Kürt Sorununda Çözümsüzlük Toplumu Zehirliyor
Utku Kızılok, 1 Mayıs 2010

Samsun’da Ahmet Türk’e atılan yumruk, darbeci güçlerin yükseltmeye çalıştığı milliyetçi saldırganlık, PKK’ye yönelik askeri operasyonlarla yeniden alevlenen çatışmalar ve artan gerilla ve asker cenazeleri Kürt sorununun yakıcı önemini bir kez daha gündeme yerleştirmiş bulunuyor. Bu gelişmelerin bir yönü, statükocu-darbeci güçlerin haksız savaşı tırmandırarak ve provokasyonları tetikleyerek ırkçılığı körüklemeye, böylece zaten dondurulmuş olan “açılım” sürecini tümüyle berhava etmeye dönüktür. Bir başka yönü ise, asker-sivil bürokrasinin mevki ve ayrıcalıklarına önemli bir darbe indirecek olan anayasa değişikliğini engellemeye, yaşanacak olağanüstü durumdan yararlanarak bu değişiklikleri boğmaya dönüktür.

Ancak tüm bunların üzerinde işçi-emekçi kitlelerin görmesi gereken bir hakikat var: Kürt sorununun çözümsüzlüğü her geçen gün toplumu biraz daha fazla zehirliyor. Bu çözümsüzlük ortamında statükocu-darbeci burjuva güçler, ırkçılığı kışkırtarak Türk ve Kürt halklarını kanlı boğazlaşmaya itecek bir ortam yaratmaya çalışıyorlar. İşte işçi sınıfının bu tehlikeyi fark etmesi ve bu tuzağa düşmemesi gerekiyor. Bu bakımdan Kürt sorununun gidiş seyrini değerlendirmek ve tehlikelere işaret etmek elzemdir.

“Açılım”dan bugüne

Geçen senenin baharında Kürt sorununun çözümüne dönük tartışmalar yeniden alevlenmişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorunu bağlamında “iyi şeyler olacak” demesiyle, aslında “açılım” sürecine de start verilmiş olunuyordu. Hiç kuşku yok ki, Gül’ün bu çıkışı plansız değildi. Nitekim devam eden günlerde Obama’nın Türkiye ziyareti gerçekleşti ve “çözüm”e dönük bazı gelişmelerin olabileceğine dair düşünce daha net bir zemin kazandı. Mayıs ayının başında Milliyet gazetesinden Hasan Cemal’in Kandil Dağı’na giderek PKK yöneticisi Murat Karayılan ile yapmış olduğu uzun röportaj ve iç siyasetteki kimi mesajlar da bu konuda bazı adımlar atılacağına dair sinyaller veriyordu. Nihayetinde Başbakan Erdoğan “Kürt açılımı” sürecini başlattıklarını açıkladı.

Velâkin aradan bir sene geçmeden gelinen aşamada “açılım” süreci dondurulmuş durumda. Neden? Buna gelmeden önce bir başka hususa değinerek ilerleyelim: Statükocu-devletçi güçlerin ileri sürdüğü gibi “Kürt açılımı”, tümüyle emperyalist merkezlerde pişirilmiş ve ABD tarafından Türkiye’ye dayatılmış değildir. Meselenin bu şekilde konulması bilinç bulandırmaya dönüktür. Zira mesele bu biçimde ortaya konulduğunda, bundan çıkan sonuç şudur: Aslında Kürt sorunu yoktur, dolayısıyla da çözüm için adım atmaya da gerek yoktur, sorunu yaratan ve dayatan emperyalistlerdir!

Hiç kuşkusuz ABD’nin Irak’taki yönelimi doğrultusunda Türkiye’ye biçtiği rol ile Türkiye’nin bölgeye dönük ekonomik ve siyasi müdahale arzusu örtüşmektedir. ABD emperyalizmi Irak’tan çekildikten sonra, özellikle Kürtlerle Araplar arasında bir savaş yaşanmaması ve çıkarlarına halel gelmemesi için, geride hami olarak Türkiye’yi bırakmak istemektedir. Ancak bunun için, Güney’deki Kürt özerk yönetimini tanımayan, ilişki kurmayan ve kırmızı-çizgi söylemini sürdüren Türkiye’nin bu tutumunu değiştirmesi gerekiyordu. Lakin içeride Kürt sorunu bir şekilde hal yoluna sokulmadan ve Güney’deki PKK varlığı bir tehdit olmaktan çıkartılıp tam kontrol altına alınmadan Irak’taki Kürt yönetimiyle sağlıklı ve kalıcı ilişkilerin geliştirilemeyeceği de açıktı.

Bu meselenin bir yönüdür. Meselenin diğer yönü ise, alt-emperyalist bir güç haline gelen ve daha yukarılara tırmanmak isteyen Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük emelleridir. Unutmamak gerekiyor ki Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunu gibi tarihi sorunlar, kabına sığmayan tekelci Türk sermayesi için ayak bağı niteliğindedir. Yayılmacı sermaye kesimleri, kendi çıkarlarını baki kılacak bir formülasyonla tüm bu sorunları ayak bağı olmaktan çıkartmayı arzulamaktadırlar. Hülasa, başlatılan “açılımların” sırrı burada yatmaktadır ve bu bağlamda Kürt sorunu da bir şekilde çözülmek istenmektedir.

Ne var ki Kürt sorununun ulusal-siyasal bir sorun olarak kabul edilmek istenmemesi ve “içinde Kürtlerin yer almadığı bir çözüm” düşüncesi AKP’nin yaklaşımlarına da damgasını basmaktadır. Dolayısıyla “açılım” denen şey de esasta bu dar görüşe hapsolmuştur. Sorunun çözümüne dönük gerçekçi ve kapsamlı bir plana sahip olmayan AKP, statükocu-darbeci güçlerin milliyetçi salvoları karşısında da ne yapacağını şaşırmıştır. Bu yüzden başta “Kürt açılımı” olarak tanımlanan süreç, statükocu-ırkçı kesimlerin bindirdiği basınçla önce “demokratik açılım”a, bilahare ise “milli birlik projesi”ne evrilmiştir. Bir “açılım” süreci başlatılmış olması, ama ortada ne yapılacağına dair bir projenin olmaması, hükümetin meseleye ne denli gönülsüz yaklaştığının bir göstergesidir.

AKP “açılım” sürecini çok demokrat olduğu ve gerçekten de halkların ezilmesine son vermek istediği için başlatmış değildir. AKP’nin kurucu kadrolarının ve milletvekillerin zihin dünyasının da milliyetçi bir ideolojiyle şekillendiği unutulmamalı. Diğer tüm burjuva partiler gibi AKP de esas olarak iktidarın nimetlerinden yararlanarak küpünü doldurmakta ve etrafında yeni sermaye kesimleri yaratmaktadır. Bunun yanı sıra, Kürt ya da Ermeni sorunlarında kimi adımlar atmaya çalışıyorsa, bunun nedeni AKP’nin Türkiye burjuvazisinin emperyalist programını üstlenmiş olmasıdır. Açıktır ki, itici güç, ülkeye demokrasi getirmek, hak ve özgürlükleri genişletmek ve halkların acısını dindirmek değil, söz konusu sorunları bir biçimde ayak bağı olmaktan çıkartarak sermayenin önünü açma hedefidir. Bu “bir biçimde çözme” ya da geçiştirme yaklaşımından dolayı “açılım” süreci pek yol alınmadan tıkanmıştır. Nitekim statükocu cephenin şovenizm basıncı altında kalan AKP iktidarı, Kürt halkının Habur’da, Kandil ve Mahmur Kampından gelen PKK’lileri sevinçle karşılamasına tahammül edemedi ve süreç akamete uğramaya başladı. Milliyetçi ve ırkçı cephenin son derece saldırgan tutumuna ve adeta iç savaş tamtamları çalmasına boyun eğmekle kalmayan AKP, üstelik bir de milliyetçilik yarışına girdi.

Bu evreden sonra neredeyse tüm burjuva kesimlerin, Habur’daki karşılama törenlerinden “kamuoyu”nun rahatsız olduğunu ileri sürmeye başlaması manidardır. Zira milyonlara varan Kürt kitlesinin yollara ve meydanlara dökülerek barış özlemini haykırması görmezden geliniyor, Kürtler o sözü edilen “kamuoyu”nun bir parçası olarak görülmüyorlardı. “Kamuoyu” dedikleri gerçekte Türk halkı da değildi. Bu esrarengiz “kamuoyu”nun gerçekte statükocu-şovenist cephe olduğu malûmdur. Unutmamak gerekiyor ki, emekçi halk kitlelerinin birbirlerine düşman olması için bir neden yoktur. “Kamuoyu rahatsız” söylemi altında kitlelerin bilincini bulandıran ve halkları birbirine karşı kışkırtan egemen güçlerdir ve Habur’daki karşılama sonrasında da böyle olmuştur. Kürt kardeşlerine karşı kışkırtılan her işçi şunu sormalıdır: Eğer tüm araçlarıyla burjuva medya kitleleri infiale sürükleyecek bir milliyetçi saldırganlıkla yayın yapmak yerine barış ve kardeşlik vurgularıyla dolu bir yayın yapılsaydı halk kitleleri Habur’daki karşılama törenlerinden, kardeş Kürt halkının barış coşkusundan yine de rahatsız olacak mıydı? Hiç kuşkusuz ki hayır.

Burada bir başka önemli noktayı vurgulamak gerekiyor. Unutulmasın ki, “Kürt açılımı”nın odağında, Kürt hareketinin siyasal temsilcilerinin muhatap alınması hususu yer almamıştır. Bundan ziyade, Güney’deki Kürt yönetimiyle ilişkiler kurmaya ve uluslararası alanda Türkiye’nin önünü açmaya dönük bir çizgi izlenmiştir. Gelinen aşamada, “açılım” kapsamında atılmak istenen kimi adımların da, esasında Kürt siyasal hareketinin tasfiyesine dönük planlamanın bir parçası olduğu iyice açığa çıkmış bulunuyor. Yani Başbakan Erdoğan’ın çok iyi bildiklerini söylediği Şark kurnazlığıyla, Kürt halkı, eline tutuşturulacak birkaç şekerle kandırılmak istendi. Ancak Kürt halkı ağzına çalınmak istenen bir parmak balı reddedince yeni bir Osmanlı oyunu sahne aldı.

DTP’ye dönük “dalgalar” halinde KCK operasyonlarının başlatılması ve yüzlerce kişinin tutuklanması bu Osmanlı oyununun bir açılışıydı. Amaç DTP ile PKK arasına duvar örmek ve DTP’yi kültürel kırıntılara razı olacak bir parti haline getirmekti. Bu operasyonlar yapıldığında, düzen cephesinin stratejistleri bu müdahalenin değerinin iyi anlaşılması gerektiğini söylüyor ve söz konusu planın hayata geçeceğine inanıyorlardı. Nitekim bu planın bir parçası olarak önce DTP kapatıldı ve böylece bir balans ayarı çekilmek istendi, bilahare büyük KCK operasyonu başlatıldı. Belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu onlarca siyasetçi ellerine kelepçe vurularak tek sıraya dizildi ve Kürt halkına gözdağı verilmek istendi. Bugüne dek tutuklanan parti üyelerinin, yöneticilerinin ve belediye başkanlarının sayısı 1500’ü aşmış bulunuyor. AKP iktidarı, kadrolarını cezaevlerine doldurarak Kürt hareketini takatsiz bırakmak istiyor, ancak vurdukça aksine daha sıkı bir halk tepkisiyle karşılaşıyor.

Makarna ve cami taktiğiyle Kürt sorununu “çözme” girişiminden sonra bu Şark kurnazlığı da iflas etmiştir. Bir kez daha vurgularsak, bu iflaslar da gösteriyor ki Kürt hareketinin niteliği, derinliği, ilişkiler ağı, kitleler üzerindeki etkisi ve gücü tam olarak kavranmak istenmemekte ve küçümsenmektedir. AKP iktidarı, birkaç şeker vererek Kürt halkını aldatacağını sanmaktadır. Bu, anayasa tartışmalarında da yansımasını buldu. Bir taraftan Kürt sorununda “açılım” yaptığını ileri süren AKP hükümeti, öte taraftan gündeme getirdiği anayasa paketi içerisine bu sorunun çözümüne ilişkin tek bir madde bile almamıştır. BDP’nin, anadilde eğitimin önündeki engellerin ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasını da içeren öneri paketini ise görmezden gelmiştir. Anayasa değişikliği paketinde parti kapatmayı zorlaştıran bir maddenin –ki bu madde, asıl olarak, hakkında yeniden kapatma davası pişirilen AKP için getirilmektedir– yer alması, seçimlerde Türkçe dışında propaganda yasağının gevşetilmesi ve Öcalan’ın doğum gününün kutlanmasına izin verilmesi gibi hususlar doğrudan referandumla ilişkilidir. AKP, bir lütuf olarak gördüğü bu düzenlemelerle Kürt halkını referandumlarda kandırmayı ummaktadır.

Seçimlerde Türkçe dışında propaganda yapılamaz yasağı güya kaldırılmış gözükmektedir. “Türkçeden başka dil ve yazı kullanılması yasaktır” ifadesi yerine getirilen “Türkçenin kullanılması esastır” kaydını acaba “yüce tarafsız yargı” nasıl yorumlayacaktır? Bu değişiklik son derece muğlâktır ve dillere destan tarafsız(!) yargının bu “esas”tan ne anlayacağı herkesin malûmudur. Diğer taraftan Kürt halkı için acil olan ve değiştirilmesi gereken Terörle Mücadele Kanunu’na (TMK) ise dokunulmamaktadır. Hapishanelere tıkılan BDP’liler ve bizzat İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre üç bin Kürt çocuk bu kanunla yargılanmaktadır. Yani Kürt çocukları “terörle mücadele” kanunlarıyla, ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyorlar. AKP hükümeti, çocuklara ilişkin TMK’nın bazı maddelerinde değişiklik yapacağını söylemesine rağmen, şimdiye kadar somut bir adım atmış değildir.

İşte “açılım”a dair tablo budur. “Açılım” süreci de gösteriyor ki, Kürt hareketinin temsilcileri doğrudan muhatap alınmadan sorun çözülemez. Hükümetin, Güney’deki Kürt yönetimi ile ilişkileri geliştirerek PKK’nin tasfiyesini sağlama girişimleri hayalden başka bir şey değildir. Burjuvazi ve burjuva temsilciler PKK’yi tasfiye ederken acaba Kürt halkını ne yapacaklar, onu da mı tasfiye edecekler? Burjuvazinin kimi ideologları ne demek istediğimizi bakın nasıl anlatıyorlar: “Türkiye’nin temelde bir tek sorunu vardır, o da Kürt kökenli vatandaşlarımızla ilişkilerimizdir. İstediğimiz kadar PKK’yı terör gurubu olarak niteleyelim, milyonlarca insan bu örgütü benimsemekte ve farklı gözle izlemektedir. Dahası, desteklemekte ve adeta silahlı bir Toplum Örgütü olarak görmektedir. Televizyonlardan veya gazete manşetlerinden istediğimiz kadar lanet yağdıralım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz.” (M. Ali Birand, Posta, 21 Nisan 2010)

Burjuva medyanın gerçekte ne işe yaradığını gözler önüne sermesi bakımından, bu itirafın son cümleleri ayrıca manidardır. TC’nin 85 yıllık inkâr ve imha siyasetinin iflas ettiği zaten malûm. Diğer taraftan Kürt hareketini muhatap almadan Kürt sorununu çözüyormuş gibi yapma siyasetinin iflas etmesi için bir yıl bile beklemeye gerek kalmamıştır. Geri dönüşsüz bir ulusal bilince ulaşan ve Türkiye’nin büyük kentlerine göç etmek zorunda kalan Kürt halkı, Kürt sorununu bambaşka bir bağlama taşımıştır. Üstelik uluslararası bir boyut da kazanan Kürt sorununu, 1990’lardaki gibi Türkiye’nin batısından kopartarak tecrit etmek mümkün değildir. Bu nedenle bu sorun her geçen gün TC’yi biraz daha sıkıştırıyor ve çözümü dayatıyor. Bu çözümden kaçış yoktur. Eğer Türkiye işçi sınıfı şovenizm cenderesini parçalayabilirse bu çözüm daha hızlı, kapsamlı ve kalıcı olacaktır.

Tırmandırılan şovenizme ve provokasyonlara dikkat!

Kürt sorununun çözüme doğru ilerletilmemesi toplumdaki yarılmayı her geçen gün daha da derinleştirmektedir. Yükseltilen şovenizm dalgası karşısında “açılım” sürecinin akamete uğraması, statükocu-Ergenekoncu cepheye kan vermiştir. Başta MHP olmak üzere, statükocu-şovenist cephe azgın bir milliyetçiliği körüklemekte, Kürt halkı aleni bir şekilde düşman olarak gösterilmekte ve Türk emekçi kitleleri infiale sürüklenmek istenmektedir. Faşist MHP mütemadiyen yüksek perdeden “vatana ihanet” edildiğinden ve ülkenin bölünmekte olduğundan dem vurmaktadır. Bu cephenin siyasal söylemi tümüyle bu kavramlar etrafında inşa edilmiştir. Ancak kuru hamaset nutuklarının kitlelerde gerekli etkiyi yaratmadığını bildiklerinden, özellikle kitlelerin duygularına seslenilmekte, milliyetçi saldırganlık “haksızlığa uğramış mağdur Türk halkı” söylemiyle beslenmektedir.

Bu kesimler, “küstah” Kürtlerin zıvanadan çıktığını, durduk yere ülkeyi bölmek istediklerini, “Mehmetçiğe” haince kurşun sıktıklarını, şehirleri yakıp yıktıklarını, “terörist”leri törenle karşıladıklarını, emperyalistlerin ise Kürtleri desteklediğini ve Türkleri sevmediklerini söyleyerek kitleleri kışkırtmaya çalışıyorlar. Yani Kemalist rejimin bugüne değin başvurduğu “etrafımız düşmanlarla çevrili” paranoyak söylemine “iç düşman” olarak Kürtler de eklenmekte, sözümona bu “iç düşman”ların “dış düşman”larla işbirliği yaptığı ileri sürülmekte ve gözler “ihanet” etmekle suçlanan Kürtlerin üzerine çevrilmektedir. Üstelik bir de hükümet “vatana ihanet” anlamına gelecek ve “bölücüleri” güçlendirecek bir “açılım” yapmaktadır! Böylece statükocu-şovenist cepheye göre esas “mağdur” olan, “haksızlığa” uğrayan ve “çaresiz” kalan Türkler olmuş oluyor!

Esasında bu tarz bir söylemle kitleler 20 yıldır kışkırtılıyorlar. Ancak bugünkü düzeyi ve dozajı çok yüksek ve üstelik de geçmişten farklı olarak halkları birbirine karşı kışkırtmaya daha müsait bir ortam var. 1990’lı yıllar boyunca şovenizm cephesinin kışkırtmaları, halklar arasında doğrudan bir çatışma yaratacak kıvılcıma dönüşmekten uzaktı, bunun nesnel zemini zayıftı. Zira bu dönemde Kürt halkı esas olarak taşrada ve köylerde yaşamaktaydı. Lakin haksız savaşın tırmandırılması, binlerce köyün yakılıp yıkılması sonucunda Kürt kitleler kentlerin yolunu tuttular. Milyonlarca Kürt, Türkiye’nin batı kentlerine göç etmek zorunda kaldı. Öyle ki, bugün İstanbul’dan Mersin’e, İzmir’den Ankara’ya, Çanakkale’den Edirne’ye kadar geniş bir bölgede yoğun bir Kürt nüfus söz konusudur. Diyarbakır dışında en büyük Newroz kutlamasının İstanbul’da gerçekleşiyor olması yeterince çarpıcı değil midir? Kentlerin varoşlarına akan Kürt kitleler Türk emekçileriyle yan yana yaşıyor ve aynı işyerlerinde çalışıyorlar.

Dolayısıyla statükocu-şovenist cephenin iç savaş kışkırtıcılığı maya tutarsa geçmişten farklı olarak iki halk arasında trajik olayların yaşanma ihtimali çok daha büyüktür. Nitekim son dönemde bazı kentlerde faşistlerin öncülüğünde Türk kitleler Kürtlere karşı kışkırtılmaya çalışılmış, Ayvalık, Mersin, Çanakkale gibi yerlerde Kürtlerin evleri ve işyerleri yakılıp yıkılmış, olası pogromların provası yapılmıştır. Halkları karşı karşıya getirme, Türk ve Kürt halkları arasında derin bir yarılma yaratma provası devam etmektedir. Samsun’da Ahmet Türk’e yumruk attıran faşist güçler, bu yumruğun Kürt kitlelere atıldığını gayet iyi bilmektedirler ve zaten amaç da bu tip provokasyonlarla emellerini hayata geçirmektir. Kürt hareketinin sağduyulu davranmasıyla bu kışkırtma şimdilik boşa çıkartılmıştır. Ancak son günlerde Karadeniz hattındaki şüpheli gelişmeler, Kayseri’deki ikinci yumruk hadisesi, Sinop’ta Kürt inşaat işçilerine saldırılması, üniversitelerde meydana gelen faşist saldırılar, 24 Nisanda ölüme gönderilen Ermeni aydınların anılmasına karşı örgütlenen “derin devlet” uzantılı tepki, önümüzdeki dönemde yeni provokasyonların hazırlandığına işaret etmektedir.

Unutmamak gerekiyor ki yapılan Ergenekon operasyonu, bu tip kontrgerilla örgütlenmelerinin yalnızca bir kısmını kapsamaktadır. Bu nedenle, 2005 dönemecinden sonra nasıl ki Kuvayı Milliye türü asker-sivil uzantılı faşist örgütlenmeler, tezgâhladıkları provokasyonlarla şovenizmi köpürtmeye ve halkları karşı karşıya getirmeye çalıştılarsa, önümüzdeki dönemde de benzeri karanlık tertiplere girişebilirler. Bu olasılığın emarelerini basında da görmek mümkün: Ahmet Türk’e atılan yumruğun Hürriyet gazetesi öncülüğünde statükocu basın tarafından utanmazca sahiplenilmesi bunun bir ifadesidir. Beri taraftan ordunun başlattığı askeri operasyonlar ve yeniden gelen asker cenazeleri, statükocu güçlerin ırkçı kışkırtmalarına malzeme yapılmaktadır.

Oysa bu savaştan ne Türk ne de Kürt emekçilerin bir çıkarı vardır. Aksine, Türk ve Kürt gençlerinin ölmesinin, anaların ve babaların yüreğinin dağlanmasının, acılar içinde bir yaşam sürmelerinin nedeni ezilen Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaştır. Bu haksız savaşı yürütenler kitlelerin acılarını kullanarak onları körleştirmeye ve kendi söylemlerine esir kılmaya çalışıyorlar. Örneğin, 29 Mayıs 2009’da Çukurca’da mayına basan 7 askerin ölümüne, TSK’nın döşediği mayınların neden olduğu bugün kesin olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Ancak o zaman bu ölümler şoven bir medya kampanyası eşliğinde PKK’nin üstüne yıkıldı ve yükseltilen azgın milliyetçilik eşliğinde kitleler Kürt halkına karşı kışkırtıldı. Kitleler, bilinçleri esir alındığı, körleştirildikleri ve büyük ölçüde de korktukları için bu haksız savaşın anlamsızlığını sorgulayamıyorlar. Medyanın yönlendirmesiyle de, yüreklerindeki acıyla kavrulurken diğer evlatlarını da “vatan uğruna” ölüme göndermeye hazır olduklarını söylüyorlar. Bu durumda, milliyetçi kışkırtmanın da etkisinde kalarak öfkelerini yalnızca Kürt halkına yönlendiriyorlar.

Bu haksız savaş sona ermeden statükocu-şovenist güçlerin halkları karşı karşıya getirme girişimleri son bulmayacaktır. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, iki halkın düşmanlaştırılmasına zemin döşüyor ve özellikle işçi sınıfın birliğine büyük darbeler indiriyor. İşçi sınıfının devrimci bir bilinçle donanmadığı günümüz örgütsüzlük koşullarında, işçi kitlelerinin bilinci burjuva ideolojisi tarafından belirlenmektedir. Ne yazık ki, geniş Türk işçi kitleleri yükseltilen milliyetçiliğin etkisi altındadır. Şovenizmin etkisinde kalarak Kürtlere düşman kesilmeleri halinde Türk işçi kitlelerinin Kürt işçilerle sınıf temelinde bir araya gelemeyecekleri, bu durumun ise burjuvaziye yarayacağı aşikârdır. On yıllar önce İrlanda sorununu ele alan Marx, şovenizme boyun eğen ve İrlanda halkının ezilmesine sessiz kalan İngiliz işçi sınıfının, bu tutumuyla kendi boynuna da pranga geçirdiğini söylemekteydi. Bugün Türkiye’de de durum farklı değildir.

Oysa Türk emekçi kitlelerinin Kürt halkının ezilmesinden hiçbir çıkarı yoktur. Bunun yanı sıra, bu yakıcı sorunun Kürt halkının talepleri doğrultusunda çözülmesi halinde, bugün sınıfsal çelişkileri geriye iten, bunu görmeyen ve esas çelişki olarak ulusal ezilmişliği öne çıkartan Kürt işçiler, kendi sınıf sorunlarına sahip çıkacaklardır. Türk ve Kürt işçiler arasındaki önyargıların ortadan kalkmasıyla iki halkın işçilerinin sınıfsal birliğine giden yolun önü açılacaktır. Böylelikle iki halkın işçi sınıfları güçlerini kapitalizme karşı birleştirebileceklerdir. 

1 Mayıs 2010

İlgili yazılar