“Kurtlar Vadisi Irak”: Osmanlı’nın Ruhunu Çağırmak!
Akın Erensoy, 1 Mart 2006

“Devlet-millet” edebiyatı

Daha gösterime girmeden bir hayli yankı uyandıran “Kurtlar Vadisi Irak” filmi, gösterime girdiğinden beri gündemden düşmüyor. Film, Başbakandan Meclis Başkanına kadar değişik çevrelerin gönlünde taht kurmayı başarmış gözüküyor. Film hakkında pek çok TV programında tartışmalar yürütüldü ve burjuva yazar-çizer erbabı konuyu kendi meşreplerince işlediler. Amerikan karşıtlığı üzerinden Kürt düşmanlığı yapan ve Türk milliyetçiliğini yücelten film, büyük Amerikan gazetelerinde de epeyce yer buldu. Birkaç gün içinde bir milyonu aşan seyirci kitlesiyle izleme rekoru kıran film, adeta Türk milliyetçiliğinin bir “dirilişi” olarak geniş kitlelere pompalanıyor. TC’nin kuruluş koşullarının tarihsel olarak sorgulandığı ve adeta rejimin bir “kimlik” bunalımı yaşadığı bir konjonktürde, statükocu-devletçi güçler kendi deyimleriyle “ulusal dalga”yı yükseltmeye çalışıyorlar. Bu amaç doğrultusunda muhtelif ideolojik argümanlar üretiliyor veya eski ideolojik argümanlar göz kamaştırıcı, albenili ambalajlar içinde yeniden pazara sürülüyor.

2003’te Güney Kürdistan’da Türk askerlerinin kafasına çuval geçirilmesinin intikamının Amerikan askerlerinden alınmasını anlatan film, tam anlamıyla bir eklektik çorba! Sadece fikirsel mesaj açısından değil, aynı zamanda birbirinden kopuk sahnelerin birbirine eklenmesiyle, konu iç bütünlüğü ve tutarlılığından yoksunluğuyla da böyle. Amerikan vahşeti, anti-semitizm, Kürt düşmanlığı, Osmanlı’nın ruhunu çağırarak TC’ye emperyal misyon biçen, “Türkiye’de sınıflar yoktur, katışıksız bir ulus vardır” Kemalist zırvasını bir biçimiyle tekrarlayan ve sözümona anti-kapitalist bir hava verilen sahneler aynı film içine oturtulmuş. Elbette bizim derdimiz sinema eleştirmenliği değil, zaten film de sanatsal yapısından dolayı değil, politik içeriğinden ötürü öne çıkmış bulunuyor. Müslüman emekçi kitlelerin Batı tarafından aşağılandıklarını düşünerek tepki gösterdiği, Türk milliyetçiliğinin yükseltilmeye çalışıldığı bir konjonktürde, bu filmi işçi sınıfı cephesinden ele almak ve Kemalist rejimin yaşadığı bunalımla bağlarını kurarak filmin asıl niyetini ortaya koymak gerekiyor.

Daha baştan söylemek gerekirse film, emperyalist savaşın kan ve gözyaşına boğduğu Ortadoğu’da, geniş kitlelerde oluşan anti-Amerikancılığı sömürmeyi hedeflemiş. Ve bir biçimiyle üçüncü dünyacı, ezen emperyalist zalimlere karşı mazlum halkların direnişi temasını Türk milliyetçiliği lehine kullanmış. Elbette bu “mazlum-milletler”in hamisi rolü TC’ye verilmiş. Emekçi kitlelerde oluşmuş olan, fakat devrimci bir önderlik olmadığından, kapitalist sistemle bağı kurularak onun temellerine yönlendirilemeyen “anti-Amerikancılık”, “anti-Avrupacılık” bu amaç doğrultusunda sınırsızca kullanılıyor. Sözümona anti-emperyalizm yapılıyor ve emperyalizmin bölmek ve parçalamak istediği devlete sahip çıkması için “Türk-milleti” devletiyle bütünleşmeye çağrılıyor. Geniş kitleleri içine alacak, onların haklı ve meşru duygularını okşayarak milliyetçilik zeminine çekecek bir tür “devlet-millet” bütünleşmesi!

Nitekim film, kendinden menkul bir “kahraman Türk” karakteri yaratarak “devlet-millet” bütünleşmesinde kitlelerin sahiplenmesi gereken kimliği açık etmiş oluyor. Tanıtım reklâmlarında da söz konusu sahne sıkça geçmektedir. ABD’li yetkili Polat’a verip veriştirerek TC’nin “kırmızı çizgileri”nin nasıl solduğunu anlatır; fakat Polat “asker, diplomat veya siyasetçi olmadığını” söyleyerek sert bir edayla yanıtını yapıştırır: “Ben Türküm!” Evet, ama Türk kimliği neyi ifade eder? O sadece bir Türk! Fakat işçi mi, burjuva mı? Hangi sınıfa mensup ve hangi sınıfının çıkarlarını temsil ediyor? Bu elbette belli değil. Ancak bilinen bir şey var ki, o da Polat’ın burjuva devletin derin bir parçası olduğu. Burjuva devlet için “kurşun atmış, kurşun yemiş” bu “Türk”, bakın Amerikalı otel müdürüne ne diyor: “Amerikan askerlerinin parasını veren Amerikan kapitalizmi değil mi?” Doğru söze ne hacet! Peki, Türk askerinin parasını ve hatta Polat’ın ücretini veren Türk kapitalizmi değil mi? Her şeyden önemlisi, burjuva devletin derin bir parçası olan Polat bu soruyu kimin adına soruyor? Amerikan kapitalizmi kötü, ama Türk kapitalizmi “cici”! Bizde sınıflar ve sömürü yok, (belki de kapitalizm yok!) sadece “Türküm” var. Bu mesajları içeren film, birazdan göreceğimiz üzere bölgedeki halklara Amerikanın efendiliğinin yerine Osmanlı’nın ruhunu çağırarak TC’nin efendiliğini öneriyor.

Verilmek istenen mesajı doğru kavramak, üzerini kazıyarak diğer olaylarla bağını kurup ideolojik bütünlüğünü ortaya çıkartarak teşhir etmek gerekiyor. Hatırlanacağı üzere Polat “derin” devletin bir parçası ve nitekim Güney Kürdistan’a çuval intikamını almaya bu “eski” sıfatıyla gidiyor. Her ne kadar “derin” devletin adamlığından resmen ayrılmış gözüküyorsa da, Türkmen Cephesi’yle kurulan ve açık edilmeyen bağlar fiilen durumun bu olmadığını ortaya koyuyor. Askerler, diplomatlar ve siyasetçiler devleti zaafa uğratarak bir ulusun onurunu zedeleyebilir, ama millet bunu asla unutmayarak intikamını alır; verilmek istenen mesaj bu. İntikamı alan “derin” devletin adamı ile “Türküm”ün aynı kişiler olması da esas dikkat çekici nokta. Polat ile “Türk-milleti” bir ve aynı kişide cisimleşiyor. Böylece burjuva devlet “Türk-milleti” kimliği ile bütünleştirilerek emekçi yığınlara “sizsiniz devlet” denmiş olunurken, “derin” devletin de “millet” olduğu mesajı sinsice, ideolojik bir argüman olarak film aracılığıyla verilmek isteniyor. “Derin” devlet tartışmaları sürerken düzen cephesinin önde gelen yazar-çizer takımı ve emekli generalleri “derin” devletin kim olduğu sorusuna “millet” cevabı veriyorlardı. İşte bu ideolojik argüman film vesileyle tekrarlanmış olunuyor.

Amerikan karşıtlığı üzerinden Kürt düşmanlığı

Genel olarak bakıldığında film, Amerikan karşıtlığı çerçevesine oturtulmuş gözüküyor. Gerçekten de Amerikan emperyalizminin Irak’ta uyguladığı vahşet, çeşitli sahnelerle aktarılmış ve izleyen hemen herkeste Amerika’ya karşı yoğun bir öfke uyandırıyor. Fakat sadece bu kadarla kalmıyor, aslında senaryo oldukça sinsice yazılmış. Film, Amerikan emperyalizminin vahşetini pervasızca sergilerken Kürtleri de bu vahşete ortak ederek Kürt düşmanlığı yapıyor.

Daha ilk sahnelerde, Güney Kürdistan’a giriş yapan Polat ve adamlarını aramak isteyen Kürt askerlerini tanımıyorlar. Kendi topraklarındaymışlar da birileri haddini bilmezlik yaparak onlara kimlik soruyormuş havasında, alay ederek, eli silahlı Kürtleri, silahsız “Türkler” haklayıveriyor! Acaba bu denli rahat olmalarının veya öyle bir hava çizmelerinin nedeni söz konusu toprakların esas sahibinin TC olduğunu düşünüyor olmaları mı? İlerleyen sahnelerde bu soruya evet yanıtı veriliyor; ne de olsa Musul ve Kerkük Misakı Milli sınırlarına dâhildi ve Lozan’da kaybedildi! Osmanlı İmparatorluğu kendisini var eden tarihsel koşullarla birlikte göçüp gitmesine karşın, genel olarak burjuvazi atalarının nice kıtada at koşturduğunu bir türlü unutamıyor ve unutmak da istemiyor. TC, bölgede gütmeye başladığı emperyal politikaların ideolojik argümanlarını Osmanlı mirasına dayandırıyor.

Film, Kürt halkına yönelik imha ve inkâr politikasını bir kez daha Güney Kürdistan vesilesiyle öne çıkarıyor. İnkâr siyasetinin ve güçlü olana tapınma anlayışının tipik bir görüntüsü var bir sahnede. Otele gelen Kürt askerler yemek yiyen Polat Alemdar ve adamlarını götürmek isterler; ancak TC devletinin bu yaman adamı alaylı, ciddiye almayan bir havada sorar: “siz kimsiniz?” “Irak Federe Kürdistan’ı” cevabını alınca “ben sizi tanımıyorum” diyerek TC’nin silinmiş “kırmızı çizgi”lerini hatırlatıverir bir “Türk” olarak. Ancak Kürdistan’ı ve Kürt halkını tanımayan ve küçümseyen bu “Türk”, işgalci ABD’yi tanır. Öyle ya, efendi boynuna boyunduruk vurduklarıyla muhatap olmaz, olsa olsa başka halkların boynuna boyunduruk vuran, halkları kan ve gözyaşına boğan katil eşitleriyle, başka efendilerle muhatap olur.

Güney Kürdistan’daki Türkmenlere, Kıbrıs’ta, Bulgaristan’da, Yunanistan’da ve Kafkaslardaki Türk nüfusa sahip çıkıp onların özgürlüklerini savunan TC, kendi sınırlarındaki milyonlarca Kürdü yok sayabiliyor, bununla da kalmıyor, sınırlarının dışında kurulacak bir Kürt devletini “kırmızı çizgi”lerle önlemeye çalışıyor. Film, TC’nin resmi tezlerini, yani silinmiş “kırmızı çizgi”lerini her noktada tekrarlıyor. ABD askerleri Türkmen düğününü basarak büyük bir katliam yapar ve Türkmenler göç etmek zorunda kalırlar. Tüm bu sahnelerde Amerikan askerleri ile Kürtler yan yana aynı karededir. Oldukça ilginç bir sahne var. Amerikalı temsilci Kürt komutanın kulağına eğilir ve “Arapları hallettik, sırada Türkmenler var” der.

Emperyalistlerin cehenneme çevirdikleri Ortadoğu’daki hemen tüm halklar haklı olarak başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere ve İsrail devletine nefret ve öfke duyuyorlar. İşçi-emekçi yığınları tüm süreçlerde aydınlatacak, onları burjuva ideolojisine karşı uyanık tutarak gelişen öfkeyi emperyalist-kapitalist sistemin temellerine yönlendirecek bir devrimci önderliğin olmadığı bugünkü koşullarda, her kötülüğün kaynağı ABD olarak gözükebiliyor ve yerli egemenler de bunu kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmuyorlar. Amerikan emperyalizminin veya katil İsrail devletinin yaptıkları bu ülkelerin emekçilerine de mal edilerek milliyetçilik egemenler tarafından yükseltilmekte ve işçi-emekçi kitleler sınıf kardeşlerine karşı kışkırtılmaktadırlar.

Oysa ne Amerikan karşıtlığı, ne Avrupa karşıtlığı ve ne de İsrail karşıtlığı anti-emperyalizmdir. Anti-emperyalizmin gerçek adresi, kapitalist dünya düzenini parçalayacak ve tarihin çöplüğüne fırlatacak olan devrimci enternasyonalist işçi sınıfıdır. Kötülüklerin kaynağı tek başına ABD ve Avrupa emperyalistleri değil, Ortadoğu’daki devletlerin ve TC’nin de içinde yer aldığı dünya kapitalist sistemidir. Türkiye işçi sınıfının asıl düşmanı Kürt, Amerikalı veya İsrailli işçi-emekçi kitleler değil, başta kendi burjuvazisi olmak üzere her ülkenin burjuva sınıflarıdır. İşçi-emekçi yığınlar yükseltilmeye çalışılan milliyetçiliğe, halklar arasındaki düşmanlığa karşı uyanık olmalıdırlar.

Osmanlı’nın ruhunu çağırmak!

Filmin önemli yönlerinden birini, Osmanlı’ya yaptığı göndermeler ve bir anlamıyla Osmanlı’nın ruhunu çağırmak oluşturuyor. Başına çuval geçirilmiş Türk subayı gururu incindiği için intihar etmeyi seçer; ama intihar etmeden önce ne yapılması gerektiğinin mesajını vermekten de geri durmaz. Mektupta şunlar yazmaktadır: “Bu topraklara gelen herkes buradaki halka zulüm etti, sömürdü, boyunduruk altına aldı, ama tek atalarımız yapmadı bunu.” Atalarına layık olamadığı, zulmü önleyip adaleti sağlayamadığı için intihar eder. Filmin dini propaganda eden tarikat ayini sahneleriyle Osmanlı’nın ruhunu çağırma işi pekiştirilir.

Bölge halklarına önerilen, Amerikan egemenliğine karşı TC’nin egemenliğinden başka bir şey değil, elbette din burada birleştirici bir öğe olarak kullanılmış. Osmanlı’nın mirasçısı olan TC’nin emperyal emellerine böylece ideolojik zemin döşenmiş olunuyor. “Kurtlar Vadisi” dizisinde TC’nin emperyal bir güç olduğu ve olması gerektiği daha açıktan dillendirilmekteydi. Burjuva devletin derinindeki stratejistler TC’nin üzerinde yer aldığı coğrafya itibarıyla olsun, “16 devlet”lik geçmişi gereği olsun, emperyal bir güç olduğunu söylüyorlardı. Osmanlı’nın Balkanlardan Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya uzanan uçsuz bucaksız toprakları yüzyıllarca hükümranlığı altına alarak yönettiği hatırlatılmakta ve TC’nin emperyal misyonuna tarihsel dayanaklar yaratılmaya çalışılmaktaydı. Hatırlanacağı üzere Irak savaşı sürecinde Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia edenler bizzat gerekçelerini bu bölgelerin bir zamanlar Osmanlı toprağı olmasına dayandırıyorlardı.

Düzen cephesi son senelerde daha sık çağırmaya başladı Osmanlı’nın ruhunu. Aslında bunun hikmetini anlamak o kadar da zor olmasa gerek. 80 yıllık TC rejimi geldiği aşama itibarıyla bir “kimlik” bunalımının içine düşüvermiştir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı bürokrasisi ve entelijensiyası “Osmanlı nasıl kurtulur” sorusunu sorarken, bugün düzen cephesinin çeşitli kesimleri “TC’nin kimlik bunalımı nasıl aşılır”a yanıt üretmeye çalışıyorlar. Bunun sebebi de TC’nin kuruluşunu mümkün kılan temel uluslararası faktörlerin bugün ortadan kalkmasıdır.

Hatırlayalım, 1918’de Osmanlı’nın parçalanmasıyla sonuçlanan Sevr Antlaşması dünya devrimi korkusundan ötürü çöpe atılmış ve Lozan’la birlikte Rusya’da yeni doğmuş işçi devletine ve dünya devrimine karşı siyasi dengeler yeniden oluşturulmuştu. SSCB’nin sınırlarında emperyalist-kapitalist sistemin güvencesi olacak bir burjuva devlet için İngiliz emperyalizmi, tarihsel koşulların dayatmasıyla tavizler vermişti. Misakı Milli sınırları dışında yalnızca Musul ile Kerkük bırakılmış ve geri kalan topraklar üzerinde TC yükselmiştir. Fakat konunun esas ehemmiyeti, tam da bugün TC’nin kuruluş felsefesinin sorgulanmasına neden olan birçok şeye Lozan’da emperyalistlerin göz yummasıdır. Lozan’la birlikte Ermeni katliamı, Kürtlerin bağımsızlığı ve Rumların durumu güme gitmiştir. Tüm bu konuların üzeri örtülmüş ve bu sorunlar unutturulmuştur. Lozan Antlaşmasından ve emperyalistlerin desteğinden güç alan TC, halkların tüm kalkışmasını kanla bastırmıştır. Kürt halkının boynuna boyunduruk vurulup tüm isyanlar bastırılırken, Rum ve Ermeni ahali zorla topraklarından sürülmekle kalmamış, tüm mallarına da el konarak “sermaye Türkleştirilmiştir”.

Ancak TC’nin kuruluşundaki tarihsel koşullar ortadan kalkmıştır. SSCB’nin çökmesiyle değişen dengeler ve dünyanın nüfuz alanları olarak emperyalistlerin paylaşımına açılması ve bu uğurda kıran kırana bir hegemonya kavgasının verilmesi bu gerçeği çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. Uluslararası siyasetin 1914 öncesine benzetilmesi manidardır. Kuşkusuz tarih tekerrür etmiyor ve Lozan’dan beri bir hayli zaman geçmiş bulunuyor. Fakat Lozan gibi süreçleri yaratan tarihsel koşulların sahneden çekilmesiyle birlikte, pek çok sorun kendini yeniden dünya siyasal arenasına taşıyacak kanalları ve imkânları bulmakla kalmıyor, örneğin Türkiye gibi ülkelerin kuruluş süreçlerinin sorgulanmasına da yol açabiliyor. Düzen cephesinin Sevr paranoyasını her vesileyle gündeme getirerek Lozan’ı hatırlatması boşuna olmasa gerek.

İşte böyle bir dönemde düzen cephesi içinde yer alan kesimler Türk milliyetçiliğini yeniden yapılandırıp, ona tarihten kökler bularak veya geçmişiyle barışması sağlanarak “kimlik” bunalımı aşılmaya çalışılıyor. TC’nin yaşadığı bunalıma çare olarak Osmanlı’nın ruhu geri çağrılıyor. Elbette Osmanlı’nın ruhu modernize edilerek, muhtelif ideolojik makyajla donatılarak Türk milliyetçiliği kökleştirilmek isteniyor. Bu süreçte anti-Amerikancılık ve Batı düşmanlığı, anti-semitizm ideolojik argümanlar olarak kullanılıyor. Bununla birlikte Kürt ve Ermeni halkları açıkça aşağılanmakta ve hor görülmektedir. Her düzeyde yoğun bir ideolojik karşı-saldırı başlatılırken, “ulusal dalga” adıyla kitle hareketi yaratılmaya çalışılıyor. Ermeni katliamının sorumlusu Talat Paşaya sahip çıkılması ve hatta onun adıyla bir hareket başlatılarak Almanya’da törenler yapılması, “Metal Fırtına” ve “Şu Çılgın Türkler” gibi ideolojik popüler kitapların yayınlanması, “Kurtlar Vadisi” gibi film ve dizilerin çekilmesi TC’nin içine düştüğü “kimlik” bunalımını aşmaya dönüktür.

Enternasyonalistlere düşen görev, yükseltilmek istenen milliyetçi-şoven dalgaya karşı işçi sınıfını aydınlatmak ve bağımsız sınıf perspektifini egemen kılmaktır. Milliyetçiliğin sosyalist hareket içerisine “yurtseverlik” olarak sızdığı ve hatta solun pek çok kesimini içine çektiği böyle bir konjonktürde, enternasyonalizmin bayrağını yükselterek milliyetçilerin/yurtseverlerin bayrağıyla karışmasına izin vermemek gerek. 

1 Mart 2006

İlgili yazılar