üstlenildi ve bu alanlarda reformlar yapıldı. Ayrıca Latin Amerika’nın tarihi bu tür reformlarla doludur.

Elbette uygulanan reformlar emekçi kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirdiği için olumlu gelişmeler olarak kaydedilmelidir. Ancak bu tür reformları devrim ve kapitalizmin tasfiyesi olarak sunmak kitlelerin bilincini bulandırmaktan öteye geçmeyecektir. Nihayetinde reformları devrim katına yükseltmek burjuvazinin işine yaramaktadır; kapitalist düzen yerli yerinde dururken emekçi kitlelerin “devrim yaptık” avuntusuyla oyalanması burjuvazinin de istediği bir sonuçtur. Bununla birlikte, petrol gelirlerinin bir kısmının sosyal alana ayrılması kitlelerin ağır sefaletini çözmez, olsa olsa bunu bir nebze olsun hafifletir. Kapitalizmde “adil paylaşım” söylemi büyük bir aldatmacadır; üretim araçlarının özel mülkiyetini ellerinde tutan ve sermayeyi kontrol eden kapitalistler sınıfı ile işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan işçi sınıfı “adil bir paylaşım”ın eşit tarafları olamazlar. İşçi-emekçi kitleler yaşadıkları sefaleti hafifletecek reformlar –üstelik bu reformların kalıcılığı yoktur– için mücadeleyle yetinmemeli, mücadeleyi kapitalist düzeni yıkacak ve sömürüyü ortadan kaldıracak bir proleter devrim düzeyine yükseltmek için ileriye atılmalıdırlar!

Toprak reformu

“Bolivarcı Devrim” programının temel sacayaklarından birisini de toprak reformu oluşturmaktadır. Daha önce de vurguladığımız üzere, Venezuela’da toprakların %77’si toprak sahiplerinin %3’ünün elinde bulunurken, köylülerin %50’si toprakların sadece %1’ine sahiptir. Oldukça verimli topraklar ekilmemekte (yaklaşık 30 milyon hektar) ve Venezuela, tükettiği tarım ürünlerinin yüzde 70’ini ithal etmektedir. Venezuela’da ve şimdilerde Bolivya’da hayata geçirilmeye çalışılan toprak reformuyla, ekilmeyen toprakların ekilmesi ve böylece ulusal kalkınmanın tarım sektörünce desteklenmesi amaçlanıyor. 2001’de çıkartılan ve 2005’te yeniden düzenlenen toprak reformunun amacını Chavez, cafcaflı sözlerle şöyle süslüyordu: “Latifundiyaya karşı savaş Bolivarcı devrimin özüdür. … Gerçek bir kanser olan bu tarihsel sorunla yüzleşme vakti gelmiş bulunuyor. Bu devasa toprak sahipliği mevcut oldukça hiçbir kalkınma projesini ilerletmemiz mümkün değildir.” Chavez, büyük toprak sahiplerini bu yönde sıkıştırırken, devlete ait bir kısım toprağı da köylülere dağıtmıştır. Toprak reformunun bir amacı ise, özellikle kentin varoşlarında patlamaya hazır kitleleri kıra yönlendirerek işsizliği önlemektir. Kıra dönüş adı verilen Vuelta al Copmo komiteleri, toprak vaadiyle, işsizleri tarım yapmak üzere kıra dönmeye teşvik ediyor. Ancak tüm gürültüye karşın büyük toprak sahipliğine dokunulabilmiş değildir; bugüne değin devlete ait 2,2 milyon hektar toprak yaklaşık 130 bin köylüye dağıtılmış bulunuyor. Oysa sadece ekilmeyen toprak miktarı 30 milyon hektardır.

Esasen Venezuela’da ve genel olarak Latin Amerika’da bugün kırda yaşanan sorun, pre-kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi sorunu değil, topraksız köylülerin ve kır işçilerinin üzerinde çalışabilecekleri ya da işleyecekleri topraklardan mahrum olma sorunudur. Eskinin toprak sahipleri kapitalizmin gelişmesiyle süreç içinde tarım burjuvazisine dönüşmüşlerdir. Kırlarda yaşayan köylülerin önemli bir bölümü, tarıma kapitalist ilişkilerin girmesiyle ücretli işçiler haline gelmişlerdir. Ancak plantasyon sahiplerinin elindeki toprakların önemli bir bölümü ekilmediği için kırda yoğun bir işsizlik sorunu vardır ve bu sorunun kapitalist düzen çerçevesinde kalıcı bir çözümü yoktur.

Toprakların küçük parçalara bölünerek dağıtılması da işsizliği, açlığı ve yoksulluğu kalıcı olarak ortadan kaldıramaz. Olsa olsa toprakta yeni küçük-burjuvalar yaratır ki, uçsuz bucaksız toprakları elinde tutan ve geniş imkânlara sahip tarım burjuvazisi karşısında bu küçük işletmelerin yaşama şansı yoktur. Nitekim Latin Amerika’nın yakın tarihine bakıldığında bu gerçeği tüm çıplaklığıyla görmek mümkün. Biz örneği Venezuela’dan verelim: 1960’ta Demokratik Eylem Partisi hükümeti bir toprak reformu yaptı ve 60 bin köylüye 1 milyon 800 bin hektar toprak dağıttı. Keza resmi verilere göre 1961’den 1998’e kadar yapılan toprak reformlarında 230 bin aileye 11,5 milyon hektar toprak dağıtıldı. Ancak küçük topraklara sahip köylüler yeterince kredi alamadılar ve toprakları işleyebilmek için yeterli teknik olanaklara ulaşamadılar. Bununla birlikte, yüksek maliyetli ürünler, piyasa koşullarının üzerinde pazara sunulunca satılamadı ve köylüler kısa zamanda iflas bayrağını çektiler. Köylüler ellerindeki toprakları sattılar ve topraklar yine tarım burjuvazisinin eline geçti. Köylüler en iyi ihtimalle eski toprakları üzerinde işçi, genellikle de işsiz haline geldiler. Çok açıktır ki, kırda da kentte de işsizlik, açlık ve yoksulluk sorununu çözecek olan bir proleter devrimdir.

Anti-emperyalizm mi?

Chavez ve Morales’in ulusalcı programlarını yoğun bir milliyetçilik ve anti-Amerikancılıkla desteklemeleri anti-emperyalizm olarak görülüyor. Bunun kanıtı olarak da petrol ve doğalgaz gibi ulusal kaynakların emperyalist tekellerden alınıp devletleştirilmesi gösteriliyor. Diğer bir “kanıt” ise, Chavez’in ABD emperyalizminin ileri sürdüğü ALCA’ya, yani Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi’ne karşı ALBA’yı, yani Amerikalar İçin Bolivarcı Alternatif’i ileri sürmüş olması. Chavez, bu tür girişimleri kastederek, “paraleller yaratan devrim”den söz ediyor; yani ABD emperyalizminin paralelinde Latin Amerika’nın kendi alternatiflerini yaratmak. Bu kapsamda CNN’e karşı Telesur ve ABD bankalarına karşı da Banco del Sur –Güneyin Bankası– kuruldu. ALBA şimdilik Venezuela, Bolivya ve Küba’dan meydana geliyor. Böylece sosyalist Küba ile sosyalizme yürüyen ülkeler bir araya gelmiş ve sözümona Latin Amerika’da anti-emperyalist bir cephe yaratmışlardır!

Oysa yukarıda da değindiğimiz üzere, Latin Amerika’da uygulanan ulusalcı programlar yeni olmadığı gibi, emperyalist güçlerle karşı karşıya gelen ve kendini bu güçler karşısında anti-emperyalist (yani anti-Amerikan veya anti-İngiliz) ilan etmek de yeni değildir. Emperyalist sistem içinde, büyüklü küçüklü kapitalist ülkeler kendi ulusal çıkarlarını savunma noktasında sürekli karşı karşıya gelmekten geri durmamışlardır. Emperyalist güçlerin karşısına dikilen ve kendi ulusal kaynaklarını garanti altına alarak (devletleştirerek) dünya pazarında yer bulmaya çalışan ülkelerin sayısı hiç de az değildir; daha doğrusu genelde böyle olmaktadır. Çok önceleri, 1890’da Şili hükümeti İngiliz tekellerinin elindeki demiryolu işletmelerini, potasyum ve nitrat gibi madenleri devletleştirdiğinde ortalık bir hayli karışmıştı. İngiliz gazeteleri, tıpkı bugün ABD gazetelerinde Chavez için yazılanlara benzer şekilde, zamanın Şili devlet başkanını “kasap” ve “diktatörlerin en koyusu” ilan etmişti. Devamında ise çeşitli tertiplerle Şili iç savaşa sürüklendi ve İngiliz emperyalizmi eski ayrıcalıklarını geri almaya çalıştı.

ABD emperyalizminin de, nüfuzundan çıkmaya çalışan Latin Amerika ülkelerine sayısız müdahalesi olmuştur. Sadece iki örnek: “Kapitalist bir tarım ekonomisi geliştirmek” hedefiyle 1952’de Guatemala’da yapılan toprak reformunu ABD emperyalizmi, komünizmin ilanı sayarak bu ülkeye doğrudan müdahale etti. Çünkü ABD’li muz tekelleri neredeyse ekilebilir toprakların tamamını kontrol ediyorlardı. Müdahalenin gerekçesi ise pişkince şöyle açıklanıyordu: “İktidarı ele geçirmiş olan komünist hükümetten kurtulmak zorundaydık.” Keza Şili’deki ulusalcı reformcu Allende hükümeti, ABD emperyalizminin çıkarlarına dokunmaya başlayınca 1973’te devrilmekten kurtulamamıştır. Dolayısıyla, bugün Venezuela ve Bolivya gibi ülkelerin enerji imkânlarını kullanarak alt kıtada ve dünya pazarında kendilerine yer açmak istemelerine ve bu temelde ABD emperyalizmine karşı ulusalcılığı yükseltmelerine bakarak “işte anti-emperyalizm” demek doğru değildir.

ABD emperyalizmine atıp tutarak sosyalistlerin gönlünü fetheden Chavez, diğer emperyalist güçlerle anlaşmalar yapmaktan geri durmuyor. Chavez, yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının “imkânlarından” yararlanarak Venezuelalı kapitalistlere yer açma mücadelesinden geri durmamıştır. Çin, Rusya, İran ve Avrupa ülkeleriyle çeşitli anlaşmalar imzalanmış bulunuyor. Sadece Rusya ile yapılan silah anlaşmasının tutarı 3 milyar dolar! “Devrimci” Chavez’in yükselen yıldızı, kapitalist Venezuela’nın da yıldızının daha bir parlamasına neden oluyor. Anti-emperyalist ilan edilen Chavez’in asıl niyeti, Venezuela’yı Latin Amerika’da hegemon bir güç haline getirmektir. Latin Amerika’nın birliği savunusu ve ABD emperyalizminin alternatifini yaratma söylemi, yalnızca bu hedefi perdelemektedir.

Kurtarıcılara değil kendi sınıfına güven

Devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin yokluğu koşullarında, Latin Amerika’nın gelenekleri ve günümüzün keskin çelişkileri temelinde ortaya çıkan popülist-milliyetçi lider ve hareketler, bir kez daha emekçi kitlelerin yeni yeni yükselmeye başlayan hareketliliğini yolundan saptırmakla tehdit ediyor. Bu şartlar altında kendine Marksist diyenlerin, tehlikeye karşı özel bir uyanıklık göstermesi ve işçi sınıfına kendi devrimci iktidarını kurma bilincini vermek için çaba harcaması gerekir. Bu, her şeyden önce söz konusu liderler için beslenen yanılsamalara karşı tavizsiz bir mücadeleyle olabilir, bu yanılsamalara şu ya da bu şekilde katkıda bulunarak değil.

Geçmişte sol bu hataları birçok kez yaptı ve bunun bedelleri ağır oldu. Aynı hataları göz göre göre tekrarlamak en hafif ifadeyle tarihten hiçbir ders alınmadığını gösterir. Belki de bu nedenle bir düşünür “tarihten aldığım tek ders, tarihten ders alınmadığıdır” demiştir. Ancak dünya bir cehennemin kapısındayken Marksistlerin böyle bir lüksü yoktur. Latin Amerika’da doğan fırsatların kaçmaması ve sadece Latin Amerika halkları için değil tüm dünya için kazanımlara dönüştürülmesi, her şeyden önce bu tarihi dersler ve yanılsamalar konusunda bilinç açıklığına bağlıdır. Kurtuluş, caudillolar ve kurtarıcılarla değil, işçi sınıfının kendi kitlesel devrimci eylemiyle gelecektir.

1 Eylül 2006

İlgili yazılar