Korporatist Sendikacılık İşçi Hareketini Felçleştiriyor
Utku Kızılok, 29 Ağustos 2019

Sınıfsal ayrımları yok sayan bu korporatist anlayış, sendikaları ve patron örgütlerini birer mesleki örgüt olarak kabul ederken, devleti de farklı meslek kesimleri arasında hakem konumuna yerleştirir. Rejimin ve devletin bekası birinci planda geldiği için, sendikalar da buna göre hareket etmeli, “ülke çıkarları”nı gözeterek işçilere fazla hak talep etmemeyi öğütlemeli, onlarda milli duygular yaratmalıdır! Bu anlayışa göre, grev ve benzeri işçi mücadeleleri ülke ekonomisine zarar verir, rejimi ve devleti düşmanları karşısında zayıf düşürür.

Devlete ait işletmelerde çalışan 200 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi, Türk-İş ile Aile ve Çalışma Bakanlığı arasında imzalandı. Bu sözleşme hem Türk-İş’in talep ettiği oranların hem de enflasyonun çok altında kaldı. Gerçek enflasyonun yüzde 30’larda seyrettiği koşullarda, yüz binlerce işçi ve ailesi 2019’un birinci altı ayı için yüzde 8, ikinci altı ayı için yüzde 4, üçüncü ve dördüncü altı aylar için ise yüzde 3+3 zamma mahkûm edildi.[1] Üstelik bu sözleşme, hâlihazırda süren kamu emekçileri ile tekstil grup iş sözleşmelerine ve ayrıca önümüzdeki aylarda başlayacak metal işkolundaki sözleşmeye de temel teşkil etmektedir. Siyasi iktidarın kamu emekçilerine yüzde 4+4, tekstil patronlarının ise tekstil işçilerine yüzde 3 zam önerdiği düşünülürse, Türk-İş’in bağıtladığı sözleşmenin tüm işçileri nasıl derinden etkilediği kolayca anlaşılır. Enflasyonun çok altında bir sözleşme imzalanmış olmasına rağmen, işçilerden örgütlü bir tepki yükselememiştir. Zira işçi sınıfı örgütsüzdür ve siyasal iktidar, payandası haline getirdiği Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen bürokrasileri aracılığıyla işçi hareketini felçleştirmiştir.

Aslında sözleşmenin imza altına alınması sırasında Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın sarf ettiği sözler de bu gerçeği tartışmasız ortaya koyuyor. Mikrofonların açık olduğunu unutan Atalay, adeta taltif edilmek istercesine, Aile ve Çalışma Bakanına eğilerek şöyle demiştir: “Uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle!” Bu sözlerin meali şudur: “İşçinin tepkisini yatıştırmak için eylem ve grev yapmak zorunda kalacaktık; belki de işçiyi kontrol etmek zorlaşacak, grev genelleşerek siyasal iktidarı sıkıştıran bir mücadeleye dönüşecek ve bizim de pozisyonumuz tehlikeye girecekti. İyi oldu böyle, işi karıştırmadan kapattık!” Türk-İş başkanı siyasal iktidarın uzantısı olduğuna ve işçiyi sattığına dair gelen eleştirilere yanıt verirken ise, kendisini eleştirenleri “terörist” ilan etti: “Sözleşme sonrasında beni hedef alanlar oldu. Hemen şunu belirteyim. Bana saldıranların yüzde 90’ı işçi değil. Onların asıl amaçları başka. Ben başından beri Türkiye’yi savunduğum için, Mehmetçiğin arkasında durduğum için beni hedef aldılar. Terörü destekleyen gruplar. Bunların saldırısı beni etkilemez.”

Muhalefeti gayrimeşru duruma düşürmek, sıkıştırmak, susturmak ve ezmek isteyen totaliter rejim, milliyetçiliği kışkırtarak “terör” suçlamasını bir sopa olarak kullanıyor. Derhal bu söyleme sarılan Atalay da, düzenin ve rejimin adamı olduğunu, gücünü buradan aldığını ortaya koyarak, kendisini eleştirenlerin meşru olmadığını ima ediyor ve böylece hedef şaşırtarak işçileri nasıl sattığının üzerini kapatmaya çalışıyor. Bu yöntem elbette yeni değil. Burjuva düzenin yerleşik söylem kalıplarına başvuran sendika bürokrasisi, daima öncü işçileri ve sosyalistleri karalamış ve işçi kitlelerinden yalıtmak istemiştir. Atalay, sadece “terör” suçlamasına sarılmakla kalmıyor, aynı zamanda grevi ülke ekonomisine zarar veren, işçi için yararsız kötü bir uygulama olarak göstermeye çalışıyor. Kendini haklı çıkarmaya çalışırken, bir işçi sendikasının başkanı olarak değil, adeta rejimin çalışma bakanı gibi konuşuyor.

Meselâ katıldığı televizyon programında, “Şimdi greve çık, bir ay maaş almasın işçi, nereye gidecek? Sendikaya gelecek, ekonomik bedelini biz ödeyeceğiz” diyor. En büyük işçi konfederasyonunun başına çöreklenmiş bu sendika bürokratı, işçiden kesilen aidatların grev sürecinde işçiye dönmesini “ekonomik bedel” olarak görüyor. Meseleye, işçilerin mücadele ederek haklarını genişletmesi açısından değil, bir milyon yüz bin işçiden kesilen aidatlara dayanarak kurdukları düzeni koruma ve ayrıcalıklı yaşamlarını sürdürme açısından bakıyor. Oysa sendikalar işçilerin en temel mücadele örgütlerinden biridir ve grev, işçilerin birleşip sermaye karşısında yekvücut hareket etmesinin ifadesidir. Grev hakkının ortadan kaldırılması veya şu ya da bu biçimde kullandırılmaması, işçileri, sermaye ve devlet karşısında en temel mücadele yönteminden mahrum bırakır. “Sorun çıkar, işler karışır” diyerek işçi sınıfının bu mücadele yöntemini kullanmayan, böylece işçilerin mücadelesinin ve daha ileri haklar elde etmesinin önünü kesen Türk-İş üst bürokrasisi, Cumhurbaşkanıyla işi çözmeye çalışmış ve sadece bir puan zam farkı alınca imzayı basıp sözleşmeyi “kapatmıştır”. Bu durum, Türk-İş üst bürokrasisinin tek adam rejiminin işçi hareketi içindeki uzantısı olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Türk-İş başkanı, aynı zamanda manipülasyona girişerek işçi kitlelerini bilerek yanıltıyor. Türk-İş ile siyasi iktidar arasında bir “çerçeve protokol” imzalandığını ama sendikaların bunu kabul etmeye mecbur olmadığını, isteyen sendikanın daha iyi bir sözleşme yapabileceğini, olmadı greve çıkabileceğini söylüyor. Oysa çerçeve protokol “bağlayıcı” hale getirildiği ve Türk-İş de onu imzaladığı için bu mümkün değildir. Önce konunun anlaşılması için meselenin şu boyutunu belirtelim: Türkiye’de konfederasyonların toplu iş sözleşmesi imzalama hakkı ve yetkisi yoktur. Bu hakka sahip olanlar yalnızca ilgili işkollarında örgütlü olan sendikalardır. Fakat 1993’ten bu yana, burjuva hükümetler ile en büyük işçi konfederasyonu olarak Türk-İş arasında, devlete ait işletmelerde çalışan işçileri kapsayan çerçeve protokol imzalanıyor. 2017 sonuna kadar, bu çerçeve protokol, devlete ait işletmelerde örgütlü sendikaların kendi işkollarında yürütecekleri toplu iş sözleşmeleri için temel teşkil ediyordu, bağlayıcı değildi. Örneğin, söz konusu çerçeve sözleşmeyi yetersiz bulan her sendika yeni taleplerde bulunabilir ve bunlar karşılanmadığında greve çıkabilirdi. Ne var ki 24 Aralık 2017’de yayımlanan 696 sayılı KHK ile Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununa ek bir madde kondu ve daha sonra da bu madde kalıcı hale getirildi. Bu düzenlemeye göre; hükümet, kamu işveren sendikaları ile işçi sendikaları konfederasyonları arasında kamu kurum ve kuruluşlarında, il özel idarelerinde, belediyelerde ve belediye şirketlerinde çalışan işçilerin mali ve sosyal haklarını belirlemek üzere, toplu iş sözleşmeleri çerçeve anlaşma protokolü imzalanır. Bu protokolün hükümleri, geçerlilik süresi içinde, işyerleri ve taraf konfederasyona üye sendikalar için bağlayıcıdır.

Görüldüğü gibi çerçeve protokol “bağlayıcı” hale getirilmiş ve Türk-İş’in attığı imzayla, ona üye sendikaların grev kararı alma hakkı ortadan kaldırılmıştır. Söz konusu değişiklikle birlikte, aslında devlete ait işletmelerde grev fiilen ortadan kaldırılmıştır. Nitekim DİSK de yaptığı açıklamada meselenin bu boyutuna işaret ediyor: “Bu protokol ile kamuda grevsiz toplu pazarlık dönemi başlamış, grev hakkı fiilen gasp edilmiştir. Konfederasyon düzeyinde imzalanan bu protokolün işkolu sendikaları açısından da bağlayıcı olması nedeniyle, sendikalar sadece protokolde hüküm altına alınmayan konularda müzakere yürütebilecek, sendikaların toplu pazarlık yetkileri ve grev hakları boşa düşmüş olacaktır.” Üstelik daha önceki dönemde yalnızca merkezi idarelerde ve KİT’lerde çalışan işçiler çerçeve protokol kapsamındayken, yeni düzenlemeyle bağlayıcı hale getirilen protokol kapsamına belediye ve belediye şirketlerinde çalışan işçiler de alınmıştır.

Hatırlayalım, taşeronda çalışan işçilerin yükselttiği tepki üzerine siyasal iktidar, 2017 Nisanında gerçekleştirilen referandumu da dikkate alarak, KHK ile devlete ait işletmelerde çalışan işçilerin kadroya alınmasının önünü açmak zorunda kalmıştı. Hâlihazırda devlete ait işletmeler ile belediye şirketlerine geçirilen 700 bin işçi olduğu ifade edilmektedir. Ne var ki bu işçiler sözde kadroya alınmalarına rağmen, kadrolu işçilerin yararlandığı toplu sözleşme hükümlerinden yararlanamıyorlar. Özel bir düzenleme ile bu işçilerin çalışma koşulları ve ücretleri, Yüksek Hakem Kurulunun kadroya geçişten önce taşeron işçiler için bağıtladığı ve süresi en geç sona erecek toplu iş sözleşmesine göre belirlendi. Böylece belediye şirketlerine geçirilen işçiler Haziran, diğer devlet işletmelerinde çalışan işçiler ise Ekim 2020 yılına kadar yalnızca yüzde 4 zamla çalışmaya mahkûm edildi. Bu işçilerin de yeni sözleşmeye dâhil edilmesini talep eden Türk-İş, siyasi iktidar herhangi bir adım atmamasına rağmen çerçeve protokolü imzaladı. Ağır koşullarda çalışan ve düşük ücret alan bu işçileri kaderine terk etti. Kadroya alındığı söylenen bu işçilerin sözleşmesinin nasıl yapılacağı, ücretlerinin, sosyal haklarının ve çalışma koşullarının ne olacağı tam olarak belli değil. Ancak siyasi iktidar, besbelli ki hesaplarını yaparak kendi önlemini almış bulunuyor. Taşeron işçilerin bir kısmına kadro hakkı vermek zorunda kalan iktidar, aynı anda, yerel yönetimlerde çalışan işçileri de kapsayacak şekilde çerçeve protokolü bağlayıcı hale getirmiştir. Bu tesadüf değildir. Hiç kuşku yok ki amaç, yüz binlerce işçiyi kapsayan bir sözleşmede, işkollarında örgütlü sendikaların inisiyatifini kırmak; Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen üst bürokrasisiyle birlikte süreci yönetmek ve olası bir işçi mücadelesinin önüne geçmektir.

Siyasal iktidar, yasaları değiştirme veya grevleri erteleme ama aynı zamanda sendikaları denetimine alma yoluyla işçi hareketine ağır bir darbe vurmuştur. Her totaliter rejim gibi, Erdoğan rejiminin hedefi de sendikaları tümden sınıf mücadelesinin araçları olmaktan çıkartmak, onları herhangi bir meslek örgütüne dönüştürerek devletin uzantısı haline getirmek ve işçi hareketini bu şekilde kontrol altında tutmaktır. Sınıfsal ayrımları yok sayan bu korporatist anlayış, sendikaları ve patron örgütlerini birer mesleki örgüt olarak kabul ederken, devleti de farklı meslek kesimleri arasında hakem konumuna yerleştirir. Rejimin ve devletin bekası birinci planda geldiği için, sendikalar da buna göre hareket etmeli, “ülke çıkarları”nı gözeterek işçilere fazla hak talep etmemeyi öğütlemeli, onlarda milli duygular yaratmalıdır! Bu anlayışa göre, grev ve benzeri işçi mücadeleleri ülke ekonomisine zarar verir, rejimi ve devleti düşmanları karşısında zayıf düşürür. Bu yüzden tüm toplum, rejimin ve devletin arkasında birleşmelidir! Aksi yönde hareket eden herkes bozguncudur, teröristtir, vatan hainidir!

Ne yazık ki rejim, sendikaları korporatist temelde kontrol etme doğrultusunda oldukça yol almıştır. Hak-İş, Türk-İş ve Memur-Sen konfederasyonları, işçi sınıfı içinde devletin ve totaliter rejimin birer kurumu gibi hareket ediyorlar. Devlet güdümlü bir konfederasyon olarak kurulan Türk-İş’in üst yönetimleri, daima sermaye sınıfı karşısında işçi mücadelesinin gelişmesini dizginleyen ve düzenin çıkarlarını öne alan bir rol üstlenmişlerdir. Lakin AKP iktidarı, sadece Türk-İş üst bürokrasisini denetimine almakla kalmamış, aynı zamanda tezgâhladığı oyunlarla, baskı ve tehditle bu konfederasyon içindeki kimi muhalif sendikaların yönetimlerine kendi yandaşlarının seçilmesini sağlamıştır. Hak-İş ve Memur-Sen’in ise daha özel bir durumu vardır. Bu sendikalar, daha en baştan İslamcı/muhafazakâr sermaye kesimlerinin işçi hareketi içindeki uzantıları olarak örgütlenmişlerdir. Hak-İş’in, 1980 öncesinde yükselen devrimci işçi hareketini ezmek amacıyla devreye sokulan “yeşil kuşak projesi”nin bir parçası olarak kurulduğunun altını çizmekte fayda var. Dolayısıyla bu sendika yönetimlerinin muradı hiçbir zaman işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesini ilerletmek ve geliştirmek olmamıştır.

Özellikle Hak-İş ve Memur-Sen üst yönetimleri, bu konfederasyonları AKP’nin doğrudan aygıtı konumuna dönüştürmüşlerdir. Nitekim AKP’nin iktidara oturmasıyla, işçiler baskı ve tehditle Hak-İş ve Memur-Sen’e bağlı sendikalara geçmeye zorlanırken, siyasal ve sendikal engellerle, grev yasaklarıyla muhalif sendikalar geriletilmiştir. “Bu noktada Memur-Sen’in yükselişi özellikle çarpıcıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından 2010 yılına kadar, KESK toplamda 40 bin civarında üye kaybedip Kamu-Sen o civarda bir üye kazanırken, Memur-Sen her yıl ortalama 50 bine yakın üye «kazanıp» üye sayısını 41 binden 370 bine çıkarmıştır. Ama asıl sıçramalı büyüme kimi yıllarda 150 bine varan üye artışlarıyla 2010 sonrasında yaşanmış ve bugün gelinen noktada 1 milyonu aşkın üyeyle Memur-Sen en büyük konfederasyon ol(durul)muştur!”[2] Böylece bir muhalefet odağı olan ve mücadeleci bir çizgi izleyen KESK, yetkili ve etkili bir sendika olmaktan çıkartılmıştır.

Keza hem devlete ait işletmelerde hem de belediyelerde sıçramalı bir şekilde üye sayılarını artıran Hak-İş’e bağlı sendikalar, bunu örgütlenme faaliyeti sonucunda yapmamışlardır. Bizzat iktidarın zorlamasıyla işçilerin bu sendikalara geçişi sağlanmıştır. “Hak-İş’in kamudaki ağırlığının çok hızlı bir şekilde artması da buna paralel bir gelişme olup, rejimin otoriterleşmede faz atlamaya başladığı 2015 yılı bu açıdan bir dönemeç noktası oluşturmuştur. Kısa bir süre sonra KHK’larla kamudan 140 bin insanın atıldığı ve yenilerinin işe alındığı bu süreçte tüm sendikal dengeler de değişmiştir. Türk-İş ve DİSK’te 2015’ten bu yana %20 civarında bir üye artışı yaşanırken, aynı dönemde Hak-İş’in üye artışı %128 olmuştur. Üye sayısının neredeyse 2,5 katına çıkması anlamına gelen bu artış, sendikalaşma mücadelesi veren tüm işçilerin istisnasız işten atılma saldırısıyla yüz yüze kaldıkları bir ülkede tam bir «mucize»dir. Ama bu «mucize» doğaüstü güçlerin değil bizzat bu olağanüstü rejimin eseridir.”[3]

Meselâ bu “mucize” sonucunda, 2004’te 93 bin üyesi olan Hizmet-İş, bugün 315 bin üyesiyle belediyelerdeki en büyük işçi sendikası konumuna yükselmiştir. Totaliter rejim, bu sendikaların önünü sonuna kadar açmıştır. Elbette amaç sendikal boşluğu doldurmak, kendi aygıtlarına dönüştürdüğü bu sendikalar eliyle işçileri dizginlemek, işçi sınıfı cephesinden bir mücadele yükseltilmesinin önüne geçmektir. Düşünebiliyor musunuz, 4 milyon 200 bine yakın kamu çalışanının yüzde 67’si sendikalıdır ama siyasi iktidarın yüzde 4 zam önerisine yetkili Memur-Sen sadece “cüzdan bırakma” eylemiyle yanıt veriyor. Esasında bu tümüyle göstermelik, “dostlar alışverişte görsün” kabilinden bir sözümona eylemdir. Bunu da yapmak zorunda kalmıştır. Zira Türk-İş’in işçileri satması üzerine yükselen tepki henüz dağılmış değildir.

Ekonomik krizden dolayı işçi sınıfının reel ücretleri gerilemiş ve alım gücü düşmüştür. Son imzalanan sözleşme aslında bu gerçekliğin tipik bir ifadesidir. Sermaye sınıfı, milyonlarca işçiye düşük zam dayatarak krizin bedelini işçi sınıfına ödetmek istiyor. 7 milyondan fazla işçi işsizdir. Milyonlarca EYT’linin hakkı gasp edilmiştir. Siyasal iktidar kıdem tazminatı fonunu yeniden gündeme getirmiştir. Kısacası işçi sınıfı dört bir yandan sermayenin saldırısı altındadır. Dolayısıyla bu saldırıları durdurma mücadelesinin aynı zamanda sendikaları rejimin sultasından kurtarma mücadelesinin bir parçası olduğunu unutmamak lazım! 

28 Ağustos 2019


[1] Türk-İş, en düşük ücret alanların ücretlerinin 3 bin 500 liraya yükseltilmesini, tüm işçilere seyyanen 300 lira zam yapılmasını; ilk 6 ay için yüzde 15, ikinci, üçüncü ve dördüncü 6 aylar için ise enflasyon artı 3 puan refah payı talep ediyordu. İlk görüşmede birinci 6 ay için yüzde 5, ikinci 6 ay için ise yüzde 4 zam öneren hükümet, üçüncü görüşmede teklifini yüzde 7+4 olarak revize etmişti. Bu teklifi “taleplerimizi karşılayacak bir rakam değil” diyerek kabul etmeyen Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, hükümetin zam oranını birinci 6 ay için sadece bir puan arttırması üzerine sözleşmeyi imzaladı.

[2] İlkay Meriç, Güdümlü Sendikaların Yaygarası ve İktidarın Koruma Kalkanları, marksist.com

[3] agm

İlgili yazılar