1930’dan 1961’e değin süren Dominik Cumhuriyeti’ndeki Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden Mirabal kardeşlerin polis tarafından vahşice katledildiği tarih olan 25 Kasım, dünyada Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak her yıl kutlanıyor. Kadınlar her 25 Kasımda dünyanın dört bir yanında kadına yönelik şiddete ve kadın düşmanı politikalara karşı alanlara çıkıyor, eşitlik ve özgürlük taleplerini haykırıyorlar.
Dünyada gözümüzü çevirdiğimiz her noktada kriz ve kaosla karşılaşıyoruz. Kapitalist sömürü düzeninin içinde bulunduğu buhran derinleştikçe, işçi sınıfının ve elbette emekçi kadınların yaşamı daha da çekilmez hale geliyor. Zira tüm dünyada çığ gibi büyüyen işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik, savaş ve göç sorunu karşısında kadınların payına her geçen gün daha fazla şiddet, horlanma ve aşağılanma düşüyor. Demokratik hak ve özgürlüklerin yok edildiği, toplumun baskı altına alınıp nefessiz bırakıldığı Türkiye’de kadın sorunu daha da katmerleniyor. Nitekim çeşitli kuruluşların yayınladığı veriler de Türkiye’de kadın sorununun vahametini ortaya koyuyor. Kadınlar kendilerini güvende hissetmiyor, eşit ve adil koşullarda yaşamıyor.
177 ülkeden kadınların ekonomik süreçlere katılımını, ne kadar özgürlüğe ve hukuk güvenliğine sahip olduklarını ölçen Kadın, Barış ve Güvenlik (WPS) Endeksinin 2023/24 verilerine bir bakalım. Kadınların toplumsal yaşama katılımı, güvenlik duygusu ve adalete erişimi gibi ölçütler baz alınarak elde edilen verilerin sonuçları şöyle: 177 ülke arasında birinci Danimarka olmak üzere İsviçre, İsveç, Finlandiya, İzlanda, Lüksemburg ve Norveç ilk sırada yer alıyor. Umman 75’inci, Vietnam 78’inci, Katar 80’inci, Tacikistan 90’ıncı, Ürdün 92’inci, Tunus 96’ıncı sırada yer alırken, Türkiye ise 99’uncu sırada bulunuyor. Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin çoğunluğu listenin daha altlarında yer alıyorlar. Dünya Ekonomik Forumunun (WEF) 2024 yılı Ekonomiye Katılım ve Fırsat Eşitliği listesine göre Türkiye 146 ülke arasında 133’üncü sırada yer alıyor. Bu araştırmanın ayrıntılarına göre durum şöyledir: Eğitim başarısı sıralamasında 90’ıncı, sağlık sıralamasında 98’inci, politik süreçlere katılım sıralamasında ise 114’üncü sırada yer alıyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütünün (OECD) verilerine göre ise Türkiye, yüzde 32’lik kadına şiddet oranıyla OECD ülkeleri arasında birinci sırada bulunuyor.[1] Hayatı süresince her üç kadından biri şiddete uğruyor.
Gün geçmiyor ki şiddete, tacize, tecavüze uğrayan, kaybedilen, katledilen bir kadın haberi almayalım. Ne var ki gerçek anlamda şiddettin kaynağı üzerinde durulmuyor, şiddetin önlenmesine dönük gerçek önlemler alınmıyor ve kalıcı adımlar atılmıyor. Düzen medyasında olayların trajik yanları gündem edilip sorunun kaynağının üzeri örtülüyor, hedef saptırılıyor ve hatta vahşi cinayetler üzerinden kadınlar korkutulup eve hapsedilmek isteniyor. Peki, durmak bir yana her geçen gün daha da artan kadına yönelik şiddetin kaynağı nedir, gerçek sorumlu sadece erkek midir ve şiddet neden önlen(e)miyor?
Kadına şiddeti uygulayan erkektir. Ancak şiddeti doğuran ve erkeğin bilincini, davranışlarını belirleyen, kadını öldürecek bir canavara dönüştüren kapitalist sömürü düzenidir. Marksizm, insanın bilincinin ve davranışlarının toplumsal koşullar tarafından belirlendiğine dikkat çeker. Erkeklerin doğasının şiddete meyilli olduğu düşüncesi son derece yanlıştır. Bu düşünceyi savunanlar, aynı zamanda bencillik ve rekabetin insan doğasından kaynaklandığını da ileri sürerek sömürü düzenini aklamaya çalışıyorlar. Şiddetin sebebini, sadece şiddeti uygulayan erkeğin vicdansızlığına, ahlaksızlığına, psikolojik durumuna, eğitimsizliğine ve benzeri durumlara bağlamak kapitalizmi aklamak olur! Özel mülkiyete dayalı, insanı insana, emekçiyi emeğine yabancılaştıran, değersizleştiren, hiçlik duygusunu körükleyen, eşitsizlik üreten kapitalist sömürü düzeni kadına yönelik şiddetin esas kaynağıdır. Topluma nefret pompalayarak emekçileri yapay temelde kutuplaştıran ve kadın kimliğini aşağılayan burjuva hükümetler, katilleri koruyup kollayan burjuva yargı sistemi, eşitsizliği normalleştirip taze zihinlere kazıyan eğitim sistemi ve düzen medyası kadına şiddetin üretilmesinde büyük bir rol oynamaktadır.
Kapitalizm, eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulmuş bir sistemdir. Bir avuç para babası toplumsal servetin büyük kısmına el koyarken ve böylece zenginler daha zengin olurken, emekçiler sefalet çukurunun derinliklerine doğru itiliyorlar. Bu düzende hâkim güç burjuva sınıfıdır/sermayedir ve onun çıkarları doğrultusunda yasalar konmakta, çarklar dönmekte, üretim yapılmaktadır. İnsanın ihtiyaçlarının bir önemi yoktur, önemli olan neyin daha fazla kâr getireceğidir. Daha fazla kâr elde etme ve para kazanma tüm insani değerlerin üzerindedir. Paranın sağladığı güce ulaşmak için insanlar rekabete sokuluyor, ona ulaşmaya çalışırken dayanışma, kardeşleşme, eşitlik gibi insani değerler ayaklar altına alınıyor, toplumsal ilişkiler erozyona uğruyor. Para ile her şey alınıp satılabilmektedir kapitalizmde. Dolayısıyla kadın bedeni de bir meta gibi alınıp satılabiliyor, reklam malzemesi olarak kullanılıyor. Bu çürümüş sistemde para için yeni doğan bebekler dahi acımasızca öldürülüyor. Kapitalist sistem ve özelde Türkiye’deki ar damarı çatlamış, pervasızlıkta sınır tanımayan rejim kendisiyle birlikte toplumu da çürütmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun, gelecek kaygısının, değersizlik hissinin arttığı, demokratik hakların gasp edilip özgürlüklerin yok edildiği, kasvetin toplumun üzerine çöktüğü, siyasi gericiliğin hâkim olduğu bir atmosferde kadına karşı şiddet de kaçınılmaz olarak artmaktadır. Çıkışsızlık kuyusunda debelenen örgütsüz toplumda biriken öfke, ne yazık ki toplumun en zayıf kesimi olarak görülen çocuklara ve kadınlara yönelmektedir.
Sınıflı bir toplum demek olan kapitalizmde eşitlik biçimseldir ve sadece kâğıt üzerindedir. Toplumsal eşitliğin söz konusu olmadığı erkek egemen bu sistemde cinsiyet ayrımı üzerinden kadınlar ikincil bir konuma itilir ve topluma erkeğin kadından üstün olduğu düşüncesi aşılanır. Kuşkusuz kapitalist ülkelerdeki ekonomik, toplumsal ve demokrasinin gelişmişlik düzeyine, toplumsal mücadele dinamiklerinin varlığına bağlı olarak kadına yönelik ayrımcılığın, eşitsizliğin, şiddetin düzeyi değişkenlik gösterir. Türkiye gibi baskının alabildiğine arttığı, gerici faşist zihniyetin iktidarda olduğu ülkelerde ise siyasi iktidarlar, kadını pasif geleneksel konumda tutmaya çalışan politikalarıyla, söylemleriyle erkeği daha fazla cesaretlendiriyor, cinsiyet ayrımcılığının ve şiddetin önünü açıyorlar. Bu zihniyete göre kadın ile erkeğin fıtratı farklıdır, eşit haklara sahip olamazlar.
Bu gerici anlayışa göre kadın kendi yaşamıyla ilgili kararları erkekten bağımsız alamaz, geleneksel rolüne devam etmelidir; erkeğin sözünden çıkmamalı, çocuk doğurup kocasına hizmet etmeli ve itaatkâr olmalıdır. Kadının geleneksel ilişkiler ağından kurtulması, dönüşmesi, modernleşmesi, toplumsal yaşama daha fazla katılması, bireysel özgürlüğünü yaşamak istemesi düşmanca karşılanır. Elbette kadınlar bu geri zihniyete ve politikalara karşı çıkıyor, mücadele ediyorlar. Kadınlar geçmişe nazaran çok daha büyük oranda kentlerde yaşıyor, iş yaşamına katılıyor, “biz de varız” diyerek toplumsal yaşamın her alanında yerlerini alıyorlar. “Eşit olmak ve saygı görmek istiyoruz” diyen kadınlar, geleneksel kalıplara hapsedilemeyeceklerini ve tarihin tekerleğinin geri döndürülemeyeceğini meydanlara çıkarak, haklarına sahip çıkarak her geçen gün daha fazla gösteriyorlar.
Emperyalist savaş alevlerinin kavurduğu coğrafyalarda ise emekçi kadınlar açısından yaşam tam anlamıyla cehenneme dönmüş durumda. Bugün soykırımcı İsrail’in Gazze’de Filistin halkını açlık ve susuzluğa mahkûm ettiği koşullarda kadınların gözleri önünde çocuklarının eriyip yok olması katlanılmaz bir acı ve işkence demektir. Siyonist İsrail’in bombaları altında yaşam mücadelesi veren Filistinli ve Lübnanlı kadınlar, Libya’dan Yemen’e, Suriye’den Ukrayna’ya emperyalist savaş alanına çevrilen coğrafyadaki kadınlar, faşist molla rejiminin baskısına karşı ölümü göze alarak direnen İranlı kadınlar, kürtaj hakkı için direnen Arjantinli kadınlar… Dil, din, ulus fark etmeksizin özgürlük ve yaşam mücadelesi dünyanın dört bir yanında sürüyor. Bu mücadelenin devrimci işçi sınıfının kapitalist sistemi hedef alan sosyalist dünya mücadelesiyle birleştirilmesi son derece hayatidir. Şiddetin, baskı ve zorbalığın önlenmesine ve kadınların korunmasına yönelik politikaların daha fazla devreye sokulmasını sağlayacak olan toplumsal mücadeledir. Şiddetin tamamen ortadan kalkması ise ancak sosyalist bir devrimle mümkün olabilir. Biliyoruz ki emekçi kadınlar toplumsal mücadeleye katılmadan işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi gelişip ilerleyemez! Öyleyse tüm emekçi kadınlar olarak düzenin yaydığı baskı ve korkuya teslim olmadan devrimci işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine katılalım! Herkesin eşit ve özgür olduğu, kadının şiddet görmediği, sömürü ve savaşların son bulduğu bir dünya için hep birlikte mücadele edelim!
[1] https://artigercek.com/makale/kuresel-eril-sistemin-magdurlari-kadinlar-1-323767