MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekimde Meclisin açılışında DEM Partililerle selamlaşması ve barış kavramını telaffuz etmesiyle iç siyaset bir anda hareketlendi. Aynı Bahçeli iki hafta sonra (22 Ekim) bu kez Abdullah Öcalan’ın Meclise gelip konuşmasını ve PKK’ye silahları bırakması çağırısı yapmasını[1] istedi; bunu yapması karşılığında ise Umut Hakkından[2] yararlanmasının önünün açılacağını söyledi. Bugüne kadar Kürt sorununun çözülmesine dair en ufak bir adımı bile kudurgan bir milliyetçilikle baltalamış, şovenist devletçi bir odağın sözcüsü Bahçeli’nin bu açıklamaları, doğal olarak toplumsal ve siyasal alanda sarsıcı bir etki yarattı, yaratmaya da devam ediyor. Bu açıklamadan bir gün sonra bu kez TUSAŞ’a silahlı saldırı gerçekleştirildi ve ardından Türkiye Suriye’deki Kürtlerin kontrol ettiği toprakları (Rojava) yoğun bir şekilde bombalamaya başladı. Herkes olup bitene anlam vermeye çalışırken, kent uzlaşısı formülüyle Kürtlerin oylarını da alarak seçilen CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer 30 Ekimde terör suçlamasıyla tutuklandı ve yerine kayyım atandı. 4 Kasımda ise DEM Parti yönetimindeki Mardin, Batman ve Urfa’nın Halfeti belediyelerine kayyım atandı.
Böylece selamlaşma/el uzatmayla başlayan bir aylık sürenin sonunda, rejim faşist kayyım sopasını bir kez daha devreye soktu. Besbelli ki rejim planlarına arzu ettiği gibi yol aldıramadığı için Kürt halkının ve muhalefetin iradesini ezmek, toplumu sindirmek üzere derhal faşist zorbalığa başvurdu. Hem kayyım sopasının bu şekilde devreye sokulması hem de Bahçeli’nin 5 Kasımdaki konuşmasında iki noktayı netleştirmesi, rejimin yönelimi ve planları hakkında fikir vermektedir. “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur, bölücülük kalkışması vardır” diyen Bahçeli, yasal/anayasal değişiklik yapılarak Erdoğan’ın tekrardan seçimlere girmesinin ve seçilmesinin önünün açılmasını arzu ettiklerini açıkladı. Öcalan’ın Mecliste konuşması önerisinin arkasında olduğunu tekrar etti.
Tüm bu gelişmeler ve rejim cephesinden yapılan manipülatif açıklamalar doğal olarak zihinleri karıştırıyor. Konunun ana başlıklarına ilerlemeden önce birkaç noktayı netleştirmekte fayda var: 1) Bahçeli’nin çıkışları hakkında Erdoğan’ın bilgisinin olmadığı yönündeki düşünceler doğru değildir. Bu rejimin kuruluşunun temel nedenlerinden biri Kürt halkının içeride ve dışarıda demokratik taleplerini bastırmaktır. Kürt sorunu bağlamında yapılan sarsıcı açıklamalardan rejim liderliğinin habersiz olduğunu ileri sürmek, halkı aptal yerine koymaktır. 2) Öcalan’ın Mecliste konuşmaya davet edilmesi son derece radikal ve sarsıcıdır. Bu denli üst perdeden yapılan çıkışın arkasında başka hesapların, birçok yöne açılan planların olmaması düşünülemez. Böyle bir çıkışı Erdoğan yerine Bahçeli’nin yapmasının amacı, yıllardır Kürt düşmanlığıyla zehirlenen milliyetçi kesimlerden gelecek sert tepkinin önünü kesmektir. 3) Öcalan veya Kürt hareketinin çeşitli kanatlarıyla belirli görüşmeler ve bir hazırlık olmadan böylesine sarsıcı bir açıklamanın yapılması düşünülemez. Fakat söz konusu olası görüşmelerin veya devletin kendi hazırlık sürecinin varlığı, Kürt sorununun demokratik temellerde çözülmek istendiği anlamına gelmez, gelmiyor. Gerek rejim güçleri arasında olduğu iddia edilen fikir ayrılıkları gerekse verili durum Kürt sorununun demokratik çerçevede çözülmek istendiğine işaret etmiyor.
Burjuva devletler, iktidar ya da rejimler, belirli bir oyun kurgularken daima bu oyunu çeşitli kılıflarla örter, toplumu ve siyaseti istedikleri doğrultuda yönlendirirler. Dolayısıyla yapılan açıklamalardan hareketle rejimin ne planladığını tam olarak anlamamız mümkün değildir. Fakat sorunların varlığını ortaya koyabilir ve rejim tarafından yapılan açıklamaların bu sorunlar bağlamında nereye oturduğunu görebilir, kavrayabilir ve buradan hareketle sonuca varabiliriz.
Bir: Erdoğan/Bahçeli liderliğindeki rejim, içinde bulunduğu çok yönlü sıkışmayı aşamıyor. Bu sıkışmayı yaratan en temel faktör, kuşkusuz ekonomide tersine çevrilemeyen kötü gidişattır. Mehmet Şimşek eliyle uygulanan kemer sıkma programı emekçileri doludizgin yoksullaştırırken, aynı zamanda yüksek faiz nedeniyle ekonomik durgunluğu da kamçılıyor. Baskılanan reel ücretler enflasyon karşısında erimesine ve böylece emek maliyetleri ucuzlamasına rağmen, sanayi üretimi ve ihracat istedikleri gibi büyümüyor. Kuşkusuz Avrupa ve Almanya ekonomisindeki durgunluk da Türkiye’nin ihracatının gerilemesinde temel bir belirleyendir. Rejim, tüm çabalarına rağmen ekonomiye can verecek ve borç ödemelerini sorunsuz hale getirecek parayı bulabilmiş değil. Yüzde 50 düzeyindeki yüksek faiz oranlarının indirilmesi doların yeniden uçuşa geçmesini, liranın daha fazla değersizleşmesini, enflasyondaki tırmanışın sürmesini ve faize para yatıran uluslararası sermayenin çıkışını tetikleyebilir. Yoksulluk çukurunun genişlemesi, genç kuşakların büyüyen umutsuzluğu, tepeden tırnağa çürüyen rejimin nasıl mafya ve çetelerle iç içe geçtiğine dair yeni skandalların patlaması, kadın cinayetleri, doğanın talanı ve hayvanların katledilmesi toplumsal tepkinin büyümesine neden olmaktadır. 31 Mart seçimlerinde kendini dışa vuran bu toplumsal tepki o günden bugüne daha da büyümüştür. Üstelik rejim, asgari ücrete hedef enflasyon adı altında yüzde 20 zam yapmaya ve emekçilerin sırtına yeni vergi yükleri bindirmeye hazırlanıyor. Bu durumun hem toplumsal tepkiyi hem de işçi eylemlerini tetiklememesi düşünülemez. Bu tablo, varlığını garanti altına almak ve ömrünü uzatmak isteyen rejim için hiç de kolaylaştırıcı değildir.
İki: Tam bir yüzyıldan fazladır Türkiye egemenleri Kürt sorununu inkâr ediyor, Kürt halkının demokratik taleplerini baskı ve zorbalıkla, silahla bastırmaya çalışıyor. Fakat bugün yüzyıl öncekinden tamamen farklı bir dünya ve Kürt gerçekliği söz konusudur. Mesela yüzyıl önce Türkiye’nin kuruluşunu mümkün kılan uluslararası dengeler bugün yoktur. O gün Türkiye’nin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan uluslararası siyasal dengeler, Kürt halkının demokratik taleplerinin hayat bulmasına izin vermemişti. Ancak bugün Kürtler Ortadoğu’da dikkate alınması gereken bir güç konumundadır. Tam da böyle olduğu için Kürt sorunu Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırlarını aşarak uluslararası siyasetin konusu haline gelmiştir. Üstelik Kürtlerin varlığı, Ortadoğu’yu kendi hegemonyası altında yeniden şekillendirmek isteyen ABD açısından değil, aynı zamanda bölgede nüfuzunu artırmak isteyen Rusya ya da İran karşısında dengeleyici güç arayışındaki İsrail ve Arap devletleri açısından da önemlidir. Bölünme korkusunun üstesinden gelemeyen Türkiye egemenleri, ya bu gerçeği kavramıyor ya da ne pahasına olursa olsun Kürt halkının mücadelesini ezebileceklerini düşünüyorlar. Yani tarihin tekerleğini geriye çevirmeye çalışıyorlar ve bu politikadan vazgeçtiklerine dair henüz bir işaret yok! Ancak Üçüncü Dünya Savaşının merkezi cephesi konumunda olan Ortadoğu’daki savaş her geçen gün yeni boyutlar alarak Türkiye egemenlerine Kürt gerçekliğinden kaçışları olmadığını hatırlatıyor, onları sıkıştırıyor.
Üç: Gazze’de Filistin halkına karşı soykırım uygulayan Siyonist İsrail’in savaş makinelerini Lübnan’a sürmesi, yakıp yıkmada sınır tanımaması, Hizbullah liderliğine ağır darbeler vurması ve İran’ı hedef alması Ortadoğu Savaşını yeni bir boyuta taşıdı. Filistin’deki soykırımın suç ortağı ABD emperyalizmi, İsrail kudurganlığını kullanarak Ortadoğu’yu dönüştürme planlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Bu planın en önemli ayaklarından birini ise İran’ın Ortadoğu’da nüfuz/etki oluşturmasını sağlayan Hizbullah veya Hamas gibi örgütleri yok etmektir. Hatırlarsak, Afganistan ve Irak’ı işgal eden ABD emperyalizminin hedefi, 15 yıllık bir sürede Ortadoğu’yu kendi hegemonyası altında yeniden şekillendirmekti. Ancak süreç ABD’nin arzu ettiği doğrultuda gelişmedi. Şii nüfusun çoğunlukta olduğu Irak büyük ölçüde İran’ın etkisi altına girdi. “Arap Baharı”nın ardından İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzu daha da arttı. Rusya’yla birlikte Esad iktidarının düşmesine izin vermeyen İran, Suriye’de belirleyici güçlerden biri haline geldi. Böylece İran, Irak ve Suriye toprakları üzerinden hiçbir kesinti olmadan Lübnan’daki Hizbullah’la ilişki kurabildi. Yemen’de Şiiliğin Zeydi kolunu oluşturan Husilerin merkezi hükümeti ele geçirmesiyle İran’ın etkisi daha da genişledi. ABD emperyalizmi, tüm gücünü İsrail’in arkasına yığarak ve onu kullanarak İran’ın Ortadoğu’daki kolunu kanadını kırmak, etkisizleştirmek ve İsrail’in varlığını garanti altına alacak şekilde bölgeyi şekillendirmek istiyor.
Türkiye’de Erdoğan/Bahçeli liderliğindeki rejimin hareket tarzında ve planlarında belirleyici olan bu üç ana noktayı ortaya koyduktan sonra devam edelim.
Savaşın İran’a doğru gelişeceği ya da en azından İran’ın siyasi uzantılarının ezilip etkisizleştirileceği hesapları bölgedeki tüm güçleri harekete geçirmiş durumda. Gerek Türkiye egemenleri gerekse Kürt hareketi İsrail/ABD blokunun Ortadoğu’da yaratmak istediği dönüşümü hesaplayarak konum almaya çalışıyor. Bu konuda Kuzey ve Doğu Suriye Dış İlişkiler Dairesi Eşbaşkanı İlham Ahmed’in açıklamalarına bakalım: “İsrail karşıtı cephe giderek kaybediyor. Bu savaş Lübnan ya da Gazze ile sınırlı kalmayacak; şimdiden genişledi. Bölge, İkinci Dünya Savaşından bu yana önemli değişikliklere tanık olacak… İsrail, Hamas, Hizbullah ve İran’ın bulunduğu her yeri hedef alıyor; Suriye coğrafyası da hedef alınacaktır… İran, Hamas, Hizbullah, Husiler ve İran’a sadık kalan diğer taraflara karşı kapsamlı bir plan var. Bu yeni plan ya da Ortadoğu’nun yeniden dizaynı çerçevesinde bu aşamaya ayak uydurup değişiklik yapamayan ve bu durumu doğru okuyamayan bu taraflar birbiri ardına hedef alınacak…” PKK yöneticilerinden Murat Karayılan da aynı perspektiften açıklamalar yaptı: “Bugün bölgemiz Ortadoğu, adeta kaynamaktadır. Bölgedeki Üçüncü Dünya Savaşı, tırmanış halindedir ve giderek bunun daha da gelişeceği görülmektedir. Küresel hegemonik güçler, bu savaşla birlikte bölgeye yeniden bir dizayn vermek istiyor. Açıkça görülen husus budur.” Gelişmeleri bu bakış açısıyla okuyan Kürt hareketi, Türkiye’nin Kürtlerin önünü kesmek istediğini, bölgenin yeniden şekillendirilmesinde Kürt halkının yer almasını ve statü elde etmesini engellemeye çalıştığını dile getiriyor.
Türkiye egemenleri de Ortadoğu’daki savaşın İran’a doğru genişleyeceği ve bölgedeki dengelerin değişeceği beklentisinden hareketle tutum alıyorlar. İsrail/ABD blokunun İran’ı etkisizleştirdiği ve bu arada Suriye’de Esad rejiminin düştüğü ya da daha fazla zayıfladığı koşullarda Rojava’daki Kürtlerin resmi bir statü kazanmasını engellemek isterken, İran’dan doğacak boşluğu kendilerinin doldurabileceğinin hesaplarını yapıyorlar. Gerek rejim medyası gerekse birçok yazar vb. İran’ın durumu üzerine aceleci yorumlar yapıyor. Son günlerde Bahçeli’nin çıkışının perde arkasını yorumlamakla öne çıkan ülkücü kökenli Mümtazer Türköne’nin şu yorumlarına dikkat çekilebilir: “İran başta olmak üzere bölgenin bütün önemli aktörleri oyundan düştü. Hesaplar doğru yapılıyor. Türkiye, ayakta kalan diğer aktör Mısır’la ilişkilerini tam zamanında düzeltti. Şimdi krizden doğan fırsatları, sonbahar meyveleri gibi toplayacak. Bu yorum, Gazze’de dökülen on binlerce masumun kanı kurumamışken size çok zalimce gelebilir. Garipsemeyin. Yüksek strateji insan hayatını dikkate almaz. Devlet dediğimiz, damarlarında buz gibi soğuk kanın dolaştığı ejderhadan bahsediyoruz. Kısaca altüst olan dengelerden sonra Türkiye mevzi kazanmak için boşluk dolduracak. Vites büyütürken onu yere çivileyen Kürt sorununu da yönetmek zorunda. Çözüm sürecini başlatmak, çok yönlü bölgesel stratejinin önemli ayaklarından ve doğru zamanda doğru hamlelerden biri olacak.”
Belirtmek lazım ki İran’ın Ortadoğu’daki siyasi kollarının ezilmesi ile İran’ın doğrudan hedef alınması aynı şey değildir. İran, hem Çin-Rusya emperyalist blokunun bir parçasıdır hem de askeri olarak hiç de güçsüz değildir. İsrail/ABD blokunun İran’ı etkisizleştirmesi, aynı zamanda Rusya ve Çin’in Ortadoğu’daki hedeflerine de büyük zarar verecektir. Bu bakımdan, İsrail’in kudurganlıkta sınır tanımaması ve ABD/İngiliz emperyalist blokunun gücünü arkasına alması, her hedefine sorunsuzca ulaşabileceği anlamına gelmez. Kaldı ki Ortadoğu Savaşının doğrudan İran’ı içine alması öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Emperyalist güçleri karşı karşıya gelmeye iten bölgesel ve küresel dinamikleri daha da kuvvetlendirecek bu durum, yeni bir kitlesel göçten askeri çatışmaya kadar Türkiye’yi derinden etkileyebilir. Sonuç olarak Türkiye egemenleri, genişleyen Ortadoğu Savaşının yeni evresinde emperyal emellerini bir kez daha hayata geçirmenin hesaplarını yapıyorlar. Fakat Türkiye’nin İran’dan doğacak boşluğu doldurma hesapları hem ABD planlarından bağımsız değildir hem de Kürt sorununda geleneksel inkârcı-bastırıcı siyasetini devam ettirdiği müddetçe imkânsızdır. Bir NATO ülkesi olan Türkiye’yi kendi planları dâhilinde kullanmak isteyen ABD’nin, uzun yıllardır Türkiye’ye Kürt sorununda kimi adımlar atmayı, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin varlığını kabul etmeyi önerdiği biliniyor. Fakat hâlihazırda Türkiye egemenlerinin geleneksel politikadan vazgeçtiklerine dair herhangi somut bir işaret yoktur. Umut Hakkı çerçevesinde Öcalan’ın devreye sokularak Türkiye’yi içeride ve dışarıda sıkıştıran Kürt sorununun kısmen yumuşatılması ise asla gerçek ve kalıcı bir çözüm değildir, olmayacaktır.
Konunun en net başlıklarına özellikle dikkat çekmek gerekiyor: Rejim, Ortadoğu’daki gelişmeleri içeride gücünü artıracak, iç siyaseti istediği gibi şekillendirecek ve toplumsal tepkinin açığa çıkmasını engelleyecek şekilde kullanmak istiyor.
Bir: Erdoğan, Türkiye’nin de İsrail’in hedefinde olduğunu iddia ederek “iç cephe”yi güçlendirmek gerektiğini söylemişti: “Bölgemizin içinde bulunduğu kesif ve karanlık atmosferde dışarıdaki meselelerle yakından ilgilenirken evimizin içini toparlamamız yani iç cephemizi tahkim ve takviye etmemiz fevkalade önemlidir. Bunun yolu da evvelemirde siyasette diyalog zeminini güçlendirmekten geçiyor.” Erdoğan’ın amacı Filistin’de soykırım uygulayan ve emekçilerin haklı nefretini kazanan İsrail’i bir korkutma aracı olarak kullanmaktır. Fakat İsrail’i acil bir dış tehdit olarak sunan AKP/rejim, bu soykırımcı devletle ticareti kesmiyor; silah malzemesi ve petrol göndermeye, İsrail devletine silah üreten şirketlerle ortak fuarlarda boy göstermeye devam ediyor. Çok açık ki rejim, dış tehdit algısı yaratarak derinleşen yoksulluğa, sonu gelmeyen çete savaşlarına ve skandallarına, ekonomideki kötü gidişata, düşük ücretlere, baskı ve zorbalığa emekçilerin sessiz kalmasını, muhalefetin ise normalleşme/diyalog adı altında pasif bir siyaset izlemesini istiyor. Yani rejimin amacı, iç cepheyi güçlendirme adı altında sermaye cephesini ve kendi varlığını güçlendirmektir!
İki: Rejimin en önemli hedeflerinden biri de milliyetçiliği kışkırtıp emekçileri ve muhalefeti bölüp parçalamak, ortak mücadele kanallarını yok etmektir! Bahçeli’nin Öcalan çıkışının ardından DEM Partinin rejim tarafına kayacağı, Erdoğan’ın yeniden aday olması ve seçilmesi için destek vereceği düşüncesi topluma ve özellikle muhalif kitlelere zerk ediliyor. Aynı anda Esenyurt Belediyesine kayyım atanarak CHP ile DEM Partinin demokratik haklara sahip çıkarak yan yana durması, “terör” kavramı üzerinden itibarsızlaştırılmaya ve özellikle CHP içindeki ulusalcı kesimler harekete geçirilerek bu partide bir çatlak oluşturulmaya çalışılıyor.
Üç: Bahçeli, Öcalan önerisini yenilerken, rejim aynı anda DEM Parti üzerindeki baskıyı artırmaktadır. Kayyım sopası kullanılarak DEM Parti rejimin çerçevesini çizdiği oyun alanına dâhil edilmeye zorlanıyor. Belirtmek lazım ki Bahçeli’nin konuşmaları ve Öcalan çıkışı iki yöne açılmaktadır: Ya rejimin çizdiği çerçevenin içine girilir ya da baskı ve zorbalık, kayyım ve savaş son gaz devam eder! Belirtmek lazım ki muhalefet cephesinin dağıldığı koşullarda CHP daha fazla sıkışacak ve İstanbul Büyükşehir Belediyesine kayyım atanarak Ekrem İmamoğlu’nun görevden alınmasının önü ardına kadar açılabilecektir. Kuşkusuz rejimin aynı anda çok yönlü politik hamleler yapması, onun bu hamleleri hayata geçirebileceği anlamına gelmiyor, gelmez! Bu noktada özellikle Türk kökenli emekçilerin rejimin elindeki milliyetçilik kartını boşa çıkartması son derece önemlidir. Rejimin oyun planlarını bozmanın yolu, demokratik haklara sahip çıkmaktan ve Kürt sorununda demokratik bir çözümü savunmaktan geçiyor. Böyle bir durumda rejim Ortadoğu’daki gelişmeleri iç siyaseti şekillendirmek, yıkıcı yoksulluğu unutturmak ve içine düştüğü sıkışmayı aşmak üzere kullanamayacaktır!
***
[1] Bahçeli: “Teröristbaşı işin içinde olmazsa bir şey çıkmaz, diyenlere de sesleniyorum. Şayet teröristbaşının tecridi kaldırılırsa gelsin, TBMM DEM Parti Grup Toplantısı’nda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, ‘Umut Hakkı’nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın.”
[2] 2017’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Litvanya’da müebbet hapis cezası alan iki mahkûmla ilgili kararında “Umut Hakkı”yla ilgili şu ifadelere yer vermişti: “En iğrenç ve korkunç eylemlerde bulunanlar bile temel insanlıklarını korur ve içlerinde değişme kapasitesi taşırlar. Hapis cezaları uzun ve hak edilmiş olsa da, bir gün işledikleri hataların kefaretini ödemiş olabilecekleri umudunu taşıma haklarını korurlar. Bu umuttan tamamen mahrum bırakılmamalıdırlar. Onları umuttan mahrum bırakmak, insanlıklarının temel bir yönünü inkâr etmektir ve bu da aşağılayıcı olacaktır.” Pratikte Umut Hakkından yararlanmak, ömür boyu mahkûm olan kişinin şartlı tahliye imkânına sahip olması anlamına gelmektedir.
İsrail Kudurganlığı ve Genişleyen Savaşın Aldığı Yeni Biçimler