Web sitemizdeki “Yabancılaşma ve Gündelik Yaşam: Kapitalizm Yıkılmadan Cehennemden Çıkış Yok!” başlıklı yazıda, “Çevremize şöyle bir dönüp bakalım; kaç insan çalıştığı işyerine heyecanla ve mutlulukla gidiyor? Kaç insan yaptığı işten memnun ve tatmin olarak evine dönüyor?” diye soruluyor? Fabrikada çalışan bir işçi olarak benim, etrafımdaki insanların ve aslında tüm işçilerin bu soruya cevabı nettir; hiç kimse!
İnsanın insana kul köle edildiği, her şeyin metalaştığı, her şeyin çıkar ilişkisine dayalı olduğu, kapitalist sistemin toplumsal ilişkileri çürüttüğü, insanların kendi ürettiği eşyaya taptığı dünya denen bu gezegende nasıl mutlu olabiliriz? Ben de, etrafımdaki işçi arkadaşlarım da mutlu değiliz! Sabah işyerine gidip “günaydın” dediğimde, doğru düzgün bir cevap alamıyorum çünkü kimse güne ayılmış olmuyor. Daha gün doğmadan, gecenin karanlığında kalkıp işe gidiyoruz. Biz çalışmaya başlıyoruz, güneş doğuyor ama güneş ile bizim bir ilişkimiz olmuyor; doğsa da doğmasa da biz önümüzden akan banttaki işlere yetişmek zorundayız. Yazıda, büyük ustamız Marx’tan bir söz aktarılıyor. Kâr odaklı kapitalist üretimde, işçinin makinenin bir uzantısına, bir dişlisine dönüştüğü söyleniyor. Biz de tam olarak böyleyiz.
Aynı tezgâhta çalıştığım arkadaşım daha 22 yaşında. Bir taraftan esnerken ve gözlerimizden uyku akarken soruyorum; “nasılsın?” Bıkkın, yorgun, bıraksan yere düşecekmiş gibi yüzüme bakıyor. “Ceset gibiyim” diyor! Canım acıyor bu sözü duyunca, öylece yüzüne bakıyorum. Üstüne bilinçli olarak düşünsem böyle bir cevap veremezdim ben. Hayatının baharında, önünde koca bir yaşam var değil mi? Enerjik ve umut dolu olması lazım değil mi? Ama değil, “ceset gibiyim” diyor. Çünkü kendini değersiz, işe yaramaz, anlamsız hissediyor. Sadece o mu? Hepimiz aynı değersizlik duygusunu iliklerimize kadar hissediyoruz.
Teknoloji çığır açmış diyorlar, açmış doğru… Ama biz böyle bir dönemde, sabahın köründe girdiğimiz fabrikadan günün sonunda pestilimiz çıkmış şekilde ayrılıyoruz. Bu yüzden, artık normalleşen şu şikâyetleri dile getiriyoruz sürekli: “Bugün de mi geldik lanet olsun.” Tüm gün emek harcıyoruz ama maalesef insana bir değer verilmiyor. İşyerinde makinenin ya da üretimin bir uzantısıyız. Bir şeye itiraz etsek, hemen işten atmakla tehdit ediyorlar, bölüm değişikliği yapıyorlar. Geçen gün bir konuya itiraz ettim, şef, “bu iş böyle, işine gelirse” deyip beni kasıtlı olarak ağır bir işe verdi. Ücretlerimiz düşük, çalışma saatlerimiz uzun. İş dışında bir yerlere gitmeye vaktimiz yok, paramız yok. Biz nerede nasıl sosyalleşeceğiz? Bizim tiyatroya gitmeye, sinemaya gitmeye, hafta sonu bir yerlere gezmeye gitmeye, bedenimizi ve ruhumuzu dinlendirmeye hakkımız yok mu? Yazıda da dediği gibi “küçücük civatalardan devasa makinalara, koca koca gemilere varıncaya dek sayısız şey üreten; göğü delen binalar, hastaneler, okullar, yollar, tüneller inşa eden; temizlik, sağlık, eğitim, bilim, sanat ve daha pek çok alanda insanlığın ihtiyaçları için ter akıtan emekçiler, yarattıkları bunca değere rağmen kendilerini değersiz hissediyorlar.” İşyerinde ve dışarıda hissettiğimiz değersizlik hepimizde koca bir boşluk hissi yaratıyor. Bu da daha hayatın baharındaki insanları umutsuzluğa, çaresizliğe, depresyona sürüklüyor.
Düşünüyorum, tüm bunları biz üretiyorsak, neden bize insan değilmişiz gibi muamele yapılıyor? İnsanca bir yaşamı hak etmiyor muyuz biz? İşçi olanların, zenginliği üretenlerin insan gibi yaşama hakkı yok mu? Tarihsel sürece baktığımızda acaba en kötü dönem hangisi? Kapitalizm denen düzende teknoloji çok gelişti ama insanlığa hizmet etmiyor. Kapitalist sistem bütün üretim araçlarını kapitalistlerin elinde toplayarak insanları mülksüz bıraktı, bizi emeğimize, ürünümüze, faaliyetimize, insanı insana, insanı doğaya yabancılaştırdı. Okuduğum Upton Sinclair’in Sanayi Kralı kitabı geldi aklıma. Abner Shutt, Henry Ford’un arkadaşıdır. Ford henüz bir icatçıyken Shutt ile birlikte çalışırlar. Ama Ford kapitalist olduktan sonra iki ayrı dünyanın insanı haline geliyorlar. Shutt Ford’un fabrikasında araba üretiyor. Bütün arabaların tekerlek montajı Abner’in elinden geçiyor, sürekli vida sıkıyor, tam olarak bandın bir parçasına dönüşüyor. Ford dev adımlarla sermayesini büyütüyor ama Abner ve ailesi açlıkla boğuşuyor, sefalet içinde yaşıyor, hatta işinden bile kovuluyor. Gün geliyor, Abner’in o ürettikleri karşısında bir canavara dönüşmüş oluyor; kendi ürettiğine ulaşamıyor, onu satın alamıyor. Yabancılaşma yazısında dediği gibi “İşçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.”
Ben de Ford fabrikasında çalışan biri olarak aynı durumda hissediyorum kendimi. Birileri kazansın diye bizler bir hiç gibi tüketiliyoruz. Boşuna dememiş işçi önderlerinden Albert Parsons, “zenginlerin cenneti yoksulların cehennemi üzerinde yükseliyor.” Milyarlarca insana cehennemi, bir avuç asalağa ise cenneti yaşatan kapitalist sömürü düzenini yıkmak zorundayız. Yoksa bu cehennemden kurtulamaz, sistemin yarattığı değersizlik çukurundan çıkamayız!
Yabancılaşma ve Gündelik Yaşam: Kapitalizm Yıkılmadan Cehennemden Çıkış Yok!/1
Yabancılaşma ve Gündelik Yaşam: Kapitalizm Yıkılmadan Cehennemden Çıkış Yok!/2
