Kürt Sorunu Çözülmüyor, İki Halkın Emekçileri Ölmeye Devam Ediyor
Utku Kızılok, 1 Temmuz 2010

Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve süren haksız savaş Türk ve Kürt emekçi gençlerinin canını almaya devam ediyor. Son iki ayda onlarca asker ve gerilla yaşamını kaybetti. Hakkâri’de 11 askerin aynı gün yaşamını kaybetmesiyle düzen cephesi savaş naraları atmaya başladı. Özellikle de faşist MHP ve geniş bir statükocu koro, hava operasyonlarıyla yetinilmemesi, ordunun Kuzey Irak’a sürülmesi, yeniden olağanüstü hal ilan edilmesi gerektiğini söyleyerek savaş tamtamları çalıyorlar. “Açılım”ı eleştiren, “açılım”ın “bölücülük” olduğundan dem vuran Kılıçdaroğlu, statükoculukta ve milliyetçilikte Baykal’ı aratmayacağını ortaya koyuyor. Emekçilerin acılarını suiistimal ederek milliyetçi saldırganlığı körüklemek ve halkları karşı karşıya getirmek istiyorlar. Tam anlamıyla riyakârca davranıyorlar. Bir taraftan Kürt sorununda çözümsüzlüğü ve savaşı dayatırken, öte taraftan ölen emekçi gençlere ağlıyor gözüküyorlar. Ama estirdikleri milliyetçilik ve şovenizm rüzgârlarıyla partilerinin yelkenlerini şişirmekten, emekçilerin acılarını oya tahvil etmek istemekten de geri durmuyorlar.

AKP ve Erdoğan da milliyetçilik yarışında diğerlerinden geride kalmıyor. Erdoğan, estirilen şovenizm rüzgârlarının kendi partisindeki oyları söküp diğer burjuva partilere götürmemesi için ön alıyor. Genelkurmay Başkanını da yanına alarak sınır boylarındaki siperlerde, ağır silahların ve askerlerin yanında bir başkomutan edasıyla poz veriyor. Yürütülen haksız savaşın ön cephesinde boy göstererek statükocu-devletçi güçlerin kendisinden ve partisinden daha savaşkan ve daha milliyetçi gözükmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Türkiye’nin emperyal çıkarlarını savunan Erdoğan’ın ezilen Filistin halkının davasına gelince İsrail’e “one minute”, Hamas’a “direniş örgütü” derken ezilen Kürt halkına karşı siperlerde başkomutan edasıyla poz kesmesi tam bir ikiyüzlülüktür. Bir taraftan “açılım”dan söz edip “analar ağlamasın” derken öte taraftan cephelerde boy göstermek; bir yandan faşist MHP’yi asker cenazeleri üzerinden siyaset yapmakla ve milliyetçiliği kışkırtmakla eleştirip diğer yandan “tek devlet, tek bayrak, tek millet” nutukları atmak riyakârlıktır.

Bilindiği üzere, Kürt hareketinin içine girdiği yeni yönelim ile İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine saldırması aynı günlere denk geldi. Başta AKP olmak üzere, düzen cephesinin önemli bir kesimi PKK’yi “taşeron” olmakla suçlamaya başladı. AKP ve Erdoğan’a göre PKK, İsrail’in “taşeron”luğunu yapıyor. Bu “taşeron”luk iması AB ülkelerine ve hatta Ergenekon’a kadar uzansa da, esas hedefte İsrail var. Böylece AKP ve Erdoğan bu demagojiyle, bir taraftan kitlelerde İsrail’e karşı oluşan haklı öfkeyi oya çevirmek istemekte, öte taraftan da çatışmaların artmasıyla yükselen milliyetçi dalganın, anayasa referandumunda kendisi için yıkıcı sonuçlar doğurmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. Meselenin diğer bir boyutunu ise, Kürt ulusal hareketini itibarsızlaştırarak desteğini kırmak oluşturmaktadır. Yani “açılım”dan çark eden AKP, milliyetçilik rüzgârlarıyla yelkenlerini şişirmek için o bildiğimiz Kemalist sayıklamaya geri dönmüştür. Bu demagojiye başvuran AKP, haksız savaşı, İsrail’den aldığı insansız uçaklarla ve diğer ağır silahlarla yürüttüğünü nedense unutmaktadır.

Unutmayalım, burjuva siyaseti tepeden tırnağa ikiyüzlülük, sahtekârlık, çıkarcılıkla yoğrulmuştur. Onların hümanizmine de, ahlâkına da çıkarlar ya da burjuva ideologların kullanmayı pek sevdiği deyişle pragmatizm damgasını basmaktadır. Ne var ki, işçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında burjuva siyasetinin bu çürümüşlüğü, yalanı ve dolanı gerektiği ölçüde teşhir olamıyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri “bu savaş niye, kimin çıkarına, gençlerimiz neden ölüyor?” diyemiyor. “Kürt halkının demokratik talepleri neden karşılanmıyor?” diye soramıyor. Kürt sorununda çözümsüzlük sürdükçe Kürt ve Türk gençleri ölmeye, anaların, babaların, eşlerin ve çocukların yüreği dağlanmaya devam edecek. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, burjuva güçlerin milliyetçiliği kışkırtmasıyla toplumu zehirliyor, halkları karşı karşıya getiriyor. Kürt ve Türk işçilerinin birliğine giden yoldaki engeller artıyor. Oysa bu sürdürülen haksız savaştan emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur.

“Açılım”ın açmazı ve Kürt hareketinin yeni yönelimi

Geçen senenin Temmuzunda AKP hükümeti bir “açılım” başlattığını ilan etmişti. İçeriği ve kapsamı açıklanmasa da, bizzat Başbakan Erdoğan tarafından sürecin adı “Kürt açılımı” olarak tanımlandı. Türkiye tarihinde bu sorunda ilk kez resmi düzeyde bir “açılım” başlatıldığının ilan edilmesi ezilen Kürt kitlelerinde heyecan yarattı ve “barış” umutlarını artırdı. Ne var ki çok zaman geçmeden AKP’nin Kürt sorununu çözme konusunda son derece gönülsüz olduğu ortaya çıktı. Statükocu-devletçi güçlerin, yani faşist MHP’nin, Kemalist CHP’nin, asker-sivil bürokrasinin medyada ve akademik alandaki uzantılarının şovenist huruç harekâtının basıncı altında kalan AKP, tez zamanda çark etti ve geri adım attı. “Kürt açılımı” “milli birlik projesine” doğru gerilerken, AKP, zaten eğreti bir şekilde giriştiği “açılım”da zikzaklar çizmeye başladı.

Burada, AKP’nin “açılımı” başlatırken, Kürt hareketini şu ya da bu biçimde muhatap almaktan kaçındığını, Kürt hareketiyle belirli pazarlıklara girmekten uzak durduğunu, kitlelerde böyle bir algının oluşmasını istemediğini ve kendi sınırlı “çözüm”ünü dayatmak istediğini belirtmek gerekiyor. “Açılım” kapsamında kendi “çözümünü” dayatırken, bu taktiğiyle Kürt halkında ve Kürt hareketinde bir yarılma yaratabileceğini düşünüyordu. Yani aslında “açılım”, AB reformları kapsamında bazı kültürel kırıntılar vererek meseleyi çözme düşüncesinin, bu tutmayınca Kürtleri din üzerinden AKP’ye bağlayıp sisteme entegre ederek ve bu şekilde aldatarak Kürt sorununu hal yoluna koyma hayalinin bir devamı, birazcık geliştirilmiş haliydi.

Ancak geleneksel inkâr ve imha siyaseti gibi bu Şark kurnazlıklarının da işe yaramayacağı, Kürt sorununun bu şekilde çözülemeyeceği açıktı. Nitekim Kandil ve Mahmur kamplarından gelen PKK’lilerin Habur’da Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanması sonrasında AKP geri adım attı. Bu geri adımın arkasında temel iki neden vardı: Birincisi, Habur’da ve Kürt illerinde katılımı milyona varan ve birkaç gün süren gösterilerle Kürt hareketi, bir şekilde kendisi muhatap alınmadan sorunun çözülemeyeceğini ortaya koydu ve AKP’nin Şark kurnazı taktiğini boşa çıkardı. İkincisi, statükocu-darbeci güçler, “vatana ihanet edildiği”, “şehitlerin kemiklerinin sızladığı” biçiminde azgın bir şovenizm dalgası başlattılar. Şovenizm dalgasının altında kalarak boğulabileceği korkusuna kapılan AKP, milliyetçilik ipine sarıldı. Aynı statükocu cephe gibi o da, Kürt hareketini ve halkın barış coşkusunu milliyetçi temellerde yerden yere vurmaya başladı. Böylece AKP’nin “demokratlığı” Habur’daki Kürt kitlelere çarpıp dağılırken, burjuvazi Kürt sorununun bir ulusal sorun olduğu gerçeğini ısrarla reddediyor.

Geleneksel devletçi güçleri karşısına almaktan korkan AKP milliyetçiliği öne çıkartırken, Kürt sorununda sarkaç yeniden militarizme doğru kaymaya başladı. Kasımpaşalı Erdoğan, planlarını bozan “küstah” Kürtlere hadlerini bildirmeye, ne kadar cesaretli ve milliyetçi olduğunu göstermeye girişti. Kürt hareketi üzerindeki baskılar artırıldı ve dalgalar halinde KCK operasyonları başlatıldı. DTP kapatıldı ve 1500 Kürt siyasetçi cezaevlerine dolduruldu. Şu anda 300 çocuk cezaevlerindeyken, 5 bin çocuk hakkında da dava açılmış bulunuyor. Baharla birlikte askeri operasyonlar yeniden başlatıldı, ama milliyetçilik yarışına giren AKP, bu operasyonlara ve haksız savaşın tırmandırılmasına sesini çıkarmadı. Milliyetçilik bayrağını diğerlerinden daha dik tuttuğunu göstermek için, anayasa değişikliği yapılırken Kürtlerin taleplerini dikkate almadı ve BDP’yi muhatap almama tutumunu sürdürdü. “Açılım”da geriye doğru giden bu dalga, Kandil ve Mahmur’dan gelenlerin tutuklanmasıyla en üst düzeyine çıktı. Düzen cephesi bir kez daha “düz ovada” siyasetin önünü kesip Kürt sorununu savaşla bastırmaya girişince, PKK de 1 Hazirandaki açıklamalarıyla tek taraflı ateşkes sürecini fiilen sona erdirdi.

Öcalan, uzun bir süredir bir taraftan muhatap alınması ve önünün açılması durumunda silahları susturabileceği çağrısını yaparken, öte taraftan da Mayıs ayının Kürt sorununda önemli bir dönemeç olacağını dile getiriyordu. Açıklamalarında Kürt hareketinin “dördüncü dönem”e girdiği vurgusu ise dikkat çekiciydi. Öcalan, Kürt hareketinin mücadele tarihini dönemlere ayırıyor; 1993’ten günümüze değin geçen süreyi “üçüncü dönem” olarak tanımlarken, 31 Mayıs 2010’dan sonra “dördüncü dönem”in başladığını ilan ediyordu. Bu “dördüncü dönemin” ana sloganı ise, “demokratik özerklik” olarak öne çıkıyordu. Öcalan’dan sonra Kandil de devreye girdi ve “dördüncü stratejik dönem”in açıldığını duyurdu. PKK’nin önde gelenlerinden Duran Kalkan, başlayan yeni süreci şöyle açıklıyor: “Şimdiye kadar siyasi, askeri, ideolojik her alandaki mücadelemizin tek hedefi, «siyasi diyalogla çözüm bulma» doğrultusundaydı. Şimdi bunu söylemeyeceğiz. Hedefimiz değişiyor. Biz kendimiz, kendi demokrasimizi inşa ederek, demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirerek kendi çözümümüzü kendi özgücümüzle sağlayacağız.”

19-20 Haziranda Diyarbakır’da bir araya gelen BDP’li belediye başkanları ve il genel meclisi üyeleri “demokratik özerklik” için mücadele kararı aldıklarını açıkladılar. Esasında “dördüncü dönem” tanımlamasının dışında “demokratik özerklik” kararı yeni alınmış değildir. Kürt hareketi uzun bir süredir bu hedefi çeşitli vesilelerle açıklamaktaydı. DTP’nin 8 Kasım 2007’de yapılan genel kongresinden önce, bu kongreye hazırlık kapsamında Diyarbakır’da bir araya gelen ve bölgesel meclis gibi çalışan Demokratik Toplum Kongresi (DTK), “demokratik özerklik” kararı almıştı. Bu karar bir hafta sonra DTP’nin kongresinde de onaylanmıştı.

DTK’nın sonuç bildirgesi şöyleydi: “Bayrak ve resmi dil tüm Türkiye ulusu için geçerli olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleri ile demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür. … Bu idari modelde âdemi-merkeziyetçilik işletilerek birbiriyle yoğun bir şekilde sosyo-kültürel ve ekonomik ilişki içinde bulunan illeri kapsayan ve il genel meclislerine benzer bir şekilde seçimle işbaşına gelen bölgesel bir meclis, merkezi hükümet adına dış ilişkileri, maliye ve savunma hizmetleriyle, merkezi ve bölge yönetimlerince birlikte yürütülecek, emniyet ve adalet hizmetleri hariç, eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetleri tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktır. Bu meclislere «Bölge meclisi», meclislerde görev yapacak kişilere de bölge temsilcisi denir.” İçeriği bu şekilde doldurulan “demokratik özerklik” kararı, 2009’un Aralığında, DTP’nin kapatılmasından sonra toplanan DTK tarafından bir kez daha tekrarlanmıştı.

Ancak öyle anlaşılıyor ki, devletin Kürt sorununa bir çözüm getireceği beklentisinden ötürü, “demokratik özerklik” kararını fiilen hayata geçirmek yönünde bir adım atılmadı ve beklendi. Nitekim 24 Haziranda yayınlanan bir mülakatında Cemil Bayık bu tespiti doğruluyor: “Kuşkusuz demokratik siyasal yöntemlerle sorunu çözüp demokratik özerkliği Türk devletiyle müzakere temelinde gerçekleştirmek istiyorduk. Ama devlet buna yanaşmadığı için demokratik özerkliği şimdi devletin dışında, kendi mücadelemizle geliştirmek ve yaşatmak istiyoruz. Kürt sorununu bu temelde çözmek istiyoruz. Eğer Türk devleti çözüme yanaşırsa, biz demokratik özerkliği Türk devletiyle gerçekleştiririz. Kürt sorununu bu temelde devletle müzakere temelinde çözmüş oluruz. Türk devleti buna gelmezse, Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde yine çözeriz. Şimdi yapmak istediğimiz de budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız.”

Buradan da anlaşılacağı üzere, Kürt hareketi “demokratik özerklik” ilan edeceğini söyleyerek, normal şartlarda müzakere masasına gelmeyen, gelse bile bazı kültürel kırıntılar vermekten öteye geçmeyen devlete, söz konusu taleplerini kabul ettirmek istemektedir. İşte çatışmaların alevlenmesinin ve batıdaki kentlere kadar uzanmaya başlamasının arkasında böylesi bir süreç yatmaktadır.

Sıkışıklık süreci ve çıkışsızlık sarmalı

TC’nin ve aynı zamanda AKP’nin içeride ve dışarıda sıkışıklığı giderek artıyor. Eğer Kürt sorunu çözülmezse gerek devlet gerekse de AKP önümüzdeki dönemde daha da sıkışacaktır. 1990’dan sonra başlayan sıkışıklığın giderek arttığı gerçeği bunu gözler önüne sermektedir. Zira 1990’a kadar Kürt, Ermeni, Kıbrıs ve diğer sorunlar Türkiye’yi sıkıştıracak bir düzeye gelmemişti. Kürt sorunu özelinde konuşursak, Kürt hareketi bugünkü gelişkinlik düzeyinde değildi ve uluslararası siyasal konjonktür, iki kutuplu dünya tarafından belirlenen statik bir yapıya sahipti. Türkiye, emperyalizmin uzak sınır karakolu işlevini üstlenmişti ve bu uluslararası konjonktürde iç çelişkilerini bastırabiliyordu. Kemalist rejimin sürdürdüğü inkâr ve imha siyaseti içeride bugünkü düzeyde bir sorgulamaya tâbi tutulmadığı gibi, bu çelişkiler uluslararası alanda da kaşınmıyor ve bir sıkıştırma unsuru olarak kullanılmıyordu. Ancak SSCB’nin dağılması ve iki kutuplu dünya düzenine dayalı statükonun parçalanmasıyla yepyeni bir dönem başladı.

1980 darbesinden sonra dışa açılan Türkiye’nin büyük sermayesi, başlayan bu dönemde palazlanabileceğinin hesaplarını yapıyordu. Türkiye’nin emperyal emelleri, sermayenin ve burjuva siyasetinin yöneliminde yansımasını bulmaya başlıyordu. “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne sloganı ya da Turgut Özal’ın Körfez Savaşına ABD’nin yanında katılarak “bir koyup üç alma” sloganı da bu emperyalist yönelimin ve ufkun bir tezahürüydü. İşte 1990’ların başında Özal’ın Kürt sorununu çözme girişimlerinin nedeni, engelleri temizlemek, Güney’deki Kürtlerin hamiliğini üstlenerek petrol gelirlerine ortak olmak ve böylece Türkiye’nin emperyal yönelimine yol aldırmaktı. Ancak statükocu-devletçi güçler Özal’ı tasfiye ederek bu planları bozdular. Zira geleneksel rolünü sürdüren, yani kendini devletin sahibi olarak gören ve siyasal alan üzerinde belirleyici olan asker-sivil Kemalist bürokrasi Kürt sorununda bir çözümden yana değildi. 70 yıllık inkâr ve imha siyaseti devam ettiriliyordu.

Burada, Kürt sorununda çözümsüzlük siyasetinin, asker-sivil bürokrasinin geleneksel rolünün dayanaklarından biri olduğunu belirtmek gerekiyor. 1990’lar boyunca inkâr ve imhaya dayalı çözümsüzlük siyaseti, haksız savaşın alabildiğine tırmandırılmasıyla devam etmiştir. Binlerce Kürt köyü boşaltılmış, binlerce kişi çatışmalarda öldürülmüş, bir o kadarı da faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Fakat tüm bu yıllar boyunca Kürt sorunu, içeride ve dışarıda Türkiye’yi bugünkü gibi bir sıkışıklığın içine sürüklememiştir. Ne var ki, köylerin boşaltılması ve kentleşme, özellikle de batı kentlerine göç, ilerleyen yıllarda Kürt sorununu Türkiye’nin geneline taşımıştır.

Bir tespit yapmak gerekirse, 90’ların ortalarından itibaren Kürt burjuvazisinin ulusal kurtuluş mücadelesine giderek artan ölçüde destek vermesi ve sıçramalı bir şekilde artan kentleşmeyle birlikte, Kürt halkında oluşmaya başlayan ulusal bilinç geri döndürülemez bir düzeye yükselmiştir. Kentleşme, köylerdeki yalıtıklığı ortadan kaldırmış ve Kürt ulusal uyanışının etkisini tüm kitlelere yayacak bir zemin yaratmıştır. 2000’lerden sonra bazı kentlerde milyonlara, bazı kentlerde ise yüz binlere varan, ama neredeyse tüm Kürt kentlerinde kitlesel düzeyde olan gösterilerin yapılmaya başlanması bunun bir yansımasıdır. Kürt kentlerindeki belediyelerin büyük ölçüde Kürt hareketinin denetimine girmesi de bu genel değişimin bir parçasıdır. Böylece Kürt sorunu Türkiye’nin genelinin gündemine girip içeride önemli bir sıkıştırma unsuruna dönüşürken, Kemalist inkâr siyasetinin iflası da tescillenmiştir. Bu, meselenin iç boyutudur.

Dış boyutu ise şudur: 2003’te ABD’nin başlattığı Irak savaşıyla birlikte Kürt sorunu uluslararası siyasette çok daha büyük bir yer tutar hale geldi. Irak federal bir yapılanma olarak şekillenirken, Kürt yönetimi de resmileşti. Böylece bir bütün olarak Kürt sorunu uluslararası siyasetin bir parçası haline geldi. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmi olarak kabul görmekte, Erbil’de konsolosluklar açılmakta ve uluslararası şirketler bu yönetimle anlaşmalar yapmaktalar. Bu durum Kürt sorununun inkâr edilemezliğine uluslararası bir zemin sunmuş ve Kürt kitlelerindeki ulusal bilinci perçinlemiştir. Yıllarca Kürtleri inkâr eden, aşağılayan ve birbirlerine kırdırmaya çalışan resmi ideolojinin uygulayıcıları, içerideki Kürt dinamiğini de güçlendiren böylesi bir Kürt yönetiminin tarih sahnesine çıkmasını hazmedemiyorlar.

Ancak gerçekler ve çıkarlar değiştirici ve dönüştürücüdür. Gelinen aşamada, hazmetme süreci devam etmekte ve resmi olarak tanınmasa da Güney’deki Kürtlerle ilişkiler kurulmaktadır. Geçenlerde Mesut Barzani’nin Ankara ve İstanbul’da kabul görmesi bu hazmetme sürecinin bir ifadesidir. Büyük patronların en tepedeki sözcülerinin, sermayenin doğuya kaydığını, buraya sermaye yatırımları yapmak istediklerini söylemeleri, TÜSİAD’ın Mesut Barzani’yle görüşmesi boşuna değildir. Yayılmacı sermaye kesimleri sıkışıklığın aşılmasını ve önlerinin açılmasını istiyorlar. AKP hükümetinin Lübnan, Ürdün ve Suriye ile vizeleri kaldırmasını ve yeni ticaret ve yatırım anlaşmaları yapmasını büyük sermaye memnuniyetle izlemektedir. TÜSİAD’ın 24 Haziranda yapılan toplantısında büyük patronlar, ABD ve İsrail konusunda bazı sorunlar görseler de, Türkiye’nin emperyal politikalarından memnuniyetlerini dile getirmişlerdir.

Bu nedenle, büyük sermaye kesimleri, Türkiye’nin Ortadoğu’da ilerleyebilmesi ve emperyal emellerini başarıya ulaştırması için, Kürt sorununun içeride ve dışarıda sıkıştırıcı bir unsur olmaktan çıkartılmasını istemekteler. TÜSİAD’ın bu yönde yeniden ses yükseltmeye başlaması ve hatta kapalı kapılar arkasında “çözüm aşamasında Öcalan’ın görüşmelere katılması, anayasaya «bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu» ibaresinin yazılması, bölgesel özerklik” gibi hususların bile tartışılması dikkat çekicidir. Ancak asker-sivil bürokrasinin kucağında büyüyerek serpilmiş bu sermaye çevrelerinin, dile getirdikleri konularda yeterince siyasi cesarete sahip olmadıklarını görmek gereklidir.

Beri taraftan Kürt sorunu, burjuva kesimler arasında yürüyen kapışmayla ezelden beri iç içe geçmiştir. Kürt sorununa yaklaşım, aynı zamanda bu sermaye kesimlerinin birbirlerine karşı pozisyonunu ifade etmektedir. Örneğin, Kürt sorununun çözümsüzlüğü, aynı zamanda asker-sivil bürokrasinin siyasal alana müdahale dayanaklarının sürmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kürt sorunu, burjuva kesimler arasında süren kıran kırana kavgada, birbirlerini sıkıştırmak için kullandıkları bir unsurdur. Ergenekon davası kapsamında önemli darbeler alan ve mevzi kaybeden statükocu-devletçi güçler, “açılım” sonrasında milliyetçiliği yükselterek, korkaklığı ve cesaretsizliği nedeniyle AKP’yi sıkıştırmaya ve geriletmeye başlamışlardır. Yargıtay’ın korsanca müdahaleleriyle ve Balyoz generallerinin salıverilmesiyle sıkıştırma diğer alanlardan da devam etmektedir. AKP ise, anayasa referandumunu ve seçimleri de hesaba katarak milliyetçi zemine oynamaya çalışıyor. Ez cümle, Kürt sorununda kriz ve çıkışsızlık sarmalı devam ediyor.

On yıllardır kangrene dönüşmüş olan bu sorun çözülmediği için Türk ve Kürt halklarının emekçi gençleri ölmeye devam ediyor. Emekçilerin ölümünü oya tahvil etmeye çalışan, ölümlerden çıkar uman burjuva partiler azgın bir şekilde şovenizmi yükseltiyorlar. Faşist MHP başta olmak üzere statükocu-devletçi güçler, Türk ve Kürt haklarını tahrik edecek ve iç savaşa sürükleyecek bir dil kullanıyorlar. Bugün burjuva kesimler Kürt sorunu konusunda tam bir kriz ve çıkışsızlık içindedirler. İşçi-emekçi kitleler milliyetçi-şovenist rüzgârlara teslim olmadan, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için mücadele etmelidirler. Kürt halkının demokratik talepleri kabul edilmeli, ölümler durmalı ve kardeşleşme sağlanmalıdır. Türk ve Kürt işçilerinin birliğinin önündeki engellerin ortadan kalkması ve bu topraklarda işçi sınıfının güçlü bir örgütlülük yaratması, aynı zamanda Ortadoğu işçilerinin birliğine giden yolu da açacaktır. 

1 Temmuz 2010

İlgili yazılar