Kemalizm Çözülürken Sol Neden Figan Ediyor?
Utku Kızılok, 1 Ekim 2009

Düzenin egemenleri, on yıllardır, “etrafı düşmanlarla çevrili, dış mihraklar tarafından parçalanmak, yer altı ve yer üstü kaynaklarına el konulmak istenen cennet vatanımız Türkiye” masalıyla emekçi kitlelerin bilincine korku düşürmeye, onu tutsak almaya çalıştılar ve halen de çalışıyorlar. Bu korkunun üretilmesinde 85 yıldır devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmin özel bir rolü vardır. Unutmayalım ki, Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın topluma kabul ettirilmesi de bu korku zemini sayesinde mümkün olmuştur ve olabilmektedir. Bir taraftan baskı ve zorbalıkla, öte taraftan ise ideolojik sağanakla toplum sindirilmiş, yabancı düşmanlığının ve şovenizmin yelkenleri şişirilmiştir. 12 Eylül askeri darbesiyle örgütlülüğü dağıtılan işçi sınıfı ise, burjuvazinin ideolojik saldırılarına karşı koyamamış, sonrasında da örgütlü bir güç olarak ayakları üzerine dikilememiştir. Elbette işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak ayağa kalkamamasının daha pek çok nesnel ve öznel nedeni mevcuttur, lakin burjuva ideolojisinin kitleler üzerindeki hâkimiyeti çok önemli bir faktördür. Bu acı gerçeklik, burjuva ideolojisine karşı Marksist ideolojik-politik mücadelenin ne denli hayati olduğunu da gözler önüne sermektedir.

Ne var ki işçi kitlelerini burjuva ideolojisine karşı uyarması ve çeşitli kılıklar altında topluma pompalanan bu ideolojinin maskesini düşürmesi gereken sosyalist hareketin büyük bir bölümü bile burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulamamaktadır. Bu etkinin başat nedeni Marksist Tutum sayfalarında pek çok kez gözler önüne serildiği gibi, Türkiye sol hareketinin damarlarında dolaşan Kemalizm kanıdır. Daha bu topraklarda kök salmadan Stalinizm ve Kemalizmle aşılanmış Türkiye sosyalist hareketinin Marksizme olan uzaklığı, her toplumsal ve siyasal gelişme karşısında kendini dışa vurmaktadır. Bu dışa vurmanın ayak izleri, özellikle Kürt sorunu ve burjuva kesimler arasında süren it dalaşı –ve onun önemli bir safhası olan Ergenekon operasyonu– karşısında alınan tutumlarda daha bir belirginleşiyor. Burjuva güçler arasında süren kapışmada sivil-asker Kemalist bürokrasinin çizgisine paralel yürüyen bu sol kesimler, Kürt meselesinde ise milliyetçi tutumlarını sürdürmektedirler. Buna mukabil, dümenin iyiden iyiye Kemalizm sularına kırılması noktasında, bu sol kesimler içinde SİP-TKP diğerlerine göre, ziyadesiyle öne çıkmakta ve hicap örtüsünü de atarak onlara yol göstermektedir.

SİP-TKP’nin “30 Ağustos Zafer Bayramı” vesilesiyle yayınladığı bildiride, bugüne değin resmi ideolojinin –yani Kemalizmin– tekrarlayıp durduğu söylem yineleniyor. Emperyalizmin Anadolu macerasının 87 yıl önce sona erdiğini, 30 Ağustos’u selamladıklarını söyleyen SİP-TKP, “Başkomutanı” yani Mustafa Kemal’i de selamlamaktan geri durmuyor. Bildirinin hemen her satırına damgasını vuran şey, komünist perspektiften ziyade milliyetçi burjuva bir içeriktir. Adı “komünist” olan bir partinin böyle bir bildiri yayınlaması, komünizme sürülen bir leke olduğu için üzüntü vericidir. SİP-TKP, anti-Marksist, milliyetçi ve küçük-burjuva çizgisini iyice derinleştirirken, bu süreçte Marksizm yağına bulayarak yeni bir dizi Kemalist argüman da geliştirdi.[1] Örneğin, son dönemlerde teorik zemin kazandırılmaya çalışılan “devletin çözülmesi” argümanı da bunlardan biridir. SİP-TKP’ye göre Batılı emperyalist güçler ve AKP “devleti çözmek” ve hatta onu tasfiye etmek istemekteler, ne olursa olsun “komünistler” bu “çözülmeye” karşı durmalılar! Tüm bunlar, SİP-TKP’nin Kemalizm yürüyüşünde önemli bir dönemeç ve büyük bir yol almanın ifadesidir.

Esasında damarlarında Kemalizm kanı dolaşan solun tamamı, SİP-TKP gibi teorik açılımlara girişmese de ondan farklı düşünmemektedir. Bu kesimlere göre, “devletin çözülmesi”nin durdurulması için ne pahasına olursa olsun, “piyasacı dinci faşizm” olarak tanımladıkları AKP iktidardan alaşağı edilmelidir. “Devletin çözülmesi” kavramlaştırmasıyla dile getirdikleri şey aslında Kemalizmin çözülmesidir. Büyük sermaye çoktan beridir ihtiyaçlarına cevap veremeyen, üstelik alt-emperyalist bir düzeye yükselen Türkiye’nin önünde bir ayak bağı haline geldiğini düşündüğü resmi ideolojinin, yani Kemalizmin terk edilmesini istemektedir. Evet, Kemalizm çözülmekte ve neredeyse Kemalizmi devlet dini olarak gören ve bunun üzerinden toplumsal ve siyasal çıkarlarını meşrulaştıran sivil-asker bürokrasi ayrıcalıklarını kaybetmektedir. Peki, Kemalizmin çözülmesinin ve asker-sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını kaybetmesinin tasası komünistlere mi kaldı? Ancak SİP-TKP gibi sözde komünist çevreler Kemalizmi “halkçı”, “laik”, “ilerici” ve “bağımsızlıkçı” değerlerin temsilcisi olarak görmekte ve onda “anti-emperyalist” kökler bulmaktadırlar. Onlara göre tüm bunlar cumhuriyetin kazanımlarıdır ve bu kazanımlar yok edilmektedir. Böylece gerçeklik tepetaklak edilmekte, egemenler arası kapışmada Kemalist ve faşist darbeciler, Ergenekoncular görmezden gelinmekte ve işçi sınıfı sömürücü sınıflardan bir kesiminin peşine takılmak istenmektedir.

Milli Mücadele anti-emperyalist ve halkçı mıydı?

Kemalizmin iddiasına göre, 1923’te kurulan Cumhuriyet, “yedi düvele karşı, ezilen uluslara örnek teşkil edecek bir anti-emperyalist mücadeleyle” hayat bulmuştu! Anadolu topraklarında M. Kemal önderliğinde muazzam bir ihtilal gerçekleştirilmiş, modern, aydınlanmacı, laik, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum kurulmuştu! Temel harcı bu şekilde atılan Kemalist ideoloji, Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında daha da geliştirilecek (altı ok ve onun etrafında örülen efsane) ve adeta devletin resmi dini haline getirilecekti. Kemalizmin sola aşılanması ise, ancak 1930’ların başında, Stalinizmin komünist harekete hâkimiyetinden sonra olabilmiştir. Nitekim Stalinizmin yanı sıra Kemalizmin de aşısını yiyen Türkiye sol hareketinin ağacı, 1960’larda Kemalizm çiçekleri açacak; “asker-sivil aydın” zümrenin başını çekeceği, M. Kemal önderliğinde yürütülen “Kurtuluş Savaşının” tamamlanmasını sağlayacak anti-emperyalist milli demokratik devrim yaklaşımı, devrimci hareketin büyük bölümüne egemen olacaktı. Anlaşılacağı üzere, bugünkü SİP-TKP’nin ve solun büyük bölümünün politik tutumlarındaki Kemalist belirleyiciliğin kökleri, 1960’lara ve oradan da 1930’lara uzanmaktadır. SİP-TKP’nin Kemalizmi savunmak amacıyla geliştirdiği tüm teorik belgelerde bunu görmek mümkündür.

SİP-TKP, Felâketin Eşiğinde[2] adlı belgesinde, tasfiye edilmek istenenin 1923 olduğunu söylemekte ve tüm metinde bunun nasıl yapılmakta olduğu ve sosyalistlerin buna neden karşı durması gerektiği anlatılmaktadır. Yani SİP-TKP’ye göre “devlet çözülmekte” ve böylece aydınlanmacı, modern, ilerici, halkçı, emperyalizmi Anadolu’dan kovan cumhuriyetçi değerler tasfiye edilmek istenmektedir. Gerçekte neyin tasfiye edilmekte olduğunu şimdilik geçelim, ama bu açıklamalar SİP-TKP’nin Kemalizme nasıl baktığını göstermesi bakımından önemlidir. Zaten söz konusu belgede M. Kemal liderliği özellikle kayrılmakta, Türkiye’nin kapitalist dünyaya yönelmesi kararının liderlerin kişisel tercihini aşan bir durum olduğu, sosyal-siyasal altyapının belirleyici olduğu söylenerek Milli Mücadele liderliği temize çıkarılmaktadır. Nitekim bunun bir ifadesi olarak, Milli Mücadelenin ve onun liderliğinin “Osmanlı-Türk tarihinde ender rastlanan halkçı bir karakter” taşıdığı ileri sürülmektedir. Böylece 30 Ağustos bildirisinde “Başkomutan”ın neden selamlandığı ortaya çıkıyor ve bu durum, bizi, bir kez daha 1923’ün ne olduğuna bakmaya itiyor.

Bu topraklarda halk kitlelerinin doğrudan inisiyatif göstererek bir örgütlenmeye girişmesi geleneği son derece cılızdır ve elbette bunun nedeni Osmanlı’nın despotik yapısıdır. Gelişen her halk hareketi ya bastırılmış ya da bizzat devletin denetimine alınarak nitelik değişimine uğratılmıştır. Nitekim 1918’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri etrafında Milli Mücadeleyi başlatan sivil unsurların tepesine binen, Osmanlı bürokrasisinden gelen M. Kemal önderliği de, bu örgütlenmeleri tümüyle askeri erkânın kontrolüne sokmuş, böylelikle halk kitlelerinin sürece müdahale etmelerinin de önüne geçilmiştir. Rusya’daki işçi devriminin Anadolu’da kazandığı itibar, M. Kemal önderliği için korkulacak bir durumdur ve ilk fırsatta kendi kontrolünden çıkabilecek hareketleri acımasızca ezmeye girişmiştir: “1921 Ocak ayında Türkiye Komünist Partisinin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, milli mücadelenin burjuva önderliğinin emriyle düzenlenen bir suikast sonucunda Karadeniz’de boğularak öldürülürler. Bu katliamın ardından, Çerkez Ethem önderliğindeki köylü mücadelesi (Yeşil Ordu hareketi) bastırılır.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme)

Osmanlı despotik geleneğinin içinden gelen M. Kemal önderliğinin yegâne amacı, Misak-ı Milli sınırları içinde kapitalist bir ulus-devlet kurmaktı ve bu uğurda her yola başvurmuştur. Emperyalistlere gözdağı vermek, ama aynı zamanda destek bulabilmek amacıyla M. Kemal önderliği kendini Sovyetler Birliği’ne adeta “komünist” gösterme gayreti içine girmiştir. Meselâ, M. Kemal 29 Kasım 1920’de Moskova’ya çektiği bir telgrafta, “burjuva iktidarına son vermek için Asya ve Afrikalı halklar ile Batı proletaryasının işbirliğinden” dem vurmaktadır. Ama bu atraksiyonlar tümüyle emperyalistlerle pazarlık zemini yaratmaya dönüktür. Zira bu “komünist” pozlara girmenin sebebini 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e çektiği telgrafta M. Kemal açıkça ortaya koymaktadır. M. Kemal, işgalcileri püskürtmek için Bolşeviklerden yararlanmak, ama beri taraftan da İngiltere ve diğer güçleri “sizin yüzünüzden Bolşevikler vatanımızı istila edecek” diyerek korkutmak gerektiğini söylemektedir. Milli Mücadelenin ilk dönemlerinde bu tip şantajları pek takmayan emperyalist güçler, yıkılmasını umutla bekledikleri Rusya’daki işçi iktidarının burjuva güçleri iç savaşta yenerek konumunu sağlamlaştırmasıyla Kemalist önderliğe karşı tutumlarını değiştireceklerdir.

Nitekim Sovyet iktidarına karşı emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde kurulmasına yeşil ışık yakan emperyalist güçler, Türk-Yunan savaşında tarafsızlıklarını ilan ettiler ve akabinde de İtalya ve Fransa işgal ettikleri bölgelerden çekildiler. 1923’te, Lozan Anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından ise İngilizler İstanbul’u terk ettiler. Dolayısıyla Kemalizmin iddia ettiği ve onun kanını damarlarında taşıyan sol çevrelerin savunduğunun aksine, emperyalizme karşı ne anlı şanlı bir savaş ne de anti-emperyalist bir mücadele söz konusudur. Kaldı ki anti-emperyalist mücadele, anti-kapitalist mücadele anlamına gelir. Yani kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesini ve emperyalist sistemden kopmayı ifade eder. Oysa Türkiye Cumhuriyeti emperyalist sistem içinde kapitalist bir ulus-devlet olarak yerini almıştır. Üstelik gayrimüslim halkların, Kürtlerin ve emekçi kitlelerin baskılanması ve gözyaşları üzerinde yükselen bu burjuva cumhuriyet, en temel demokratik reformları dahi yapmayan despotik bir rejimdir. Elif Çağlı, Kemalist rejimin niteliğini de çözümlediği Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde, Kemalistlerin Anadolu İhtilâli demeyi pek sevdiği 1923’ün, tepeden cüce burjuva devrim sınırlarını aşamadığına özellikle dikkat çeker: “Kemalist bürokrasinin önderliği altında yürüyen tepeden-güdümlü cüce burjuva devrimi, eski devlet aygıtını kırıp parçalamak ne kelime, onu almış ve cumhuriyet yağına bulayarak daha da yetkinleştirmiştir.” Çağlı, rejimin demokratik olmayan özelliğini de şöyle vurguluyor: “TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.” (s.223 ve 222)

Bu noktada Mehmet Sinan’ı dinleyelim: “Cumhuriyeti kuran ve «devrimci» olduğunu iddia eden bu «öncü» kadro, iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da, burjuva demokratik devrim açısından zorunlu olan devrimci dönüşüm adımlarını atmaktan özellikle kaçınmıştır. Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, Cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı «Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme» söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.”[3] İşte, SİP-TKP’nin “çözülüyor” diye feryat figan ettiği Kemalizmin veya 1923’ün niteliği budur.

Kemalizm neden çözülüyor?

Kemalizmin çözülüşüne feryat figan eden SİP-TKP, “devletin çözülmesi”nden iki gücü sorumlu tutmaktadır. Bunlardan ilki dış güç olarak emperyalizm, ikincisi ise iç güç olarak “dinci gericilik”tir. SİP-TKP’ye göre Türkiye’yi tümüyle esir alan, sömürgeleştiren ve hatta bölüp parçalamak isteyen emperyalizm ve onunla işbirliği yapan “piyasacı dinci gericilik”, “devletin çözülmesi” ve “Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiye edilmesi” noktasında mutabıktırlar. Felâketin Eşiğinde adlı belgede“Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, ordusu, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, kültürü teslim alınmıştır” diyen SİP-TKP, “Kürt açılımı” vesilesiyle yayınladığı Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nde, “bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet gibi tarihsel ilerleme öğeleri artık birer yük sayılmaktadır” demektedir. “Devletin çözülmesi” denen şeyin esasında Kemalizmin çözülmesi olduğu gerçeği ise, yine bu konuya teorik temel döşemek üzere kaleme alınmış “Devletin Çözülüşü” Hikâye mi?[4] adlı yazıda itiraf ediliyor.

Şöyle deniyor: “Bu bağlamda, her zaman söylediğimiz, Türkiye’de devletin üç temel kuruma yaslandığını buraya yazabiliriz: TSK, Yargı ve Üniversite.” Böylece çok net bir biçimde ortaya çıkıyor ki, “devletin çözülüşü” olarak kodlanan şey, devlet mekanizmalarını elinde tutan ve toplum üzerinde vesayet kuran Kemalist asker-sivil bürokrasinin siyasal ağırlığını yitirmesi, yani Kemalizmin çözülmesidir. Cumhuriyetin kazanımlarını koruduğunu iddia ettiği asker-sivil bürokrasinin vesayetinin kalkmasını istemeyen SİP-TKP, sosyalistleri de buna karşı durmaya çağırmaktadır.

Peki, Kemalizm neden çözülüyor? Bu konuda Marksist Tutum sayfalarında sayısız makale yayınlandı ve adeta bir külliyat oluştu. Yani enternasyonalist komünistler için mesele gayet sarihtir, ama konu bağlamı vesilesiyle bir kez daha, Mehmet Sinan’ın AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma adlı çalışmasından özetleyelim: “Değişen dünya koşullarına bağlı olarak (Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve «yeni dünya düzeni»nin ilanı), Türkiye’de büyük sermayenin kendi geleceği açısından güvenli bir yapı arayışına girmesi ve bu çerçevede Avrupa kapitalizmiyle ekonomik-siyasal entegrasyona yönelmesi, müzminleşmiş yapısal sorunları ve kendine has bazı özellikleriyle sivrilen Türkiye kapitalizmini içeride ve dışarıda yeniden tartışma gündeminin baş sıralarına taşıdı. Bu tartışmalar bir bakıma, Türkiye’deki egemen burjuva düzenin tarihsel özelliklerinin Batı ile kıyaslanarak sorgulanması anlamına da gelmektedir. Nitekim TC’nin 80 yıl önce devraldığı ve günümüze kadar da gururla taşıdığı tarihsel miras (devletin bürokratik-tutucu yapısı ve baskıcı-ceberut karakteri), bugün bütünleşmek istenilen kapitalist Avrupa’nın sosyo-politik yapılarıyla kıyaslanarak adamakıllı sorgulanmaktadır. Bu bağlamda, Cumhuriyetin ilanından bu yana tartışılması, sorgulanması ve eleştirilmesi adeta tabu addedilen devletin resmi kuruluş ideolojisi (Kemalizm) ve bu ideolojinin bel kemiğini oluşturan «asimilasyoncu, inkârcı, patriyarkal» ulus-devlet anlayışı da eleştirilerden nasibini almaktadır.

“Siyasetteki ağırlığı Osmanlı’da olduğu gibi burjuva Cumhuriyet rejiminde de devam edegelen sivil-asker yüksek bürokrasinin geleneksel-statükocu konumunu sürdürmesiyle bugünün dünyasında bir yere varılamayacağını artık bizzat burjuvazinin kendisi dile getirmektedir. İktisadi egemenliği elinde tutan burjuvazinin ve burjuva devletin sadık bir hizmetkârı olması gereken (Batı’da olduğu gibi) asker-sivil yönetici bürokrasinin, sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisiymiş gibi davranması ve adeta burjuvaziden bağımsız bir sınıfmış gibi tavırlar sergilemesi, kapitalist Avrupa’nın kapısında bekleşen büyük burjuvaziyi artık iyiden iyiye rahatsız ediyor. Bundan dolayıdır ki, burjuvazinin değişimden yana olan, iktisadi ve siyasi liberalleşme isteyen AB’ci kesimleri ile TC’nin geleneksel-otoriter yapısının aynen devamında ayak direyen dar kafalı, statükocu kesimleri arasında tam bir it dalaşı yaşanmaktadır. Son on yıldan bu yana, devlet katında patlak veren siyasal krizlerin gerisinde de esasen bu gerçek yatmaktadır. Tüm bu olup bitenler, değişen uluslararası tarihsel konjonktüre de bağlı olarak, burjuva siyasal rejimde yaşanan sancılı değişim sürecinin bir dışa vurumudur aslında.

“Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin öncüsü ve sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı. «Laik» ve de «modern» görünümlü burjuva partilerden umudu kesen TÜSİAD, bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumu AKP’de buldu. Üstelik kendisi de otoriter-statükocu devlet düzeninden mustarip, halkın gözünde, «gadre uğramış» mütedeyyin insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu. TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. Türk burjuvazisinin, özellikle bu dönemde «anti-militarist», «özgürlükçü», «sivil toplumcu», «demokrasi aşığı» vb. kesilivermesi bu nedenledir.”[5]

2004 yılında kaleme alınan bu yazıdaki tespitler, geçtiğimiz süreçte tümüyle doğrulanmıştır. Devletin “asli” sahibi misyonuyla hareket eden Kemalist asker-sivil bürokrasinin 2003 ve 2004 yıllarında giriştiği başarısız darbe girişimlerinin, 2007’de patlak veren cumhurbaşkanlığı seçim krizinin, Genelkurmay muhtırasının ve Ergenekon operasyonuyla yeni bir boyut kazanan sürecin arkasında burjuva iktidar bloku içinde yaşanan şiddetli çatışma yatmaktadır. Bu kapışmada, çıkarları büyük sermaye ve AKP ile örtüşen ABD ve AB’nin emperyalist güçleri, Kemalist bürokrasiye karşı AKP’yi desteklemişlerdir. Bu süreçte AKP, yerel ve merkezi iktidar olanaklarını kullanıp kendi sermaye kesimlerini daha da palazlandırarak, arkasına küçümsenmeyecek bir medya gücü yığarak ve böylece TÜSİAD’ın şartlı desteğinden bir ölçüde uzaklaşarak konumunu daha da sağlamlaştırmıştır. Çok açık ki, tarihsel gidişat, iç ve dış siyasal konjonktür asker-sivil bürokrasiden yana olmadığı için, tüm ayak diremesine rağmen Kemalist bürokrasi zemin kaybetmektedir. Mehmet Sinan’ın deyimiyle; “ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında aşırı müdahaleci, asimilasyoncu, inkârcı, kendi dışında herkesi düşman görmeye meyyal, şizofrenik ulus-devlet anlayışına sahip” Kemalizm büyük sermayenin artık ihtiyaçlarını karşılamıyor.

Türkiye kapitalizmi ve toplumsal yapı önemli bir değişim halindedir. Toplumsal alanda, İslamcı-muhafazakâr bir yaşam biçimine sahip olan sermaye çevrelerini, köylerden kentlere boşalan, kentin ve doğrudan kapitalist sömürünün çarklarına savrulan geniş işçi-emekçi kitleleri dışlayan seçkinci Kemalizm, siyasal alanda da hiçbir sorunun çözülmesine izin vermemektedir. Resmi ideoloji olan Kemalizm, Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunlarının çözülmesine de karşı çıkarak statükonun aynen devam etmesinde ısrar ediyor. Oysa gerek AKP etrafında toplanan gerekse TÜSİAD’ın temsil ettiği sermaye çevreleri, Türkiye’nin gelişiminin önünde ayak bağı olarak gördükleri bu sorunları çözerek Avrupa kapitalizmiyle bütünleşmek, önemli bölgesel bir güç haline gelmenin tüm olanaklarını kâra dönüştürmek istemekteler. Devletin kurulması, kollanması ve tepeden zorla bir ulus yaratılması sürecinin ideolojisi olan Kemalizm, artık alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye sermayesinin ihtiyaçlarına yanıt üretemiyor. Nitekim yeni-Osmanlıcılık denen emperyalist ideolojik açılım da burada devreye giriyor. Zira emperyalistleşme ekonomik ve savaş gücü olduğu kadar, tarihsel-toplumsal bir arka planı da gerektirmektedir. Emperyal bir yönelime giren sermaye, bunu kitlelerin bilincinde meşrulaştıracak, ama aynı zamanda bölgedeki ülkeler nezdinde itibar görecek tarihsel-ideolojik argümanlar bulmak için elini geçmiş torbasına attığında, oradan Kemalizm değil, bu ülkelerin bir dönem bünyesinde yer aldığı Osmanlı çıkmaktadır. Sermaye açısından yeni-Osmanlıcılık tümüyle emperyal amaçlar için binilmek istenen bir at iken, kendine komünist diyenler bunu teşhir etmek yerine, tam bir körlükle, ülkenin Osmanlı’ya döndürülmek istendiğini söyleyerek Kemalizme sarılıyorlar.

Küçük-burjuva sınıfsal zemin

Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk adlı yazısında, proleter sınıf temelinden yoksun kalan Türkiye sosyalist hareketinin örgütsel varlığının esas olarak küçük-burjuva unsurlara dayanarak şekillendiğine dikkat çekiyor. İşte bu şekillenme döneminde (1930’larda) Stalinizm ve Kemalizm aşısı yiyen sol, bir daha Marksizm çizgisine gelerek proleter temellere oturamamıştır. Marksizm çizgisine gelemeyen küçük-burjuva sosyalizminin toplumsal ve siyasal olaylar karşısında aldığı tutumları, gayet tabii olarak onun ideolojik kökleri ve doğal tabanı belirlemiştir. Bu durumda, SİP-TKP’nin tüm çabasını Kemalist küçük-burjuvazi ve onun okumuş unsurları üzerinde yoğunlaştırmasına ve onu kazanmak üzere politikalar geliştirmesine şaşmamak gerek. Bu noktada SİP-TKP’nin, CHP’nin yerini almaya dönük atakları oldukça dikkat çekicidir. Meselâ geçtiğimiz seçim döneminde SİP-TKP, CHP’yi cumhuriyetin değerlerine yeterince sahip çıkmamakla, çarşafa altı ok rozeti takmakla ve tarikatlara yönelmekle eleştiriyor, kentli, laik, sözümona ilerici Kemalist orta sınıfı kendisine çağırıyordu.

Aynı şekilde TSK da, Cumhuriyetin kazanımlarını yeterince korumadığı ve AKP ile uzlaştığı gerekçesiyle eleştirilmektedir. Ama bu eleştirilerin kendisi, Kemalist orta sınıflara SİP-TKP’nin nerede durduğunu ve hangi değerleri savunduğunu ileten bir mesaj niteliğindedir. Yani SİP-TKP, CHP’yi ve TSK’yı eleştirirken dışarıda değil, içeride durduğunun anlaşılmasını istemektedir. SİP-TKP, getirdiği yeni ideolojik argümanlarla Kemalizmin savunusunu ne kadar mahirce üstleneceğini ortaya koymuştur. Gerçekten de SİP-TKP diğer Kemalist çevrelerin yapamadığı ölçüde, Kemalizmin savunusu için yeni ideolojik dayanak bulmaya ve ona soldan taze yaşam soluğu üflemeye çalışmaktadır. Kemalist orta sınıfların yaşam biçimini en iyi TKP savunur mesajını vermek için, örneğin tarihi Moda İskelesindeki lokantada içki içilmemesi gündeme geldiğinde yapılan eylemlerde en önde yürümekten geri durmamıştır. Bu bağlamda en üst düzeyden verilen şu mesajlar da (örneğin SİP-TKP eski genel başkanının sözleri) dikkat çekicidir: “Geçenlerde bir yerde denk geldik bir arkadaşımla. Duvarda Mustafa Kemal’in az bilinen ama pek sevimli bir fotoğrafı. Elinde rakı kadehi. Espriyi patlattı arkadaşım: «Sahip çıkmayıp da ne yapalım.» Ben de tamamladım: «Galiba geriye tek bu resmini bırakacaklar; o da meyhanelerde.»”[6]

SİP-TKP’nin toplumsal ve siyasal olaylar karşısında geliştirdiği kavramlaştırma ve söyleme tümüyle Kemalizm damgasını basmaktadır. Ergenekon operasyonu ya da Kürt sorunu karşısında alınan tutumda bunu ziyadesiyle görmek mümkündür. Ergenekoncular görmezden gelinirken, demokrasi mücadelesi (AKP “demokrasi zokasıyla” herkesi avlıyormuş), liberalizm, liberal aydınlar ve darbeci olmayan sol kesimler küçümsenmektedir. Fakat şovenist Kemalist söylem, Kürt sorununa yaklaşımda doruğuna çıkıyor. Kürt sorununda hâkim vurgu, ülkenin bölünüp parçalanmak istendiği yönündedir. Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nde şöyle deniyor: “Irak Kürdistanı, bir yandan Türkiye Kürtlerini emperyalizm ve gericilik yanında taraflaştırmakta, milliyetçiliği körüklemekte ve başta Türkler ve Kürtlerden oluşan emekçi halkımızın birliğini dağıtıcı etki yaratmakta, diğer yandan ise Türkiye’de yayılmacı/Osmanlıcı perspektifler için zemin oluşturmaktadır.” İnsan kulaklarına inanamıyor, ama gerçek. Ezilen Kürt halkının bir parçası, üstelik başka bir ülkenin dâhilinde kendi haklarını kullanma yolunda kimi adımlar attığı için, Türk milliyetçiliğinin yükselmesinin ve kabaran emperyal emellerin sorumlusu olarak gösteriliyor. Ama nedense yapılan operasyonlarla Türkiye ve Irak Kürdistanı’nın yakılıp yıkılması ya da Kemalist darbeci-statükocu güçler eliyle kabartılan Türk şovenizmi TKP’nin gözüne batmıyor. Ezilen bir halkın uluslaşma mücadelesi karalanırken, Türk milliyetçiliği ve şovenizmi mazur gösterilmeye çalışılıyor. Yani SİP-TKP’ye göre Kürtler haklarını aramamalı, boyunduruk altında kalmaya devam etmeliler. Baksanıza, Türkiye’nin yayılmacı/Osmanlıcı perspektifine yol açan da Kürtlermiş!

SİP-TKP’nin “Kardeşlik Bildirgesi”nde yazdığına göre, 1999 öncesinde Kürt sorununu manipüle eden Avrupa Birliği’nin yerini, son senelerde ABD emperyalizmi almış bulunuyor. Yani bugüne değin Kemalizmin tekrarlayıp durduğu, “dış mihraklar ülkemizi karıştırıyor” söylemi aynen tekrarlanıyor. AKP’nin ne kadar hayata geçireceğinden bağımsız olarak, gündeme getirdiği “Kürt açılımı”, “ülkeyi bölmek ve devleti çözerek tasfiye etmek isteyen ABD emperyalizminin bir planından ibaret” olarak sunulmakta ve karşı çıkılmaktadır. SİP-TKP’ye göre, Irak’taki Kürtler nasıl ki Türk milliyetçiliğini kışkırtıyorlarsa, Türkiye’deki Kürtler de haklarını isteyerek ve böylece ABD emperyalizminin ve AKP’nin bir oyuncağı haline gelerek “devletin çözülüşü”ne hizmet ediyorlar. Kürt hareketi bu temelde eleştirilirken, “Kürt açılımı” kapsamında bölgeye yerel yönetimler düzeyinde bazı hakların verilmesi bile “bölücülük” olarak damgalanmaktadır. Şöyle deniyor: “Dolayısıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden istikrar, refah ve huzur değil, bölücülük çıkacaktır.” Elbette bu karşı çıkış çeşitli şekillerde, bin dereden su getirilerek haklı gösterilmeye çalışılmaktadır. Lakin hakikat olan şudur ki, SİP-TKP Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından yana değildir ve böyle olduğu için de kısmi demokratik açılımları bile, Kemalist, şovenist, statükocu cephe gibi, “bölünürüz” feryat figanıyla boğmaya çalışmaktadır.

SİP-TKP, milliyetçi Kemalist doğasının üzerini komünizm şalıyla örtmeye çalışıyor. Rosa Luxemburg’un kavramlarını ödünç alarak söylersek, SİP-TKP’nin “komünist” postuna doldurarak işçi sınıfına ikram ettiği şarap, bildiğimiz o Kemalist milliyetçi şaraptır. Bu postun içinde işçi sınıfının enternasyonalist komünist perspektifi değil, küçük-burjuva sosyalizminin milliyetçiliği, devletçiliği ve reformizmi yer almaktadır. Ve ne yazık ki, damarlarında Kemalizm kanı taşıyan sol hareketin büyükçe bir bölümü de aynı yolda yürümektedir.

Başa dönecek olursak, bu durumda enternasyonalist komünistlere düşen görev, gerçekleri işçi sınıfına yeniden ve yeniden açıklamak, burjuva ideolojisine ve onun çeşitli kılıklara bürünerek sol içinde boy gösteren biçimlerine karşı, bu alanda mücadeleyi elden bırakmamaktır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisinde örgütlü bir güç olarak ayağa kalkması için böylesi bir mücadele şarttır.

1 Ekim 2009


[1] Bu konuda bkz: Akın Erensoy, Enternasyonalizm mi Milliyetçilik mi?, www.gelecekbizim.net

[2] 2008 Yılında Türkiye Cumhuriyeti Felâketin Eşiğinde, 20 Temmuz 2008, www.tkp.org.tr

[3] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, Şubat 2008

[4] Kemal Okuyan, “Devletin Çözülüşü” Hikâye mi?, Gelenek, Ağustos 2009

[5] Mehmet Sinan, age, www.marksist.com

[6] Aydemir Güler, Nasıl Sahip Çıkılır?, 19 Ağustos 2009, www.sol.org.tr

İlgili yazılar