Haziran 1877
Günümüzde sosyalizme ve dolayısıyla emek hareketine ilk kez bilimsel bir temel kazandıran kişi olan Karl Marx, 1818 yılında Trier’de doğdu.[1] Bonn ve Berlin’de öğrenim gördü; başlangıçta hukuk eğitimi aldıysa da, kısa sürede kendini tümüyle tarih ve felsefe çalışmalarına adadı. 1842 yılında, felsefe alanında doçent olarak akademik kariyere adım atmak üzereydi ama III. Friedrich Wilhelm’in ölümünden sonra yükselen siyasal hareketlilik, onun yaşamını bambaşka bir yöne sürükledi. Marx’ın da katkılarıyla, Ren bölgesinin liberal burjuvalarından Camphausen ve Hansemann gibi isimlerin öncülüğünde Köln’de Rheinische Zeitung (Ren Gazetesi) kuruldu. Marx, 1842 sonbaharında Ren Eyalet Meclisi’nin (Landtag) faaliyetlerine yönelik keskin eleştirileriyle büyük yankı uyandırdıktan sonra gazetenin başına getirildi. Rheinische Zeitung, doğal olarak sansüre tabiydi ama sansür, bu gazeteyle baş edemedi.[2] Gazete, önemli yazılarını neredeyse daima sansürden geçirmeyi başarıyordu. Bunun için önce sansürcüye, kolayca elenebilecek önemsiz yazılar sunuluyor; ardından ya sansürcü gönüllü olarak pes ediyor ya da “aksi takdirde ertesi gün gazete yayımlanmaz” tehdidiyle geri adım atmaya zorlanıyordu. Eğer Almanya’da on gazete, Rheinische Zeitung kadar cesur davranabilseydi ve yayıncılar dizgi masrafları için birkaç yüz taleri gözden çıkarabilseydi, sansür daha 1843’te ortadan kalkabilirdi. Ne var ki Alman gazetecilik dünyası küçük hesaplar peşindeki ürkek burjuvalardan oluşuyordu ve Rheinische Zeitung bu mücadeleyi tek başına sürdürdü. Gazete, bir sansürcüyü yıpratıp gönderiyor, yerine geleni aynı akıbete uğratıyordu. En sonunda çifte sansür uygulamasına geçildi: İlk sansürden sonra, bir de merkezi hükümet temsilcileri (Regierungspräsident) gazeteyi tekrar sansürlüyordu. Ancak bu da işe yaramadı. 1843’ün başlarında hükümet, bu gazeteyi kontrol altında tutmanın imkânsız olduğunu ilan ederek Rheinische Zeitung’u doğrudan yasakladı.
Bu sırada Marx, sonradan gerici bir bakan olacak olan von Westphalen’in kız kardeşiyle evlendi ve Paris’e taşındı. Orada, Arnold Ruge ile birlikte Alman-Fransız Yıllıkları (Deutsch-Französische Jahrbücher) adlı yayını çıkardı. Bu dergide, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi başlıklı makalesiyle sosyalist yazılar dizisine ilk adımını attı. Ardından Friedrich Engels ile birlikte Kutsal Aile adlı eseri kaleme aldılar. Bu eser, Bruno Bauer ve çevresince temsil edilen dönemin Alman felsefi idealizminin son biçimlerinden birini hedef alan satirik/hicivsel bir eleştiriydi.
Marx, politik iktisat ve Büyük Fransız Devrimi tarihi üzerine yaptığı çalışmaların yanı sıra, zaman zaman Prusya Hükümetine yönelik eleştirilerde bulunmaya da vakit buluyordu. Prusya Hükümeti, 1845 baharında Guizot Hükümetinden –arabulucu olarak Alexander von Humboldt’un görev yaptığı söylenir– onun Fransa’dan sınır dışı edilmesini sağlayarak intikamını aldı. Marx bunun üzerine Brüksel’e taşındı ve burada 1847 yılında Fransızca olarak Felsefenin Sefaleti adlı eserini yayımladı; bu eser, Proudhon’un Sefaletin Felsefesi adlı yapıtına yönelik bir eleştiriydi. Aynı yıl içinde Serbest Ticaret Üzerine Konuşma’yı da yayımladı.
Aynı zamanda bu sürgünlük yıllarında Brüksel’de bir Alman işçi derneği kurarak pratik ajitasyona başladı. Bu türden bir faaliyet, 1847 yılında Marx ve politik arkadaşlarının uzun süredir varlığını sürdüren gizli Komünist Liga’ya (Birlik) katılmasıyla daha da önem kazandı. Birlik, bu dönemde köklü bir yeniden yapılanma geçirdi. Öncesinde daha çok gizli ve komplocu bir örgüt yapısına sahipken, artık yalnızca zorunluluk gereği gizli kalan, açıkça komünist propaganda yürüten bir örgüte dönüştü. Bu yapı, Alman Sosyal Demokrat Partisinin ilk örgütsel biçimi sayılabilir. Komünist Birlik, Almanya’nın yanı sıra İngiltere, Belçika, Fransa ve İsviçre’deki Alman işçi derneklerinin bulunduğu her yerde varlık gösterdi. Bu derneklerin neredeyse tamamında, önde gelen üyeler Birlik’e mensuptu ve yeni yeni doğmakta olan Alman işçi hareketi üzerinde Komünist Birlik’in etkisi oldukça büyüktü. Üstelik bizim Birlik, işçi hareketinin uluslararası karakterini ilk vurgulayan ve bunu pratikte de gerçekleştiren yapıydı. İngiliz, Belçikalı, Macar, Polonyalı gibi çeşitli milletlerden üyeleri bünyesinde barındırıyor, özellikle Londra’da uluslararası işçi toplantıları düzenliyordu.
Birliğin dönüşümü, 1847 yılında düzenlenen iki kongrede gerçekleşti. Bu kongrelerin ikincisinde, partinin temel ilkelerinin bir manifesto ile ortaya konulup yayımlanmasına karar verildi; bu görev Marx ile Engels’e verildi. İşte böylece Komünist Parti Manifestosu doğdu. 1848’de, Şubat Devriminden hemen önce ilk kez yayımlanan bu eser, o tarihten bu yana neredeyse tüm Avrupa dillerine çevrilmiştir.
Marx’ın da katkı sunduğu Deutsche-Brüsseler-Zeitung[3] (Alman-Brüksel Gazetesi), anayurttaki polis rejiminin bütün pisliklerini acımasızca ifşa ettiğinden, Prusya Hükûmeti bir kez daha Marx’ın sınır dışı edilmesini sağlamaya çalıştı ama bu girişim başarısız oldu. Ne var ki Şubat Devriminin etkisiyle Brüksel’de de halk hareketlerinin baş göstermesi ve Belçika’da köklü bir siyasal dönüşümün yaklaşmakta olduğuna dair işaretler belirmesi üzerine, Belçika Hükûmeti Marx’ı hiçbir formaliteye gerek duymadan tutuklayıp sınır dışı etti. Bu sırada, Fransa’daki Geçici Hükûmet adına Flocon aracılığıyla Marx’a Paris’e dönmesi için bir davet gönderildi. Marx da bu çağrıyı kabul etti.
Paris’te bulunduğu dönemde, özellikle Almanlar arasında yaygın olan bir sahtekârlığa yani Fransa’daki Alman işçileri silahlı lejyonlar hâlinde örgütleyip devrimi ve cumhuriyeti Almanya’ya taşımaya kalkışma düşüncesine karşı çıktı. Öncelikle Almanya kendi devrimini kendi olanaklarıyla gerçekleştirmeliydi, diğer yandan Fransa’da kurulan her devrimci yabancı lejyon, daha baştan, tıpkı Belçika ve Baden’de olduğu gibi, Geçici Hükümet’in Lamartine vari adamları tarafından devrilmesi gereken hükümetlere ihbar ediliyordu.[4]
Mart Devriminin ardından Marx, Köln’e döndü ve burada Neue Rheinische Zeitung’u (Yeni Ren Gazetesi) kurdu. Gazete, 1 Haziran 1848’den 19 Mayıs 1849’a kadar yayımlandı ve dönemin demokratik hareketi içinde proletaryanın bakış açısını temsil eden tek yayın olarak öne çıktı. Bunu, özellikle Haziran 1848’de Parisli işçilerin başlattığı ayaklanmaya açıkça sahip çıkarak gösterdi ve bu sahiplenme gazetenin neredeyse tüm hissedarlarının desteğini yitirmesine yol açtı. Gerici Kreuz-Zeitung’un, Neue Rheinische Zeitung’un –üstelik 8 bin kişilik garnizona ev sahipliği yapan bir Prusya kalesinin bulunduğu bir şehirde– krala, kral naibinden jandarmaya kadar her türlü “kutsal” otoriteyi “ölçüsüz bir küstahlıkla” hedef aldığını dile getirmesi ve hedef göstermesi boşunaydı. Yine Ren bölgesinin, devrim karşısında korkuya kapılıp bir anda gericileşen liberal küçük-burjuvalarının öfkesi boşunaydı. 1848 sonbaharında gazetenin Köln’de sıkıyönetimi tarafından uzun bir süreliğine kapatılması boşunaydı. Frankfurt’taki İmparatorluk Adalet Bakanlığı’nın, makaleler hakkında dava açılması için Köln Savcılığına art arda yaptığı şikâyetler de boşunaydı. Tüm bu süreçte gazete, polisin gözleri önünde soğukkanlılıkla hazırlanmaya, basılmaya ve yayımlanmaya devam etti. Üstelik hükümete ve burjuvaziye karşı saldırılarının şiddeti arttıkça, hem etkisi hem de itibarı daha da büyüdü. Kasım 1848’de Prusya darbesi gerçekleştiğinde Neue Rheinische Zeitung, her sayının başında halkı vergi ödememeye ve şiddete şiddetle karşılık vermeye çağırıyordu. 1849 baharında, hem bu çağrılar hem de başka bir makale nedeniyle gazete iki kez jüri karşısına çıkarıldı ama her ikisinde de beraat etti. Nihayet 1849 Mayısında Dresden ve Ren eyaletindeki ayaklanmalar bastırılıp, Baden-Pfalz isyanına karşı Prusya ordusu büyük bir askeri sefer başlatınca, hükümet kendini Neue Rheinische Zeitung’u zorla susturacak kadar güçlü hissetti. Gazetenin son sayısı, 19 Mayıs günü kırmızı mürekkeple basılarak yayımlandı.
[Marx, Neue Rheinische Zeitung’un Mayıs 1849’da kapatılmasının ardından kısa bir süreliğine yeniden Paris’e döndü. Ancak 13 Haziran 1849’daki gösterilerden sonra, Fransız hükümeti Marx’ı ya gönüllü olarak ülkeyi terk etmesi ya da sınır dışı edilmesi arasında bir tercihe zorladı. Bunun üzerine Marx, Ağustos 1849’da Londra’ya yerleşti ve ölene dek orada yaşadı]
Neue Rheinische Zeitung’u bir süreliğine dergi formatında sürdürme girişimi (1850’de Hamburg’da) başlatıldıysa da, karşı-devrimci dalganın giderek şiddetlenmesi nedeniyle bu çaba kısa sürede sona ermek zorunda kaldı. 1851 Aralığında Fransa’daki darbenin hemen ardından Marx, ünlü eseri Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini yayımladı. İlk baskısı 1852’de New York’ta çıktı; ikinci baskısı ise Fransa-Prusya savaşı öncesinde, 1869’da Hamburg’da yayımlandı. 1853 yılında ise Marx, Köln Komünist Davasına Dair İfşaatlar adlı çalışmasını kaleme aldı. Bu eser önce Basel’de, daha sonra Boston’da basıldı ve son olarak Leipzig’te yeniden yayımlandı.
Köln’deki Komünist Birlik üyelerinin mahkûm edilmesinin ardından Marx, politik ajitasyondan bir süreliğine çekildi ve yaklaşık on yıl boyunca kendini iki alana adadı: Bir yandan British Museum Kütüphanesinin sunduğu zengin kaynaklardan yararlanarak ekonomi politik alanında yoğun bir araştırma sürecine girdi, öte yandan ise New York Tribune[5] gazetesine yazılar yazdı. Amerikan İç Savaşının patlak vermesine kadar geçen bu süreçte, gazete yalnızca onun imzasını taşıyan yazıları değil, Avrupa ve Asya’daki koşullara dair kaleme aldığı çok sayıda başyazıyı da yayımladı. Marx’ın, İngiliz resmi belgelerini derinlemesine inceleyerek İngiltere Başbakanı Lord Palmerston’ın izlediği siyasete yönelttiği sert eleştiriler, Londra’da broşür biçiminde yeniden yayımlandı.
Marx’ın yıllara yayılan iktisat çalışmalarının ilk ürünü olarak, 1859 yılında Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı yayımlandı. Bu eser, paranın işlevine dair kuram dâhil olmak üzere Marx’ın değer teorisini ilk kez bütünlüklü ve sistemli biçimde ortaya koyduğu çalışmadır. İtalyan Savaşı sırasında Marx, Londra’da yayımlanan Das Volk adlı Alman gazetesinde o dönem kendini “özgürlükçü” ve “ezilen ulusların kurtarıcısı” olarak sunan Bonapartizm’i sert biçimde eleştirdi. Aynı zamanda tarafsızlık kisvesi altında kendi çıkarları doğrultusunda bulanık suda balık avlamaya çalışan Prusya politikasına da karşı çıktı. Bu bağlamda, o dönem Prens Napolyon’un talimatıyla ve Louis Napolyon’un maaşlı adamı olarak Almanya’nın tarafsızlığını –hatta sempatisini– kazanmak amacıyla propaganda yürüten Herr Karl Vogt’a da saldırmak gerekmişti. Vogt, Marx’a karşı en iğrenç ve kasten uydurulmuş iftiraları yağdırdığında, Marx ona 1860’ta Londra’da yayımladığı Herr Vogt adlı makaleyle yanıt verdi. Vogt ve onunla birlikte hareket eden emperyalist sahte-demokrat takımının diğer üyeleri de teşhir edildi. Vogt’un ise hem doğrudan hem dolaylı kanıtlara dayanılarak Aralık İmparatorluğu’ndan [Louis Bonaparte yönetimi] rüşvet aldığı ispatlandı. Bu durumun teyidi tam on yıl sonra geldi: 1870’te Tuileries Sarayında bulunan Bonaparte yanlısı maaşlılar listesi, Eylül Hükümeti tarafından yayımlandığında, “V” harfi altında şu kayıt yer alıyordu: “Vogt– Ağustos 1859’da kendisine 40.000 frank gönderildi.”
Nihayet Marx’ın başyapıtı, Kapital: Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili Cilt I başlığıyla 1867 yılında Hamburg’da yayımlandı. Bu eser, onun ekonomik sosyalist düşüncesinin temellerini ve mevcut toplumsal düzene, özellikle kapitalist üretim tarzına ve onun sonuçlarına dair eleştirisinin ana hatlarını ayrıntılı biçimde ortaya koyduğu başyapıtıdır. Bu çağ açıcı yapıtın ikinci baskısı 1872’de yayımlandı; yazar hâlen ikinci cildin hazırlanmasıyla meşguldür.
Bu arada Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde işçi hareketi öyle bir güç kazandı ki Marx, uzun zamandır beslediği bir arzuyu gerçekleştirme fikrini artık ciddiyetle düşünebiliyordu: Avrupa ve Amerika’nın en ileri ülkelerini kapsayacak bir İşçi Birliği kurmak! Böyle bir birlik, sosyalist hareketin uluslararası karakterini hem işçilerin kendilerine hem de burjuvaziye ve hükümetlere adeta vücut bulmuş hâliyle gösterecek; proletaryayı cesaretlendirip güçlendirirken düşmanlarının da yüreğine korku salma amacını taşıyacaktı. Tam bu sırada, Polonya’nın bir kez daha Rusya tarafından ezilmesine karşı destek vermek amacıyla 28 Eylül 1864’te Londra’daki St. Martin’s Hall’de düzenlenen bir kitlesel toplantı, bu fikrin gündeme getirilmesi için uygun bir vesile sundu ve öneri büyük bir coşkuyla benimsendi. Uluslararası Emekçiler Birliği (Birinci Enternasyonal) kuruldu; geçici bir Genel Konsey seçildi ve merkezi Londra olarak belirlendi. Marx, bu konseyin ve daha sonra Lahey Kongresine kadar süren tüm Genel Konseylerin de ruhu oldu. 1864 tarihli Kuruluş Çağrısından 1871’de yayımlanan Fransa’daki İç Savaş Üzerine Bildiriye kadar, Genel Konsey adına kaleme alınan neredeyse tüm belgeleri Marx yazdı. Marx’ın Enternasyonal’deki faaliyetini anlatmak demek, aslında, hâlâ Avrupa işçi sınıfının kolektif hafızasında yaşamakta olan bu birliğin tarihini baştan sona yazmak demektir.
Paris Komününün düşüşü, Enternasyonal’i olanaksız bir duruma sürükledi. Pratikte hiçbir yerde başarı şansı kalmamışken, Avrupa tarihinin tam ortasına itildi. Onu yedinci büyük güç konumuna yükselten gelişmeler, aynı zamanda mücadele gücünü harekete geçirmesini ve bunu eyleme dökmesini de engelliyordu. Çünkü bu, kaçınılmaz bir yenilgiye ve işçi hareketinin onlarca yıl geri gitmesine yol açacaktı. Üstelik Birliğin bir anda kazandığı bu büyük şöhreti kişisel hırslarını tatmin etmek için kullanmak isteyen, Enternasyonal’in gerçek misyonunu kavramayan ya da önemsemeyen çeşitli unsurlar da öne çıkmaya başlamıştı. Bu koşullar altında cesur bir karar alınması gerekiyordu ve bu kararı yine Marx aldı ve 1872’deki Lahey Kongresinde hayata geçirdi. Bu kongrede aldığı ciddi bir kararla Enternasyonal, o mantıksız ve nahoş unsurların merkezini oluşturan Bakunincilerin eylemlerine dair tüm sorumluluğu reddetti. Bununla birlikte, karşı-devrimci dalganın yaygınlığı, artan yükümlülükler, toplantı yapmanın imkânsız hâle gelişi ve öte yandan tüm etkisini koruyabilmek için emek hareketinin can damarını kurutacak ölçüde özveriler gerektirmesi, Enternasyonal’in faaliyetlerine ara vermesini zorunlu kıldı. Enternasyonal sahneden geçici olarak çekilme kararı aldı ve Genel Konsey’i Amerika’ya taşıdı. O dönemde ve sonrasında sıklıkla eleştirilen bu kararın ne denli doğru olduğu zamanla ortaya çıktı. Bir yandan Enternasyonal adına yapılan anlamsız ve zararlı isyan girişimlerinin önünü kesti, öte yandan farklı ülkelerdeki sosyalist işçi partileri arasındaki sıkı ve daimi ilişkiler Enternasyonal’in çağrısıyla doğan ortak çıkar bilincinin ve proletarya dayanışmasının, biçimsel bir uluslararası örgüte bağlı kalmadan da sürdürülebileceğini kanıtladı. Zira o dönemde böyle biçimsel bir bağ artık ilerletici değil, sınırlayıcı bir zincire dönüşmüştü.
Hague (Lahey) Kongresinden sonra Marx, sonunda yeniden huzur ve zaman buldu, teorik çalışmalarına kaldığı yerden devam edebilecekti. Umulur ki çok geçmeden Kapital’in ikinci cildini baskıya hazır hâle getirebilsin.
Marx’ın adını bilim tarihine altın harflerle yazdıran pek çok önemli keşfi vardır ancak burada yalnızca iki tanesi üzerinde durabileceğiz.
Marx’ın bilim tarihine armağan ettiği en büyük keşiflerden ilki, dünya tarihine dair tüm anlayışı köklü biçimde dönüştürmesidir. Ondan önceki tarih anlayışı, tüm tarihsel değişimlerin nihai nedeninin insan düşüncesindeki değişimlerde aranması gerektiğine dayanıyordu. Bu görüşe göre tarih boyunca yaşanan tüm değişimlerin en önemlisi siyasal değişimlerdi çünkü tarih onların etrafında dönüyordu. Ne var ki şu soru hiç sorulmuyordu: Bu fikirler insanların kafasına nereden geliyor? Siyasal değişimleri harekete geçiren asıl nedenler nedir? Bu sorgulamaya sadece yeni kuşak Fransız tarihçileri (kısmen de İngilizler) cesaret edebildi. Onlar, en azından Ortaçağ’dan bu yana Avrupa tarihindeki temel itici gücün, gelişen burjuvazinin feodal aristokrasiyle giriştiği toplumsal ve siyasal iktidar mücadelesi olduğunu fark etmişti.
Marx bunun da ötesine geçerek şunu kanıtladı: Bütün önceki tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir. Çok yönlü ve karmaşık tüm siyasal mücadelelerin özünde hep toplumsal sınıfların toplumsal ve siyasal egemenlik mücadelesi bulunduğunu, eski sınıfların bu egemenliği korumaya çalıştığını, yeni ortaya çıkan sınıfların ise bu egemenliği ele geçirmeye çalıştığını ortaya koydu. Peki ama bu sınıflar kökenlerini ve varlıklarını neye borçludur? Toplumun belli bir tarihsel dönemde geçimini sağlayan üretim ve değişim araçlarını nasıl ürettiği ve değiştirdiği yani maddi, duyusal olarak algılanabilir somut koşullara borçludurlar. Örneğin Ortaçağ’daki feodal egemenlik, küçük köylü topluluklarının kendi kendine yeterli ekonomisine dayanıyordu; bu topluluklar ihtiyaçlarının hemen hepsini kendileri üretiyor, neredeyse hiç değiş-tokuş yapılmıyor ve bu yapıya dışarıdan silahlı soyluluk (kılıçlı egemen sınıf) koruma sağlıyor, böylece ulusal ya da en azından siyasal bir bütünlük sağlanıyordu.
Ancak kentler ortaya çıktığında ve onlarla birlikte önce iç pazara, ardından uluslararası alana yönelen ayrı bir zanaat üretimi ve ticaret ilişkisi geliştiğinde, kent burjuvazisi de oluşmaya başladı. Bu sınıf, daha Ortaçağ’ın içinde soyluluğa karşı verdiği mücadeleyle, feodal düzene ayrıcalıklı bir sınıf olarak dâhil olmayı başardı. Fakat 15. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa dışı dünyanın keşfiyle birlikte, burjuvazi çok daha geniş bir ticaret alanına kavuştu ve bu sayede sanayi için yeni bir itici güç elde etti. En önemli üretim alanlarında zanaat üretimi, fabrika ölçeğindeki manüfaktür üretimiyle yer değiştirirken, bu üretim biçimi de bir süre sonra büyük ölçekli sanayiyle yer değiştirdi. Bu yeni sanayi biçimi, başta buhar makinesinin icadı olmak üzere özellikle bir önceki yüzyılda (18. yüzyılda) yapılan keşifler sayesinde mümkün hâle gelmişti. Büyük sanayi ise, bu kez ticaret üzerinde etkide bulunarak geri kalmış ülkelerdeki eski el emeğini tasfiye etti ve daha gelişmiş ülkelerde buharlı makineler, demiryolları ve elektrikli telgraf gibi günümüzün yeni ulaşım ve iletişim araçlarını yarattı.
Böylece burjuvazi, toplumsal zenginliği ve toplumsal gücü giderek daha fazla kendi elinde toplamaya başladı; buna karşın, siyasal iktidardan uzun bir süre dışlanmış olarak kaldı. Zira iktidar, soyluların ve onların desteklediği monarşinin elindeydi. Ancak belli bir aşamada, özellikle de Fransa’da Büyük Devrimden itibaren burjuvazi, siyasal iktidarı da ele geçirdi ve bu kez kendisi, proletarya ve küçük köylüler üzerinde egemen sınıf hâline geldi. Bu bakış açısından, tüm tarihsel olgular en yalın biçimde açıklanabilir. Yeter ki toplumun belirli bir dönemine özgü ekonomik koşullar hakkında yeterli bilgiye sahip olunsun. Fakat ne yazık ki meslekten tarihçilerimiz bu bilgi ve anlayıştan tümüyle yoksundur. Aynı şekilde, her tarihsel döneme özgü fikirler ve düşünceler de, en açık biçimiyle, dönemin ekonomik yaşam koşullarından ve bu koşullarla belirlenen toplumsal ve siyasal ilişkilerden yola çıkılarak açıklanabilir. İşte bu sayede tarih ilk kez gerçek temeline oturtulmuştur. Ve daha önce apaçık ama tamamen göz ardı edilen şu temel gerçek, hak ettiği tarihsel yere kavuşmuştur: İnsanlar önce yemek zorundadır. İçmek, barınmak, giyinmek zorundadır. Yani çalışmak zorundadır. Ancak bu temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra iktidar mücadelesine girebilir, siyasetle, dinle, felsefeyle uğraşabilirler.
Ancak bu yeni tarih anlayışı, yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda sosyalist dünya görüşü açısından da en yüksek düzeyde önem taşıyordu. Çünkü bu anlayış gösterdi ki tüm geçmiş tarih, sınıf karşıtlıkları ve sınıf mücadeleleri içinde gelişmiştir; her dönemde egemenler ile ezilenler, sömürenler ile sömürülenler olmuştur; insanlığın büyük çoğunluğu daima yorucu bir çalışmaya ve sınırlı bir yaşam zevkine mahkûm edilmiştir. Peki, neden böyleydi? Bunun basit bir nedeni vardı: İnsanlık tarihinin önceki tüm gelişme evrelerinde üretim öylesine geri düzeydeydi ki, tarihsel ilerleme ancak bu karşıtlık biçiminde gerçekleşebilirdi. Tarihsel gelişim bütünüyle, ayrıcalıklı küçük bir azınlığın faaliyetlerine bağlıydı. Oysa büyük çoğunluk hem kendi kıt kanaat geçim araçlarını hem de ayrıcalıklı sınıfların giderek zenginleşen yaşam araçlarını üretmeye mahkûm edilmişti.
Ancak aynı tarihsel inceleme, geçmişteki sınıf egemenliğini sadece “insanın kötülüğüyle” açıklamak yerine doğal ve mantıklı nedenlere dayandırırken; bir yandan da bugünün muazzam düzeyde gelişmiş üretici güçlerinin sonucu olarak artık insanlığı yönetenler ile yönetilenlere, sömürenler ile sömürülenlere ayırmanın son bahanesinin de ortadan kalktığını ortaya koymaktadır. En azından en gelişmiş ülkeler için bu böyledir. Büyük burjuvazinin tarihsel misyonu tamamlanmıştır; artık toplumu yönetme kapasitesine sahip değildir ve hatta üretimin gelişmesinin önünde bir engel hâline gelmiştir. Nitekim hem ticaret bunalımları hem de son büyük çöküş [1873’te başlayan kriz] ve bütün ülkelerde sanayinin içine düştüğü durgunluk bunu açıkça kanıtlamaktadır. Tarihsel önderlik artık proletaryaya geçmiştir. Ve bu sınıf, toplumsal konumu gereği, kendisini ancak tüm sınıf egemenliğini, her tür köleliği ve sömürüyü ortadan kaldırarak özgürleştirebilir. Bugünün üretici güçleri, artık burjuvazinin denetimini aşmış durumdadır ve sadece örgütlü proletaryanın onları devralmasını beklemektedir. Bu gerçekleştiğinde, yalnızca üretime değil, aynı zamanda toplumsal servetin dağıtımına ve yönetimine de tüm toplum üyelerinin katılabileceği bir düzen kurulacaktır. Bu düzen, tüm üretimi planlı biçimde işleterek, toplumsal üretici güçleri ve verimliliği öylesine artıracaktır ki, herkesin tüm makul ihtiyaçlarının sürekli artan bir ölçekte karşılanması mümkün olacaktır.
Marx’ın ikinci büyük keşfi ise, sermaye ile emek arasındaki ilişkinin nihai olarak açıklığa kavuşturulmasıdır. Yani mevcut toplumda ve mevcut kapitalist üretim biçimi altında, emekçinin kapitalist tarafından nasıl sömürüldüğünün bilimsel olarak kanıtlanmasıdır. Siyasal iktisat, emeğin tüm zenginliğin ve tüm değerin kaynağı olduğunu ileri sürdüğünden beri şu soru kaçınılmaz hâle gelmiştir: Madem öyle, o hâlde ücretli işçi, emeğiyle yarattığı toplam değerin tamamını neden alamamakta, bunun bir kısmını neden kapitaliste devretmek zorunda kalmaktadır? Ne burjuva iktisatçıları ne de sosyalistler, bu soruya bilimsel olarak geçerli bir yanıt verebilmişti. Ta ki Marx bu sorunun çözümünü ortaya koyana kadar.
Çözüm şudur: Günümüzdeki kapitalist üretim tarzı, iki toplumsal sınıfın varlığına dayanır: Bir yanda üretim ve geçim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan kapitalistler, diğer yanda ise bu mülkiyetten yoksun bırakılmış olan proleterler. Proleterlerin satacak yalnızca tek bir metaı vardır: Emek güçleri. Bu yüzden de, yaşamlarını sürdürebilmek için bu emek güçlerini satmak zorundadırlar. Peki metanın değeri nasıl belirlenir? Bir metanın değeri, onun üretiminde ve dolayısıyla yeniden üretiminde toplumsal olarak gerekli olan emek miktarıyla belirlenir. Buna göre, ortalama bir insanın emek gücünün bir günlük, bir aylık ya da bir yıllık değeri de, bu emek gücünün sürdürülebilmesi için gerekli geçim araçlarının üretiminde cisimleşen emek miktarına göre belirlenir. Diyelim ki bir işçinin bir günlük geçim araçlarının üretimi 6 saatlik bir emek gerektiriyor; ya da başka bir deyişle, bu araçlar toplam 6 saatlik emeği temsil ediyor; o zaman bu işçinin bir günlük emek gücünün değeri de 6 saatlik emeği içeren bir para miktarıyla ifade edilecektir.
Varsayalım ki kapitalist işçimizi çalıştırdığı süre karşılığında ona bu miktarda ödeme yapıyor yani emek gücünün tam karşılığını ödüyor. Eğer işçi günün yalnızca 6 saatini çalışarak geçirirse, kapitalistin yaptığı harcamayı tamamen karşılamış olur; çünkü işçinin altı saatlik çalışması, ona ödenen ücretin karşılığı olan değeri üretmiş olur. Ama bu durumda kapitalistin hiçbir kazancı olmaz. Bu nedenle kapitalist meseleye bambaşka bakar. Der ki “Ben bu işçinin emek gücünü 6 saat için değil, tüm gün için satın aldım.” Dolayısıyla işçiyi, koşullara bağlı olarak 8, 10, 12, 14 ya da daha fazla saat çalıştırır. Böylece yedinci, sekizinci ve sonraki saatlerde üretilen ürün, karşılığı ödenmemiş emeğin ürünü olur ve doğrudan kapitalistin cebine gider. Sonuçta işçi, kapitalistin hizmetinde çalışırken yalnızca kendi emek gücünün değerini yeniden üretmekle kalmaz, aynı zamanda bunun üstüne fazladan bir değer, artı-değer de üretir. Bu artı-değere önce kapitalist el koyar, ardından belirli ekonomik yasalara göre tüm kapitalist sınıf arasında paylaştırılır; toprak rantı, kâr, sermaye birikimi, kısacası emek harcamayan sınıflar tarafından tüketilen ya da biriktirilen tüm servetin kaynağı hâline gelir.
Bu durum, tıpkı köle sahibi ya da serf emeğini sömüren feodal bey gibi modern kapitalistlerin de zenginliğe ulaşmasının, başkalarının karşılıksız emeğine el koyma biçiminde gerçekleştiğini kanıtlamış olur. Tüm bu sömürü biçimleri arasındaki fark, yalnızca karşılıksız emeğe el koyma yöntemlerinin ve biçimlerinin farklılığından ibarettir, özü aynıdır. Bu tespitle birlikte, mülkiyet sahibi sınıfların “mevcut toplum düzeninde adalet, eşitlik ve ortak çıkarlar egemendir” gibi ikiyüzlü söylemlerinin son meşruiyet zemini de yıkılmış oldu. Bugünkü burjuva toplumu, kendisinden önceki sınıflı toplumlar gibi, muazzam çoğunluğu oluşturan bir halk kitlesinin, gittikçe azalan sayıda bir ayrıcalıklı azınlık tarafından sistemli biçimde sömürüldüğü bir yapı olarak ifşa edilmiştir.
Modern, bilimsel sosyalizm bu iki önemli olgu üzerine kuruludur. Kapital‘in ikinci cildinde, kapitalist toplum sistemine dair bu ve benzeri, önemsiz sayılmayacak ölçüde önemli bilimsel keşifler daha da geliştirilecektir. Böylece birinci ciltte henüz ele alınmamış olan ekonomi politiğin birçok yönü köklü bir dönüşüme uğrayacaktır. Marx’a bu ikinci cildi en kısa sürede baskıya hazır hâle getirme imkânının tanınması dileğiyle.
Çeviri Tarihi: Haziran 2025
Kaynak: https://www.marxists.org/archive/marx/works/1877/06/karl-marx.htm
[1] Engels tarafından 1877 Haziranında yazıldı ve 1878’de Brunswick’de çıkan Wolkskalender yıllıklarında yayımlandı.
[2] Rheinische Zeitung’un ilk sansürcüsü Polis Müsteşarı Dolleschall idi. Bu kişi bir zamanlar Kölnische Zeitung gazetesine verilen, Dante’nin İlahi Komedya’sının Philalethes (sonradan Saksonya Kralı Johann olacak kişi) çevirisine dair ilanı, “İlahi meseleleri komediye çevirmemek gerekir” notuyla iptal etmişti.
[3] Alman siyasi sürgünlerinin Brüksel’de kurduğu bu gazete, 1847 Ocağından 1848 Şubatına kadar yayına devam etti. 1847 Eylülünden itibaren Marx ve Engels gazetenin sürekli yazarları oldular; onların etkisiyle, militan bir komünist ve demokratik propaganda organına dönüştü.
[4] “Geçici Hükümetin Lamartineleri ya da ya Lamartine vari adamları” ifadesi, 1848 Fransası’nda devrimcilikten çok uzlaşmacı, devrimden ürken ve karşı-devrimci tavır sergileyen liberal düzen siyasetçilerini ifade eder. Geçici Hükümetin bir üyesi olan Alphonse de Lamartine bu tutumun tipik örneğidir; liberal bir şair ve burjuva siyasetçidir, cumhuriyetçiliği savunmuş ancak devrimci girişimlere karşı temkinli ve frenleyici bir tavır takınmıştır.
[5] New York Tribune ilerici bir Amerikan gazetesiydi ve burada 1851’den 1862’e kadar Marx ve Engels’in kaleminden çıkan pek çok makale yayımlandı.